30 Temmuz 2024

"Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdurlar."Atatürk

Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeni ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır...Atatürk

Yönetici uygular, liderse yenilik getirir.
Yönetici süreklilik sağlar, lider ise geliştirir.
Yönetici sisteme, lider insanlara dayanır.
Yönetici denetime, lider insanlara güvenir.
Yönetici işleri doğru yapar, lider ise doğru işi yapar...Anonim

Toplum sevgi ile kaynaşır, adaletle yaşar, dürüst çalışmakla ayakta kalır...Farabi

Cehalet, genellikle bilgi sahibi olmaktan daha çok özgüvene sebep olur...Charles Darwin

 Vicdanlı ve dürüst olmak “hesaplı” olmaktan iyidir. “Hesap” insanı makam sahibi yapar da “vicdan” daha önemli bir işe yarar: İnsanı “insan” yapar...Nietzsche

Fizik kanunları, enerjinin asla kaybolmadığı ve sadece şekil değiştirdiğini söyler; işte bu nedenle, kömürün enerjisini buhara, buharın enerjisini de türbinleri çalıştıracak güce dönüştürebilirsiniz. Aynı şekilde, insana ait eylemleri yöneten bir başka kanun ise gösterilen dürüst çabaların bir gün mutlaka doğru meyvelerini vereceklerini söyler...Paul Speicher

Yeter ki Kararmasın

 

Onat Kutlar, 1982-84 yıllarında yazdığı bir dizi mektup-denemede dönemin duyarlığını bir ozan edasıyla yansıtmıştı. Dostlukların, acıların, umutların, dahası özgürlüğün ve tutsaklığın usta işi bir biçimde dile geldiği yazılar Yeter ki Kararmasın... adıyla kitaplaştığında Memet Fuat, Ferit Edgü, Erdal Öz, Işıl Özgentürk ayakta alkışlamışlardı.

Şiirin, romanın, resmin, müziğin ve elbette sinemanın bileşiminden çıkan kıvılcımlarla tutuşmuş bu mektupların, yazılışlarından otuz yıl sonra da kimi karanlıklara kibrit çakması niçin yadırgansın ki?

Nasıl bir alacakaranlık... Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.

 * * *

1982 Yazı
15 Haziran ’82

Kötü bir mektup yazarıyım, bilirsin. Seninle birlikte Paris’teyken altı ayda bir anamdan telaşlı telgraflar gelirdi: “Sağlığını telle...” diye. Üstelik şimdi sana mektup iletmek de kolay değil. Avukat falan. Bu yüzden “ben de kendime güvenli bir yol seçtim...” Zaten nasıl olsa edebiyattan söz açacağım. Edebiyat da günümüzde herhangi bir sakınca taşımıyor. Bilmem dergileri görebiliyor musun? Ben, bir okur olarak biraz şaşırıyorum. Kim kimden ne yürütmüş, kim niçin falanca yazar-ozan’ın adını anmamış, Kerime Nadir estetiğinin temel sorunları nelermiş gibi tartışma konuları pek moda. Bu tartışmalara bir ucundan katılıp okurken yazar olmak işten bile değil.

Boğaz’ın kuytu bir ucunda, senin deyiminle “Şile”de oturuyor olmasam, etrafta bu kadar çok erguvan olmasa, sabahları bunca bülbül ve karganın sesi birbirine karışmasa belki başarabilirdim de. İlerdeki söyleşilerde belki denerim. Gelgelelim günlerdir düşlerimin tarlasını hallaç pamuğu gibi atan karabasanlar durmaksızın garip yüzler çıkarıyor karşıma. Haliç’in çevresi kirlenmiş sularından Altan’ın yüzü ya da “denize girmek yasaktır” levhaları ile donatılmış, kaldırımları bir beyaz, bir siyah boyanmış Boğaz’ın kıyılarından bizim Kuzgun... Erguvanlar ve kuzguni kargalar yüzündendir, başka ne olacak, gül gibi geçinip gidiyoruz işte demeye de dilim varmıyor. Ben de oturup, Boğaz’ın kadim dragon’u olduğu halde şimdilerde Dragos’ta mekân tutan Can’ın, bu yıl üst üste yayınlanmış ama modaya uygun olmadığı için kimsenin sözünü etmediği iki kitabını okumaya durdum. Bu şiirler pek edepli olmasa da Akal ve Zeynep ve arkadaşları hoşgörülüdürler, ilgilenirler diye düşündüm. Yazının tarzının da Can’ın şiirleri ile “asorti” –böyle mi denir?– olmasına dikkat ettim.

 - - - - -

Onat Kutlar'ın 'adını bile bilmediği arkadaşları' na yazdığı bir mektup

Düşle gerçek arasında

Nasıl bir alacakaranlık...Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin,
doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup
götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin,
köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın.                                                    Onat Kutlar


         15 Aralık'82 Marquez 'in Milliyet Sanat'ta çevirisi yayımlanan güzelim öyküsü Kardaki Kan İzleri 'ni sen, içeri girmeden önce, sanırım geçen şubat ayında Nouvel Obs'ta okuyup bana da salık vermiştin. Sonra da oturup ikimizin de yakından tanıdığı Paris'in hastanelerinden ve mezarlıklarından söz etmiştik. Mezarlıklar güzeldir Paris'te. Hastaneler ise çirkin ve kasvetli. Marquez'in öyküsündeki hastaneyi, o garip soğukluğu, insansızlığı düşün. Malte'nin Notları 'ndan da öyle ıssız bir hastane duvarı hatırlarım. Ölümün sapsarı bir yüzle dibinde sürüklenip durduğu. Bir de Montparnasse Mezarlığı'nı hatırlamaya çalış. Sen anlatmıştın. Bir kez Aiglon otelinde kalmışsın ve Bunuel' le karşılaşmışsın. Bunuel anılarında o oteli, mezarlığın şirin görüntüsüne açılan penceresini, hatta Select'i, Coupole'ü ''gülümseyen bir keşiş'' in (üstelik dinsiz) rahatlığıyla öylesine güzel anlatıyor ki. Günlerdir, Fransa'da yeni yayımlanan iki kitap yüzünden düşle gerçek arasında salınıyorum. Biri Marquez'le söyleşiler. Başlığı ''Une Odeur de Goyave.'' ( Hintarmudu Kokusu diye mi çevirmeli gerçekten?). İkincisi ise Bunuel'in anıları: ''Son İç Çekişim'' . Gerçekle düş. Aynı olayın iki yüzü sanki. Hani o çok bilinen Çin öyküsünde olduğu gibi. Chuang-chu, bir gece düşünde kendini kelebek olarak görmüş. O geceden beri de düşünüyormuş. Acaba Chuang-chu gerçekten o gece, düşünde kendini kelebek olarak mı görmüş, yoksa Chuang-chu aslında bir kelebekmiş de şimdi kendisi düşünde Chuang-chu olarak mı görüyormuş?

''Bir ocak ikindisi, başkanlık balkonunda gurubu gözleyen bir inek görmüştük; düşünün bir, ulusal balkonumuzda bir inek, ne korkunç bir şey, ne boktan ülke, herkes ineklerin merdiven çıkamayacağını bildiğinden, ineğin ne yapıp edip balkona çıktığı uzun uzun tartışıldı ve sonunda, ineği gerçekten gördük mü, yoksa ikindi üstü alanda gezinirken başkanlık balkonunda bir inek gördüğümüzü mü sandık, anlayamadık; o balkonda yıllardır bir şey görmemiştik çünkü ve geçen cuma tan ağırırken gelen ilk akbaba sürüsü de olmasa daha nice yıllar göremeyecektik...''

         Marquez'in Başkan Babamızın Sonbaharı 'nda, aynı sayfada, az yukarıda Ruben Dario' ya da bir selam var. Nikaragua'nun unutulmuş şairi Dario'ya. Geçmiş yıllarda ''Automne du Patriarche'' ı Fransızcasından okumaya çalıştığımda bütün kitabı bir tür retoriğin çalılarına dolanmış bulmuştum. Bu duygumu Tomris Uyar 'ın çok başarılı çevirisi de giderememişti. Şimdi yeniden okuyorum. Gerçekle düş arasında salınarak. Çünkü sık sık soruyor değil miyiz kendimize? Bu gördüklerimiz, görmekte olduklarımız mı düş, yoksa geçmiş yıllarda yaşadıklarımız mı? Biri doğruysa öbürü nasıl doğru olabilir?
         Nasıl bir alacakaranlık... Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans'ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.
          ''Zaman zaman, Yok edici Melek 'i (L'ange Exterminateur) Meksika'da çektiğim için hayıflanıyorum. Daha çok Paris ya da Londra'da, giysilerin ve aksesuvarın daha görkemli olabildiği bir yerde çekmek isterdim. Viridiana ' nınki gibi tümüyle özgün olan senaryo, bir akşam, bir tiyatro gösterisinden çıktıktan sonra bir köşkün salonunda geçe yarısı yemeği için bir araya gelen bir grup insanı anlatır. Yemekten sonra daha geniş bir salona geçen konuklar, filmde açıklanmayan bir nedenle bir türlü oradan çıkamazlar... Filmin ilk gösterisinden sonra, yanımda oturan Gustavo Alatriste bana eğilerek, 'Don Luis, esto es un canon. Hiç bir şey anlamadım' dedi. Canon, çok güçlü, çarpıcı, müthiş demek İspanyolcada...''

           Luis Bunuel'in anılarında konusunu yukarıdaki gibi kısaca özetlediği filmi hatırlıyor musun? Bir edilginliği, çürümeyi, donup kalışı anlatır Yokedici Melek. Önce her şey normal gibidir. Konuklar içer, aralarında söyleşir, eğlenirler. Zaman geçer. Arada, birinden zayıf bir ses duyulur: ''Artık çıksak?'' Ama kimse çıkmaz. Gece sürer. Sonra o güçsüz kurtuluş niyetini bir başkasının ağzından duyarız. Sonuç aynı. İlişkiler, bir düşüşün yamaçlarındaki çalılar gibi birbirine dolanırken renkler solar. Öfke, kin, ihanet, acı, güçsüzlük. ''Artık çıksak?..'' Ama herkes gene orada. Genç konuk Letitia'nın olağanüstü güzel konuşmasını hatırlıyorum filmden. Eski bir Avant-Scene'den olduğu gibi alıyorum:

           ''..... LETITIA - Bilmiyorum... Daha doğrusu... Evet. Olağanüstü bir şey bu... Nice zamandan beri buradayız. (Sessizlik) Bilmiyorum. (Oradakilerin her birini ayrı ayrı inandırmak ister gibi) Ama düşünün ne olur, bu korkunç sonsuzluk sonrasında kimler yerlerini değiştirdi? (Israrlı) Binlerce birbirine benzemez durumu bir düşünün. Satranç piyadeleri gibiyiz. Eşyalar bile. Yüz kez değiştirildi belki yerleri. Ama şu anda hepimiz.. eşyalar ve biz.. o gecenin başladığı andaki yerimizdeyiz. Bütün gördüklerimiz bir düş mü acaba? Söyle Alvaro, düş mü? Söyleyin hepiniz...''

           Bir uyurgezerin mırıldanmalarıdır Letitia'nın sözleri. Konuklar, sızlanan, kusan, yerlerde sürüklenen konuklar bu sözler üzerine, ancak salondan çıkıp yandaki küçük kiliseye gidecek kadar bir güç bulabilirler kendilerinde. Sonra da orada kapanıp kalırlar. Aşçılar, uşaklar, hizmetçiler çoktan terk etmiştir onları. Sabaha karşı dışarda büyük gürültüler duyarlar. Derken birden kapı açılır.. ve, içeriye bir koyun sürüsü girer. Filmi gördüğümde, bu koyun sürüsünün ne anlama geldiğini uzun uzun düşünmüştüm. Bir düş mü acaba? Bugünlerde ise sık sık şunu soruyorum: İçerde olan sen misin, yoksa bizler mi? (Yeter ki Kararmasın)
 

Bilmemek

1968. Prag'da Sovyet tankları. Prag Baharı'nın sonu gelmiştir. Yurdundan ayrılan pek çok göçmenden biri de Irena'dır. Kocasıyla birlikte Paris'e yerleşen Irena, onun ölümüyle yalnız kalır. Kendine yurt edindiği bu yerde duygularını, özlemlerini anlayacak, 'bilecek' kimse yoktur. Yıllar sonra, soğuk savaşın bitimiyle birlikte, eski yurdunu sık sık ziyaret etmeye başlar. Bu yolculuklarından birinde havaalanında yine eski bir göçmen olan Josef'le karşılaşır. Josef, onun bir türlü kopamadığı, ama yabancılaştığı geçmişinden bir sayfadır. Bütünüyle farklı nedenlerle çıktıkları Prag yolculuğu, Irena ile Josef'in yurtsuzluklarına, özlemlerine yeni halkalar ekleyecektir. Bilmemek, hatırlama üzerine, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk, bellek ve unutuş üzerine bir roman. Yoğunluk, derinlik, duyarlık ve yorum açısından Milan Kundera'nın en önemli yapıtlarından olduğu kesin. İnsanlığın en güzel sorunlarından biri haline gelen 'göçmen olma' durumunu psikolojik ve siyasal kalıplar içinde tutkuyla inceleyen Milan Kundera, romanına kendi kişisel tarihini de ilk kez bu kadar açıkça katmış. 20'nci yüzyıla damgasını vuran yazarlardan olan Milan Kundera'nın bu son romanı, yaşadığı ve yazdığı ülke olan Fransa'dan önce Türkiye'de ve Türkçe yayınlanıyor.

Bilmemek - Milan Kundera  PDF

Dönüşü seçti. Bilinmeyenin tutkularla dolu keşfine, bilineni yüceltmeyi tercih edecektir (dönüş). Sonsuzluğa (çünkü macera asla bitmeme iddiasını taşır), sonu tercih edecektir (çünkü dönüş hayatın sınırlılığıyla barışmaktır).

Bütün öngörüler yanılır; bu, insana bahşedilmiş çok nadir kesin bilgilerden biridir. Ama öngörüler gelecek hakkında yanılsa da, kendilerini dile getirenler hakkında doğruyu söyler, onların şimdiki zamanlarını nasıl yaşadıklarını anlamak için en iyi anahtardır.

Hayatları felakete dönenler, suçlu avına çıkarlar.

Sen bana, aşkta aslolanın sadece ten olduğunu söyledin. Küçüğüm, eğer bir erkek sana senin sadece tenini istediğini itiraf edecek olsa, koşa koşa kaçardın. Ve yalnızlık denen o korkunç duyguyu anlardın.

Duygulardan uzak cinsellik, insanın kederden öldüğü bir çöl gibi uzar.

Geçmişe karşı hiçbir sevgi hissetmiyor, ona dönmek için hiç arzu duymuyor: Hafif bir çekingenlikten başka hiçbir şey duymuyor; kopukluk. Doktor olsaydım ona şu teşhisi koyardım: "Hasta nostalji yetersizliğinden rahatsız.

Aşk, şimdiki zamanın coşkuyla yüceltilmesidir. Şimdiki zamana bağlılığı anılarını kovdu, onu anılarının müdahalelerine karşı korudu; belleği kötü niyetinden bir şey kaybetmedi, ama ihmal edilip bir köşeye atılınca üzerindeki gücünü kaybetti.

Ardımızda bıraktığımız zaman daha geniştir, bizi geri dönmeye çağıran ses daha karşı konulmazdır. Bu deyişte keskin gibi bir hava var, ama yanlış. İnsan yaşlanır, sonu yaklaşır, her an gitgide kıymetlenir ve anılarla kaybedecek zaman yoktur. Nostaljinin; matematik çelişkisini anlamak gerekir, ilkgençlikte yaşanan hayatın hacmi tamamen anlamsızken nostalji en güçlü noktasındadır.

Kaynağını gerçek bir tutkudan almayan sadakat, ne kadar da bıktırıcı.

Yıllar sonra tekrar görüşen iki insanın heyecanını hayal ediyorum. Bir zamanlar sık sık görüşmüşlerdir ve bu yüzden de, aynı yaşanmışlıklarla, aynı anılarla bağlı olduklarını düşünürler. Aynı anılar mı? Yanlış anlamalar burada başlar: Anıları aynı değildir. İkisi de geçmişten iki ya da üç durum hatırlamaktadır, ama herkesinki kendinedir; anları birbirine benzemez, birbiriyle örtüşmez; hatta nicel olarak bile birbirleriyle kıyaslanamazlar; biri öteki hakkında, onun kendisi hakkında hatırladığından çok daha fazla şey hatırlar.

Hatırlanan geçmiş zamandan yoksundur. Bir aşkı, bir kitabı yeni baştan okur ya da filmi tekrar seyreder gibi yeniden yaşayamazsınız.

Vedalarda başarısız olan kavuşmalardan pek büyük bir şey bekleyemez.

Ruhun yüksek alanlarında yürütülen tartışmalar, ne kadar zekice olsa da, nedensizce ve mantıksızca, aşağılarda olup bitene karşı her zaman miyop bakarlar.

İşte o an, bir hata işledim, tanımlaması zor, anlaşılmaz, ama bütün hayatımın hareket noktası olan ve asla onaramadığım bir hata. Cehalet çağında işlenmiş bir hata. İnsan o çağda evlenir, ilk çocuğuna sahip olur, mesleğini seçer. Bir gün pek çok şey bilecek ve anlayacaktır, ama artık çok geç olacaktır. Çünkü bütün hayatına, insanın hiçbir şey bilmediği bir çağda karar verilmiştir.