Ölülerimizin
koskaca ormanı ortasında tüm diğerleri arasından göze çarpan bir isim
seçmeye çalışmak ne küstahlık! Anıdan daha eski düşmanlarca katledilen,
Andalusia’nın alçakgönüllü çiftçileri, Asturias’daki ölü madenciler,
doğramacılar, duvarcılar, köyde ve kentte çalışan ücretli işçiler,
katledilen binlerce kadın ve kesilen çocukların her biri gibi, bu
atılgan gölgelerin her biri, önünüzde görünmeye hak kazandı; büyük
mutsuz bir ülkenin kanıtları olarak; ve her biri, inanıyorum ki,
kalplerinizde yer eder, eğer insafsızlık ve kötülükten arınmışsanız.
Bu müthiş gölgelerin
anılarımızda isimleri vardır, ateşin ve sadakatin isimleri,
alışılagelmiş gibi, eski ve soylu gibi saf isimler, "tuz" ve "su" gibi
isimler. Tıpkı tuz ve su gibi onlar da toprakla, toprağın sonsuz ismiyle
yeniden bir bütün oldular. Fedakârlıklar, acılar, İspanya insanının
saflığı ve gücü, bu aklanan mücadelenin kalbindedir - diğer
mücadelelerden daha fazla - ovalardaki bir kış panoramasında ve buğdayda
ve karla kanın çekiştiği acımasız bir gezegenin gerisinde yücelen
dağlarda.
Evet, sessizliğe gömülmüş
buncası arasından bir isim, yalnızca bir isim seçmeye nasıl cüret
edilebilir? Böylesi bir ölümcül zenginliğin karanlık hecelerinde
tuttuklarınız arasından söyleyeceğim isim öylesine hacimli ve öylesine
anlam yüklü ki, onun ismini söylemek, İspanya’nın yüreğinin gürleyen
savunucusu olduğu için, şiirlerinin asıl özünü savunarak, ölenlerin
tümünün isimlerini söylemek demektir. Federico Garcia Lorca! O,
insanlarının bir parçasıydı, bir gitar kadar mutlu ve hüzünlü, bir çocuk
kadar, insanları kadar berrak ve derin.
Biri çıkıp da, yılmadan, ülkenin
her karış toprağını adım adım dolaşarak, bir kurban, sembolik bir
kurban bulmak için araştırmalar yaptıysa, o kişi, İspanya’nın özü, onun
canlılığı ve derinliği olarak seçilen bu adamın mertebesine erişen
hiçbir kimse ve hiçbir şey bulamamıştır.
Evet, iyi seçim yaptılar, onu
vururken insan soyunun yüreğini hedeflemişlerdi. Onu, İspanya’ya boyun
eğdirmek ve şehit etmek için seçtiler, onu en derin soluğunu tıkamak
için seçtiler, onu özünü kurutmak için seçtiler, en solmaz kahkahasını
susturmak için seçtiler.
Bu ölümün yargılanmasında
birbiriyle uzlaştırılamaz iki İspanya vardı; korkunç, melun, çatal
tırnaklı yeraltı İspanyası, lânetli İspanya; büyük hanedanın ve kiliseye
ait cinayetlerin çarmıha gerilesi, zehirli İspanyası; ve karşısındaki
İspanya, yaşama onuruyla ve ruhuyla gülen, sezginin, geleneğin ve keşfin
parıltılı İspanyası, Federica Garcia Lorca’nın İspanyası!
O sunulan bir portakal çiçeği
gibi, yabanıl bir gitar gibi hareketsiz yatıyor, yaralı bedenini
tekmeleyen katillerinin çirkefi altında; ama şiiri gibi, kendilerini
savunan insanları gibi, ruhlarından kan sel gibi akarken dimdik ve
şarkılar söyleyerek insanoğlunun anısında sonsuzluğa dek yaşamak için.
Garcia Lorca’nın anısını bir
yerlere oturtmak güç iştir. Yüzünü yalnızca bir an için aydınlattı o
gözalıcı yaşam ışığı; yaralandı artık, yok oldu. Ama yaşamının bu uzun
ânı boyunca bedeni güneş ışınlarıyla parıldadı. Gongora ve Lope’nin
zamanından beri, İspanya böylesine yaratıcı bir ateş, dilde ve şekilde
böylesine bir esneklik görmedi; ve küçük köylerdeki İspanyolların Lope
de Vega’nın elbisesinin eteklerini öptükleri zamandan beri, İspanyol
dili insanları baştan ayağa büyüleyen böylesi bir şaire sahip olmadı.
Onun dokunduğu her şey, hatta
estetiğin gizlerinin düzeyinde de olsa - kendinden bir şeyleri açığa
vurmaksızın reddedemeyen bilgin bir şair gibi - dokunduğu her şey,
insanlar arasıdaki temel değerlere ulaşarak sesin en derin tınılarıyla
çınladı.
Estetik dediğim zaman, bir başka
şeyi anlamamıza izin verin. Garcia Lorca, şiirini ve oyunlarını insan
öyküleri ve kalp fırtınaları ile doldurduğu için bir anlamda estetiğe
karşıydı, ama bu, şiirin gizeminin en eski sırlarını reddettiği anlamına
gelmiyordu. İnsanlar olağanüstü sezgileriyle onun şiirini benimsediler
ve bugün Andalusia’nın köylerinde halk şiiri olarak hâlâ söyleniyor. Ama
o, bu eğilimi nedeniyle ne kendini övdü, ne de onu kendi yararına
kullandı, bundan kaçındı; o, hem iç dünyasını, hem de dış dünyayı
hevesle
araştırdı.
Garcia Lorca’nın Amerika’da
aşırı derecede tutulmasının kökeninde estetiğe karşı oluşu yatmaktadır
belki de. Alberti, Aleixandre, Altolaguirre, Cernuda ve diğerleri gibi
çok parlak şairler kuşağının, İspanya’nın büyük genç şairlerinin,
yazdıklarını estetik olarak kısırlaştıran Gongora’nın gölgesinin buzdan
etkisini taşımayan tek kişisiydi. Dilin klasikleşmiş babalarından
yüzyıllar ve bir okyanus tarafından ayrılan Amerika, karşı konulmaz
biçimde insanlara ve kana çekilen bu genç şairin büyüklüğünü fark etti.
Üç yıl önce Buenos Aires’te, hep
bizden olduğunu kabul eden bir şaire yöneltilen en büyük saygı
gösterisine tanık oldum; inanılmaz ölçülerdeki kalabalıklar büyük bir
duygusallık ve gözyaşlarıyla, onun şaşırtıcı söz zenginliğinde dile
gelen acıklı öyküleri dinlediler. Onun dilinde İspanya’nın ezeli öyküsü
yepyeni ve fosforlu bir parlaklığa bürünerek yeniden can buldu: Coşkulu
aşk ve ölüm, bir tempoyla dans eden aşk ve ölüm; maskeli ya da çıplak...
Onun anısını, onun fotoğrafını,
zaman içindeki bu uzaklıkta kısaca tanımlamak olanaksızdır. Fiziksel
olarak o, bir ışık parlaması, sürekli bir enerji, hızlı hareket,
mutluluk, parlaklık, tepeden tırnağa insan sevgisine açık tam bir
şefkatti. Kişiliği sihirli ve karanlıktı, ve o, mutluluğu beraberinde
taşıdı.
Garip ve ısrarlı bir
rastlantıyla, biri diğerini büyük ölçüde andıran İspanya’nın en tanınmış
iki büyük genç şairi Alberti ve Lorca, çekişmenin kıyısındaydılar.
İkisi de Dionysian Andalusialıydı, ahenkli, taşkın, gizemli ve insanlara
dönük...
Yine ikisiydi, İspanyol şiirinin kaynağını, Andalusia ve Kastilya’nın
bin yıllık folklorunu inceden inceye araştırıp, yazılarını, dilin
başlangıcındaki göksel ve pastoral incelikten, inceliğin üstünlüğüne
azar azar döken ve İspanya’nın öykülerini sık çalılıklar içinde
başlatan...
Sonra ayrıldılar. Biri, Alberti,
esirgemez bir cömertlikle kendini ezilenin davasına adar ve yalnızca o
büyüleyici devrimci kaderinin doğrultusunda yaşar; diğeri ise, şiirinde
gittikçe artan bir eğilimle, ülkesine, Granada’ya doğru yönelir, tüm
kalbiyle oraya geri dönmek ve orada ölmek için.
Onların arasındaki, gerçek bir
çekişme değildi; onlar iyi ve parlak iki kardeştiler ve bunun örneğini
son kez Alberti, Rusya ve Meksika’dan döndükten sonra, onuruna Madrid’te
verilen büyük kutlama töreninde Federico’nun her birimiz adına onun
hakkında söylediği o büyüleyici sözcüklerde gördük. Birkaç ay sonra,
Garcia Lorca, Granada’ya doğru yola çıktı. Ve orada, kaderin garip bir
cilvesi olarak, ölüm bekliyordu onu, insanlık düşmanlarının Alberti için
sakladıkları ölüm.
Ölen büyük yazarımızı
unutmaksızın, izin verin, şu anda Madrid’te Serrano Plaja, Miguel
Hernandez, Emilio Prados, Antonia Aparicio gibi diğer şairlerle
birlikte, insanlarını ve şiirin davalarını savunan, yaşayan büyük
yoldaşımız Alberti’yi ikinci kez anımsayalım. Ancak Federico’da başka
biçimler alan sosyal sabırsızlık, onun Mağribi ozan ruhuyla daha
yakından ilintilidir. Grubu, La Barraca ile diğer yüzyılların unutulmuş
büyük tiyatrolarını, Lope de Rueda, Lope de Vega, Cervantes sergileyerek
İspanyanın karışık yollarında dolandılar.
Oyunlaştırılan eski baladlar ve
şövalyelik öyküleri, yeniden can bulup onun aracılığıyla saf yüreklere
geri döndüler. Kastilya’nın en uzak köşelerinde bile biliniyordu onun
gösterileri. Onun aracılığıyla, Andalusialılar, Asturiaslılar,
Extramaduralılar, kalplerinde yalnızca kısa bir süre uyuyan usta
şairlerle bir kez daha söyleştiler, böylesi bir manzara karşısında
büyülenerek, ama şaşırmayarak.
Ne tarihi kostümler, ne de eski
dil, sık sık bir otomobil görmemiş, bir fonograf duymamış köylüleri
şaşırtmadı. Çünkü İspanyol köylüsünün o heybetli, hayal gibi görünen
yoksulluğunu baştan başa kat ederek - o insanlar ki, ben, hatta ben
bile yaşamın kısıtlanmasını gördüm mağaralarda ve otla sürüngen yiyerek-
geçti bu sihirli şiir kasırgası; onların yaş biçimleriyle ateş alan
doyumsuzluk zerrecikleri taşıyarak, eski şairlerin düşleriyle birlikte.
O, can çekişmekte olan bu taşra
köylerinin insanına bir ayrıcalık gibi sunulan o inanılmaz yoksulluğu
gördü. Köylülerle birlikte açık alanlarda ve yeşili kurumuş tepelerde
tam bir yıl dayandı ve bu facia onun güneyli yüreğinin büyük bir kederle
titremesine neden oldu.
Şimdi onunla ilgili bir öyküyü
tekrarlayacağım. Aylar önce küçük kasabalara doğru yeniden yola koyuldu.
Lope de Vega’nın Feribanez’ini sergilmeyi tasarlıyorlardı ve Federico,
eski köylü ailelerinin sandıklarında saklamış olabilecekleri otantik
onyedinci yüzyıl giysilerinden bulabilmeyi umarak, araştırma yapmak
üzere önden Extramadura’nın en uzak yörelerine gitti, mavi ve altın
rengi elbiseler, ayakkabılar, tesbihler (kolyeler), yüzyıllardan beri
ilk kez gün ışığına çıkan eski giysilerden oluşan garip bir yığınla
çıkageldi. Karşı konulmaz çekiciliğiyle ele geçirmişti bunları.
Extramadura’da bir köyde bir
gece, bir türlü uyku tutmamıştı ve neredeyse şafak sökmek üzereydi.
Acımasız Extramadura kırları, hâlâ sisle kaplıydı. Federico, gün
doğumunu seyretmek için, devrilmiş heykellerden birinin üzerine oturdu.
Bunlar onsekizinci yüzyıldan kalma mermer şekillerdi ve büyük İspanyol
beyzadelerinin mülklerinin pek çoğunda görüldüğü gibi terk edilmiş bir
malikânenin girişinde uzanmışlardı.
Federico, gözünü dikmiş heykel
gövdelerine, onların yükselen günle öfkelenen beyazlıklarına bakıyordu,
minicik bir kuzu yakınlarda otlamaya başlayan sürüsünden ayrıldığı
sırada. Birden yarım düzine kara domuz yolu geçip kuzuya saldırdı ve
Federico’nun şaşkınlığı ve dehşetiyle geçen dakikalar içinde onu
parçalayıp, hırsla yedi. Anlatılmaz bir korkuyla kımıldayamaz hale gelen
Federico, kuzucuk o yapayalnız şafağın aydınlığında ve yıkılmış
heykeller arasında kara bir domuz tarafından öldürülüp yutulurken
seyirci kaldı.
Madrid’e döndüğünde bunu bana
anlattığı zaman sesi hâlâ titriyordu; çocuksu duyarlığı nedeniyle
bu ölümcül facia onu çılgınlık derecesinde huzursuz etmişti. Şimdi onun
ölümü, onun anılarımızdan silinmeyen dehşet verici ölümü, o kanlı şafağı
anımsatıyor. Belki de, bu büyük, nazik, peygamber benzeri şaire kendi
ölümünün görüntüsü önceden korkunç bir sembolle sunuldu yaşam
tarafından.
Yiten büyük yoldaşımızın anısını
huzurlarınıza getirmeye çabaladım. Çok kişi benden toprak ve savaştan
uzak, oturaklı, şairce sözcükler bekliyor olabilirdi. Kimilerine göre en
uygun söz, İspanya’nın ağırbaşlı bir umutla karışan inanılmaz elemlere
dayanıklı olduğudur. Ben bu elemi çoğaltmayı ya da umutlarınızı yıkmayı
arzu etmedim, ama daha geçenlerde İspanya’dan gelen ben, bir Latin
Amerikalı, kökte ve dilde İspanyol olan ben, onların uğradıkları
felaketler dışında herhangi bir şeyden söz edecek gücü bulamıyorum
kendimde.
Ben ne bir politikacıyım, ne de
isteyerek politik çekişmelere girdim, ama çoğu kişinin yansızlık
taşımasını istediği sözlerim elemle, öfkeyle boyanmıştır. Anlamalısınız,
anlamalısınız ki, biz İspanyol Amerikası şairleri ve İspanya şairleri,
dilimizde şu anın anlamına ışık tutan, içimizde en büyük bildiğimiz
birinin katilini asla unutamayız ve asla bağışlayamayız. Size yalnızca
bir şairin yaşamını ve ölümünü anımsattığım İspanya’nın tüm acıları
içinde bağışlananlar olsa da, bu cinayeti asla unutamayız. Bunu asla
unutmayacağız ve asla bağışlamayacağız. Asla!..
Pablo Neruda