25 Mayıs 2021

Metin Altıok - Eksilen

 

Öyle yıpranmış ki
Bir forması eksik içinden,
Sahafa düşmüş bir kitap
Gibi sararmış üzüntüsünden.
Bir ay doğuyor usul usul
Karanlığın göğsüne,
Dünden bugüne kendini
Biraz daha eksilterek getiren
Küsmüş göğüne besbelli
Geleceği göremediğinden
Taşıyor oysa hüzünlü bitişinde
Doğuşunu yeniden

 

Gülten Akın Seçme Şiirler


Kıyamet
Elyazını yaktım, dürüsttü ve aşınmamış
Sevgi sözcüklerini yaktım, hoyrattır onlar 
Sıcaklığı saklı akarsuyu anlamazlar 
Sorular, kurutur incitir sorarlar 
Elyazını yaktım
Adresini yaktım 
Yakmak gibiydi biraz da dünyayı herşeyi 
Bastığımız düşümüzde gördüğümüz 
Özlediğimiz yaklaştığımız 
Hayatım özlemdi ansımaydı düştü 
Yaktım adresini şimdi özlem oldu hayatım
Resimleri yaktım birini saklasam dedim 
En çok onu yaktım onu yaktım 
Kış göğünü yaktım, bir kavak büyüttüm balkonumdan 
Akşam desem değil, yangın desem değil 
Dışarda apansız bir kıyameti yaktım
Sevgidir kendimi bildiğim, onunla başladım 
Elyazın mı, adresin mi, resimlerin mi 
Sen mi ömrün mü 
Çıkardım onları şimdi sakladığım yerden 
Kıyameti göğü kışı akşam sözlerini 
Sevgiyi yaktım.

 Güz Fotoğrafları
Bir yerlerde sürgit yapılan bir şeyler
Kımıldamaktadır
Bitenleri vardır, durur orda, olduğu yerde
Çekilmeyi bekler ya da resimlenmeyi
Öyle sanılır
Güzün bir yanında o çini soba
Kendini kaçıran mavileriyle
Öte yanı yağmur
Bitmiş ve fotoğrafı çekilmiş bir kuzineyse
Kış mutfağında
Hiç de sessizce durmuyordur
Çünkü açık pencereden girmiş
Girmeyle birlikte kendini
Duvardan duvara çarpan
Birçok dövme kuşu izliyordur
Kanatları gagaları kan revan

Bir de seni seviyorum fotoğrafı
Neden sen yoksun içinde unutmuşum bunu
Atmışsın kendini çerçeveden dışarı
Kurşun gibi ağıp göklerimize
Süssüz ve katkısız kendin olarak
Dönüyorsun
Yaşıyor böylece seni seviyorum fotoğrafı

Akşamlar serindi üşürdük, değil de
Öteki
Onun ardındaki
Kırığım ve yaşlıyım nasıl onarsam kendimi
Bir de saklanmak var kırılan yerlerden içeri
Yırtarım, görmesinler

Ne yapsam onmuyor ne yapsam
iyi çıkmıyor kendiminki

Yağmurlu
Uzağı ne zaman düşünsem aydınlık
Burda geceler kaldı sen gittin
Geceyle uyku suyla yosun
Benimle olduğun bilmez misin

Uzak ve beyaz şehirlerden
Bir ince yağmurla gelirsin
Gece bekçisini sokağından
Garibi yatağından çeker alırsın

Bir hikaye bilir söylerim
Dost yıldızlara karşı ve sabaha doğru
Bu hikayenin bir ucu sendedir
Kurtarmak isterim kurtarmak isterim
Bütün uçurtmaların ipi elindedir.

İçime Damlayanlar
Raylar
Düğümlenen yollar, tren
Bir gün
Ümit etmediğim bir gün
Alıverecekler seni benden.
Neler götürdüğünü bilmeyecek
Düşünmeyeceksin.
Belki döneceksin
Düşerken yıldızım bir selvi gölgesine
Belki de ömür boyu bekleteceksin.
İlk çiğdemle gel
Ne var ki dünyada
Kaybedip bulmaktan güzel?
Demesi kolay ama
Öylesine yanıyor ki içim
Bir garip çöl yolcusu gibiyim.
Doymak için susuzluğuna
Seni yudum yudum değil
Damla damla içeçeğim 

UTOPİA Thomas More (Mina Urgan’ın incelemesiyle)

Thomas More, 1478’de Londra’da doğar. 8 yaşında girdiği St. Anthony okulundan sonra, o yıllarda çocukların bilgi ve görgülerini daha iyi aktaracaklarına inanılan başka ailelerin yanına verilmeleri geleneğine uygun olarak babası onu bir kardinalin evine verir. Burada çağın önde gelenlerini yakından tanımanın yanında birçok alanda bilgisini geliştirme olanağı bulan More, 14 yaşında kardinal tarafından Oxford’a gönderilir. Grocyn, Colet, Linacre gibi devrin tanınmış hümanistlerinin öğrencisi olmuştur. Bu okulda Latince ve Yunancasını ilerleten More, Yunanca eğitime düşman olan din adamları karşısında akademisyenlerle öğrencileri korumak amacıyla iki okulun adli işlerine bakan kuruma girer. Oxford’da Yunanca ve felsefeyle ilgili çalışmalarını sürdürmek istemesine rağmen babasının onu kendi mesleğine yönlendirmek istemesi sonucu New Inn ve Lincoln’s Inn’de hukuk öğrenimi yapıp, 23 yaşında baroya girer. Bu tarihten itibaren, 4 yıl boyunca, dönemin aynı zamanda bilgi merkezleri olan manastırlardan birinde, kendini yoğun çalışmalarına verir. 
 
Bir süre sonra rahiplikten vazgeçerek kendini ailesine adar. Çağının aile anlayışının çok ötesinde bir kavrayışa sahip olan More, kadınların da tıpkı erkekler gibi eğitilmesi ve toplumda onlarla eşdeğerde sorumluluklar alabilmesi taraftarıdır. Bunun üzerine 1504'te parlamentoya girdi. Bu sıralarda Hollandalı yazar Erasmus ile olan arkadaşlığı iyice gelişti. 1517'de kralın hizmetine girdi. Giriştiği başarılı bir diplomatik görev ardından şövalye unvanı aldı ve yardımcı veznedar ilan edildi. Kralın kişisel danışmanı olarak kariyeri parlamaya devam etti. Kral VIII. Henry'nin evlilikleriyle ilgili konularda ona yeterince yardım edemeyen Lordlar Kamarası başkanı Kardinal Wolsey'i istifaya zorladıktan sonra yerine Thomas More'u Lordlar Kamarası başkanı ilan etti.Başlarda kralın düşüncelerini paylaşan Thomas More, zamanla kralın protestanlığa olan artan ilgisi ve kiliseye  olan negatif düşüncelerinden rahatsız oldu. Kişisel olarak protestanlığı sevmiyor ve doğru bulmuyor, dönemin katolik kilisesini benimsiyor ve önemsiyordu. Protestanlığı eleştiren kitaplarıyla kral ile olan ilişkisini gerdikten sonra 1531'de krala bağlılık yemini etmeyi reddetti. Daha sonra hastalığı bahane ederek 1532'de görevlerinden ayrıldı. 1533'de Anne Boleyn'in İngiltere Kraliçesi olarak ilan edildiği taç giydirme törenine katılmayı reddedince şimşekleri üzerine çekti. Parlamentonun Anne Boleyn'i İngiltere'nin kraliçesi olarak ilan edebileceğini kabul etmesine rağmen, bağlılık yemini etmeyi reddetti. Çünkü bu Papa'ya karşı bir davranış olurdu. Bu yüzden tutuklandı.  
 
Daha sonraları kralı kilisenin başkanı olarak görmediği yönünde bir yalan da önüne işlemiş olduğu bir suç olarak getirildi. Ölüm cezasına çarptırıldı. 6 Temmuz 1535'de idam edildi. En şöhretli eseri, Utopia’sıdır. Utopia’nın kahramanı Raphael’dir. Raphael birçok yeri gezmiş görmüş bir maceraperesttir. More, Anters kentine gittiğinde orada Peter Giles ile tanışır. Daha sonra Notre Dame’da Peter Giles More’u bir gemiciyle tanıştırır. Bu gemici Portekizli, Latince ve Yunancayı çok iyi bilen, gençliğinde varını yoğunu kardeşine bırakıp dünyayı dolaşma sevdasına kapılan, America VESPUCI gibi Amerika kıtasını keşfeden bir denizciyle kader birliği yapan Rapheal HYTHODAY dir. Bu gezintileri sonucunda birçok yer görmüş ve bir ara denizde yollarını kaybedip Utopia adasına düşmüştür. Orada beş yıl yaşar, daha sonra Avrupa’ya gelerek bu muhteşem adadaki düzeni anlatmaya çalışır ve böylelikle hikâye başlamış olur. Ütopia bir adadır ve ada ay görünümündedir. Utopia adasının 54 büyük ve güzel şehri vardır. Hepsinde aynı dil konuşulur. Aynı töreler, aynı kurumlar, aynı yasalar yürürlüktedir. 54 şehrin hepsi aynı plan gereğince kurulmuştur ve hepsinde bölge özelliklerine göre biçimlenen aynı devlet yapısı vardır. 
 
Hiçbir şehir yasanın çizdiği sınırları artırma hevesine düşmez. Halk kendini toprağın sahibi değil, çiftçisi, işçisi diye görür. Her çiftçi birliğinde kadın erkek en az 40 kişi ve iki köle vardır ve her birinin başında aklı başında bir kadın ve bir erkek bulunur. Her 30 çiftçi ya da aile birliği bir philarch’ın yönetimindedir. Dönüşümlü olarak herkes çiftçilik yapar ve ertesi yıl da kendileri başkalarını yetiştirir. Böylece çiftçinin toptan acemi olması önlenirdi. Utopia’da coğrafi özellikleri dışında bütün şehirler birbirine benzer. Bu yüzden Amaurote şehri seçilerek o anlatılır. Çünkü orası Millet Meclisinin ve hükümetin bulunduğu yerdir. Burada evlerin rahatlığına diyecek yoktur, hepsi temiz ve güzeldir. Her evin bir kapısı sokağa, bir kapısı bahçeye açılır. Her iki kapı da bir dokunuşta açılacak kadar hafiftir. Kilitler, anahtarlar yoktur. İsteyen girebilir. Çünkü evde hiçbir şey özel değildir, ne varsa herkesin malıdır. 
 
Utopia’lılar ev bark konusunda ortaklık ilkesine bağlıdırlar. Özel mülk düşüncesini kökünden yok etmek için her on yılda bir ev değiştirirler ve herkesin oturacağı ev kura ile belli olur. Şehirliler bahçelerine de büyük bir önem verirler.30 aile her yıl Philarch denilen birbaş seçerler. 10 philarch 300 aile ile birlikte baş philarch denilen birinin buyruğu altındadırlar. 200 philarch halkın gösterdiği dört adaydan birini gizli oyla başkan seçerler. Başkan zorbalığa kaçmadığı sürece ömrü boyunca yerinde kalır. Baş philarchlar ise her yıl seçilirler ağır bir neden olmadıkça da değiştirilmezler. Bütün öbür görevlerde bir yıllıktır. Baş philarchlar en az üç günde bir başkanla birlikte toplanır memleket işlerini görüşürler. Kamuyu ilgilendiren işler kurultayda üç gün tartışıldıktan sonra karara bağlanır. Kurultay ve büyük halk toplantıları dışında bir araya gelip memleket işlerini konuşmak ölümle cezalandırılan bir suçtur. Bu da başkanla baş philarchların kolayca bir araya gelip halkı zorbaca yasalarla ezmeye ve rejimi değiştirmeye kalkışmalarını önlemek için olsa gerektir.Yüksek kurultayın uyduğuşu kuralda anılmaya değerdir: Bir öneri geldiği zaman hemen o gün üstünde tartışılmaz. Tartışma gelecek toplantıya bırakılır. Böylelikle kimse ilk aklına gelen şeyleri gelişi güzel ortaya atmaz ve halkın yararını unutarak kendi düşüncesini savunmaya kalkışmaz.
 
Kadın erkek bütün Utopia’lılar usta birer tarımcı olmak zorundadırlar. Bunun yanında herkes özel bir iş eğitimi görür. Başlıca zanaatlar; dokumacılık, duvarcılık, testicilik, demircilik yada dülgerliktir. Bütün adalılar bir örnek giyinirler. Yalnız kadınla erkeğin, bekârla evlinin kılıkları değişir. Genel olarak herkes ana babasının zanaatında yetişir. Ama başka bir zanaata heves ve yeteneği olan çıkarsa o zanaatla uğraşan başka bir aileye evlatlık gider. Yirmi dört saatin yalnız altı saati işe ayrılmıştır. Her sabah gün doğmadan, serbest ders saatleri vardır. Ütopia’da halk, az zamanda bol ve kusursuz işler çıkaracak şekilde yönetilir, herşey düzenli ve bakımlı olduğu için işazalır. 
 
Utopia’da toplum kurumlarının amacı, her şeyden önce, halkın ve bireylerin ihtiyaçlarını gidermek, sonra herkese bedenin köleliğinden kurtulmak, düşüncesini özgürce işletmek, kafa yetilerini bilimler ve sanatlarla geliştirmek için mümkün olduğu kadar çok vakit bırakmaktır. Utopia’lılar için gerçek mutluluk işte bu düşünce gelişmesinin ta kendisidir. Şehirlerdeki nüfus sabit tutulur, artış olması halinde nüfusu daha az olan bir şehre aktarılırlar. Tüm adada nüfus arttıysa boş bir bölgeye yeni bir şehir kurularak bazı aileler buraya taşınır. Her şehir dört bölgeye ayrılmıştır. Her bölgenin ortasında biri her türlü eşya, diğeri yiyecek maddeleri için olan iki pazar alanı vardır. Tüm ortak üretim burada depolanır ya da sergilenir. Her ailenin yöneticisi olan aile büyüğü ailesinin ihtiyacını buradan alır. Para ya da takas kavramı yoktur, kimse ihtiyacından fazlasını zaten almaz.Yiyeceklerde öncelik hastanelerde yatan yurttaşlara verilmiştir. Her sokakta halkevleri vardır, herkes evinde yemek yemekte serbest olduğu halde topluca yemek pişen halkevlerinde toplanmayı tercih eder. Her halkevi otuz aile içindir. Bir yurttaş herhangi bir nedenle başka bir şehre gezme amaçlı gitmek isterse philarchdan izin alır. (bir çeşit vize) Ellerinde başkanın kendilerine izin veren ve dönecekleri günü belirten bir mektubu bulunur. Bu izin kâğıdı yoksa alacakları ceza oldukça ağırdır. Gidecekleri her yerde kendi evlerinde olacakları için her aradıklarını bulurlar. Gittikleri yerde bir günden fazla kalırlarsa kendi zanaatlarında çalışmaya başlarlar. Utopialılar kendi içlerinde tek bir aile gibidir. Şehirlerin eksikleri diğer şehirlerin bolluklarıyla giderilir ve bu iş çıkarsız olarak yapılır. Gelecek yılın nasıl olacağı bilinmediği için ihtiyaçlar iki yıl için karşılanır, ihtiyaç fazlası ürünler komşu uluslara satılır. Bu ticaret yoluyla utopia’ya altın, gümüş, demir gibi değerli maddeler girer. Bir savaş halinde utopialılar bütün paralarını tehlikelere karşı kullanırlar. Tuttukları yabancı askerlere bol para verirler. 
 
Dinsel ilkelerin özeti şudur:‘Ruh ölümsüzdür: İyiliğimizi isteyen Tanrı onu mutlu olmak için yaratmıştır. Ölümden sonra iyilik de kötülük de karşılığını gereğince görür.Akıl bizleri varlığımızı ve mutluluğumuzu borçlu olduğumuz yüce tanrıyı sevmeye ve saymaya yöneltir. İnsan yaptığı iyiliklerin karşılığını er geç görecektir. Utopialılar için herkesin iyiliğine çalışmaksa bir dindir. Utopia’lılar, bütün savaş tutsaklarını değil de, ancak silah elde yakaladıklarını köle yaparlar. Köle çocukları ya da başka memleketlerde köle olanlar, Utopia’ya ayak basar basmaz özgür sayılırlar. Ama Utopia’lılar arasında ağır suç işleyenler, kölelikle cezalandırılır. Bazen de başka ülkelerde ağır suçlar işleyip ölüm cezasına çarptırılanlar, Utopia’da köle olurlar. Hastalara büyük bir sevgiyle bakarlar. Ama hastalık hem çaresiz hem de sürekli acı ve sıkıntı veren cinstense, o zaman rahiplerle yöneticiler başka bir yol tutarlar: Böyle bir hasta, hayatta artık hiçbir iş yapamadığı gibi, canlı bir ölü olarak yaşamakla, hem başkalarına yük olur, hem de kendileri acı çekerler. Bu dayanılmaz hastalıktan kurtulması (hayatı artık bir işkence olduğuna göre), ölüme razı olması için, hastaya öğütler verilir. Böylece hasta yüreklenerek, bir zindan, bir işkence olan belalı hayatından, ya kendi eliyle kurtulur ya da başka birisinin bu işi yapmasına bile bile katlanır. Ölmekle hiçbir şey kaybetmeyeceği, acılarına bir son vereceği için, bunun akıllıca bir davranış olduğunu söylerler. Rahiplerle yöneticiler kurulunun iznini almadan kendini öldüren ise, gömülme ya da yakılma haklarını yitirir. Ölüsünü pis bir bataklığa atıverirler. Kadınlar on sekiz yaşından, erkekler yirmi iki yaşından önce evlenemezler. Utopia’da ancak ölüm son verir evliliğe. Ama karıkoca birbirini aldatırsaya da eşlerden biri dayanılmayacak kadar huysuzsa, durum değişir. Böyle bir derde düşen evliler, yöneticiler kurulunun izniyle, eski eşlerini bırakıp, bir yenisini alabilirler. Ama suçlu olan eş, hem ömrünün sonuna kadar rezil olur herkesin gözünde, hem de bir daha hiç evlenemez. Anlaşmazlık halinde karı koca yöneticiler kurulunun izniyle boşanabilir. Evlilik kurallarına bağlı kalmayanlar, en ağır cezaya çarpılıp köle olurlar. Utopia’lılara göre, bir suçu tasarlamak, o suçu işlemekten farksızdır. İyi eğitilmiş insanlara birkaç yasa yettiği için, pek az sayıda yasa vardır Utopia’da. Utopia’lıların başka uluslarda en çok ayıpladıkları şeylerden biri, sayısız hukuk kitabının ve yorumların bile yetmeyişidir. Bir insanın, ya okumayacağı kadar çokya da anlayamayacağı kadar şaşırtıcı ve karanlık yasalarla bağlanmasını, hak ve adalete aykırı bulur Utopia’lılar. 
 
Bundan başka, hukuk işlerini kurnazca ele alan, hilelere başvurarak tartışan avukatların, noterlerin, dava vekillerinin yeri yoktur Utopia’da. Herkesin kendi davasını savunmasını, avukatın söyleyeceklerini doğrudan doğruya yargıca söylemesini daha doğru bulurlar. Yargıç, hiçbir avukattan yalan söylemeyi öğrenmemiş bu adamların sözlerini aklıyla tartar; safları, düzenbazların kötü niyetli ve kurnazca dolaplarından korur. Uzun süre önce Utopia’lıların yardımıyla baskıdan kurtulan, hiç kimseye boyun eğmeden özgür yaşayan komşu ülkelerin halkı, Utopia’lıların hukuk işlerindeki ustalığını bilirler. Onlardan, bazen bir yıl bazen da beş yıl için yönetici ve yargıç alırlar. Bir yargıcın çalışma süresi bitince; şerefler ve ödüller bağışlayarak, onu Utopia’ya geri götürüp, bir yenisini alırlar yerine. Bu sayede komşu ülkelerin kendi devlet işlerini çok akıllıca düzenledikleri su götürmez.  
 
Çünkü bir devletin gelişmesi de, yıkılması da, o devleti yönetenlerin ve yargıçların elindedir. Utopia’lılar, bir süre sonra kendi ülkelerine döneceklerini, orada paranın hiçbir değeri olmadığını bildikleri için, rüşvet alıp namus yolundan şaşmazlar. O ülkede yabancı oldukları, halkı tanımadıkları için, ne kimseyi kayırırlar, ne de kimseye kötü niyet gösterirler. Oysa bu iki şey, yani yargıçların adam kayırmaları ve para tutkusuna kapılmaları, bir devletin en sağlam ve en güvenilir yanı olan adaletini yıkıverir. Utopia’lılar savaştan da vuruşmadan da pek hayvanca bir şey diye tiksinir, iğrenirler. Bütün öteki ulusların tersine, savaşta kazanılan şerefi şerefsizliğin ta kendisi sayarlar. Savaşa yalnız yurtlarını savunmak, dostlarının topraklarını düşmanlardan ya da zorbaların boyunduruğu altında ezilen bir ulusu kölelikten kurtarmak, kendi güçleriyle kurtarmak için girerler. Bunu da, sadece acıma duygusuyla yaparlar. Dostlarının yardımına sadece onları savunmak için koşmazlar, zaman zaman da onlara daha önce yapılmış kötülüklerin öcünü almaya giderler. Kanlı bir zaferin kazançları Utopia’lıları üzer, hatta utandırır;çünküparlak kazançları insan kanı pahasına elde etmeyi büyük bir çılgınlık sayarlar. Onlar için en şanlı zafer düşmanı oyun düzen gücüyle yenmektir. İşte yalnız o zaman büyük bayramlar yapar; yiğitlikleriyle övünür, anıtlar dikerler. Onlar için yiğitlik düşmanını akıl yoluyla yenmektir. Zapolete adı verilen komşu ülke halkı, çalışmak yerine para peşinde koşan bir halktır. Utopialılar bu halkı; başka hiçbir işte kullanmadıkları para ile tutup savaşlarda kullanmaktan kaçınmaz ve ölmelerinden kaygı duymazlar, çünkü bu haydut halkın yeryüzünden silinmesinin insanlık yararına olacağına inanırlar. 
 
Utopia’nın değişik bölgelerinde, hatta bir şehrin değişik yerlerinde çeşitli dinler vardır. Kimi Güneş’e tapar, kimi Ay’a, kimi de başka bir gezegene. Ama Utopia’lıların büyük çoğunluğu ve en akıllıları, bütün bu putları bırakıp, bir tek Tanrı bilirler. Bu Tanrı bilinmez, anlaşılmaz, açıklanmaz bir varlıktır, insan zekâsının sınırlarını aşar, bütün dünyayı bedeni, erdemi ve gücü ile kapsar. Bu Tanrı’ya Baba derler. Her şeyin doğuşunu, çoğalışını, gelişmesini ve değişmesini ve son bulmasını ondan bilirler. Utopia’lıların dinleri ne kadar değişik de olsa hepsi şu inançta birleşirler: Dünyayı yaratan ve yürüten bir yüce varlık vardır; bu varlığın adı Utopia’lıların dilinde Mithra’dır. Ne var ki, Mithra herkes için aynı değildir. More,bütün bunları anlattıktan sonra utopialılara hıristiyanlığı ve İsa’yı anlattıklarını ve utopialıların büyük bir hevesle bu dini kabul ettiklerini anlatmaktadır. 
 
Her insan Tanrı’nın kendi yaratıcısı, yöneticisi ve bütün iyiliklerin kaynağı olduğunu kabul ve bunlardan ötürü ona şükreder. Tanrı’ya asıl şükrettikleri şeyse, kendilerini en mutlu bir devlet ve en gerçek saydıkları din içinde dünyaya getirmiş olmasıdır. Bununla beraber, Utopia’lılar, eğer kendi inançları yersizse, Tanrı’ya daha hoş gelen başka bir din varsa, Tanrı’nın bunu kendilerine sezdirmesi için yalvarırlar ve onun dileğine uymaya hazır olduklarını bildirirler. Ama Utopia’nın devletinden ve dininden daha iyisi yoksa, o zaman da Tanrı’dan onları sürdürmesini ve bütün insanları bu devletin ve bu dinin yoluna getirmesini isterler. Utopia’da her şey herkesin olduğu için, ortak ambarlar dolu olduğu sürece, kimse hiçbir şeyden yoksun kalmaz. 
 
Devletin geliri hiçbir zaman haksızca dağıtılmaz. Utopia’da ne yoksula rastlanır ne dilenciye. Kimsenin hiçbir şeyi olmadığı halde, herkes zengindir. Para olmazsa herkesin hayatı kolayca sağlanır. Utopia'da her türlü gözü doymazlık ve ayırıcılık tohumları onlara bağlı bütün kötülüklerle birlikte sökülüp atılmıştır. Böyle olunca devlet bunca güçlü ve mutlu ülkeleri yıkan iç kavgalardan uzak kalmıştır. Yurttaşlar içeride bu kadar sağlam bir dayanışmayla birbirlerine bağlı olunca, böylesine bir birlik kurunca, devlet dışarıdan gelecek bütün tehlikelere rahatça karşı koyabilir. Böylesi bir devleti yabancı kralların ele geçirmek istemesi boşunadır. Utopia'ya karşı bunu deneyenler çok olmuş ve her seferinde yenilgiye uğramışlardır.
 

Dante Alighieri Seçme Sözler

  Seni en iyi bırakıyorum ifadeler Dante Alighieri tarafından (1265-1321),büyük şair, denemeci ve İtalyan yazar, tüm zamanların en iyi yazarlarından biri sayılır. Onun harika iş İlahi Komedya Evrensel edebiyatın büyük klasikleri arasında figür. Orduya katıldı ve aynı zamanda aktivist ve politik bir düşünürdü. Floransa’daki en yüksek sulh yargıcı pozisyonundan önce gelmişti ve İtalyan dilinin babası olarak kabul edildi..Ayrıca, olarak bilinen otobiyografik şiirlerin bir derlemesini yazdı. Yeni Hayat ve Vulgari eloquentia sitesinden (popüler konuşma hakkında), Latince yazılmış bir makale. Dante yüzlerce yazar ve denemeciye ilham verdi ve onun adına kuruldu. Dante Alighieri Topluluğu, sadece İtalyan dilinin yayılmasına adanmış. Ayrıca ilginizi çeken bu ifadeler yazarlar veya The Divine Comedy'den de olabilir..

-Birinin sefil olduğu zaman mutlu zamanı hatırlamaktan daha büyük bir üzüntü yoktur..

-Cehennemin en karanlık köşesi, ahlaki kriz zamanlarında tarafsızlıklarını koruyanlar için ayrılmıştır..

-Hala cennetten koruduğumuz üç şey; yıldızlar, çiçekler ve çocuklar.

-Sevgili biriyle yaşamanın bir sırrı var; değiştirmiş gibi davranma.

-Bir kadında biraz uzun sürdüğü, gözlerin ve ellerin onu sürekli çektiremediği zaman, sevginin yanan alevi olduğu bilinmektedir..

-Gurur, kıskançlık ve açgözlülük, bütün insanların kalbini ateşe veren kıvılcımlardır..

-Mutsuzluk anlarında sevinç anlarını hatırlamaktan daha fazla üzüntü yoktur..

-Aristoteles bilenlerin öğretmenidir.

-Açgözlülüğü, acımasızlığını asla alamayan sakinleştirmek için o kadar kaba ve sapkın bir doğası vardır. Yemek yedikten sonra doymaz ve açlığı bozulmaz..

-Umudum, cenneti daha fazla göremiyoruz. Sizi diğer kıyıya, ebedi karanlığa, ateşe ve buza yönlendirmeye geldim.

-Sabah saatiydi, güneş, onunla parlayan yıldızların üstünde yerini aldı, Tanrı'nın sevgisi ilk kez bir şeylerin adil hareketini kurdu..

-Artık sana olan sevgimin içimde ne kadar derin yandığını biliyorsun, boşluğumuzu unuturken, gölgelerle ve katı şeylerle yüzleşiyorum..

-Hafızam olan bu kitapta, sizinle tanıştığım gün olan bölümün ilk sayfasında, kelimeler "Yeni bir hayata başlar".

-Bazen kendimi canlı hissettiren yumuşak bir düşünce var, çünkü o senin bir düşüncen..

-Sevmek, sevmeyi sevmeyen herkesi mutlak hale getirmeyen aşk, beni gördüğünüz gibi henüz terketmediği çekiciliği ile beni çok kuvvetlendirdi..

-Gurur, açgözlülük ve kıskançlık, kalbi yakan üç kıvılcımdır.

  tr.thpanorama.com

Pragmatizm


(Yararcılık-Faydacılık)
Pragmatizm’e göre ‘’Doğru olan faydalıdır, faydalı olan da doğrudur.” Bu görüş yararı, değeri, başarıyı doğruluğun tek ölçütü olarak görür. Pragmatizm için evrensel, öncesiz, sonrasız doğru yoktur. Bir önerme, pratik sonuçlar veriyorsa, fayda sağlıyorsa doğrudur. Pragmatizmin kurucusu Charles S. Piarce’dir. Ancak pragmatizmi öğreti haline getiren William JAMES tir. (1842-1910) James’e göre doğrunun biricik (tek) ölçütü başarıdır, düşünceler eylemde bulunmak için yararlandığımız aletlerden başka bir şey değildir, doğru düşünce en fazla kazanç getiren, en verimli en etkili düşüncedir. ‘’ Yarar sağlayan bilgi doğru bilgidir’’ diyen James’e göre bilgi için geçerli olan bu kuralın ahlak ve din içinde geçerli olduğunu söyler. Dinler manevi tatmin ve iç huzuru sağladıkları sürece doğru olabilirler. Aynı şekilde bilimimde bize faydası varsa doğrudur.

 

Pragmatizmin bir başka temsilcisi John DEWEY’dir.(1859-1952). Dewey bilgiyi insanin çevresiyle ilişkisinde karşılaştığı sorunların çözümünde kullanılan yararlı bir alet olarak nitelendirir. Bunun için Dewey’in bu görüşüne enstrümantalizm (aletçilik) denir. Örneğin ormanda kaybolmuş bir kişiye elinde bulunan harita çıkış yolunu buldurabiliyorsa haritanın bu bilgisi doğrudur. Çıkışı buldurmazsa yanlıştır.


Pablo Neruda "Federico Garcia Lorca"

 

 

Ölülerimizin koskaca ormanı ortasında tüm diğerleri arasından göze çarpan bir isim seçmeye çalışmak ne küstahlık! Anıdan daha eski düşmanlarca katledilen, Andalusia’nın alçakgönüllü çiftçileri, Asturias’daki ölü madenciler, doğramacılar, duvarcılar, köyde ve kentte çalışan ücretli işçiler, katledilen binlerce kadın ve kesilen çocukların her biri gibi, bu atılgan gölgelerin her biri, önünüzde görünmeye hak kazandı; büyük mutsuz bir ülkenin kanıtları olarak; ve her biri, inanıyorum ki, kalplerinizde yer eder, eğer insafsızlık ve kötülükten arınmışsanız.

Bu müthiş gölgelerin anılarımızda isimleri vardır, ateşin ve sadakatin isimleri, alışılagelmiş gibi, eski ve soylu gibi saf isimler, "tuz" ve "su" gibi isimler. Tıpkı tuz ve su gibi onlar da toprakla, toprağın sonsuz ismiyle yeniden bir bütün oldular. Fedakârlıklar, acılar, İspanya insanının saflığı ve gücü, bu aklanan mücadelenin kalbindedir - diğer mücadelelerden daha fazla - ovalardaki bir kış panoramasında ve buğdayda ve karla kanın çekiştiği acımasız bir gezegenin gerisinde yücelen dağlarda.

Evet, sessizliğe gömülmüş buncası arasından bir isim, yalnızca bir isim seçmeye nasıl cüret edilebilir? Böylesi bir ölümcül zenginliğin karanlık hecelerinde tuttuklarınız arasından söyleyeceğim isim öylesine hacimli ve öylesine anlam yüklü ki, onun ismini söylemek, İspanya’nın yüreğinin gürleyen savunucusu olduğu için, şiirlerinin asıl özünü savunarak, ölenlerin tümünün isimlerini söylemek demektir. Federico Garcia Lorca! O, insanlarının bir parçasıydı, bir gitar kadar mutlu ve hüzünlü, bir çocuk kadar, insanları kadar berrak ve derin.

Biri çıkıp da, yılmadan, ülkenin her karış toprağını adım adım dolaşarak, bir kurban, sembolik bir kurban bulmak için araştırmalar yaptıysa, o kişi, İspanya’nın özü, onun canlılığı ve derinliği olarak seçilen bu adamın mertebesine erişen hiçbir kimse ve hiçbir şey bulamamıştır.

Evet, iyi seçim yaptılar, onu vururken insan soyunun yüreğini hedeflemişlerdi. Onu, İspanya’ya boyun eğdirmek ve şehit etmek için seçtiler, onu en derin soluğunu tıkamak için seçtiler, onu özünü kurutmak için seçtiler, en solmaz kahkahasını susturmak için seçtiler.

Bu ölümün yargılanmasında birbiriyle uzlaştırılamaz iki İspanya vardı; korkunç, melun, çatal tırnaklı yeraltı İspanyası, lânetli İspanya; büyük hanedanın ve kiliseye ait cinayetlerin çarmıha gerilesi, zehirli İspanyası; ve karşısındaki İspanya, yaşama onuruyla ve ruhuyla gülen, sezginin, geleneğin ve keşfin parıltılı İspanyası, Federica Garcia Lorca’nın İspanyası!

O sunulan bir portakal çiçeği gibi, yabanıl bir gitar gibi hareketsiz yatıyor, yaralı bedenini tekmeleyen katillerinin çirkefi altında; ama şiiri gibi, kendilerini savunan insanları gibi, ruhlarından kan sel gibi akarken dimdik ve şarkılar söyleyerek insanoğlunun anısında sonsuzluğa dek yaşamak için.

Garcia Lorca’nın anısını bir yerlere oturtmak güç iştir. Yüzünü yalnızca bir an için aydınlattı o gözalıcı yaşam ışığı; yaralandı artık, yok oldu. Ama yaşamının bu uzun ânı boyunca bedeni güneş ışınlarıyla parıldadı. Gongora ve Lope’nin zamanından beri, İspanya böylesine yaratıcı bir ateş, dilde ve şekilde böylesine bir esneklik görmedi; ve küçük köylerdeki İspanyolların Lope de Vega’nın elbisesinin eteklerini öptükleri zamandan beri, İspanyol dili insanları baştan ayağa büyüleyen böylesi bir şaire sahip olmadı.

Onun dokunduğu her şey, hatta estetiğin gizlerinin düzeyinde de olsa - kendinden bir şeyleri açığa vurmaksızın reddedemeyen bilgin bir şair gibi - dokunduğu her şey, insanlar arasıdaki temel değerlere ulaşarak sesin en derin tınılarıyla çınladı.

Estetik dediğim zaman, bir başka şeyi anlamamıza izin verin. Garcia Lorca, şiirini ve oyunlarını insan öyküleri ve kalp fırtınaları ile doldurduğu için bir anlamda estetiğe karşıydı, ama bu, şiirin gizeminin en eski sırlarını reddettiği anlamına gelmiyordu. İnsanlar olağanüstü sezgileriyle onun şiirini benimsediler ve bugün Andalusia’nın köylerinde halk şiiri olarak hâlâ söyleniyor. Ama o, bu eğilimi nedeniyle ne kendini övdü, ne de onu kendi yararına kullandı, bundan kaçındı; o, hem iç dünyasını, hem de dış dünyayı hevesle araştırdı.

Garcia Lorca’nın Amerika’da aşırı derecede tutulmasının kökeninde estetiğe karşı oluşu yatmaktadır belki de. Alberti, Aleixandre, Altolaguirre, Cernuda ve diğerleri gibi çok parlak şairler kuşağının, İspanya’nın büyük genç şairlerinin, yazdıklarını estetik olarak kısırlaştıran Gongora’nın gölgesinin buzdan etkisini taşımayan tek kişisiydi. Dilin klasikleşmiş babalarından yüzyıllar ve bir okyanus tarafından ayrılan Amerika, karşı konulmaz biçimde insanlara ve kana çekilen bu genç şairin büyüklüğünü fark etti.

Üç yıl önce Buenos Aires’te, hep bizden olduğunu kabul eden bir şaire yöneltilen en büyük saygı gösterisine tanık oldum; inanılmaz ölçülerdeki kalabalıklar büyük bir duygusallık ve gözyaşlarıyla, onun şaşırtıcı söz zenginliğinde dile gelen acıklı öyküleri dinlediler. Onun dilinde İspanya’nın ezeli öyküsü yepyeni ve fosforlu bir parlaklığa bürünerek yeniden can buldu: Coşkulu aşk ve ölüm, bir tempoyla dans eden aşk ve ölüm; maskeli ya da çıplak...

Onun anısını, onun fotoğrafını, zaman içindeki bu uzaklıkta kısaca tanımlamak olanaksızdır. Fiziksel olarak o, bir ışık parlaması, sürekli bir enerji, hızlı hareket, mutluluk, parlaklık, tepeden tırnağa insan sevgisine açık tam bir şefkatti. Kişiliği sihirli ve karanlıktı, ve o, mutluluğu beraberinde taşıdı.

Garip ve ısrarlı bir rastlantıyla, biri diğerini büyük ölçüde andıran İspanya’nın en tanınmış iki büyük genç şairi Alberti ve Lorca, çekişmenin kıyısındaydılar. İkisi de Dionysian Andalusialıydı, ahenkli, taşkın, gizemli ve insanlara dönük... Yine ikisiydi, İspanyol şiirinin kaynağını, Andalusia ve Kastilya’nın bin yıllık folklorunu inceden inceye araştırıp, yazılarını, dilin başlangıcındaki göksel ve pastoral incelikten, inceliğin üstünlüğüne azar azar döken ve İspanya’nın öykülerini sık çalılıklar içinde başlatan...

Sonra ayrıldılar. Biri, Alberti, esirgemez bir cömertlikle kendini ezilenin davasına adar ve yalnızca o büyüleyici devrimci kaderinin doğrultusunda yaşar; diğeri ise, şiirinde gittikçe artan bir eğilimle, ülkesine, Granada’ya doğru yönelir, tüm kalbiyle oraya geri dönmek ve orada ölmek için.

Onların arasındaki, gerçek bir çekişme değildi; onlar iyi ve parlak iki kardeştiler ve bunun örneğini son kez Alberti, Rusya ve Meksika’dan döndükten sonra, onuruna Madrid’te verilen büyük kutlama töreninde Federico’nun her birimiz adına onun hakkında söylediği o büyüleyici sözcüklerde gördük. Birkaç ay sonra, Garcia Lorca, Granada’ya doğru yola çıktı. Ve orada, kaderin garip bir cilvesi olarak, ölüm bekliyordu onu, insanlık düşmanlarının Alberti için sakladıkları ölüm.

Ölen büyük yazarımızı unutmaksızın, izin verin, şu anda Madrid’te Serrano Plaja, Miguel Hernandez, Emilio Prados, Antonia Aparicio gibi diğer şairlerle birlikte, insanlarını ve şiirin davalarını savunan, yaşayan büyük yoldaşımız Alberti’yi ikinci kez anımsayalım. Ancak Federico’da başka biçimler alan sosyal sabırsızlık, onun Mağribi ozan ruhuyla daha yakından ilintilidir. Grubu, La Barraca ile diğer yüzyılların unutulmuş büyük tiyatrolarını, Lope de Rueda, Lope de Vega, Cervantes sergileyerek İspanyanın karışık yollarında dolandılar.

Oyunlaştırılan eski baladlar ve şövalyelik öyküleri, yeniden can bulup onun aracılığıyla saf yüreklere geri döndüler. Kastilya’nın en uzak köşelerinde bile biliniyordu onun gösterileri. Onun aracılığıyla, Andalusialılar, Asturiaslılar, Extramaduralılar, kalplerinde yalnızca kısa bir süre uyuyan usta şairlerle bir kez daha söyleştiler, böylesi bir manzara karşısında büyülenerek, ama şaşırmayarak.

Ne tarihi kostümler, ne de eski dil, sık sık bir otomobil görmemiş, bir fonograf duymamış köylüleri şaşırtmadı. Çünkü İspanyol köylüsünün o heybetli, hayal gibi görünen yoksulluğunu baştan başa kat ederek - o insanlar ki, ben, hatta ben bile yaşamın kısıtlanmasını gördüm mağaralarda ve otla sürüngen yiyerek- geçti bu sihirli şiir kasırgası; onların yaş biçimleriyle ateş alan doyumsuzluk zerrecikleri taşıyarak, eski şairlerin düşleriyle birlikte.

O, can çekişmekte olan bu taşra köylerinin insanına bir ayrıcalık gibi sunulan o inanılmaz yoksulluğu gördü. Köylülerle birlikte açık alanlarda ve yeşili kurumuş tepelerde tam bir yıl dayandı ve bu facia onun güneyli yüreğinin büyük bir kederle titremesine neden oldu.

Şimdi onunla ilgili bir öyküyü tekrarlayacağım. Aylar önce küçük kasabalara doğru yeniden yola koyuldu. Lope de Vega’nın Feribanez’ini sergilmeyi tasarlıyorlardı ve Federico, eski köylü ailelerinin sandıklarında saklamış olabilecekleri otantik onyedinci yüzyıl giysilerinden bulabilmeyi umarak, araştırma yapmak üzere önden Extramadura’nın en uzak yörelerine gitti, mavi ve altın rengi elbiseler, ayakkabılar, tesbihler (kolyeler), yüzyıllardan beri ilk kez gün ışığına çıkan eski giysilerden oluşan garip bir yığınla çıkageldi. Karşı konulmaz çekiciliğiyle ele geçirmişti bunları.

Extramadura’da bir köyde bir gece, bir türlü uyku tutmamıştı ve neredeyse şafak sökmek üzereydi. Acımasız Extramadura kırları, hâlâ sisle kaplıydı. Federico, gün doğumunu seyretmek için, devrilmiş heykellerden birinin üzerine oturdu. Bunlar onsekizinci yüzyıldan kalma mermer şekillerdi ve büyük İspanyol beyzadelerinin mülklerinin pek çoğunda görüldüğü gibi terk edilmiş bir malikânenin girişinde uzanmışlardı.

Federico, gözünü dikmiş heykel gövdelerine, onların yükselen günle öfkelenen beyazlıklarına bakıyordu, minicik bir kuzu yakınlarda otlamaya başlayan sürüsünden ayrıldığı sırada. Birden yarım düzine kara domuz yolu geçip kuzuya saldırdı ve Federico’nun şaşkınlığı ve dehşetiyle geçen dakikalar içinde onu parçalayıp, hırsla yedi. Anlatılmaz bir korkuyla kımıldayamaz hale gelen Federico, kuzucuk o yapayalnız şafağın aydınlığında ve yıkılmış heykeller arasında kara bir domuz tarafından öldürülüp yutulurken seyirci kaldı.

Madrid’e döndüğünde bunu bana anlattığı zaman sesi hâlâ titriyordu; çocuksu duyarlığı nedeniyle bu ölümcül facia onu çılgınlık derecesinde huzursuz etmişti. Şimdi onun ölümü, onun anılarımızdan silinmeyen dehşet verici ölümü, o kanlı şafağı anımsatıyor. Belki de, bu büyük, nazik, peygamber benzeri şaire kendi ölümünün görüntüsü önceden korkunç bir sembolle sunuldu yaşam tarafından.

Yiten büyük yoldaşımızın anısını huzurlarınıza getirmeye çabaladım. Çok kişi benden toprak ve savaştan uzak, oturaklı, şairce sözcükler bekliyor olabilirdi. Kimilerine göre en uygun söz, İspanya’nın ağırbaşlı bir umutla karışan inanılmaz elemlere dayanıklı olduğudur. Ben bu elemi çoğaltmayı ya da umutlarınızı yıkmayı arzu etmedim, ama daha geçenlerde İspanya’dan gelen ben, bir Latin Amerikalı, kökte ve dilde İspanyol olan ben, onların uğradıkları felaketler dışında herhangi bir şeyden söz edecek gücü bulamıyorum kendimde.

Ben ne bir politikacıyım, ne de isteyerek politik çekişmelere girdim, ama çoğu kişinin yansızlık taşımasını istediği sözlerim elemle, öfkeyle boyanmıştır. Anlamalısınız, anlamalısınız ki, biz İspanyol Amerikası şairleri ve İspanya şairleri, dilimizde şu anın anlamına ışık tutan, içimizde en büyük bildiğimiz birinin katilini asla unutamayız ve asla bağışlayamayız. Size yalnızca bir şairin yaşamını ve ölümünü anımsattığım İspanya’nın tüm acıları içinde bağışlananlar olsa da, bu cinayeti asla unutamayız. Bunu asla unutmayacağız ve asla bağışlamayacağız. Asla!..

Pablo Neruda

Bertrand Russell “Günümüzde, dünyadaki temel sorun, aptalların kendilerinden son derece emin, akıllıların ise devamlı şüphe içinde olmalarıdır.”

"Din . . . temel olarak korkuya dayanır ... bilinmeye karşı duyulan korku, yenilgi korkusu, ölüm korkusu. Korku her acımasızlığın anasıdır ve o yüzden acımasızlık ve dinin el ele gitmesine şaşılmamalı. Benim din hakkındaki görüşüm Lucretius'la aynı. Onu korkudan doğan bir hastalık ve insan ırkına büyük bir mutsuzluk kaynağı olarak görüyorum."
 
“Tanrı olmadığını ispatlayabileceğimi iddia etmiyorum. Aynı şekilde Şeytan’ın uydurma olduğunu da ispatlayamam. Hıristiyan tanrısı var olabilir, Olimpus’un tanrıları da varolabilir, ya da eski Mısır’ın, ya da Babil’in. Ama bu varsayımlardan hiçbiri diğerinden daha olası değildir. Bunlar, olası bilgilerimizin bile dışında duruyorlar, herhangi birisini ciddiye almak için hiç bir sebep yoktur.”

"Pek çok insan, düşünmektense ölmeyi tercih eder. Aslında, ölürler de."

“Günümüzde, dünyadaki temel sorun, aptalların kendilerinden son derece emin, akıllıların ise devamlı şüphe içinde olmalarıdır.”

"Bilim bize öğretebilir, ve sanırım kendi kalplerimiz de bize artık etrafta hayali destekler aramamamızı, göklerde müttefikler yaratmamamızı ama bunun yerine bu dünyayı, kilisenin yüzlerce yıldır yaptığı yer yerine, yaşamak için uygun bir yer haline getirmek amacıyla kendi çabalarımızı kullanmamız gerektiğini artık öğretebilir."

"Dünyaya baktıkça insancıl düşüncedeki her ilerlemenin, ceza yasalarındaki her gelişmenin, savaşları azaltmak için atılan her adımın, renkli ırklara daha iyi davranılması için atılan her adımın, köleliğin azaltılmasının, dünyada var olan her türlü ahlaki ilerlemenin organize kiliseler tarafından muhalefete uğradığını görürsünüz. Kesin olarak söyleyebilirim ki, Hristiyanlık dini, kiliselerindeki organizasyonuyla, şu güne kadar ve hala dünyadaki ahlaki ilerlemenin başlıca düşmanıdır."
 
  "İnsan kolay inanan bir canlıdır. Bir şeylere inanmak zorundadır. İnanmak için iyi bir sebep bulamadığında, elindeki kötü sebeplerle yetinir."
 

Soren Kierkegaard


  

  ”Yaşam tıpkı müzik gibidir; mükemmel bir dokunuşla düşüş ile yükseliş, doğru ve yanlış arasında gidip gelir; güzellik de burada yatar.”