"Etrafımızdaki dünyanın sarsıcı boyutlarına, cehaletimizin
yoğunluğuna, bizi bekleyen felâket risklerine ve o muazzam topluluk
içindeki bireysel zayıflığımıza rağmen, gerçek şu ki varlığımız kendi
sınırlılığı içinde, sonsuza açılan bir sonluluk içinde sürdürme
irademizi kullanırsak tamamen özgür oluruz. Ve aslında, gerçek aşkları, gerçek başkaldırıları, gerçek düşleri
ve gerçek iradeyi tanımış olan her insan bilir ki, hedeflerinden emin
olmak hiç kimsenin iznine, güvencesine muhtaç değildir; O kesinlik
duygusu kendi içgüdüsünden kaynaklanır."
“Fakat benim için bir düşünce, teorik bir şey değildir; o, yaşanır ya da teori olarak kalır ve geçerli değildir” diyor Simone de Beauvoir’ın L’invitée (1943)
adlı ilk romanının baş kişisi. O, bu şekilde Françoise’ya kendi felsefi
ve yazınsal yaratılarının ilkesini söyletiyor. Doğrudan ve yaşanan deneyimler, onun felsefesinin temellerini oluşturmuştur. Bu tutum onun
yapıtına yansıyan bir etkidir; nasıl ki, romanın başkişisi Françoise
büyük ölçüde özyaşam öyküsel çizgiler taşır ya da özyaşam öyküseldir. Simone de Beauvoir varoluş felsefesine bağlıdır. Sie kam und blieb
onun bu felsefenin temel sorunlarıyla yaptığı ilk yazınsal
hesaplaşmasıdır. Temel soru şudur: Eğer kendisi olan, yabancı bir
bilinçle karşı karşıya gelirse, ne olur? Kendisini “mutlak bir şey”
olarak gören bir ben, bir başka “mutlak”la karşılaşırsa bununla nasıl
başeder?
“Sana şaşıyorum” diyor Françoise’nın sevgilisi Pierre,
“tanıdıklarım içinde, başka birisinin de kendisi gibi bir bilince sahip
olduğunu keşfettiği an,ağlayabilen biricik insansın” (a.g.y.). Bu durum,
başka bir kadın olarak, JeanPaul Sartre’la aşk ilişkisinde Beauvoir’ın
başına gelmişti ve bu romanın temelini oluşturmuştu. Beauvoire, burada
sadece bir kıskançlığın söz konusu olmadığı, onun, yukarıda adı geçen
anlamda metafizik bir deneyim olduğu üzerinde durur. Simone daha
çocukken kendisi ve dünya üzerinde düşünmeye başlar. Onda günlük
yaşantılar, metafizik deneyimler olacaktır.
Hayat ve felsefi düşünceler onda daima birbirini etkiler. Simone de Beauvoir, yaşanmış deneyime dayanmayan bir felsefeyi yadsır.
Simone de Beauvoir 9 Ocak 1908’de Paris’te doğdu.
Ona tinsel ve eğitsel en yüksek olanakları sağlayan, düşünsel
eğilimlerini ve yeteneklerini destekleyen, varlıklı bir burjuva çevre
içinde özenle büyütülüp yetiştirildi. Daha 14 yaşında bir çocukken,
bilinçli bir şekilde artık tanrıya inanmayacağına karar verdi. O zamana
kadar, annesiyle birlikte dua eden ve bir Katolik olarak bütün
görevlerini de yerine getiren dindar, uslu bir kız olarak yaşamıştı.
Şimdi artık o, “ölümsüzlüğün” aslında kendisini ilgilendirmediğini fark
etmiştir. Daha önce bu dünyanın, “ölümsüz” olan dünyanın yanında önemsiz
olduğunu düşünüyordu. Ama şimdi asıl olan biricik şeyin, bu dünya
olduğunu anlamıştı: çünkü onu seviyordu. Bundan dolayı, ölümsüzlük demek
olan tanrıdan vazgeçmeliydi. Bu gelişimi, ilk anılar kitabı Memoires d’une jeune fille rangée (1958)
anlatır. Bundan başka, kendi geçmişinin burjuva ideolojisinden öz eder
ve çok erkenden özdeşleşmek istemediği ve özdeşleşemediği evlilik ve
anneliğin temel olduğu kadın imgesinden nasıl koptuğunu anlatır. Bu
kitabı, kendi hayatının belirli bölümlerini anlattığı üç kitap izler: La force de l’âge (1960:Alm. İn den besten Jahren, 1961), La force des choses (1963; Der Lauf der Dinge, 1966), Toute compte fait (1972: Alm. Alles in allem, 1972).
Onun bu özyaşam öyküsel yapıtı, hayatı bir bütün olarak gösterir:
Rastlantıların, gelişigüzelliğin ve bilinçli davranışların bir birliği,
bağlantıları olarak. Kendi hayatını yazma edimi içinde insanın
varoluşundaki rastlantısallığın örtüleri kaldırılarak: felsefi bir
büyüklük olarak gerçekleştirilir.
Simone de Beauvoir 1925/26’da filoloji ve matematik okur; 1926’da,
Sorbonne’da felsefe öğrenimine başlar. 1928/29’da Leibniz hakkında bir
diploma çalışmasıyla öğrenimini bitirir. Öğretmen adayı olarak stajını
Lycée Janson de Sailly’de tamamlar. 193l’den 1943’e kadar felsefe hocası
olarak önce Marsilya’da, sonra Rouen ve Paris’te çalışır. Ancak
öğretmenliği bıraktıktan sonra, kendisini salt yazarlık çalışmalarına
verir.
Beauvoir üniversitede öğrenciyken JeanPaul Sartre’ı
tanıdı ve 1980 yılında Sartre ölünceye kadar onunlabirlikte yaşadı.
Onun Sartre’la ilişkisi insansal değişmez fenomenlerin değiştiği, bir
felsefe teoremi, bir ide, bir kurgu oldu. Onların ilişkisi, özgürlük ve
bağlılık arasında kurulan akılcı bir denge temeline dayanır. Burada,
başka aşk ilişkileri konusunda mutlak bir dürüstlük sözünün verilmiş
olması, büyük bir rol oynar. İkisi de bu dürüstlüğü gerekli görür. Çünkü Sartre hiçbir zaman evlenmeyeceği
gibi, bir tek kadınla da yetinmeyecekti. İlişkileri başladığı zaman,
daima yenilemeyi istemiş oldukları iki yıllık anlaşmalar yaparlar. Bu
şekilde birlikteliklerinin sürekliliğini güvence altına aldıkları gibi,
aşklarını korumayı da düzene sokacaklardır. Bu ilişki kurgusu, bir aşk
ilişkisinin ancak eğer her iki taraf kendi tekliklerini sürdürür ve
özgürce yaşayabilirse kalıcı olabileceği bilgisinden kaynaklanıyordu. Bu
anlaşmayı tutmak için bir belgeye gerek vardı. Beauvoir için sürekli ve
özgür bir ilişkinin bundan başka garantisi, kadın erkek rollerindeki
davranış biçimine kendisinin hayır diyebilmesiydi. Böylece o, her türlü
ev hayatını kesinlikle yadsıdı. Çok yaşlanıncaya kadar ortak bir evleri
olmadı. Birlikte yemek pişirilmedi, doğal ki çocukları da olmadı. Onu
kadınca bir role zorlama tehlikesi taşıyan her şeyden sert bir şekilde
kaçındı. O, “biz ikili hayatın yararlarına sahiptik, ama tatsızlıklarına değil” der, La force de l’âge adlı romanında (Beauvoire 1988, a, s. 268).
Bununla birlikte Beauvoir, bir kadın için tipik bir davranış
içinde, kendini vererek yaşadı. Onun için ön planda olan daima Sartre’la
birlikte yaşamak isteğiydi. La force de I’âge’da, sadece Sartre’la birlikte olduğu zamanların anlamlı olduğunu yazar. Ama sonradan şunu görür: “Sartre’la
karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma inanmıştım. Onun yanında
benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur” (a.g.y., s. 56).
İlişkilerinin çok sıkılığı, hemen hemen simbiyozca, sürekli tinsel
bir alışveriş içinde bulunmaları, Beauvoir’ın yapıtının özgünlüğünden
daima kuşku duyulmasına neden oldu. Hakikat ise, her ikisinin sürekli
olarak birbirini eleştirdiği, düşünce ve yazılarında birbirini
etkilediğidir. Bununla birlikte Sartre’ın yapıtının özgünlüğünden asla
kuşku duyulmadı. Alıntılamalarda, Sartre daima Sartre olarak düşünüldü;
Beauvoir ise daima Sartre’la birlikte. Beauvoir da Sartre’ı dahi bir fikir verici olarak
gösterir; Sartre gibi dahi olmadığını ve onun düşüncelerine bağlı
olduğunu söyleyerek, bu önyargıyı besler. Fakat Beauvoir düşüncelerini
özgün bir şekilde dile getirebilecek durumdaydı. Özgünlüğü, varoluşsal
düşünce dağarına, çok bireysel, kendine özgü ve geliştirerek şekil
vermesinde; teorilerinin “yaşanmış olan deneyimlere” dayanmasında ve
salt felsefi kurgu olmamasında yatar. Bunun yanı sıra o, varoluşçuların ihmal ettiği eylem
kategorisiyle, varoluş temel sorunları genişletti. Onun felsefi düşünce
dağarı, daha çok etik ve ahlâkla ilgili sorunlar etrafında dönüp
dolaşır.
Beauvoir’in düşünceleri, belli bir özgürlük kavramıyla kenetlenmiş
çok bireyselci bir temele dayanır. Özgürlük tanrının verdiği bir şey
değildir. İnsanın her gün kendisi için yeniden savaşmak zorunda olduğu
bir olanaktır. İnsan varolduğuna göre, onun kendisini sürekli olarak
yeniden yapması gerekir. Onun eylem daima bir amaca doğru hareket eder.
Bu amaç özgürlüktür. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla, insanın kendi
planına göre hareket etmesi demek olan özgürlük kavramının yeniden
tanımlanması gerekecektir. Çünkü teklerin özgürlüğü, artık kendisini gerçekleştiremiyordu. Ben, şimdi dış
durumlara bağlıydı; bunun örneği, Sartre’ın Eylül 1939’da askere
alınması, 1940’ta Almanlara esir düşmesi ve ancak Mart 1941’de geri
dönebilmesi olgusuydu. Beauvoir, savaş deneyimleri sonucu, şimdi
başkasının Özgürlüğünü, artık ben için bir tehdit olarak değil, kendi
özgürlüğünü gerçekleştirmenin bir gerekliliği olarak görüyordu. Bundan
çıkan etik talep, her insanın başka insanların özgürlüğü için kaygı.
taşımakla görevli olduğuydu. Le sang des autres (1945; Alm. Dos Blut des anderen 1963) romanında ve Les bouches inutiles (1945) oyununda bu konu işlenir. Bu bağlamda Beauvoir, Pyrrhus et Cineas (1944; Alm. Pyrrhus und Cineas, 1964) denemesinde, insan hayatını bir ölüm varlığı olarak tanımlayan Heidegger’e karşı çıkar.
“0 halde ölmek için varolunmaz — hiçbir nedeni ve amacı olmadan …
insan varlığı var olmak varlığıdır; o, her an kendisini var etmeye
çalışır — bu, kendisini planlamaktır. İnsan varlığı, planlar şeklinde
var olur. Bunlar ölüm için yapılan planlar değil, belli bir amaç için
yapılan planlardır. İnsan avlanır, balık tutar, kendisine aletler yapar,
kitaplar yazar: Bu bir eğlence, kaçış değil, varolma yönünde hareket
etmektir. İnsan varolmak için bir şeyler yapar. O, kendisini dışlaştırmalıdır (transzendieren); çünkü o, varolmayandır” (Beauvoir 1988 c, s. 228).
İnsanın “kendisini planlayabilme” yeteneği, Özgür olma yeteneğidir.
Özgürlüğün temel koşulu olarak, eylem, ve aynı şekilde tek kişinin
özgürlüğünün gerekli koşulu olarak, gelecek için amaçlar saptayarak,
bunun şimdide dışlaştırması ve benzerleri, Beauvoir’ın kadının toplumsal
durumu konusunda hesaplaştığı temel felsefi düşüncelerdir. Onun
kapsamlı yapıtı
Le deuxieme sexe (1949; Alm. Dos andere Geschlecht, 1951), kadın hareketlerine, kadına yapılan baskıyla ilgili önemli felsefi bilgi sağlar.
Simone de Beauvoir, sürekli eylemde bulunmakla kendisini
gerçekleştiren kendisini planlama idesinin, geleneksel kadın rolü içinde
gerçekleşmediğini görür. Bu yüzden ona göre kadın özerk değil,
“göreceli” bir varlıktır, yani kadınlar kendilerini, erkek olmadan
düşünemezler 0, erkeğe göre belirlenecek ve farklı görülecek, erkekse
ona göre değil; erkek öznedir, o mutlaktır; kadın başka olandır.”
(Beauvoir 1989 a, s. 11) ‘Başka olan,” özü olan bir şey olamaz.
Beauvoir, eskiden beri varolan bu koşulu, kadının eskiden beri öne
sürülen biyolojik analık ödeviyle geride tutulmasında; onun “içsel”
olanın bekçisi olmasında; erkeğin ise “dışarıya” gitmesine, kendisini
“homo faber” olarak geliştirmesine ve dünyaya egemen olmasına izin
verilmesinde görür.
Kadın iç’in yaratıcısı, erkek dış’ın yaratıcısıdır.
“…işte erkekler kadını daima verilmiş olanın iç’i (immanenz) olarak
gördüler. Eğer kadınlar ürün alır çocuk doğururlarsa, bu bir istenç
edimi olarak olup bitmiş değildir. Kadın, bir özne, bir dış varlık,
yaratıcı güç değil, ışıkı yüklü bir nesnenin yansımasıdır” (a.g.y., s.
175). Erkek, baştan beri yeni şeyler yaratır ve dünyayı “kendisi” için
şekillendirirken, kadın sadece tekrar üretti, türü korudu: “.. .ama bu
yaptıkları, daima aynı hayatın değişen şekillerde yinelenmesinden başka bir şey değildir” (a.gy., s. 72). Ondan yeni bir şey çıkmaz.
O halde Beauvoir için erkeğin egemenliği, çok kez kabul edildiği
gibi, daha büyük olan bedensel gücünün bir sonucu değil, eylem yapan
özne olmasının sonucudur. Ama o, ancak eylem yapmayan nesne ye, kadına
göre böyle olabilir; yani dışlaşma ve içleşme ilişkisinden dolayı;
“birisi” karşısında “ötekine” göre. Kadınlar ‘verilmiş” olan bu durumu
kabul etmemeli. Çünkü: “Dünyaya kadın olarak gelinmez, kadın olunur.
Kadının insan özünün, toplumun kucağında aldığı şekil, biyolojik, psikolojik,
ekonomik kaderin verdigi bir şekil değildir; uygarlığın bütünüdür,
erkeğe ve kadın denen kısırlaştırılmış ara ürüne şekil veren.” (a.g.y.,
s. 265)
Beauvoir, Der Lauf der Dinge’de, kendisinin, kendi
kadınlığından acı çekmekten çok uzak olduğunu; çünkü her iki cinsin de
avantajlarından yararlandığını söyler (bkz. Beauvoir 1970, s. 187). Ama
onun kitapları okunur, konuşmaları dinlenirse, onun kendisini çok
“göreceli” bir varlık olarak gördüğü duyumsanır; Sartre olmasa, Beauvoir
da olmazmış gibi bir kuşkuya düşülür.
1953’te Sartre’ın Marksist görüşünü benimsedikten sonra, onun için
çok hareketli bir dönem başladı. ikisi, başka yerlerin yanı sıra
sosyalist ülkelere birçok gezi yaptı. O zamanlar o, kadınların ve
işçilerin baskı altında olmalarının, kapitalist ülkelerde zorunlu olarak
kapitalizmle birlikte ortaya çıktığını sanıyordu. Sosyalist ülkelerde
işçi sınıfı, ona göre baskı altında olmadığından; bundan, kadınların
orada eşit haklara dayanan bir hayat sürdürecekleri sonucunu çıkarı yordu. Fakat bunun. doğru olmadığını
gördü. Bu bilginin ışığında, 70’li yıllardaki siyasi çalışmalarının
ağırlık noktasını, kadın hareketleri üzerinde topladı.
Onun son yaşamöyküsel yapıtı sadece Sartre’la ilgilidir. La cer des adieux
(1981; Alm. Die Zeremonie des Abschieds, 1983) adlı kitabında, 15 Nisan
1980’de ölen hayat arkadaşının fiziksel çöküntüsünü anlatır. Bu yazı,
son yıllarda Sartre’la yaptığı konuşmaları içerir. Bunlar eleştirilere
neden oldu: bir yandan “büyük bir adamın bedensel düşkünlüklerinin
gereksiz yere çok ayrıntılı anlatılması”; öte yandan “eleştirel
mesafenin çok az olması” kusurları ileri sürüldü. (Zehl 1992, s. 135 vd.) Beauvoir hayatının
son yıllarını Sartre’ın anılarına verdi. Kendisinin söylediğine göre,
artık yeni bir şey yazmak için gerekli esini bulamıyordu.