27 Haziran 2019

Yusuf Atılgan'ın Öykülerinde İzlek


Yusuf Atılgan, Türk yazın tarihinde yazdığı romanlarla adını duyurmuş bir yazardır. Atılgan, pek çok yazarımız gibi roman vadisinde gezinmekle yetinmemiş, öykü alanında da ürün vermiştir. Atılgan’ın romanlarında işlediği yalnızlık, yabancılaşma, varoluş gibi izlekleri (temaları) öykülerinde de görmekteyiz.

            İzlekler, eserin yazıldığı dönemle ve yazarla ilişkilidir. Mendilow’un deyişiyle çelik kancalarla devrinin ruhuna bağlı olan yazarların benzer temaları işlediği görülür.  Aynı devirde yaşayan yazarların benzer temaları farklı yorumlayarak somutlaştırmaları onların özgünlüğünü imler. 1950’kuşağı yazarlarından biri olan Yusuf Atılgan öykülerinde İkinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu karamsarlık; aynı dönemde yaygınlaşan varoluşçuluk akımının etkisiyle ortaya çıkan intihar, saçmalık, yabancılaşma ve isyan gibi izlekleri özgünlükten ödün vermeden işlemiştir.

            Bu çalışmamızda amaç Yusuf Atılgan’ın ‘‘Bodur Minareden Öte’’ adlı öykü kitabındaki izlekleri belirleyip yazarın dönemin ruhunu yansıttığını ortaya koymaktır.

DergiPark

Emma Goldman - Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir

Emma Goldman, ya da herkesin bildiği adıyla ‘Kızıl‘ Emma: Evlilik insan doğasına aykırıdır, esas olarak kadınları baskı altında tutmaya yarar ve bir kurum olarak kadınların cinselliklerini özgürce yaşamalarını engeller...Kadın ile erkek arasında aşkla kutsanmamış, doğal olmayan her türlü birlik fuhuştur. Kıskançlık ise, aşkın meyvesi olmaktan ziyade, erkeklere seks tekeli kurmayı sağlayan bir bahanedir...Teizm insan zihnine bir hakaret, ateizm ise hayatın, güzelliğin ve insan bilincinin en güçlü biçimde ve ebediyen onanmasıdır. Vatanseverlik, dünyamızın her biri demir parmaklıklarla çevrili, küçük parçalara bölünmüş olduğunu ve bazı özel parçalarda doğma şansına sahip olanların, üstünlüklerini başka parçalarda yaşayanlara göstermek için onlara savaş açma ve onları öldürme hakları olduğunu öngörür. Anarşizm insanın ufkunu açıp onu özgürleştiren bir güçtür; insanlara kendi yeteneklerine güvenmeyi, herkesin eşit ve güvenlikte olacağı bir hayat uğruna mücadele etmeyi, tek birimiz bile tutsaksak hiçbirimizin özgür olamayacağını öğretir.
 
 ★
 

Mülkiyet

Mülkiyet, nesneler üzerinde hakimiyet kurarak başkalarının onları kullanma hakkının gasp edilmesidir. Milyonlarca insanın sırf başkalarına servet sağlamak uğruna perişan hale gelmesini ve kendi yeteneklerinden yoksun kalmasını özel mülkiyete bağlar Emma Goldman.

Anarşizme göre insanın yapacağı işin niteliği yine insanın kendi nitelikleri, fiziksel özellikleri ve vasıfları tarafından belirlenir. Daha fazla çalışanı ödüllendirme anlayışı anarşizmde yer bulmaz. Bu sayede her insanın belli bir kapasitesi olduğu kabul edilir ve doğuştan getirilen bazı özelliklerin daha sonradan üstünlük sağlayıcı birer niteliğe dönüştürülmesi engellenir. Üretenlerin kendi kurdukları küçük grupların o işteki düzeni sağlaması öngörülür. Tek bir gücün hakimiyeti yerine özyönetime dayalı bir hayat tarzı benimsenir. Bu özellikler mülkiyet anlayışının anarşizmle zıtlaştığını gösteren en önemli bulgulardır.

Hükümet

Emma Goldman’ın anarşizm anlayışına göre hükümet yalnızca tekeli ve mülkiyeti korur. Anarşistler mülkiyeti tamamen reddettikleri için onu koruyup geliştiren ve bireylere karşı kullanan hükümet gücünü de reddederler. Goldman’a göre insanın yaptığı iyi ve güzel olan ne varsa hükümetlere rağmen vardı onların sayesinde değil. Hükümetsizlik insan gelişimi açısında muazzam bir güçtür ve devletin koyduğu yasala, insanları yeni bir şeyler üretmeleri için teşvik edici nitelikte değildir. Emma Goldman ayrıca devletin cezaevlerini muhafaza adına yaptığı harcamaların suç oranını düşürmediğine ve bu suçların ekonomik bazlı olduğuna da dikkat çeker. Özetle anarşizm anlayışında devlet ve onun toplum üzerinde sağlamaya çalıştığı otorite hiçbir şekilde kabul görmez.

Din ve Kilise

Dinin insanların doğal olayları açıklamada yetersiz kaldıkları için ürettikleri hurafelerden meydana geldiği savunulur anarşizmde. Kilise ise ilerlemenin önünde daima bir engel olarak kalacaktır. Kilisenin anarşizmdeki yeri her türlü yeniliği engelleyen örgütlü bir kurum olmasından ileri gidemez.

Şiddet Eylemlerine Dair

Emma Goldman hiçbir anarşistin yaptığı eylemleri kendi çıkarı için yapmadığını savunur. Onların şiddet içeren eylemlerinin baskıya, iktidara ve keyfi eylemlere karşı olduğunu ve kendi kişisel kazançlarını elde etme amacının aksine diğer bireylerin huzuru adına yapılan protestolar olduğunu belirtir.

Militarizm

Militarizm koşulsuz itaattir ve aynı zamanda ülkeleri despot, emperyalist bir güce çevirmekten öteye gidemez. Anarşistler bu güce son verecek tek gruptur. Militarizmde asker sadece söyleneni yapar ve sorgulamaz. Özgür değildir. Ona birey olduğu ve çeşitli haklara sahip olduğu unutturulur. İşte bu yüzden anarşizm militarizmi reddeder. Savaş gemilerine ve silahlara yapılan harcamalar toplumları sadece savaşa sürükler ve huzurlu insanın en iyi silahlanan insan olduğu savı toplumlara empoze edilir. Militarizm, insanları savaşa sürüklediği ve onların özgürlüklerini ellerinden aldığı için anarşizmde yer bulamaz.

İfade Özgürlüğü ve Basın

İfade özgürlüğü ve özgür basın Emma Goldman’a göre, kişinin dilediği her şeyi sınırsızca söyleme hakkıdır. Düşünceyi ifade hakkının sınırsızlığından yeni sorunlar doğabilir ama bunları çözmek için atılan her adım özgürlük anlayışını daha da genişletecektir. Anarşizm özgürlük temelli olduğundan ifade özgürlüğüne son derece önem verilir.

Emma Goldman’ın Evlilik ve Aşka Bakışı

Emma Goldman evlilik ve aşkı üç farklı noktadan yola çıkarak inceler: Toplumsal cinsiyet rolleri, sosyalleşme biçimleri ve gerçek aşkın nasıl olması gerektiği.

Toplumsal cinsiyet rollerini analiz ederken ilk olarak toplum tarafından kadın olmak üzerine yüklenen anlamlardan bahseder. Bu anlamlar çerçevesinde kadınlar, sadece güzel görünmesi gereken, beyefendisine hizmet etmesi gereken, bundan başka hiçbir şey olmasına gerek olmayan, ruhu olmayan, erkeğin kaburgasından yaratılmış olan varlıklardır. Goldman, buradan yola çıkarak evliliğe nasıl anlamlar yüklendiğini inceler. Evlilikten kadını fiziksel ve ekonomik olarak bir koruma altına alması, çocukları koruması beklenir. Bu süreçte erkek de ekonomik meselelerin üstesinden gelmek, evini geçindirebilmek durumundadır. Bu durum evliliği bir ekonomik düzenleme ya da sigorta anlaşması haline getirir. Kadınlar için evlilik özel hayatlarını, öz saygılarını, bütün ömürlerini verdikleri; toplumsal ve bireysel düzeyde bağımlılığa mahkum edildikleri bir anlaşmadır. Erkeklerse bu kısıtlamaları çok daha sınırlı düzeyde yaşarlar. Kadını koruması beklenen bu sigorta anlaşması aslında kadını korunmaya muhtaç ve bağımlı hale getirir. Çocukların korunmasında da oldukça başarısız olduğunu çevremize baktığımızda görmemiz mümkündür. Emma Goldman’a göre ancak özgür aşkların meyvesi olan çocuklar gerçek sevgi ve ilgiye sahip olabilirler. Kadınlar anneliklerini bile özgürce deneyimleyememektedirler. Mevcut düzende kadının anneliği sadece kadın belli bir kalıba uyduğunda onaylanır. Kilise, devlet vb. otorite odaklarının “soy” adı altında kadının köleliğini devam ettirmeye çalışır ve otorite tarafından çizilmiş bu kalıba uymayan annelerin dünyaya getirdiği çocuklar “piç” olarak damgalanır.

Emma Goldman sosyalleşme süreçlerinin kadınları nasıl etkilediğini ve kadınların evliliklerini nasıl deneyimlediğini de inceler. Kadınlar çocukluklarından itibaren en büyük hedefleri evlilik olacak şekilde, onları gelip alacak olan bir adamın ve güzel bir düğünün hayaliyle yetiştirilirler; ancak evliliğin bir parçası olan sekse dair de tamamen cahil bırakılırlar. Kadın en doğal içgüdülerinden biri olan cinselliği onun üzerinde söz sahibi olamadan yaşamak zorunda kalır. Kadının cinselliği, bir adamın gelip kadınla evlenmek istemesi ve kilise ya da devletin bunu onaylaması koşuluna bağlanır. Aynı zamanda aşkın yerini zamanla ekonomik değerler almaya başlar ve kadınlara evleneceği erkeği seçerken ne kadar kazancı olduğuna bakması gerektiği öğretilir. Kadının endüstri arenasına girmeye başlamasıyla kendi yağında kavrulmaya başlayan sınıflarda bu durum biraz ortadan kalkıyor gibi görülebilir. Ancak kadın kendini hep geçici işçi olarak görür ve öyle de görülür. Aklında hep “nasılsa bir gün evleneceğim” fikri vardır. Bu durumun iki farklı sonucu olabilir: Kadın evlenerek bu ücretli kölelikten kurtulmayı umarken çalışmaya devam etmek durumunda kalabilir ve evlenmesi omuzlarına bir de ev işinin binmesine sebep olabilir. Diğer ihtimalde çalışmayı bırakır ve kocasının lütfuyla bir eve kavuşmuş olur. Gidecek başka bir yeri yoktur. Hayatı zamanla düz ve sıkıcı bir hale gelir ve kadın zamanla kararlarında bağımlı, muhakemede başarısız, kavgacı, dırdırcı, erkeklerin yük olarak gördüğü bir insana dönüşür; evlilik onu dönüştürür.

Son olarak da Emma Goldman’ın aşka dair düşüncelerine geliyoruz. Goldman, öncelikle evlilik ve aşkı tamamıyla birbirinden ayırır. Ona göre toplumdaki genel kanının aksine bu iksinin ortak paydaları yoktur. Tesadüf eseri aşkın meyvesi olan evlilikler veya evlilik boyunca devam eden aşklar olabilir. Ancak bu durumun evliliğin mevcut olmasıyla bir ilgisi yoktur. Aşk evlilikte olduğu gibi kilise ve devlet gibi toplumsal kurumların etkisi ve kontrolü altında olamaz, iki kişi arasında olması gereken bir olgudur.

Emma Goldman’ın Kıskançlığa Bakışı

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Emma Goldman aşkın aşık olan iki insan arasındaki şahsi bir ilişki olduğunu ve devletin, kilisenin, ahlakın kısıtlamalarından uzak olması gerektiğini söyler. Ancak günümüzde yasaklar, düzenlemeler, baskılar bu ilişkiye dahil olmaya ve onu denetim altına almaya çalışır ve bu müdahaleler aşkı kötürümleştirir. Bu kötürümleşmiş aşkın doğurduğu sonuçlardan birisidir kıskançlık.

Öncelikle kıskançlığın doğuştan gelen bir dürtü olduğu yönündeki inanışları kesinlikle reddeder ve kıskançlığın sadece sahip olma ve öç alma dürtülerinin bir sonucu olduğunu söyler. Goldman’a göre ilkel insanlar arasındaki cinsel ilişkiler incelendiğinde monogaminin (tekeşliliğin) kadınların eve kapatılmasının ve erkeklerin onları mülkiyetleri olarak görmeye başlamasının sonucu olarak ortaya çıktığı görülür. İnsanlığın doğuşundan çok sonraki çağlarda ortaya çıkmış bir cinsellik yoludur. Erkeklerle kadınların yasalar ve ahlak olmadan serbest şekillerde cinsellik yaşadığı dönemlerde kıskançlık denen bir olgu yoktu. Kıskançlık ancak bir erkek bir kadınla seks yapma tekelini elde ettikten sonra oluşmaya başladı.

Kıskançlığın doğal bir dürtü olduğu yönündeki argümanlardan biri, bunun sadece tutucu evliliklerde değil özgür diye bilinenlerde de görülüyor olmasıdır. Ancak Emma Goldman bu argümanı çürütür: Seks tekeli yıllardır kutsal bir hak olarak görülmektedir. Yuvanın saflığının temeli buna bağlanır. Bu seks tekeli devlet ve kilise tarafından evlilik ile kutsanır ve kıskançlık da bu saflığın, düzgünlüğün, kutsallığın devamlılığını sağlamak adına meşru bir müdafa aracı haline gelir.

Kıskançlığın sebeplerini de şu şekilde özetler: Erkekler kadının cinsel aşkının tek bir efendiye ait olması gerektiği ve kadınların fethedilmeyi bekleyen, ayartılmak istenen varlıklar olduğu söylenerek büyütülmüşlerdir. Seks tekeli tehlikeye düştüğünde öfke duyarlar. Kadınlar ise kendileri ve çocukları için duydukları ekonomik kaygıdan dolayı kıskançlık yaşarlar. Veya yüzyıllardır alışverişe sokabilecekleri tek varlıkları olan fiziksel çekiciliklerinden faydalanmaları başka bir kadın tarafından engellediğinde kıskanmaya ihtiyaç duyarlar. Bunlara ilaveten devletin ve kilisenin kadın ve erkeği “ölüm onları ayırana dek” diyerek evlilik ile birbirine bağlaması bu birlikteliğin ölene kadar devam etmesi gerektiği hissiyatı yaratır. Bu süreklilik herhangi bir tehlikeye düştüğünde de insanlar kıskançlık duyabilirler.

Şimdiye kadar savunulan çoğu fikre göre bugünkü “kötürümleşmiş aşkımız” ve seks hayatımız birçok hukuksal, dinsel, ahlaki baskının ve sosyalleşme biçimlerimizin sonucudur. Ancak Emma Goldman tamamen koşullar tarafından şekillendirilmiş olduğumuz yargısına varıp pasif bir konum almamızın doğru olmadığını da savunur. İnsan iradeye ve düşünebilme yeteneğine sahiptir. Erkek ve kadının tek bir beden ve tek bir ruh olmadıkları; farklı duygulara, mizaçlara, eğilimlere sahip farklı bireyler oldukları kabul edilerek bu kötürümleşmiş aşkın sonu getirebilecektir.

Emma Goldman’ın Kadın Ticareti Üzerine Fikirleri

Emma Goldman öncelikle kadın ticaretinin ekonomik sebeplerini ele alır. Kapitalizmin düşük ücretli işçi sınıfını sömürüyor olması, işçi olarak çalışan kadınların yaptıkları işlerle değil de cinsiyetleriyle değerlendiriliyor olmaları ve ücretlendirilmelerinin de buna göre yapılması kadınları seks işçiliğine yönelten ya da zorlayan etkenler arasında yer alır. Bakıldığında fahişelerin çoğunluğunun eskiden hizmetçilik, işçilik veya tezgahtarlık yaptığı görülür.

İkinci olarak sosyalleşme biçimlerinin kadın ticareti üzerinde nasıl etkileri olduğunu inceler. Kadınlar, küçüklüklerinden beri sadece iyi bir evlilik yapabilme hayaliyle ve iyi bir eş olacak şekilde bir cinsel meta olarak yetiştirilirler. Ancak bu süreçte daha önce de değindiğimiz gibi cinselliğe dair tamamen cahil bırakılırlar. Erkekler cinselliklerini tanıdıkları andan itibaren kendilerini tatmin edebilirlerken kadınlar için bu yasaklanmıştır. Goldman’a göre içinde bırakıldıkları bu cehalet kadınların fuhuş için kolay bir av olmalarına veya haz uğruna başka türde bir aşağılayıcı ilişkiye kapılmalarına sebep olabilir.

Emma Goldman aynı zamanda evliliği de bir çeşit fahişelik olarak değerlendirir. Ekonomik gerekçelerle yapılan evliliklerin –ki önceki bölümlerde bahsettiğimiz üzere Emma Goldman’a göre bu oldukça yaygın bir gerekçe- fahişelikten bir farkı yoktur. Yaygın ahlak anlayışı, kadını sadece evlilik dışında bedenini sattığında fahişe olarak algılayarak yanılmaktadır.

Son olarak Amerika’daki duruma ve devletin orada takındığı tutuma değinir. Devletin bazı dönemlerde ahlakçı bir tavra bürünüp fuhuşu ortadan kaldırmaya soyunması; sanayi köleliği sonlandırılmadığı, sosyalleşme biçimleri değişmediği, başta ahlaki olmak üzere bütün değer yargıları ortadan kaldırılmadığı sürece fahişelik yapan kadınlar adına olumlu sonuçlar doğuran bir eylem değildir. Hatta bu durum genelevlerde nispeten daha güvenceli şekillerde yaşayan kadınların kendilerini bir anda sokakta buluvermelerine sebep olur. Nitekim zaman içerisinde sokakta kalmış güvencesiz kadınları korumak adına “pezevenk” olgusu ortaya çıkmış, bu süreç hiçbir şeyin sonunu getirmemiş, kadınların hayatlarını daha da zorlaştırmıştır.

Kadının Özgürleşme Trajedisi Üzerine

Emma Goldman’a göre kadının özgürlüğü ruhunda başlar. Düşüncelerinde özgür bir dünya yaratamayan kadın hiçbir zaman özgür olamaz. Dışarıdan dayatılan özgürleştirmeler yalnızca yapay kadınlar yaratır. İşte bu yüzden ekonomik bağımsızlığı olsa bile kadın kendine uygun, varlıklı iyi bir adayı her zaman bekler. Toplumun kadınlara empoze ettikleri kadınlarda alışkanlıklara dönüşür ve bunlar kadınların tam anlamıyla özgür olmasının önündeki engellerdir. Öncelikle bu engeli aşmaları gerekmektedir. Oy hakkı, eşit sosyal haklar elzem taleplerdir; fakat özgürlük için yeterli sayılmazlar. Goldman’a göre, kadınlar için sevme ve sevilme hakkı oy hakkından daha önemlidir. Bunun yanı sıra cinslerin ikiliği ya da kadınla erkeğin ayrı dünyaları temsil ettiği düşüncesi de kadının özgürleşme sürecini tehlikeye düşürür. Goldman, özgür kadın deyince akla gelen üniversiteli, meslek sahibi kadın imajının aksine eski usul diye nitelendirilen kadınların çoğu kez daha özgür olduklarını söyler. Çünkü onun özgür kadın profilinde yapaylığa ve kör saygınlıklara yer yoktur. Oysaki modern görünen çoğu kadın göründüğünün aksine toplumun baskıcı kurallarına göre yaşar. Kendi doğrularını yaşamak yerine toplumda egemen olan doğruları benimserler. Buradan belki de şöyle bir sonuca varılabilir: Emma Goldman’ın özgür kadınları; toplumun onlara yaşatacağı hayatlar yerine kendi hayatlarını, kendi doğrularıyla yaşayan, kendilerine karşı dürüst, eskinin zincirlerini kırmış, maskesiz, özgürlüğü ruhunda hisseden ve eyleme döken kadınlardır. Çünkü dans edemeyeceklerse bu kadınların devrimi değildir!

 kaynak...BÜKAK

Kadın Filozoflar - Marit Rullmann

"Etrafımızdaki dünyanın sarsıcı boyutlarına, cehaletimizin yoğunluğuna, bizi bekleyen felâket risklerine ve o muazzam topluluk içindeki bireysel zayıflığımıza rağmen, gerçek şu ki varlığımız kendi sınırlılığı içinde, sonsuza açılan bir sonluluk içinde sürdürme irademizi kullanırsak tamamen özgür oluruz. Ve aslında, gerçek aşkları, gerçek başkaldırıları, gerçek düşleri ve gerçek iradeyi tanımış olan her insan bilir ki, hedeflerinden emin olmak hiç kimsenin iznine, güvencesine muhtaç değildir; O kesinlik duygusu kendi içgüdüsünden kaynaklanır."
Fakat benim için bir düşünce, teorik bir şey değildir; o, yaşanır ya da teori olarak kalır ve geçerli değildir” diyor Simone de Beauvoir’ın L’invitée (1943) adlı ilk romanının baş kişisi. O, bu şekilde Françoise’ya kendi felsefi ve yazınsal yaratılarının ilkesini söyletiyor. Doğrudan ve yaşanan deneyimler, onun felsefesinin temellerini oluşturmuştur. Bu tutum onun yapıtına yansıyan bir etkidir; nasıl ki, romanın başkişisi Françoise büyük ölçüde özyaşam öyküsel çizgiler taşır ya da özyaşam öyküseldir. Simone de Beauvoir varoluş felsefesine bağlıdır. Sie kam und blieb onun bu felsefenin temel sorunlarıyla yaptığı ilk yazınsal hesaplaşmasıdır. Temel soru şudur: Eğer kendisi olan, yabancı bir bilinçle karşı karşıya gelirse, ne olur? Kendisini “mutlak bir şey” olarak gören bir ben, bir başka “mutlak”la karşılaşırsa bununla nasıl başeder?
“Sana şaşıyorum” diyor Françoise’nın sevgilisi Pierre, “tanıdıklarım içinde, başka birisinin de kendisi gibi bir bilince sahip olduğunu keşfettiği an,ağlayabilen biricik insansın” (a.g.y.). Bu durum, başka bir kadın olarak, Jean­Paul Sartre’la aşk ilişkisinde Beauvoir’ın başına gelmişti ve bu romanın temelini oluşturmuştu. Beauvoire, burada sadece bir kıskançlığın söz konusu olmadığı, onun, yukarıda adı geçen anlamda metafizik bir deneyim olduğu üzerinde durur. Simone daha çocukken kendisi ve dünya üzerinde düşünmeye başlar. Onda günlük yaşantılar, metafizik deneyimler olacaktır.
Hayat ve felsefi düşünceler onda daima birbirini etkiler. Simone de Beauvoir, yaşanmış deneyime dayanmayan bir felsefeyi yadsır.
Simone de Beauvoir 9 Ocak 1908’de Paris’te doğdu. Ona tinsel ve eğitsel en yüksek olanakları sağlayan, düşünsel eğilimlerini ve yeteneklerini destekleyen, varlıklı bir burjuva çevre içinde özenle büyütülüp yetiştirildi. Daha 14 yaşında bir çocukken, bilinçli bir şekilde artık ­tanrıya inanmayacağına karar verdi. O zamana kadar, annesiyle birlikte dua eden ve bir Katolik olarak bütün görevlerini de yerine getiren dindar, uslu bir kız olarak yaşamıştı. Şimdi artık o, “ölümsüzlüğün” aslında kendisini ilgilendirmediğini fark etmiştir. Daha önce bu dünyanın, “ölümsüz” olan dünyanın yanında önemsiz olduğunu düşünüyordu. Ama şimdi asıl olan biricik şeyin, bu dünya olduğunu anlamıştı: çünkü onu seviyordu. Bundan dolayı, ölümsüzlük demek olan tanrıdan vazgeçmeliydi. Bu gelişimi, ilk anılar kitabı Memoires d’une jeune fille rangée (1958) anlatır. Bundan başka, kendi geçmişinin burjuva ideolojisinden öz eder ve çok erkenden özdeşleşmek istemediği ve özdeşleşemediği evlilik ve anneliğin temel olduğu kadın imgesinden nasıl koptuğunu anlatır. Bu kitabı, kendi hayatının belirli bölümlerini anlattığı üç kitap izler: La force de l’âge (1960:Alm. İn den besten Jahren, 1961), La force des choses (1963; Der Lauf der Dinge, 1966), Toute compte fait (1972: Alm. Alles in allem, 1972).
Onun bu özyaşam öyküsel yapıtı, hayatı bir bütün olarak gösterir: Rastlantıların, gelişigüzelliğin ve bilinçli davranışların bir birliği, bağlantıları olarak. Kendi hayatını yazma edimi içinde insanın varoluşundaki rastlantısallığın örtüleri kaldırılarak: felsefi bir büyüklük olarak gerçekleştirilir.
Simone de Beauvoir 1925/26’da filoloji ve matematik okur; 1926’da, Sorbonne’da felsefe öğrenimine başlar. 1928/29’da Leibniz hakkında bir diploma çalışmasıyla öğrenimini bitirir. Öğretmen adayı olarak stajını Lycée Janson de Sailly’de tamamlar. 193l’den 1943’e kadar felsefe hocası olarak önce Marsilya’da, sonra Rouen ve Paris’te çalışır. Ancak öğretmenliği bıraktıktan sonra, kendisini salt yazarlık çalışmalarına verir.
Beauvoir üniversitede öğrenciyken Jean­Paul Sartre’ı tanıdı ve 1980 yılında Sartre ölünceye kadar onunla­birlikte yaşadı. Onun Sartre’la ilişkisi insansal değişmez fenomenlerin değiştiği, bir felsefe teoremi, bir ide, bir kurgu oldu. Onların ilişkisi, özgürlük ve bağlılık arasında kurulan akılcı bir denge temeline dayanır. Burada, başka aşk ilişkileri konusunda mutlak bir dürüstlük sözünün verilmiş olması, büyük bir rol oynar. İkisi de bu dürüstlüğü gerekli görür. Çünkü Sartre hiçbir zaman evlenmeyeceği gibi, bir tek kadınla da yetinmeyecekti. İlişkileri başladığı zaman, daima yenilemeyi istemiş oldukları iki yıllık anlaşmalar yaparlar. Bu şekilde birlikteliklerinin sürekliliğini güvence altına aldıkları gibi, aşklarını korumayı da düzene sokacaklardır. Bu ilişki kurgusu, bir aşk ilişkisinin ancak eğer her iki taraf kendi tekliklerini sürdürür ve özgürce yaşayabilirse kalıcı olabileceği bilgisinden kaynaklanıyordu. Bu anlaşmayı tutmak için bir belgeye gerek vardı. Beauvoir için sürekli ve özgür bir ilişkinin bundan başka garantisi, kadın ­erkek rollerindeki davranış biçimine kendisinin hayır diyebilmesiydi. Böylece o, her türlü ev hayatını kesinlikle yadsıdı. Çok yaşlanıncaya kadar ortak bir evleri olmadı. Birlikte yemek pişirilmedi, doğal ki çocukları da olmadı. Onu kadınca bir role zorlama tehlikesi taşıyan her şeyden sert bir şekilde kaçındı. O, “biz ikili hayatın yararlarına sahiptik, ama tatsızlıklarına değil” der, La force de l’âge adlı romanında (Beauvoire 1988, a, s. 268).
Bununla birlikte Beauvoir, bir kadın için tipik bir davranış içinde, kendini vererek yaşadı. Onun için ön planda olan daima Sartre’la birlikte yaşamak isteğiydi. La force de I’âge’da, sadece Sartre’la birlikte olduğu zamanların anlamlı olduğunu yazar. Ama sonradan şunu görür: “Sartre’la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma inanmıştım. Onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur(a.g.y., s. 56).
İlişkilerinin çok sıkılığı, hemen hemen simbiyozca, sürekli tinsel bir alışveriş içinde bulunmaları, Beauvoir’ın yapıtının özgünlüğünden daima kuşku duyulmasına neden oldu. Hakikat ise, her ikisinin sürekli olarak birbirini eleştirdiği, düşünce ve yazılarında birbirini etkilediğidir. Bununla birlikte Sartre’ın yapıtının özgünlüğünden asla kuşku duyulmadı. Alıntılamalarda, Sartre daima Sartre olarak düşünüldü; Beauvoir ise daima Sartre’la birlikte. Beauvoir da Sartre’ı dahi bir fikir verici olarak gösterir; Sartre gibi dahi olmadığını ve onun düşüncelerine bağlı olduğunu söyleyerek, bu önyargıyı besler. Fakat Beauvoir düşüncelerini özgün bir şekilde dile getirebilecek durumdaydı. Özgünlüğü, varoluşsal düşünce dağarına, çok bireysel, kendine özgü ve geliştirerek şekil vermesinde; teorilerinin “yaşanmış olan deneyimlere” dayanmasında ve salt felsefi kurgu olmamasında yatar. Bunun yanı sıra o, varoluşçuların ihmal ettiği eylem kategorisiyle, varoluş temel sorunları genişletti. Onun felsefi düşünce dağarı, daha çok etik ve ahlâkla ilgili sorunlar etrafında dönüp dolaşır.
Beauvoir’in düşünceleri, belli bir özgürlük kavramıyla kenetlenmiş çok bireyselci bir temele dayanır. Özgürlük tanrının verdiği bir şey değildir. İnsanın her gün kendisi için yeniden savaşmak zorunda olduğu bir olanaktır. İnsan varolduğuna göre, onun kendisini sürekli olarak yeniden yapması gerekir. Onun eylem daima bir amaca doğru hareket eder. Bu amaç özgürlüktür. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla, insanın kendi planına göre hareket etmesi demek olan özgürlük kavramının yeniden tanımlanması gerekecektir. Çünkü teklerin özgürlüğü, artık kendisini gerçekleştiremiyordu. Ben, şimdi dış durumlara bağlıydı; bunun örneği, Sartre’ın Eylül 1939’da askere alınması, 1940’ta Almanlara esir düşmesi ve ancak Mart 1941’de geri dönebilmesi olgusuydu. Beauvoir, savaş deneyimleri sonucu, şimdi başkasının Özgürlüğünü, artık ben için bir tehdit olarak değil, kendi özgürlüğünü gerçekleştirmenin bir gerekliliği olarak görüyordu. Bundan çıkan etik talep, her insanın başka insanların özgürlüğü için kaygı. taşımakla görevli olduğuydu. Le sang des autres (1945; Alm. Dos Blut des anderen 1963) romanında ve Les bouches inutiles (1945) oyununda bu konu işlenir. Bu bağlamda Beauvoir, Pyrrhus et Cineas (1944; Alm. Pyrrhus und Cineas, 1964) denemesinde, insan hayatını bir ölüm varlığı olarak tanımlayan Heidegger’e karşı çıkar.
“0 halde ölmek için varolunmaz — hiçbir nedeni ve amacı olmadan … insan varlığı var olmak varlığıdır; o, her an kendisini var etmeye çalışır — bu, kendisini planlamaktır. İnsan varlığı, planlar şeklinde var olur. Bunlar ölüm için yapılan planlar değil, belli bir amaç için yapılan planlardır. İnsan avlanır, balık tutar, kendisine aletler yapar, kitaplar yazar: Bu bir eğlence, kaçış değil, varolma yönünde hareket etmektir. İnsan varolmak için bir şeyler yapar. O, kendisini dışlaştırmalıdır (transzendieren); çünkü o, varolmayandır” (Beauvoir 1988 c, s. 228).
İnsanın “kendisini planlayabilme” yeteneği, Özgür olma yeteneğidir.
Özgürlüğün temel koşulu olarak, eylem, ve aynı şekilde tek kişinin özgürlüğünün gerekli koşulu olarak, gelecek için amaçlar saptayarak, bunun şimdide dışlaştırması ve benzerleri, Beauvoir’ın kadının toplumsal durumu konusunda hesaplaştığı temel felsefi düşüncelerdir. Onun kapsamlı yapıtı
Le deuxieme sexe (1949; Alm. Dos andere Geschlecht, 1951), kadın hareketlerine, kadına yapılan baskıyla ilgili önemli felsefi bilgi sağlar.
Simone de Beauvoir, sürekli eylemde bulunmakla kendisini gerçekleştiren kendisini planlama idesinin, geleneksel kadın rolü içinde gerçekleşmediğini görür. Bu yüzden ona göre kadın özerk değil, “göreceli” bir varlıktır, yani kadınlar kendilerini, erkek olmadan  düşünemezler  0, erkeğe göre belirlenecek ve farklı görülecek, erkekse ona göre değil; erkek öznedir, o mutlaktır; kadın başka olandır.” (Beauvoir 1989 a, s. 11) ‘Başka olan,” özü olan bir şey olamaz.
Beauvoir, eskiden beri varolan bu koşulu, kadının eskiden beri öne sürülen biyolojik analık ödeviyle geride tutulmasında; onun “içsel” olanın bekçisi olmasında; erkeğin ise “dışarıya” gitmesine, kendisini “homo faber” olarak geliştirmesine ve dünyaya egemen olmasına izin verilmesinde görür.
Kadın iç’in yaratıcısı, erkek dış’ın yaratıcısıdır.
“…işte erkekler kadını daima verilmiş olanın iç’i (immanenz) olarak gördüler. Eğer kadınlar ürün alır çocuk doğururlarsa, bu bir istenç edimi olarak olup bitmiş değildir. Kadın, bir özne, bir dış varlık, yaratıcı güç değil, ışıkı yüklü bir nesnenin yansımasıdır” (a.g.y., s. 175). Erkek, baştan beri yeni şeyler yaratır ve dünyayı “kendisi” için şekillendirirken, kadın sadece tekrar üretti, türü korudu: “.. .ama bu yaptıkları, daima aynı hayatın değişen şekillerde yinelenmesinden başka bir şey değildir” (a.gy., s. 72). Ondan yeni bir şey çıkmaz.
O halde Beauvoir için erkeğin egemenliği, çok kez kabul edildiği gibi, daha büyük olan bedensel gücünün bir sonucu değil, eylem yapan özne olmasının sonucudur. Ama o, ancak eylem yapmayan nesne­ ye, kadına göre böyle olabilir; yani dışlaşma ve içleşme ilişkisinden dolayı; “birisi” karşısında “ötekine” göre. Kadınlar ‘verilmiş” olan bu durumu kabul etmemeli. Çünkü: “Dünyaya kadın olarak gelinmez, kadın olunur. Kadının insan özünün, toplumun kucağında aldığı şekil, biyolojik, psikolojik, ekonomik kaderin verdigi bir şekil değildir; uygarlığın bütünüdür, erkeğe ve kadın denen kısırlaştırılmış ara ürüne şekil veren.” (a.g.y., s. 265)
Beauvoir, Der Lauf der Dinge’de, kendisinin, kendi kadınlığından acı çekmekten çok uzak olduğunu; çünkü her iki cinsin de avantajlarından yararlandığını söyler (bkz. Beauvoir 1970, s. 187). Ama onun kitapları okunur, konuşmaları dinlenirse, onun kendisini çok “göreceli” bir varlık olarak gördüğü duyumsanır; Sartre olmasa, Beauvoir da olmazmış gibi bir kuşkuya düşülür.
1953’te Sartre’ın Marksist görüşünü benimsedikten sonra, onun için çok hareketli bir dönem başladı. ikisi, başka yerlerin yanı sıra sosyalist ülkelere birçok gezi yaptı. O zamanlar o, kadınların ve işçilerin baskı altında olmalarının, kapitalist ülkelerde zorunlu olarak kapitalizmle birlikte ortaya çıktığını sanıyordu. Sosyalist ülkelerde işçi sınıfı, ona göre baskı altında olmadığından; bundan, kadınların orada eşit haklara dayanan bir hayat sürdürecekleri sonucunu çıkarı yordu. Fakat bunun. doğru olmadığını gördü. Bu bilginin ışığında, 70’li yıllardaki siyasi çalışmalarının ağırlık noktasını, kadın hareketleri üzerinde topladı.
Onun son yaşamöyküsel yapıtı sadece Sartre’la ilgilidir. La cer des adieux (1981; Alm. Die Zeremonie des Abschieds, 1983) adlı kitabında, 15 Nisan 1980’de ölen hayat arkadaşının fiziksel çöküntüsünü anlatır. Bu yazı, son yıllarda Sartre’la yaptığı konuşmaları içerir. Bunlar eleştirilere neden oldu: bir yandan “büyük bir adamın bedensel düşkünlüklerinin gereksiz yere çok ayrıntılı anlatılması”; öte yandan “eleştirel mesafenin çok az olması” kusurları ileri sürüldü. (Zehl 1992, s. 135 vd.) Beauvoir hayatının son yıllarını Sartre’ın anılarına verdi. Kendisinin söylediğine göre, artık yeni bir şey yazmak için gerekli esini bulamıyordu.
14 Nisan 1986’da, kendi felsefesini, bütün çelişkileri ve kopukluklarıyla yaşamış olan bir kadın öldü.

Çeviri: Tomris Mengüşoğlu

Abraham Lincoln "Başka ulusları özgürlüklerinden edenler er geç kendileri de özgürlüklerinden olurlar."




 

Sartre ve Aydın Tavrı


 Bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülmesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir.

Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergilediği aktif aydın tavrıdır. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.

Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.

Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda aydının tavrının da iyi bir açıklanmasıdır.
Kitapları
Varoluşçuluk, J.P.Sartre, Asım Bezirci, Say Yayınları.
Altona Mahpusları, çeviren: Işık M. Noyan, İthaki Yayınları.
Diyalektik Aklın Eleştirisi
Edebiyat Nedir?, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
Sözcükler, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
Yazınsal Denemeler, Payel Yayınları.
Bulantı, çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları.
İmgelem, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
Baudelaire, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
Ego'nun Aşkınlığı, çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu, Alkım Yayınları.
İş işten Geçti, çeviren: Zübeyir Bensen, Varlık Yayınları.
Varlık ve Hiçlik, çeviren: Turhan Ilgaz, Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yayınları, 2009
Duvar, çeviren: Eray Canberk, Can Yayınları.
Çark, çeviren: Ela Güntekin, Telos Yayıncılık.
Akıl Çağı (Özgürlüğün Yolları 1), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
Yaşanmayan Zaman (Özgürlüğün Yolları 2), çeviren: Gülseren Devrim.
Tükeniş (Özgürlüğün Yolları 3), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
Toplu Oyunlar (Gizli Oturum, Mezarsız Ölüler, Sinekler, Kirli Eller, Şeytan ve Yüce Tanrı, Saygılı Yosma), çeviren: Işık M.    Noyan, İthaki Yayınları.
Hepimiz Katiliz (Sömürgecilik Bir Sistemdir), çeviren: Süheyla Kaya, Belge Yayınları.
Tuhaf Savaşın Güncesi, çeviren: Z. Zühre İlkgelen, İthaki Yayınları.
Yöntem Araştırmaları, Kabalcı Yayınevi.
Aydınlar Üzerine, çeviren: Aysel Bora, Can Yayınları.
Yahudi Sorunu, çeviren: Serap Yeşiltuna, İleri Yayınları.
Estetik Üstüne Denemeler, çeviren: Mehmet Yılmaz, Doruk Yayınları.

Leonardo da Vinci "Çizdiğim her resim kendi yaşamıma sorduğum bir soruydu."


Aşağıya bakan kadın başı 
 

Resim bir akıl işidir.
 
Kendinden şüphe etmeyen sanatçı, bir yere varamaz.
 
Belirsizliği, tutarsızlığı çelişkiyi, kararsızlığı kucaklamaya istekli ol.
 
Bakıp görmeyenlerden, konuşup dinlemeyenlerden, dokunup hissetmeyenlerden uzak durun.
 
Bir ırmakta ellediğimiz su, akıp gidenin sonuncusu, gelenin de ilkidir. Yaşadığımız anda böyledir!
 
Bilgiyi deneyimle ve inatla test etmeye bağlı ol, ve hatalarından öğrenmeye açık ol.
 
Sevgili seven tarafından algılandığı şekliyle çizilir.
 
Hayata doymak bilmez bir merakla yaklaş ve kesintisiz öğrenmek için sürekli arayış içinde ol.

İyi insanlar için öğrenme arzusu doğaldır.
 
Deneme kesinliğin anasıdır, bilgi kesinliktir.
 
Uygulamaya elvermeyen teori anlamsız, teoriye dayanmayan uygulama ise kısırdır.
 
Çalışmalarım olması gereken kaliteye erişmediği için Tanrıyı ve insanlığı gücendirdim.
 
İyilik merhamet saygınlık, çok yönlülük, sağlık zindelik ve duruş denge soğukkanlılık üret yetiştir.
 
Bilimle sanat, mantıkla hayalgücü arasında denge geliştir.
 
Belirsizliği, tutarsızlığı çelişkiyi, kararsızlığı kucaklamaya istekli ol.
 
Resim bir bilimdir ve tüm bilimler matematiğe dayanır. İnsanın ortaya koyduğu hiçbir şey matematikte yerini bulmaksızın bilim olamaz.
 
Hayata değer vermeyen onu hak etmemiştir.
  
Gençliğimden bu yana et yenilmesine karşıyım. Bir gün insanların hayvanları öldürmeyi tıpkı insan öldürmek gibi cinayet kabul edeceğine inanıyorum.

Vladimir Mayakovski - Ben de Öyle


 
Filo bile sonunda limana döner,
tren soluk soluğa koşar gara doğru,
Bense ondan daha hızlı koşmaktayım sana
-çünkü seviyorum-
budur beni çeken, sürükleyip götüren.
Cimri şövalyesi Puşkin'in, iner
bodrumunu karıştırıp seyretmeye.
Ben de, sevgilim
döner dolaşır gelirim sana.
Taparım,
benim için çarpan o yüreğe.
Sevinçlisinizdir evinize dönerken.
Atarsınız tıraş olurken, yıkanırken,
kirini pasını vücudunuzun.
Ben de aynı
sevinçle dönerim sana-
evime dönmüyor muyum
sana doğru
koşarken?
Yeryüzü insanları toprak ananın koynuna dönerler sonunda.
Hepimiz döneriz en son yuvaya.
Ben de öyle,
bir şey var
beni sana çeken
daha ayrılır ayrılmaz,
birbirimizden uzaklaşır uzaklaşmaz.
Çeviri : Bertan Onaran