Yıllarca
bilincin yitik yaşadın. Bilinçsizliğin üstü açık mezarında Tanrı’dan
merhamet dileyerek umarsızlığın en saf haline ulaştın. Kendini
insanların merhametsizliğine kalkansız / maskesiz bıraktın. Bilinçli bir
insan olarak saflığının çıplaklığına dokunmak istiyorum.
Söyler
misin kin duymadan, hayatın sadakasına ihtiyaç hissetmeden yaşamak
nasıl bir özgürlüktür? Parçalanmış ruhunu tamamlayan yanlarımı görmeni
istiyorum senden. Bilgileri, belgeleri, kitaplarını, şiirlerini
kaldırıyorum masamdan.
Birbirimize
kanıtlayacak şeylerin olmasını istemiyorum, ki senin bilinçsiz
saflığına erişeyim. Hakkında aykırı uçlara savrulmayı göze almadan senin
gerçeğine ulaşamayacağımın farkındayım.
Hakkındaki yanılgılarımı salt senin gerçeğine ulaşmak için gösterdiğim çabanın içtenliğine ver.
Ben
oldum olası trajik yazgıları olan insanları kendime yakın buluyorum.
Ruhum o insanlarının ruhunu yüksek sesle çağırıyor. Aylardır beynimde
yankılanan sesin, düşüncelerimi esir alıyor. Tek bir şiir dizeni bile
yazıma almamamın nedeni, duygu ve düşüncelerimi kaynak olarak
gösterdiğim içindir.
İnsan
yaşadıklarının eseri, yaşa(ya)madıklarının ise mezarıdır. Eserlerle
hislerin çağı var mıdır? Belki bu yüzden eski / yeni kitap ayırımının
karşısında oldum. İnsanlığa sırtını dönmeye benziyor esere eski olduğu
için sırtını dönmek. İyi yapıtların yaşı olmaz tıpkı senin gibi.
Yazan
her insanın hastalığıdır şöhrete ulaşma isteği. Şöhret aklının
karanlığında kapını çaldı. Dönek şöhretti ben önüne çıkan her erkekle
yatan bir kadına benzetiyorum. Tam da bu görüş açısı içerisinde seninle
ilgili düşüncelerimi aklımın süzgecinden geçiriyorum.
Gerçekte
var olan ama görülmeyene/ ulaşılmayana ulaşma arzusudur benimki. Adını
bilenlerin ruhuna ulaştıklarını sanmasıdır görülmeden yaşamak. Koltuk
yarışındakilerin insan ruhunun inceliklerinden ödleri kopuyor.
Başta
annen olmak üzere kimse senin ruhunun inceliklerini algılamak istemedi.
İnsanların çıkarı olmadığı kişileri anlama gibi bir kaygıları yoktur.
Vaktinde gelmeyen ne mutluluğa ne adalete ne de şöhrete ihtiyaç duyuyor
insan. Bu yüzden kış ortasında açan ağaçların çiçekleri heder oluyor.
Sen
mutlu olmayı, sevmeyi, sevilmeyi… bekledin hayatın boyunca. Beklemek
kadar insan ruhunu yiyip bitiren bir başka duygu yoktur hastalık
dışında. Kendime “hayatını / eserlerini baştanbaşa kuşatan dinin
ruhundaki rafine karşılığı nedir?” diye sordum ve sorular birbiri
arkasından sökün etti:
“Neden
terk edilmişlik duygusu ruhunu parçalıyordu? Duvarların arkasına
sığınmak, çocukluğundan kalan bir hastalık mı yoksa korku muydu?
Duygularını ifade etmekte niçin acizdin? Neden anneni memnun etmek
istedikçe onu üzdün, kendini memnun etmek istedikçe anneni üzdüğünü
algılaman hayatına mal oldu?
Sevgili
Hölderlin, hayatını sorulara sığdırmak bana da adil gelmiyor ama
sorular insanın kendisiyle kurduğu ilişkinin göbek bağıdır. Seninle
soruların açtığı yolda yürürken bir dilim ekmek kadar mutluluğunu
tattığımız çocukluk günlerimize gidelim istedim.
Bu
yüzden mi ne yaşadıklarımız ne de acılarımız bizi doyurdu. Biz yarım
yamalak mutluluk ile yarım yamalak mutsuzluğun ruhuyuz seninle.
Ruhumuzun insana dair her duyguya ait olması şaşırtmıyor beni.
İnsan
mutluluğun olmasa bile mutsuzluğun doyumuna varmalı. Biz insana ait her
duygunun doyumunu fazlasıyla yaşadık. Bu yüzden bilincimiz/aklımız
taşımakta kısır kaldı.
Sevgili
Christian Friedrich Hölderlin, 20 Mart 1770'te, Laffen'de doğdun.
Hayatın seninle pazarlık etmeye niyeti yoktu. Çocuk yüreğin başta baban
olmak üzere sevdiklerinin ölümlerinden dolayı yasla tanıştı. Hayatın
anlamı senin için yas tutmaktı.
Annen
dine yönlendirdi seni. On dördünde parasız öğrenci olarak sırasıyla
Denkendorf Manastır’ı, Maulbronn Manastır’ı ve Tübingen Vakıf Okulu’nda
okudun. On dört yaşındaydın. Tam on yıl bir duvardan bir başka duvara
mekik dokudun. Sen de duygularını içine gömerek kendi duygu manastırı
yarattın.
Duygusallığı
zayıflığının göstergesi olarak algılaman o yılların sana armağanıdır.
İçe bastırılmışlığın güçlü bir iç gerilime neden olduğunu göremiyordun
içinde.
KARŞIT DUYGULAR, HEGEL VE SCHELLING!
Sonraki
yıllarda duygularının yönü dinin estetik deneyimleri üzerine
yoğunlaştı. Karşıt duygular hayatını ele geçirince sen de karşıtlık
üzerine kurdun şiir kuramını. İbranice, Yunanca, Latince öğrendin, Hegel
ve Schelling ile uzun soluklu felsefe tartışmalarına giriştin.
Din
mutlak boyun eğişi felsefe ise mutlak şüpheyi temsil ediyordu.
İlahiyattaki yetkinliğin ruhunu huzura erdirmediği için anneni memnun
etmek için yaptığın Protestan vaizliğinden ayrıldın.
Soruyorum
sana: Ne dünyevi ne de ruhani hırsı olmayan ruhunun bir yurt edinmesi
mümkün müydü? Sen de dünya ve ahret arasında bir köprü olan edebiyatı
yurt edindin kendine. Daha okul yıllarında önce şiire sonra da Hyperion
adını verdiğin romana başlamıştın.
Evrensellikle
birlikte ölümsüzlük iksirinin tadına da çocukluk yıllarında bakmıştın.
Çocuk yaşta gerçek dünyan olan anne/büyükannenin kollarından alınıp
manastır soğukluğuna uzun yıllar itilmen sana gerçek dünyanın kapısını
mühürlemişti.
İçindeki
sessizlik hayatın boyunca bir gölge gibi peşinden dolaştı. Utangaç
mizacın ile insanlara saygılı yaklaşımın seni tanıyanların belleklerinde
iz bırakıyordu.
SEVGİ, DOSTLUK, ÖZGÜRLÜK, AHLAK!
Sarışındın
ama yaşının üstündeki olgun davranışların esmerdi. Protestan rahibi
olarak insanlarla kendi arana mütevazı bir mesafe koymaya özen
gösteriyordun. Çünkü insanların kaba davranışları onlara olan güvenini
yitirecek değin içinde ciddi hasarlara neden oluyordu.
Sen
de benim gibi yaralarını sarmak için sık sık içine kapanıyordun.
Kendini sürekli hor görmenin ruhunda yarattığı fırtınaların seni
deliliğe götürdüğünü düşünüyorum ben.
Jena'da
ve Frankfurt'ta özel öğretmenlik yaptın. Gururun vaizlikten ayrıldıktan
sonra parayla özel öğretmenlik yapmanı içine sindirmiyordu. Düşkündün.
Ölümsüzlüğe yalnızlığınla ereceğini biliyordun. Ruhunu yalnızlıkla tımar
ettin.
İkimiz
de çocuk bedenimize meydan okuyan yaşlı ruhlarımızla doğduk. Akılcı
dünya bizim gibi ruhunu satmayanları çocukken fişliyor. Şu an
dışlanmışlığımızla birbirimizi tamamlıyoruz. Birbirimize kendimiz kadar
yakınız.
Schiller’in
övdüğü "usluluğunu" ben içine akan akrebin tatlı zehri olarak
algılıyorum. Bu tatlı zehir aldı bilincinin kontrolünü eline. Paraya
biat ruhunda yoktu. Kendine saldıra saldıra ürkek, korkmuş, sinmiş bir
insan oldun. Ne kendini takdir etmeyi ne de kendinle barışmayı öğrendin.
Başta
annen olmak üzere kimse tarafından takdir edilmedin. Ruhun takdir
edilmemenin insan ruhu üzerindeki tahribatının manzarasıyla doluydu.
Güzellik ile saflık tutkundu. Ruhunun ışıltısı bir güneşti; zamansız
battı. Baktığın her ayna kırılıyordu. Kırık aynalarda parçalanmış yüzünü
görmekten yorgun düştün.
Görevdi
senin için kutsal olanı aramak... Düşüncelerini didik didik etmeliydin
kutsal saflığa erişmek için. Sözcüklerine ışık veren devrimi senden
başka gören/ takdir eden yoktu. Bu uğurda ödediğin bedelleri gözün
görmüyordu.
Hayatını
kolaylaştıran her türlü konfordan elini çektin. Yazgını hayatın
insafına bıraktın. Zayıf bedenin başı dik ruhunun eviydi. Berduş
giysilerinin içinde ruhunla yaşadığın için özgürdün.
Ruhuyla
yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu yaşadıklarımdan / ödediğim
bedellerden biliyorum. Dünyadan elini eteğini çekersin. Dünya ile ne
ortak duyguların ne ortak isteklerin ne de ortak tanıdıkların vardır.
Yokluk sonsuz bir boşluk duygusunu uyandırıyor insanın içinde.
Böyle
bir ruhu ancak edebiyatın cömertliği teselli edebilirdi. Sen de şiirin
dünyamızdaki elçisiydin. Tanrı'na ulaşmak gibiydi sözcüklerine ulaşmak.
Ruhundaki kutsallık şiirini de kuşatıyordu. Kutsal ruhunda barınan
duyguyu / düşünceyi insanlıkla paylaştın. İnancın gereği veren el
olmalıydın, alan değil.
Yüzeysel
olanı dışlayarak gerçeğin şövalyesi olabilirdin. Kendi gerçeğinin
alfabesinin başlangıcını kutsal ruh özgürlüğüne ulaşmak oluşturuyordu.
İçindeki savaşın cephanesine sürekli silah taşımaya böyle başladın.
Kendine güvenin yoktu. Şair değildin. Şiir yazamadığın için şiir
denemeleri yazıyordun.
Başarının
sendeki karşılığı annenin seni başarılı bulmasıydı. Şairliğin ile
öğretmenliğini takdir etmiyordu annen. Onun hayali geleneklerinize uygun
bir gelini elini öpmeye götürmen ve rahip kürsüsünden insanlara
Tanrı’nın yolunu anlatmandı.
Annense
umarsızca papazlık ile şairliği bir arada götürmene razı olmuştu. Anne
olmak çocuğunun ruhunun da annesi olacağın anlamına gelmiyordu.
Sorumluluk duygun ya papazlığı ya da şairliği tercih etmeni emrediyordu.
Öğretmenlik ile şairlik geçimini sağlamakta yetersiz kaldığı için sık
sık annenden yardım istiyordun.
Yenilgilerin
silip süpürmüştü zafer ve gurur duygusunu içinden. Kendine inanman ünlü
olmana bağlıydı. Sevgi, dostluk, özellikle de özgürlük gibi soyut
kavramlar ile ahlaki tutumundaki o sarsılmaz kutsallıkla törenselliği
kahramanlaştırdın şiirlerinde.
ACI, TANRI VE ŞİİR!
Acı
gibi hayatın da soyuttu. Acı Tanrı’ya olan sarsılmaz inancının kök
salmasını sağlıyordu içinde. Kaderinin, Tanrı’nın ve sözcüklerin
karşısına soylu temiz ruhuyla çıkmalıydın sen. Bu yüzden
aforizmalarındaki şiir bilim denemen kendinden sonraki şairler için
şiirsel tine giriş kapısı olarak algılanıyor ve şiire karşıt varlıkların
uyumu damgasını vuruyor.
Estetik
aklın bünyesinde barındırdığı her tüm eylemi kapsayan şiirinde güzellik
iyilik ve doğruluk… tek yumurta ikiziydi. Sana göre tinin felsefesi
estetik felsefenin özüdür. Şiirin senin gibi Tanrı’ya ulaşarak
ölümsüzlüğe erişmeliydi. Tanrı yolunda şiirlerinde sen de kibri
bıraktın.
Antik
konulara özellikle de Yunan mitolojisine olan düşkündün. Senin sanatçı
dehanı inandıklarına kendini adayışındaki saflıkta aramak gerekiyor.
Şairliğini de en yüksek mertebeye taşıyan bilgi değil, ruhunu yüceltmek
adına çektiğin acılar ile ödediğin bedellerdir. Kutsallık coşkun, elinin
dokunduğu gözünün gördüğün her şeyi kutsallaştırıyordu.
Irmakları,
börtüyü böceği dağı taşı kahramanlaştırmayı seviyordun. Bir parçası
olmamak için ruhunu teslim etmediğin akılcı dünyanın gerçeklerinin
resmini çiziyordun sözcüklerin tuvaline. Kendi özelini yansıtman hoşuma
gidiyor benim.
Tanrı
gibi senin de yaratıcı coşkun ölümsüzdü. Parçalanmış ruhunun
tamamladığını hissettiğin anlardı yaratıcılığın zirveye çıktığın.
Hüznünün derinliklerinde karamsarlıktan çok yazgısına boyun eğmenin
kısır bir döngüye dönüştürdüğü huzur hâkimdi.
Duyguların
sıcak olduğu kadar berraktı da. Şiire aşırı kırılgan, aşırı duygusal
sözcüklerle başlamıyordun. Duygu yoğunluğunu sisli bir havaya
benzetiyordun. Şair sisli havada önünü göremediği için şiirdeki gerekli
manevraları da yapamaz. Ne duygular ne özgürlük ne de bastırılmışlık…
baskın değildi şiirinde. Sözcüklerin de dua gibi Tanrı’nın sesidir.
Şiirde
dilin sadeliğine özen gösteriyordun. Şiir ne kendini kazanmak için
mücadele etmeli ne de kendisini kaybetme korkusu yaşamalıdır.
Goethe
ve Schiller’le tanıştın. Schiller’i yitirdiğin babanın yerine koydun.
Hyperion çalışmanı Schiller ile Goethe’ye gösterdin. Ağızlarından
beklediğin övgünün çıkmaması içten içe kemirdi seni. Vücudunun değil,
ruhunun derisi yoktu. Gergin duyarlılığın tozdan nem kapıyordu. Şiir
yurdun kutsallıksa yaşama nedenindi.
Hastalığının
adı hayatla barışmamaktı. Hastalığın hayatın kahraman yanlarını aramaya
itti seni. Felsefeye yöneldiğin dönemler yaşın gereği ne ruh dünyan ne
de düşünce dünyan aydınlanmamıştı. Yani tam bir aydın değildin içinde.
Ruhuna kozası dışına çıkmayan dogmatik iraden hâkimdi. İradeni ayakta
tutan sana doğru yolu gösteren sezgilerinin seni terk etmesi felaketin
oldu.
Dünyan
meteorlardan oluşuyordu. Duyguların tıpkı gökyüzünde düşen cisimler
gibi başka başka cisimlerin çekim alanlarına yöneliyordu sık sık.
Şiirlerinde dostluğu, insanlığı, uyumu ve doğayı işledin. Şiirlerinde de
duygunun/düşüncenin/ yaratmanın/ sevmenin/ sevilmenin varoluş
felsefesini aratmıyordu.
Sana
göre aslolan şiirde yaratının özüdür. Bu öz ne kadar güçlüyse şairi de o
kadar kalıcı düşüncenin arayışına itiyor. Şiir bilinçli oluşturulan bir
sistemdir. Yeni her şiir kendi sistemini kurmakta ne kadar mahirse
sürekliliğini sağlamakta da o kadar mahirdir.
Şiirin
bel kemiği şiirin yapısıdır. Sistem doğru kurulursa gerçek şiire eriş
de o kadar kolay olur. Şair ulaşmak istediği doyuma ulaşmanın yolunu
bilmelidir. Senin gibi ne yapmak, istediğini doğru kavrayan şair
sözcükleri yerli yerinde kullanmakta ikirciklik yaşamaz.
Şair duygularını canlı tutmasını, olayları/ yaşadıklarını doğru kavramalı ki, yaşadıklarını şiirleştirebilsin.
Tökezlediğinde
yardımını esirgemedi Schiller senden. Sana iş eserin içinse yayınevi
buldu. Kendine verdiğin tahribatı yarıya indirgemek için iç taşkınlığını
dizginlemek istemesini doğru algılamadığın için kırıldın ona.
KAVUŞAMADIĞI AŞKI SUSANNE!
1798-1801
dönemi yaratıcılığının zirvesine çıkmıştın. Lirik şiirlerin yanı sıra
Menon’un Diotimaya’ya Ağıtı ile Ekmek ve Şarap gibi eserlerini kaleme
aldın çünkü Susanne Gontard’la tanışmıştın Frankfurt’ta. Onun sayesinde
ellerini boğazının üstünden çektin. Rahat bir nefes aldın. Diğer
erkekler gibi tam bir erkek olduğunu algıladın huzursuz ruhun huzura
erdi.
Onda
annende doyamadığın sevgiye doydun. Seni takdir etmek için başarıyı
belgelere indirgemedi. Yargılanmadığın bu yürekte dostluğu buldun. Ne
ağaran saçlarından ne de bakımsız giysilerinden rahatsız oldu.
Yaşamadıklarının adresi oldu ve sevginin tandırını yaktı ateşiyle.
Gülmeyi öğrendin.
Ona
antik yazarların varlığını kabul ettiği felsefede bilgiyi taşıyan ilk
kadın filozof olduğu varsayılan Diotima olarak sesledin. Diotima’nın adı
bir tragedya yazarı olan Platon’un Şölen diyalogunda geçiyor. Sevmek ve
sevilmenin iksirinden içtin kana kana. Ermeyi hayal edemediğin
mutluluğun doruk tepesiydin. Anlaşılmıştın. Kendine olan nefretini söküp
atmıştın içinden.
Sevilmek
duygusu, hayattın senden esirgediklerinin sana cömertçe sunulmasıydı.
Sonsuz huzur içinde ruhunu sevgiline teslim etmiştin. Ders verdiğin
çocuğun annesi olan Susanne Gontard içindeki saflığıyla seni kendine
hayran bırakan kadındı.
Sevdiğin
kadın ruhunun yeraltı haritasını eline veren Diotima’ndır senin. Onu
hayattan önceki büyülü bir varoluşun kız kardeşi olarak selamladın
şiirinde. Gerçek hayatta kavuşamayacağınızı biliyordun onunla. Bu yüzden
senden önce yaşayıp bitmiş zamanlarda yitirdiklerinin yerine koyduğun
kız kardeşin ya da karın olmuştu senin.
Ruhunu
aşırı sevilme ihtiyacın ile hayallerinin gerçekleşmediğine duyumsadığın
aşırı nefret duygusu parçalamıştı. Paramparça olmuş ruhların güneşi
doğarken de batarken de gölgeleri olmaz ki, lime lime yaksın ruhu.
Aşkın
günışığına çıktığında ne kendini ne de aşık olduğun kadını erkekçe
savunmadın. Korkak bir aşk hırsızı gibi evden kovdular seni. Âşık
olduğun evli kadınını iffeti kirletilmiş bir halde kocasının ve toplumun
baskısına emanet ettin.
Dedim
ya ne tam bir erkek ne de tam bir aydındın. Ruhunu parçaladıktan sonra
kaderine teslim ettiğin kadınına yazdığın aşk mektuplarıyla ulaşmaya
çalıştın. Hayatın sana sunduğu bir kereliğe özgü mutluluk şansına da
böyle veda ettin.
Oysa
kadınını sahiplenmek kocasının değil, senin sorumluluğundaydı. Onunla
evlenmeliydin. Hüznün/aşağılanmanın/ihanetin kefenine sardığın kadın
senin aksine duygularına mertçe ödediği bedellerle sahip çıktı. Bu
soylu/ cesur kadının karşısında aşkının bir köpeğin önüne atılan
kemikten farkı yoktu. Şiirin dışında ne aşka ne de sevilmeye adadın
kendini.
Susanne
Gontard’a aşık olmuştun olmasına ama bir kadın için riski göze alacak
yürek yoktu sende. Sen ki hayatın boyunca sorumluluklardan kaçmıştın.
Ekmeğini kazanıp şiir yazıp kutsal olana ulaşarak kendini kendi gözünde
kahramanlaştırmak istiyordun. Asıl aşkın buydu.
Sevgilinin
sevgisi bile yüreğindeki vahşi sevgisizliği bütün bütün ortadan
kaldırmamış, sadece yumuşatmıştı. Senin ruhun gökyüzüne aitti yeryüzüne
değil. Şerefsiz, kirletilmiş hissediyordun kendini. Kadınını yüz üstü
bırakan kalbin ümitsiz ve amaçsızdı. Kutsal olana daha sıkı sarıldın.
Yüreğinden hüzünlü bir düş gibi konuk ettiğin Susanne Gontard geçti.
Soruyorum
sana: “Sahip olduklarını kaybetmekteki ustalığını hayata mı yoksa
annene mi borçlusun? İnsanlarla ne kederde ne de mutlulukta da eşit
şarlara sahiptin. Kaybetmeyi acılarının sayısını çoğaltacağını
düşündüğün için kazanç sayıyordun.
Kaybetmiştin
yaşam iksirlerin olan Schiller ile Diotima’nı. Yazgının zehrini içtin.
Adın gibi yazgın da yürüyen ıstıraptı. Şiirlerinin ayaklarına kapandın
ve şiirde şair efsanesini işledin. Sana göre Tanrı’ya ulaştıkları için
gökyüzünde mutluydu ölenler. Beyhudeliğe kendilerini kaptıranlarsa
yeryüzünde yaşayanlardı.
ŞAİR PAPAZIN KUTSALLARI!
Tanrı’ya
kavuşmadığın için yalnızdın. İnsanın varlığını sürdürebilmesi için
tanrısal olana, tanrısal olanın da hakikatini sürdürebilmesi için senin
gibi insanlara ihtiyacı vardı. Bu yüzden şairlik ile papazlığı birebir
eşitliyordun. Şiir de kutsal kitaplar gibi aracıydı Tanrı ve kul
arasında. Edebiyat da Tanrı’nın katında din öğretileri kadar önemliydi.
Sözün gücü ayetin gücünden üstündü çoğu kez.
Şair,
Tanrı’ya seslendiği şiiriyle Tanrı’nın ölümsüzlüğünü kutsuyordu. Şiirin
büyülü gücü Tanrı’ya inananların sayısını çoğaltıyordu. Bir bakıma her
şiir tıpkı şarap ve ekmek gibi kutsaldı. Yüreğindeki kutsal coşkuyu
anlamasını bekliyordun Goethe ve Schiller’den. Schiller tarafından
anlaşılmamak senin için ölümle eşdeğerdi.
Hyperion’da
gözü kara bir çocuğun sınır tanımayan hayalperest coşkusunu sezgi
duyarlılığıyla taçlandırmıştın. Romanda kişisel dünyanın dışına
çıkmıştın. Lirik bir söyleyişle bireyin iç /dış dünyasındaki zıtların
çiftleşmesinden doğan güzelliğin bireyin idealini gerçekleştirmesindeki
rolünü anlatıyordun.
Romanın,
sezgilerinin sözcükleriyle çalınan bir müzik aleti gibiydi. İzleyici
salt romanını okumuyordu. Hayatının filmini sözcüklerin sahnesinde
izliyordu. Sözcüklerin mükemmel ritmi okuyucuyu kendisine esir ediyordu.
Coşkunla okuyucuyu sanat ile hayatın en zayıf en temiz en masum
göklerine uçuruyordun.
Doğa
düşünürlerinin temel öğe (arkhe) olarak belirlediği, su, ateş, havaya
ve topraktır. Senin şiirinde ise toprak eksikti. Bu dörtlü doğanın
kusursuz birleşecekleri tek mekândır. Sözcüklerin ateşin çocuğuydu. Hava
hem hafifti hem de su gibi berraktı şiirlerinde. Vatanızdır şiirlerin
su, hava ve ateş gibi. Birebir yaşantının katı kurallarına budan sadık
kalmadılar.
Şiirlerin
huzursuz bir ruhunun anlık duygu parıltıları ile anlık duygu
karanlıklarına gebeydi. Sözcükleri yeni söyleyiş biçimlerine gebe
bırakmayı sevdiğin için sadece duyguyla hissedilebilen - duyguların
peşinden giderek yazdın - göklerin şiirlerini.
Ateşin
dansına kaldırdığın şiirin dumanının gökyüzüne ulaşması tesadüf değil.
Sen zaten tesadüflere değil, kaderine boyun eğmeyi yeğliyorsun. Kendi
dünyandan kendine seslendiğin için özgünsün. Şiirde bireysellikle arana
mesafe koyuyorsun; çünkü duyguların coşkusuyla gökyüzüne uçurduğun
sözcüklerin kanlı canlı bir ruh olarak tekrar dünyaya dönmesini
istiyordun.
Duyguların cinsiyetin değil, meleklerin kutsal şiirlerini yazıyor ki, insan ruhu senin gibi saf huzura ersin.
Birer
başyapıt olan Empedokles’in Ölümü ile Hyperion’da yüce kutsallığın en
üst katmanından sesleniyorsun bize. Empedokles’in Ölümü yazgına boyun
eğişinin destanı değil; yazgını arayışının trajedisidir. Hüznünün
renkleri hayatının yönü gibi değişiyor bu eserinde. Hyperion’daki hüznün
tıpkı sabahın güne göz kıptığı kızıl sis gibidir. Aynı hüzün
Empedokles’te yazgın gibi kapkaradır.
Empedokles’te
kaderinin yükselişten inişe geçtiği dönemleri anlatıyorsun. Romanında
ise gençlik yıllarının hayalperestliğinden seni asil hayatın saflık
katına yükseltmesini istiyorsun. Empedokles’te büyülü rüyalardan/
beklentilerden vazgeçip yaşadıklarına yakışır kutsal bir kahraman, bir
bilge gibi ruhunun güzelliği bozulmamışken gönüllü bir ölümü
arzuluyorsun.
Okuyucu senin evrenle mistik bağının yükseliş/ batışını sezişindeki dehana tanıklık ediyor.
Empedokles’te
kendini, gerçeği sınama cesaretini kahramanlık katına çıkartarak
ödüllendiriyorsun. İdeallerini gerçekleştirdiğin Empedokles’in Ölümü
düşüncelerini ölümsüzleştirdiğin tragedyandır senin.
Sicilyalı
tarihi bir kişilik olan Empedokles’in (M.Ö. 490-435) yüzyılda yaşadığı
tahmin ediliyor. Bir Yunan kolonisi olan Agrigentum kentinin yurttaşı
olan bu tarihi kişiliğin birçok sıfatı var. Goethe’nin Faust’u gibi
büyücüdür, şairdir, filozoftur ve senin gibi de rahiptir. Empedokles’e
seni çeken senin kadar tek yanlı varlığın düşmanı olmasının yanı sıra
senin kadar hayattan/ insanlardan şikâyetçi olmasıdır.
Senin
gibi ihtiyacı olanların yanında Tanrı kadar her yerde samimi bir kalbe
hazır nazır bulunmaması ve de Tanrı kadar insanları eşit bir biçimde
sevip insanlarla birlikte sonsuza dek yaşamak istemediği için seni
anlayacak tek kişilik olduğuna inandın onun.
Bu
yüzden eserine adını vermekle kalmadın ona kimseye açmadığın
duygularını açtın ve duygularının cömertliğiyle onu öyle yücelttin ki,
düşüncelerinin büyücü gücü, yaratıcılığına meydan okuyan bir bilge
yarattın ondan. Eserindeki sözcükleri hem benliğinin en yüksek
heyecanıyla ödüllendirdin hem de birbirini coşkusuyla tamamlayan
heyecana sahip depresyonla tek tek birbirinden ayıkladın.
Gerilimi
/heyecanı/ coşkuyu/ depresyonu yüksek olan eseri bitirdiğin de kendini
de tüketmiştin. Varlığına anlam katan başta Tanrı’nın lütfü olmak üzere
içinde hayat belirtisi barındıran en küçük bir duygu kıvılcımı
kalmamıştı içinde. Bu yüzden Empedokles’te değişiminin ve kendine
dönüşünü doya doya yaşadın.
İlk
kez hüznü bu eserde bilgiye dönüştürüyordun. Gerçek yalnızlığa ulaşmak
için insanları aşman gerektiğini algıladın. Ölüme gidişin hayatı aşmakla
mümkün olacağını biliyordun artık. Gökyüzünün eserini yazan sen, antik
dünyayı ruhunun tutkulu iradesi sayesinde hakikatleştirerek Alman
edebiyatını dâhisi yapmıştın farkında olmadan kendini.
Eserlerin
ne özlemini duyumsadığın şöhrete ne de annene el açmaktan kurtarmıştı
seni. Sonbahar yaprakları gibi sararan duyguların içine düşüyordu birer
birer. Bu öyle bir hayal kırıklığıydı ki, Schiller bile yapıtlarını
ölümsüz bulmuyor sadece tek bir şiirini yıllığına alarak seni
ödüllendiriyordu. İnsanlar değil ama Tanrı reva gördüğü acılarla seni ne
kadar ciddiye aldığını sana kanıtlıyordu.
Yorgun
sinirlerinin demir hücresine çekilmesinin zamanı gelmişti. Yalnızlığın
hayaleti etrafında değil, içinde konuşuyordu. Sevdiklerin tarafından
sevilmemiştin. Sevilmemiş olmanın diyetini ödemeliydin hayata. Delirerek
ne baharları ne de kışları bilinçli olarak karşılamamaya yemin ettin.
Ruhunun
güneşi battığı için üşüyordun. Uzun süre bilincinin karanlığına boyun
eğmemek için didindin. Direncini yitirdiğin için onu da kabullendin
sessizce. Yaşamadıklarının öcü yaşamadıkların kadar incitmeliydi insanı.
Sen
bu incinmişlik duygusu içinde son kez Schiller’e mektup yazarak yardım
istedin ondan. Scardanelli’nin (kendine bu adla sesleniyordun.)
Beklediği yardım ölüm gibi kapını çalmadı. Gergin sinirlerinden dolayı
insanlar senden kaçıyordu. Bir süreliğine annene sığındın. Hastanede
yattın. Sonunda bir marangoz ustasının evine yerleştin.
Şiirin
bu büyük ustası artık kimsesizdi. Yılar yavaş yavaş saldırganlığını
uyuşturdu eski çocuk ruhlu haline geri döndüğünü sana düşündüren günleri
yaşattı. Vücuduna/ ruhuna hiç tanımadığın bir yabancının vücudu/
ruhuymuş gibi kayıtsızca bakıyordun. Ruhunu kanatmadan yıllarca kendi
cenazeni sırtında taşıyacak kadar cesurdun.
Akılcı
dünya gücünü kanıtlamıştı sana. Yıllar sonra kimse kayıp hayatını değil
ama görmezden geldiği Hyperion ile Empedokles’in Ölümü eserlerine
yüreklerini açtı. Geç kapını çalan şöhret tıpkı Diotiman gibi senden
önce yaşamış ve yaşam serüvenini noktalamış Hölderlin’in şöhretiydi.
Piyano,
şiir ille de kendi kendine yüksek sesle okuduğun ilahilerdi hayatının
anlamı. Akıl karanlığının sığınaklarıydı ses ve ritim. O dönemde
yazdığın şiirler tamamen sana özgüydü ve tepeden tırnağa şiirdi
yazdıkların. Sonunda o yarım yamalak yaşadığın çocukluğuna geri
dönmüştün aklının karanlığında.
Ölmeden
özgür kılmıştın kendini. İnsanların düşünceleri ilgilendirmiyordu seni.
Dünyanın hükmü sökmüyordu tıpkı senin gibi mezardakilere.
Senin
bilgi duygu sezgi birikiminin Jena döneme damgasını vuran filozoflardan
eksiği yoktu. Onlar gibi şöhretli olmamanın nedeni sevgisizliğin,
dışlanmışlığın, başarısızlığın ille de kutsal olana duyumsadığın
özlemdi. Hayatının grameri acı ve mutluluğu özlemekti.
Evet,
yaşadığın çağda değerin anlaşılmamıştı senin. Sen de ruhunun müziğini
Tanrı katında çalmak için ayrıldın dünyadan. Kaderini kutsallaştırma
görevini eserlerin üstlendi. Tutkulu ruhun Tanrı’nın lütfuna ermişti.
İçindeki insanla insanlığını yitirmeden vedalaşmıştın.
Artık,
Schiller’in değil, meleklerin övgüsüne ihtiyacın vardı. Mezara değil,
kendi gerçeğine gömüldün. Annenin baskısına, dostlarının ihanetine,
hırslarına, sinikliğine, sevgisizliğine, karamsarlığına, umutsuzluğuna,
başarısızlığına… inat seni sen yapan ne inancına ne de şiire ihanet
etmeyerek kendini yalan dünyada gerçekleştirmiş olmanın huzuruyla
sonsuzluğa ulaştın.
Artık
şiirlerin gibi hayatın da ölümsüzdü. Ne gariptir ki, şiirinde
dışladığın toprağa sığındın. Ölümünün sana öğreteceği son ders toprağın
cömertliğiydi.
Ben de seni toprağın cömertliğiyle selamlıyorum.