12 Haziran 2022

Atatürk'ün yeşil'e hayranlığı


Fırsat buldukça kır gezilerine çıkan Atatürk ömrünün son günlerinde yeşile hasret kalmış, bu özlemini de sık sık ifade etmiştir. Odasında asılı duran doğa manzaralı tabloya bakarak, doğayı tanımlayan şiirler okuyarak kendisini teselli ettiğini yine Afet İnan anlatır:

 “Mustafa Kemal, bir sahil çocuğu olduğu için denizi çok severdi. Fakat son hastalık günlerinde hasret çektiği yer bir çam ormanlığı olmuştur. Bunu ifade etmesine vesile olan da kendisine hediye edilmiş olan ormanlık ve çayırlık bir manzara tablosudur. Ona yattığı yerden uzun uzun bakar ve yanına girdiğim zaman ‘Bana memleketimizin ormanlık güzel yerlerinden tanıdıklarını anlat, oralara gidelim, ağaçlar altında dolaşabileyim, basit bir hayata kavuşalım, arzum yeşillik ve ağaçlık fakat yaz kış yeşil duran ağaçlar arasında olmaktır’ diyen ıstırap dolu hasta sesi hâlâ kulaklarımda akisler yapıyor.
O hastalığının ağırlığını anlamıştı ve kurtulamayacağını biliyordu. Fakat etrafındakilere ümitsizlik vermek istemediğinden yaşayacağı yeni yerler arar gibiydi. Bugün anlıyorum ki yeşilliğin sonsuzluğunda son uykusunu uyumak arzusunu vasiyet etmek istemiştir. Atatürk’ün yeşile hayranlığı Faruk Nafiz Çamlıbel’in şu şiirini tekrarladığı zamanlarda ne kadar belli olurdu:
Yeşil hem de!
Ben bu rengi taşırım her zaman can köşemde.
Yeşilde ne arar da bulamaz insanoğlu?
Yeşil bu... Varlık dolu, gök dolu, umman dolu.
Bir ucu gözlerinde, bir ucu engindedir,
Meyve veren ağaçlar bu çini rengindedir.
Bu çini rengindedir bahar, deniz, kır orman
Bana Tanrım gözükür yeşil dediğim zaman

O daima olduğu üzere, bu son döneminde de çam ağaçları ve yeşillikler arasında olmak istemiştir.”

 

Ben Sennur Sezer...

 

Peki, yazmak nasıl bir duygu veriyor bana?

"Ozan ya da yazar, kırık bir diş gibi bütün dış etkilere açıktır. Her şey sızlatır onu, zonklatır. Ama asıl sorun, bunu anlatmaktadır. Okurlarıyla ortak bir dil bulmak zorundadır. Yeni bir söyleyiş... Bu yüzden, duygusal değil akılcı olacaktır. Hem sanatla ilgili çok şey bilmek, hem de bilgiç olmamak gereklidir. Zorluk da buradadır. Yalın olmak, sıradanlıktan kaçınmakta. Türkçede çok güzel şiirler yazılmıştır. Büyük ustalar vardır. Onlardan öğrenmek ama onları taklit etmemek, onlarla değil kendiyle yarışmak zorunluluğundadır.
Bir de özelden genele ulaşmak zorunluluğu var. Okura göstermek istediğin bir çiçeğin, bir bulutun, yaşamanın öteki zorlukları altında kalması. Kıyımın, kıtlığın ağırlığı altında özgür olmadığını duyumsamak. Belki bu yüzden çocuklar için de yazıyorum. Bir çakıl taşının denizi anımsatmasının sevincini onlar bilirler. Özgürlüğün paylaşılmadığı bir dünyada, kendime küçük mutlulukları anlatma özgürlüğünü tanıyamıyorum. Hüner gösterme, söz cambazlığı gereksizleşiyor.
Sanat eseri, ustalığını işlevi için göstermeli bence. Sinan’ın yapıları gibi. Hem güzel hem yararlı. Balyanların binalarındaki gereksiz süslemeler gibi boyna onarılmak zorunda olmamalı. Şiir, türkü ya da ağıt ya da marş olmalı. Ya yaşama sevinci ve direnç vermeli ya da öfkeyi tazelemeli. Ayrıca tutanağı olmalı yaşanılanların."

 

Şimdi - Özdemir Asaf


Eskiden hep giderken olsam derdim,
Bilmediğim oraları özlerdim.
Nedir dönerken, nedir akşam
Bilmezdim, bilmeden gülerdim

Başka, hep başka bir yerde olsam.
O gelir beni bulur derdim.
İçinde neler olup olmadığını düşünmeden,
Evlerin, evlerin arasından geçip giderdim.


Beyaz Gemi - Cengiz Aytmatov

 
Beyaz Gemi, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un romanı. Issık Gölü civarında geçen kitapta küçük bir çocuğun gözünden dönemin Sovyet yönetimine eleştirel bir yaklaşım getirilmektedir. Romanın kahramanlarından Mümin dede gelenekçiliğin temsilcisi iken damadı Orozkul ise yozlaşmanın çarpıcı bir örneğini oluşturur. Kitap Sovyet döneminin sıkıntı, ümit, ve beklentilerini yansıtır. Roman annesi ve babası ayrılınca dedesi tarafından büyütülen bir çocuğun gözünden dünyayı anlatmaktadır. Orozkul orman işçilerinin amiri konumundadır. Aynı zamanda Mümin'in kızı ile evlidir. Çocuğu olmayan Orozkul eşini sürekli dövmektedir. Mümin ise buna seslenememektedir; çünkü Orozkul'un yanında çalışmaktadır. Yaşlı olduğu için bu saatten sonra başka yere gitmeye cesareti yoktur. Dedesinin anlattığı masallarla büyüyen çocuğun hayal dünyası çok zengindir. Dedesinin yaptığı havuzda yüzen çocuk balık olmayı istemekte ve böylece Isık Göl'deki Beyaz Gemiye ve hayalindeki babasına kavuşacağı günü düşlemektedir. Çocuğun okuma çağı gelmiştir ve dedesi ona bir çanta alır. Okula başlayan çocuk çok mutludur. Mesafe uzun olduğu için dedesi onu her gün okula götürmekte ve okuldan almaktadır. Bir gün Orozkul ile dağdan getirdikleri tomruk suda kalınca dedesi torununu almaya gecikir. Orozkul zalim olduğu için Mümin'i bırakmak istemez. Mümin'in verdiği karar romanın sonunu hazırlayan olayların başlangıcı olur.
 

Doruk Deneyimler - Abraham H. Maslow

Doruk Deneyimler - Abraham H. Maslow | kitapyurdu.com
 
Abraham H. Maslow, Brooklyn Koleji ve Batı Davranış Bilimleri Enstitüsünde ders vermiş ve Brandies Üniversitesi'nde Psikoloji Bölüm Başkanlığını yapmıştır. 1967 ve 1968 yılları arasında Amerikan Psikoloji Derneği'nin (American Psychological Association) başkanlığını yürütmüştür.

Dr. Maslow, insancıl (Üçüncü Güç) psikolojinin önde gelen sözcülerindendir. "Toward a Psychology of Being", "The Psychology of Science", "The Fartherc Reaches of Human Nature" gibi kitapları ve yayınlanmış birçok makalesi vardır.

 

Psikolojide, Üçüncü Güç Hareketi'nin önde gelen sözcülerinden olan Abraham H. Maslow, bu kitabında önemli tezlerinden birini ortaya koyuyor: 

 "Dinsel" deneyimler, bilimsel araştırmalar ve spekülasyonlar için ele alınabilecek önemli bir konudur. "Bilim Dünyası" konunun önemini, türümüze özgü ruhsal dışavurum gereksinimi kabul ederek ve bunun üzerine araştırmalar yaparak görecektir. Sağlıklı ve tümüyle işlevsel insanlar tarafından ulaşılabilen "doruk deneyimler" ruhsal dışavurum gereksinmesiyle ilgili bilim dünyasına insan potansiyeli ve doğası konusunda çok önemli katkılarda bulunacaktır. 

 Hümanistik psikoloji, belirli bir ekolden ziyade "bütünsel psikolojiye yöneliş" olarak tarif ediliyor. Bireyin değerine ve farklılığına saygı duyan hümanistik psikoloji, insan davranışının yeni boyutları üzerinde araştırma yapıyor. Sevgi, yaratıcılık, öz, gelişim, temel gereksinme-doyumları, kendini gerçekleştirme, yüksek değerler, olmak, oluşum, kendiliğindenlik, oyun, espri, şefkat, doğallık, cana yakınlık, egoyu aşmak, nesnellik, özgünlük, doruk deneyim, cesaret vb. konular hümanistik psikolojininin incelediği konular arasında yer alıyor.  

Büyük Umutlar - Charles Dickens

 


Charles Dickens (1812-1870) Portsmouth, Hampshire’da doğdu. Victoria döneminin en büyük yazarı kabul edilen İngiliz romancı, Romanlarında Sanayi Devrimi sırasında geniş kitlelerin çektiği acıları ve yoksulluğu gerçekçi bir dille anlatmış, XIX. yüzyıl edebiyatının en ünlü yazarları arasında yer almıştır.

En başarılı romanlarından biri olan bu yapıtta Dickens, gerek bireylerin zaaf ve başarısızlıkları, gerekse çağın değerleri üzerinde durmuş, "büyük umutların" boşa çıkışını işlemiştir.

 

Sağduyu - Jean Meslier

 

Bu kitap, Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle, 1928 yılında, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında Aklı Selim adıyla yayımlandı ve basımı İstanbul’da, Devlet Matbaası’nda eski harflerle gerçekleştirildi. Genç Cumhuriyet’in Aydınlanma savaşçılarından Dr. Abdullah Cevdet’in bu çevirisi, 1929’da Latin harfleriyle yeniden yayımlandı. Aydınlanma Çağı’nın filozoflarına esin kaynağı olan Jean Meslier bir rahipti. Yani, Fransa’nın Turan Dursun’u…Tüm dinleri kıyasıyla eleştirdi. İnsan düşüncesiyle temas ettiği her noktada dini idelojiyi yerle bir etti. Elyazmaları, Paris’te gizlice elden ele dolaştırıldı. O günün parasıyla 10 altın Lui’ye kapışıldı. Meslier’nin düşüncelerini yayma mücadelesi verenlerin başında gelen Voltaire, “Hiçbir şey, Meslier’nin kitabından daha etkili olamaz” diyor.Ünlü filozoflardan D’Alambert’in ifadesi ise şöyle: “Dışardan az görünen kuvvetiyle bu derece etki yapan yalnızca top barutunu tanıyorum. Jean Meslier’nin kitabı top barutuna benziyor.”

Sözler
-Din, esas olarak insanların sevinç ve refahının düşmanıdır.   

-Din, safdillik üzerine kurulmuştur. 

-Ey insan! Milyonlarca yıl önce ne idiysen, o olacaksın. 

-Ruh nedir? Kimsenin bundan haberi yoktur. Bir ruhun varlığı saçma bir varsayımdır. Ölmez bir ruhun varlığı daha saçma bir varsayımdır.  

-Paganizm, çoktanrıcılık, sanemperestlik binlerce yıl boyunca dünyanın dinleri oldu. 

-Din ve dinin metafizik ahlakı kavimler için kötüdür ve insanın doğasına zıttır. 

-Dinin en çok önem verdiği yoksulluk, akıl yoksulluğudur. 

-Her din tahakküm isteğinden doğmuştur.   

-Dini ilkelerin tek hedefi, hükümdarların zorbalıklarını güçlendirmek ve milletleri bunlara kurban etmektir.

-Dini geleneklerin tümünde ahmaklık ya da barbarlık ziyafeti vardır. 

-Din, cahilleri mucizeyle kandırır. 

-Din, ahlakı felce uğratır. 

-Din aracılığıyla, şarlatanlar, insanların deliliklerinden yararlanırlar. 

-Her din, çelişkileri sır aracıyla birleştirmek için hayal edilmiş bir sistemden başka bir şey değildir.

-Dinin gereksizliğini kanıtlayan şey, anlaşılmasının olanaksız olmasıdır. 

-Bir dini görüş ne kadar eski ve genel olursa, o kadar kuşkulu ve güvenilmezdir. 

-Din pandora kutusudur ve bu uğursuz kutu açılmıştır. 

-Bu hayatın zorluklarına karşı dini tesellilerin boşluğu bir cennet bir ahret umudu hayaldir.  

-Eski ve yeni dinler, soyut kuruntularını ve gülünç ayinlerini hep birbirlerinden almıştır. 

-İnsanın doğası bozuk değildir; bunun tersini iddia eden bir ahlak insan için değildir. 

-İyilikler ve kötülükler doğanın zorunlu nedenleri ve eserleridir. 

-Hıristiyanlık, her din gibi, en çok dayanağı olduğu zorbalığı vaat ederek yayılmıştır. 

-Materyalizmin insan türü için onur bozucu olduğu doğru değildir. 

-Felsefe aracılığıyla edinilen ahlak erdem için yeterlidir. 

-Dinin yerine felsefe geçseydi, evrende ne kadar mutlu ve büyük devrimler gerçekleşirdi.  

-Bir din, ne kadar çok karanlık olursa, o oranda tanrısal olur. 

-Baskı yönetimi için, dinin himayesi, halkın elem ve galeyanına karşı zayıf bir kuşatmadır. 

-Ahmak ve barbar büyükler olmasaydı din olmazdı.

-Hiçbir şey mucizelerin doğruluğunu kanıtlamaz. 

-Batıl fikirlerin ömrü sınırlıdır ve gerçek, akıl ve hakkaniyet üzerine kurulmayan hiçbir saltanat kalıcı değildir. 

-İnsan ne sofu doğar ne dinci. 

-Kültler ağır ve milletlerin çoğunluğu için yıkımdır. 

-Dini düşüncelerin başlangıcı, genellikle vahşi milletlerin henüz çocukluk halinde bulunduğu dönemdir. 

-Tüm dinlerin kökeni cehalet ve korku…   

-Çıkar duygusuyla hareket edenler inanmayanlar değil, inançlı geçinen rahipler ve her dinden meslektaşlarıdır.  

-Ey rahipler, hocalar, hahamlar! Bizi cennetin hazları umuduyla avutuyor ve o sırada, yalnız o sırada cehennemin cezalarına gözlerinizi kapatıyorsunuz!  

-Sefaletin önünü almak ve yoksulların artmasına engel olmak, daha insancıl, daha merhametli, daha iyiliksever olmaz mıydı?

-İman yalnızca zayıf, bilgisiz ya da tembel kişilerde kök salar. Hiç kuşku yok ki, imanın yeryüzünde bu kadar taraftar bulmasının nedeni budur.  

-Bütün dinler hoşgörüsüzdür, vicdan özgürlüğünü kabul etmez ve dolayısıyla iyiliğin ve güzelliğin yıkıcısıdır. 

Yaşamak - Cahit Zarifoğlu

 

İnsan gittikçe daralan dünyasında neden mutsuz. Herkes artık gereğinden fazla büyüyor da onun için mi? On yedi yaşlarındaki delikanlıların bile iki kat yaşlıların ki kadar yürekleri dolu.

 

Acı, yalnızlık ve şiirin çınarı; Hölderlin!

 

Yıllarca bilincin yitik yaşadın. Bilinçsizliğin üstü açık mezarında Tanrı’dan merhamet dileyerek umarsızlığın en saf haline ulaştın. Kendini insanların merhametsizliğine kalkansız / maskesiz bıraktın. Bilinçli bir insan olarak saflığının çıplaklığına dokunmak istiyorum.

Söyler misin kin duymadan, hayatın sadakasına ihtiyaç hissetmeden yaşamak nasıl bir özgürlüktür? Parçalanmış ruhunu tamamlayan yanlarımı görmeni istiyorum senden. Bilgileri, belgeleri, kitaplarını, şiirlerini kaldırıyorum masamdan.

Birbirimize kanıtlayacak şeylerin olmasını istemiyorum, ki senin bilinçsiz saflığına erişeyim. Hakkında aykırı uçlara savrulmayı göze almadan senin gerçeğine ulaşamayacağımın farkındayım.

Hakkındaki yanılgılarımı salt senin gerçeğine ulaşmak için gösterdiğim çabanın içtenliğine ver.

Ben oldum olası trajik yazgıları olan insanları kendime yakın buluyorum. Ruhum o insanlarının ruhunu yüksek sesle çağırıyor. Aylardır beynimde yankılanan sesin, düşüncelerimi esir alıyor. Tek bir şiir dizeni bile yazıma almamamın nedeni, duygu ve düşüncelerimi kaynak olarak gösterdiğim içindir.

İnsan yaşadıklarının eseri, yaşa(ya)madıklarının ise mezarıdır. Eserlerle hislerin çağı var mıdır? Belki bu yüzden eski / yeni kitap ayırımının karşısında oldum. İnsanlığa sırtını dönmeye benziyor esere eski olduğu için sırtını dönmek. İyi yapıtların yaşı olmaz tıpkı senin gibi.

Yazan her insanın hastalığıdır şöhrete ulaşma isteği. Şöhret aklının karanlığında kapını çaldı. Dönek şöhretti ben önüne çıkan her erkekle yatan bir kadına benzetiyorum. Tam da bu görüş açısı içerisinde seninle ilgili düşüncelerimi aklımın süzgecinden geçiriyorum.

Gerçekte var olan ama görülmeyene/ ulaşılmayana ulaşma arzusudur benimki. Adını bilenlerin ruhuna ulaştıklarını sanmasıdır görülmeden yaşamak. Koltuk yarışındakilerin insan ruhunun inceliklerinden ödleri kopuyor.

Başta annen olmak üzere kimse senin ruhunun inceliklerini algılamak istemedi. İnsanların çıkarı olmadığı kişileri anlama gibi bir kaygıları yoktur. Vaktinde gelmeyen ne mutluluğa ne adalete ne de şöhrete ihtiyaç duyuyor insan. Bu yüzden kış ortasında açan ağaçların çiçekleri heder oluyor.

Sen mutlu olmayı, sevmeyi, sevilmeyi… bekledin hayatın boyunca. Beklemek kadar insan ruhunu yiyip bitiren bir başka duygu yoktur hastalık dışında. Kendime “hayatını / eserlerini baştanbaşa kuşatan dinin ruhundaki rafine karşılığı nedir?” diye sordum ve sorular birbiri arkasından sökün etti:

“Neden terk edilmişlik duygusu ruhunu parçalıyordu? Duvarların arkasına sığınmak, çocukluğundan kalan bir hastalık mı yoksa korku muydu? Duygularını ifade etmekte niçin acizdin? Neden anneni memnun etmek istedikçe onu üzdün, kendini memnun etmek istedikçe anneni üzdüğünü algılaman hayatına mal oldu?

Sevgili Hölderlin, hayatını sorulara sığdırmak bana da adil gelmiyor ama sorular insanın kendisiyle kurduğu ilişkinin göbek bağıdır. Seninle soruların açtığı yolda yürürken bir dilim ekmek kadar mutluluğunu tattığımız çocukluk günlerimize gidelim istedim.

Bu yüzden mi ne yaşadıklarımız ne de acılarımız bizi doyurdu. Biz yarım yamalak mutluluk ile yarım yamalak mutsuzluğun ruhuyuz seninle. Ruhumuzun insana dair her duyguya ait olması şaşırtmıyor beni.

İnsan mutluluğun olmasa bile mutsuzluğun doyumuna varmalı. Biz insana ait her duygunun doyumunu fazlasıyla yaşadık. Bu yüzden bilincimiz/aklımız taşımakta kısır kaldı.

Sevgili Christian Friedrich Hölderlin, 20 Mart 1770'te, Laffen'de doğdun. Hayatın seninle pazarlık etmeye niyeti yoktu. Çocuk yüreğin başta baban olmak üzere sevdiklerinin ölümlerinden dolayı yasla tanıştı. Hayatın anlamı senin için yas tutmaktı.

Annen dine yönlendirdi seni. On dördünde parasız öğrenci olarak sırasıyla Denkendorf Manastır’ı, Maulbronn Manastır’ı ve Tübingen Vakıf Okulu’nda okudun. On dört yaşındaydın. Tam on yıl bir duvardan bir başka duvara mekik dokudun. Sen de duygularını içine gömerek kendi duygu manastırı yarattın.

Duygusallığı zayıflığının göstergesi olarak algılaman o yılların sana armağanıdır. İçe bastırılmışlığın güçlü bir iç gerilime neden olduğunu göremiyordun içinde.

KARŞIT DUYGULAR, HEGEL VE SCHELLING!

Sonraki yıllarda duygularının yönü dinin estetik deneyimleri üzerine yoğunlaştı. Karşıt duygular hayatını ele geçirince sen de karşıtlık üzerine kurdun şiir kuramını. İbranice, Yunanca, Latince öğrendin, Hegel ve Schelling ile uzun soluklu felsefe tartışmalarına giriştin.

Din mutlak boyun eğişi felsefe ise mutlak şüpheyi temsil ediyordu. İlahiyattaki yetkinliğin ruhunu huzura erdirmediği için anneni memnun etmek için yaptığın Protestan vaizliğinden ayrıldın.

Soruyorum sana: Ne dünyevi ne de ruhani hırsı olmayan ruhunun bir yurt edinmesi mümkün müydü? Sen de dünya ve ahret arasında bir köprü olan edebiyatı yurt edindin kendine. Daha okul yıllarında önce şiire sonra da Hyperion adını verdiğin romana başlamıştın.

Evrensellikle birlikte ölümsüzlük iksirinin tadına da çocukluk yıllarında bakmıştın. Çocuk yaşta gerçek dünyan olan anne/büyükannenin kollarından alınıp manastır soğukluğuna uzun yıllar itilmen sana gerçek dünyanın kapısını mühürlemişti.

İçindeki sessizlik hayatın boyunca bir gölge gibi peşinden dolaştı. Utangaç mizacın ile insanlara saygılı yaklaşımın seni tanıyanların belleklerinde iz bırakıyordu.

SEVGİ, DOSTLUK, ÖZGÜRLÜK, AHLAK!

Sarışındın ama yaşının üstündeki olgun davranışların esmerdi. Protestan rahibi olarak insanlarla kendi arana mütevazı bir mesafe koymaya özen gösteriyordun. Çünkü insanların kaba davranışları onlara olan güvenini yitirecek değin içinde ciddi hasarlara neden oluyordu.

Sen de benim gibi yaralarını sarmak için sık sık içine kapanıyordun. Kendini sürekli hor görmenin ruhunda yarattığı fırtınaların seni deliliğe götürdüğünü düşünüyorum ben.

Jena'da ve Frankfurt'ta özel öğretmenlik yaptın. Gururun vaizlikten ayrıldıktan sonra parayla özel öğretmenlik yapmanı içine sindirmiyordu. Düşkündün. Ölümsüzlüğe yalnızlığınla ereceğini biliyordun. Ruhunu yalnızlıkla tımar ettin.

İkimiz de çocuk bedenimize meydan okuyan yaşlı ruhlarımızla doğduk. Akılcı dünya bizim gibi ruhunu satmayanları çocukken fişliyor. Şu an dışlanmışlığımızla birbirimizi tamamlıyoruz. Birbirimize kendimiz kadar yakınız.

Schiller’in övdüğü "usluluğunu" ben içine akan akrebin tatlı zehri olarak algılıyorum. Bu tatlı zehir aldı bilincinin kontrolünü eline. Paraya biat ruhunda yoktu. Kendine saldıra saldıra ürkek, korkmuş, sinmiş bir insan oldun. Ne kendini takdir etmeyi ne de kendinle barışmayı öğrendin.

Başta annen olmak üzere kimse tarafından takdir edilmedin. Ruhun takdir edilmemenin insan ruhu üzerindeki tahribatının manzarasıyla doluydu. Güzellik ile saflık tutkundu. Ruhunun ışıltısı bir güneşti; zamansız battı. Baktığın her ayna kırılıyordu. Kırık aynalarda parçalanmış yüzünü görmekten yorgun düştün.

Görevdi senin için kutsal olanı aramak... Düşüncelerini didik didik etmeliydin kutsal saflığa erişmek için. Sözcüklerine ışık veren devrimi senden başka gören/ takdir eden yoktu. Bu uğurda ödediğin bedelleri gözün görmüyordu.

Hayatını kolaylaştıran her türlü konfordan elini çektin. Yazgını hayatın insafına bıraktın. Zayıf bedenin başı dik ruhunun eviydi. Berduş giysilerinin içinde ruhunla yaşadığın için özgürdün.

Ruhuyla yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu yaşadıklarımdan / ödediğim bedellerden biliyorum. Dünyadan elini eteğini çekersin. Dünya ile ne ortak duyguların ne ortak isteklerin ne de ortak tanıdıkların vardır. Yokluk sonsuz bir boşluk duygusunu uyandırıyor insanın içinde.

Böyle bir ruhu ancak edebiyatın cömertliği teselli edebilirdi. Sen de şiirin dünyamızdaki elçisiydin. Tanrı'na ulaşmak gibiydi sözcüklerine ulaşmak. Ruhundaki kutsallık şiirini de kuşatıyordu. Kutsal ruhunda barınan duyguyu / düşünceyi insanlıkla paylaştın. İnancın gereği veren el olmalıydın, alan değil.

Yüzeysel olanı dışlayarak gerçeğin şövalyesi olabilirdin. Kendi gerçeğinin alfabesinin başlangıcını kutsal ruh özgürlüğüne ulaşmak oluşturuyordu. İçindeki savaşın cephanesine sürekli silah taşımaya böyle başladın. Kendine güvenin yoktu. Şair değildin. Şiir yazamadığın için şiir denemeleri yazıyordun.

Başarının sendeki karşılığı annenin seni başarılı bulmasıydı. Şairliğin ile öğretmenliğini takdir etmiyordu annen. Onun hayali geleneklerinize uygun bir gelini elini öpmeye götürmen ve rahip kürsüsünden insanlara Tanrı’nın yolunu anlatmandı.

Annense umarsızca papazlık ile şairliği bir arada götürmene razı olmuştu. Anne olmak çocuğunun ruhunun da annesi olacağın anlamına gelmiyordu. Sorumluluk duygun ya papazlığı ya da şairliği tercih etmeni emrediyordu. Öğretmenlik ile şairlik geçimini sağlamakta yetersiz kaldığı için sık sık annenden yardım istiyordun.

Yenilgilerin silip süpürmüştü zafer ve gurur duygusunu içinden. Kendine inanman ünlü olmana bağlıydı. Sevgi, dostluk, özellikle de özgürlük gibi soyut kavramlar ile ahlaki tutumundaki o sarsılmaz kutsallıkla törenselliği kahramanlaştırdın şiirlerinde.

ACI, TANRI VE ŞİİR!

Acı gibi hayatın da soyuttu. Acı Tanrı’ya olan sarsılmaz inancının kök salmasını sağlıyordu içinde. Kaderinin, Tanrı’nın ve sözcüklerin karşısına soylu temiz ruhuyla çıkmalıydın sen. Bu yüzden aforizmalarındaki şiir bilim denemen kendinden sonraki şairler için şiirsel tine giriş kapısı olarak algılanıyor ve şiire karşıt varlıkların uyumu damgasını vuruyor.

Estetik aklın bünyesinde barındırdığı her tüm eylemi kapsayan şiirinde güzellik iyilik ve doğruluk… tek yumurta ikiziydi. Sana göre tinin felsefesi estetik felsefenin özüdür. Şiirin senin gibi Tanrı’ya ulaşarak ölümsüzlüğe erişmeliydi. Tanrı yolunda şiirlerinde sen de kibri bıraktın.

Antik konulara özellikle de Yunan mitolojisine olan düşkündün. Senin sanatçı dehanı inandıklarına kendini adayışındaki saflıkta aramak gerekiyor. Şairliğini de en yüksek mertebeye taşıyan bilgi değil, ruhunu yüceltmek adına çektiğin acılar ile ödediğin bedellerdir. Kutsallık coşkun, elinin dokunduğu gözünün gördüğün her şeyi kutsallaştırıyordu.

Irmakları, börtüyü böceği dağı taşı kahramanlaştırmayı seviyordun. Bir parçası olmamak için ruhunu teslim etmediğin akılcı dünyanın gerçeklerinin resmini çiziyordun sözcüklerin tuvaline. Kendi özelini yansıtman hoşuma gidiyor benim.

Tanrı gibi senin de yaratıcı coşkun ölümsüzdü. Parçalanmış ruhunun tamamladığını hissettiğin anlardı yaratıcılığın zirveye çıktığın. Hüznünün derinliklerinde karamsarlıktan çok yazgısına boyun eğmenin kısır bir döngüye dönüştürdüğü huzur hâkimdi.

Duyguların sıcak olduğu kadar berraktı da. Şiire aşırı kırılgan, aşırı duygusal sözcüklerle başlamıyordun. Duygu yoğunluğunu sisli bir havaya benzetiyordun. Şair sisli havada önünü göremediği için şiirdeki gerekli manevraları da yapamaz. Ne duygular ne özgürlük ne de bastırılmışlık… baskın değildi şiirinde. Sözcüklerin de dua gibi Tanrı’nın sesidir.

Şiirde dilin sadeliğine özen gösteriyordun. Şiir ne kendini kazanmak için mücadele etmeli ne de kendisini kaybetme korkusu yaşamalıdır.

Goethe ve Schiller’le tanıştın. Schiller’i yitirdiğin babanın yerine koydun. Hyperion çalışmanı Schiller ile Goethe’ye gösterdin. Ağızlarından beklediğin övgünün çıkmaması içten içe kemirdi seni. Vücudunun değil, ruhunun derisi yoktu. Gergin duyarlılığın tozdan nem kapıyordu. Şiir yurdun kutsallıksa yaşama nedenindi.

Hastalığının adı hayatla barışmamaktı. Hastalığın hayatın kahraman yanlarını aramaya itti seni. Felsefeye yöneldiğin dönemler yaşın gereği ne ruh dünyan ne de düşünce dünyan aydınlanmamıştı. Yani tam bir aydın değildin içinde. Ruhuna kozası dışına çıkmayan dogmatik iraden hâkimdi. İradeni ayakta tutan sana doğru yolu gösteren sezgilerinin seni terk etmesi felaketin oldu.

Dünyan meteorlardan oluşuyordu. Duyguların tıpkı gökyüzünde düşen cisimler gibi başka başka cisimlerin çekim alanlarına yöneliyordu sık sık. Şiirlerinde dostluğu, insanlığı, uyumu ve doğayı işledin. Şiirlerinde de duygunun/düşüncenin/ yaratmanın/ sevmenin/ sevilmenin varoluş felsefesini aratmıyordu.

Sana göre aslolan şiirde yaratının özüdür. Bu öz ne kadar güçlüyse şairi de o kadar kalıcı düşüncenin arayışına itiyor. Şiir bilinçli oluşturulan bir sistemdir. Yeni her şiir kendi sistemini kurmakta ne kadar mahirse sürekliliğini sağlamakta da o kadar mahirdir.

Şiirin bel kemiği şiirin yapısıdır. Sistem doğru kurulursa gerçek şiire eriş de o kadar kolay olur. Şair ulaşmak istediği doyuma ulaşmanın yolunu bilmelidir. Senin gibi ne yapmak, istediğini doğru kavrayan şair sözcükleri yerli yerinde kullanmakta ikirciklik yaşamaz.

Şair duygularını canlı tutmasını, olayları/ yaşadıklarını doğru kavramalı ki, yaşadıklarını şiirleştirebilsin.

Tökezlediğinde yardımını esirgemedi Schiller senden. Sana iş eserin içinse yayınevi buldu. Kendine verdiğin tahribatı yarıya indirgemek için iç taşkınlığını dizginlemek istemesini doğru algılamadığın için kırıldın ona.

KAVUŞAMADIĞI AŞKI SUSANNE!

1798-1801 dönemi yaratıcılığının zirvesine çıkmıştın. Lirik şiirlerin yanı sıra Menon’un Diotimaya’ya Ağıtı ile Ekmek ve Şarap gibi eserlerini kaleme aldın çünkü Susanne Gontard’la tanışmıştın Frankfurt’ta. Onun sayesinde ellerini boğazının üstünden çektin. Rahat bir nefes aldın. Diğer erkekler gibi tam bir erkek olduğunu algıladın huzursuz ruhun huzura erdi.

Onda annende doyamadığın sevgiye doydun. Seni takdir etmek için başarıyı belgelere indirgemedi. Yargılanmadığın bu yürekte dostluğu buldun. Ne ağaran saçlarından ne de bakımsız giysilerinden rahatsız oldu. Yaşamadıklarının adresi oldu ve sevginin tandırını yaktı ateşiyle. Gülmeyi öğrendin.

Ona antik yazarların varlığını kabul ettiği felsefede bilgiyi taşıyan ilk kadın filozof olduğu varsayılan Diotima olarak sesledin. Diotima’nın adı bir tragedya yazarı olan Platon’un Şölen diyalogunda geçiyor. Sevmek ve sevilmenin iksirinden içtin kana kana. Ermeyi hayal edemediğin mutluluğun doruk tepesiydin. Anlaşılmıştın. Kendine olan nefretini söküp atmıştın içinden.

Sevilmek duygusu, hayattın senden esirgediklerinin sana cömertçe sunulmasıydı. Sonsuz huzur içinde ruhunu sevgiline teslim etmiştin. Ders verdiğin çocuğun annesi olan Susanne Gontard içindeki saflığıyla seni kendine hayran bırakan kadındı.

Sevdiğin kadın ruhunun yeraltı haritasını eline veren Diotima’ndır senin. Onu hayattan önceki büyülü bir varoluşun kız kardeşi olarak selamladın şiirinde. Gerçek hayatta kavuşamayacağınızı biliyordun onunla. Bu yüzden senden önce yaşayıp bitmiş zamanlarda yitirdiklerinin yerine koyduğun kız kardeşin ya da karın olmuştu senin.

Ruhunu aşırı sevilme ihtiyacın ile hayallerinin gerçekleşmediğine duyumsadığın aşırı nefret duygusu parçalamıştı. Paramparça olmuş ruhların güneşi doğarken de batarken de gölgeleri olmaz ki, lime lime yaksın ruhu.

Aşkın günışığına çıktığında ne kendini ne de aşık olduğun kadını erkekçe savunmadın. Korkak bir aşk hırsızı gibi evden kovdular seni. Âşık olduğun evli kadınını iffeti kirletilmiş bir halde kocasının ve toplumun baskısına emanet ettin.

Dedim ya ne tam bir erkek ne de tam bir aydındın. Ruhunu parçaladıktan sonra kaderine teslim ettiğin kadınına yazdığın aşk mektuplarıyla ulaşmaya çalıştın. Hayatın sana sunduğu bir kereliğe özgü mutluluk şansına da böyle veda ettin.

Oysa kadınını sahiplenmek kocasının değil, senin sorumluluğundaydı. Onunla evlenmeliydin. Hüznün/aşağılanmanın/ihanetin kefenine sardığın kadın senin aksine duygularına mertçe ödediği bedellerle sahip çıktı. Bu soylu/ cesur kadının karşısında aşkının bir köpeğin önüne atılan kemikten farkı yoktu. Şiirin dışında ne aşka ne de sevilmeye adadın kendini.

Susanne Gontard’a aşık olmuştun olmasına ama bir kadın için riski göze alacak yürek yoktu sende. Sen ki hayatın boyunca sorumluluklardan kaçmıştın. Ekmeğini kazanıp şiir yazıp kutsal olana ulaşarak kendini kendi gözünde kahramanlaştırmak istiyordun. Asıl aşkın buydu.

Sevgilinin sevgisi bile yüreğindeki vahşi sevgisizliği bütün bütün ortadan kaldırmamış, sadece yumuşatmıştı. Senin ruhun gökyüzüne aitti yeryüzüne değil. Şerefsiz, kirletilmiş hissediyordun kendini. Kadınını yüz üstü bırakan kalbin ümitsiz ve amaçsızdı. Kutsal olana daha sıkı sarıldın. Yüreğinden hüzünlü bir düş gibi konuk ettiğin Susanne Gontard geçti.

Soruyorum sana: “Sahip olduklarını kaybetmekteki ustalığını hayata mı yoksa annene mi borçlusun? İnsanlarla ne kederde ne de mutlulukta da eşit şarlara sahiptin. Kaybetmeyi acılarının sayısını çoğaltacağını düşündüğün için kazanç sayıyordun.

Kaybetmiştin yaşam iksirlerin olan Schiller ile Diotima’nı. Yazgının zehrini içtin. Adın gibi yazgın da yürüyen ıstıraptı. Şiirlerinin ayaklarına kapandın ve şiirde şair efsanesini işledin. Sana göre Tanrı’ya ulaştıkları için gökyüzünde mutluydu ölenler. Beyhudeliğe kendilerini kaptıranlarsa yeryüzünde yaşayanlardı.

ŞAİR PAPAZIN KUTSALLARI!

Tanrı’ya kavuşmadığın için yalnızdın. İnsanın varlığını sürdürebilmesi için tanrısal olana, tanrısal olanın da hakikatini sürdürebilmesi için senin gibi insanlara ihtiyacı vardı. Bu yüzden şairlik ile papazlığı birebir eşitliyordun. Şiir de kutsal kitaplar gibi aracıydı Tanrı ve kul arasında. Edebiyat da Tanrı’nın katında din öğretileri kadar önemliydi. Sözün gücü ayetin gücünden üstündü çoğu kez.

Şair, Tanrı’ya seslendiği şiiriyle Tanrı’nın ölümsüzlüğünü kutsuyordu. Şiirin büyülü gücü Tanrı’ya inananların sayısını çoğaltıyordu. Bir bakıma her şiir tıpkı şarap ve ekmek gibi kutsaldı. Yüreğindeki kutsal coşkuyu anlamasını bekliyordun Goethe ve Schiller’den. Schiller tarafından anlaşılmamak senin için ölümle eşdeğerdi.

Hyperion’da gözü kara bir çocuğun sınır tanımayan hayalperest coşkusunu sezgi duyarlılığıyla taçlandırmıştın. Romanda kişisel dünyanın dışına çıkmıştın. Lirik bir söyleyişle bireyin iç /dış dünyasındaki zıtların çiftleşmesinden doğan güzelliğin bireyin idealini gerçekleştirmesindeki rolünü anlatıyordun.

Romanın, sezgilerinin sözcükleriyle çalınan bir müzik aleti gibiydi. İzleyici salt romanını okumuyordu. Hayatının filmini sözcüklerin sahnesinde izliyordu. Sözcüklerin mükemmel ritmi okuyucuyu kendisine esir ediyordu. Coşkunla okuyucuyu sanat ile hayatın en zayıf en temiz en masum göklerine uçuruyordun.

Doğa düşünürlerinin temel öğe (arkhe) olarak belirlediği, su, ateş, havaya ve topraktır. Senin şiirinde ise toprak eksikti. Bu dörtlü doğanın kusursuz birleşecekleri tek mekândır. Sözcüklerin ateşin çocuğuydu. Hava hem hafifti hem de su gibi berraktı şiirlerinde. Vatanızdır şiirlerin su, hava ve ateş gibi. Birebir yaşantının katı kurallarına budan sadık kalmadılar.

Şiirlerin huzursuz bir ruhunun anlık duygu parıltıları ile anlık duygu karanlıklarına gebeydi. Sözcükleri yeni söyleyiş biçimlerine gebe bırakmayı sevdiğin için sadece duyguyla hissedilebilen - duyguların peşinden giderek yazdın - göklerin şiirlerini.

Ateşin dansına kaldırdığın şiirin dumanının gökyüzüne ulaşması tesadüf değil. Sen zaten tesadüflere değil, kaderine boyun eğmeyi yeğliyorsun. Kendi dünyandan kendine seslendiğin için özgünsün. Şiirde bireysellikle arana mesafe koyuyorsun; çünkü duyguların coşkusuyla gökyüzüne uçurduğun sözcüklerin kanlı canlı bir ruh olarak tekrar dünyaya dönmesini istiyordun.

Duyguların cinsiyetin değil, meleklerin kutsal şiirlerini yazıyor ki, insan ruhu senin gibi saf huzura ersin.

Birer başyapıt olan Empedokles’in Ölümü ile Hyperion’da yüce kutsallığın en üst katmanından sesleniyorsun bize. Empedokles’in Ölümü yazgına boyun eğişinin destanı değil; yazgını arayışının trajedisidir. Hüznünün renkleri hayatının yönü gibi değişiyor bu eserinde. Hyperion’daki hüznün tıpkı sabahın güne göz kıptığı kızıl sis gibidir. Aynı hüzün Empedokles’te yazgın gibi kapkaradır.

Empedokles’te kaderinin yükselişten inişe geçtiği dönemleri anlatıyorsun. Romanında ise gençlik yıllarının hayalperestliğinden seni asil hayatın saflık katına yükseltmesini istiyorsun. Empedokles’te büyülü rüyalardan/ beklentilerden vazgeçip yaşadıklarına yakışır kutsal bir kahraman, bir bilge gibi ruhunun güzelliği bozulmamışken gönüllü bir ölümü arzuluyorsun.

Okuyucu senin evrenle mistik bağının yükseliş/ batışını sezişindeki dehana tanıklık ediyor.

Empedokles’te kendini, gerçeği sınama cesaretini kahramanlık katına çıkartarak ödüllendiriyorsun. İdeallerini gerçekleştirdiğin Empedokles’in Ölümü düşüncelerini ölümsüzleştirdiğin tragedyandır senin.

Sicilyalı tarihi bir kişilik olan Empedokles’in (M.Ö. 490-435) yüzyılda yaşadığı tahmin ediliyor. Bir Yunan kolonisi olan Agrigentum kentinin yurttaşı olan bu tarihi kişiliğin birçok sıfatı var. Goethe’nin Faust’u gibi büyücüdür, şairdir, filozoftur ve senin gibi de rahiptir. Empedokles’e seni çeken senin kadar tek yanlı varlığın düşmanı olmasının yanı sıra senin kadar hayattan/ insanlardan şikâyetçi olmasıdır.

Senin gibi ihtiyacı olanların yanında Tanrı kadar her yerde samimi bir kalbe hazır nazır bulunmaması ve de Tanrı kadar insanları eşit bir biçimde sevip insanlarla birlikte sonsuza dek yaşamak istemediği için seni anlayacak tek kişilik olduğuna inandın onun.

Bu yüzden eserine adını vermekle kalmadın ona kimseye açmadığın duygularını açtın ve duygularının cömertliğiyle onu öyle yücelttin ki, düşüncelerinin büyücü gücü, yaratıcılığına meydan okuyan bir bilge yarattın ondan. Eserindeki sözcükleri hem benliğinin en yüksek heyecanıyla ödüllendirdin hem de birbirini coşkusuyla tamamlayan heyecana sahip depresyonla tek tek birbirinden ayıkladın.

Gerilimi /heyecanı/ coşkuyu/ depresyonu yüksek olan eseri bitirdiğin de kendini de tüketmiştin. Varlığına anlam katan başta Tanrı’nın lütfü olmak üzere içinde hayat belirtisi barındıran en küçük bir duygu kıvılcımı kalmamıştı içinde. Bu yüzden Empedokles’te değişiminin ve kendine dönüşünü doya doya yaşadın.

İlk kez hüznü bu eserde bilgiye dönüştürüyordun. Gerçek yalnızlığa ulaşmak için insanları aşman gerektiğini algıladın. Ölüme gidişin hayatı aşmakla mümkün olacağını biliyordun artık. Gökyüzünün eserini yazan sen, antik dünyayı ruhunun tutkulu iradesi sayesinde hakikatleştirerek Alman edebiyatını dâhisi yapmıştın farkında olmadan kendini.

Eserlerin ne özlemini duyumsadığın şöhrete ne de annene el açmaktan kurtarmıştı seni. Sonbahar yaprakları gibi sararan duyguların içine düşüyordu birer birer. Bu öyle bir hayal kırıklığıydı ki, Schiller bile yapıtlarını ölümsüz bulmuyor sadece tek bir şiirini yıllığına alarak seni ödüllendiriyordu. İnsanlar değil ama Tanrı reva gördüğü acılarla seni ne kadar ciddiye aldığını sana kanıtlıyordu.

Yorgun sinirlerinin demir hücresine çekilmesinin zamanı gelmişti. Yalnızlığın hayaleti etrafında değil, içinde konuşuyordu. Sevdiklerin tarafından sevilmemiştin. Sevilmemiş olmanın diyetini ödemeliydin hayata. Delirerek ne baharları ne de kışları bilinçli olarak karşılamamaya yemin ettin.

Ruhunun güneşi battığı için üşüyordun. Uzun süre bilincinin karanlığına boyun eğmemek için didindin. Direncini yitirdiğin için onu da kabullendin sessizce. Yaşamadıklarının öcü yaşamadıkların kadar incitmeliydi insanı.

Sen bu incinmişlik duygusu içinde son kez Schiller’e mektup yazarak yardım istedin ondan. Scardanelli’nin (kendine bu adla sesleniyordun.) Beklediği yardım ölüm gibi kapını çalmadı. Gergin sinirlerinden dolayı insanlar senden kaçıyordu. Bir süreliğine annene sığındın. Hastanede yattın. Sonunda bir marangoz ustasının evine yerleştin.

Şiirin bu büyük ustası artık kimsesizdi. Yılar yavaş yavaş saldırganlığını uyuşturdu eski çocuk ruhlu haline geri döndüğünü sana düşündüren günleri yaşattı. Vücuduna/ ruhuna hiç tanımadığın bir yabancının vücudu/ ruhuymuş gibi kayıtsızca bakıyordun. Ruhunu kanatmadan yıllarca kendi cenazeni sırtında taşıyacak kadar cesurdun.

Akılcı dünya gücünü kanıtlamıştı sana. Yıllar sonra kimse kayıp hayatını değil ama görmezden geldiği Hyperion ile Empedokles’in Ölümü eserlerine yüreklerini açtı. Geç kapını çalan şöhret tıpkı Diotiman gibi senden önce yaşamış ve yaşam serüvenini noktalamış Hölderlin’in şöhretiydi.

Piyano, şiir ille de kendi kendine yüksek sesle okuduğun ilahilerdi hayatının anlamı. Akıl karanlığının sığınaklarıydı ses ve ritim. O dönemde yazdığın şiirler tamamen sana özgüydü ve tepeden tırnağa şiirdi yazdıkların. Sonunda o yarım yamalak yaşadığın çocukluğuna geri dönmüştün aklının karanlığında.

Ölmeden özgür kılmıştın kendini. İnsanların düşünceleri ilgilendirmiyordu seni. Dünyanın hükmü sökmüyordu tıpkı senin gibi mezardakilere.

Senin bilgi duygu sezgi birikiminin Jena döneme damgasını vuran filozoflardan eksiği yoktu. Onlar gibi şöhretli olmamanın nedeni sevgisizliğin, dışlanmışlığın, başarısızlığın ille de kutsal olana duyumsadığın özlemdi. Hayatının grameri acı ve mutluluğu özlemekti.

Evet, yaşadığın çağda değerin anlaşılmamıştı senin. Sen de ruhunun müziğini Tanrı katında çalmak için ayrıldın dünyadan. Kaderini kutsallaştırma görevini eserlerin üstlendi. Tutkulu ruhun Tanrı’nın lütfuna ermişti. İçindeki insanla insanlığını yitirmeden vedalaşmıştın.

Artık, Schiller’in değil, meleklerin övgüsüne ihtiyacın vardı. Mezara değil, kendi gerçeğine gömüldün. Annenin baskısına, dostlarının ihanetine, hırslarına, sinikliğine, sevgisizliğine, karamsarlığına, umutsuzluğuna, başarısızlığına… inat seni sen yapan ne inancına ne de şiire ihanet etmeyerek kendini yalan dünyada gerçekleştirmiş olmanın huzuruyla sonsuzluğa ulaştın.

Artık şiirlerin gibi hayatın da ölümsüzdü. Ne gariptir ki, şiirinde dışladığın toprağa sığındın. Ölümünün sana öğreteceği son ders toprağın cömertliğiydi.

Ben de seni toprağın cömertliğiyle selamlıyorum.

 

Cahit Irgat - Ağaç


 I
Bir ağaç ki düşünür
Bütün ömrünce,
Bir ağaç ki ağlar
Yağmur yağdıkça,
Derdi sorulmaz
Gölgesiyle yatılır
Koyun koyuna toprakta,
Meyvesi yenilir
Dalı kesilir üstelik.

Ve ben senin için ağlarım
Yağmur yağdıkça.
II
Çıldırtmağa kalkma beni
Çıldırmam.
Nasıl olsa benimsin
Yıldız yüklü ağaç.

Dünya Çevre Günü Nedir?