31 Mart 2020

Octavio Paz - Kartal mı Güneş mi?


Gördüğüm ve söylediğim
söylediğim ve sustuğum
sustuğum ve düşlediğim
düşlediğim ve unuttuğum
arasındadır: Şiir.


Ah Ne Tesadüf

Soner Yalçın: Lanetli aile – Sözcü Gazetesi
Benzer anlayışla…

Koronavirüsü (eski adıyla 2019-nCoV, şimdi COVID-19) hiçbir kulvarda tartıştırmıyorlar…

Küresel medya ne dayatıyorsa, tek şüphe duymadan mutlak inanmanızı istyorlar! Oysa dünyada büyük tartışmalar yapılıyor. Mesela:

5G, yeni nesil kablosuz telefon teknolojisi Çin Mobil Araştırma Enstitüsü (CMRI) tarafından başarıyla tamamlandı. 2020 yılında dünyada faaliyete geçmesi bekleniyordu.

ABD merkezli küresel medya, geçen yıl ısrarla 5G'nin sağlığa kötü etkisi olduğunu ve öldürücü kanser-grip benzeri semptomlara neden olduğunu yazmaya başladı. Şunu da yazdılar: 5G sadece 4G'den sonraki yeni nesil mobil bağlantı değil; özellikle askeri teknoloji; bir biyolojik silahtı bu…

Ki bunlar yazılırken daha ortada koronavirüs yoktu!

Peki. 5G sunumu için seçilen test şehri hangisiydi; koranavirüsün ortaya çıktığı Wuhan!

Wuhan, 18-27 Ekim 2019 tarihleri arasında Military World Games'e ev sahipliği yaptı. Ve etkinlik için 5G'yi ilk kez kullandı.

Aynı gün… 18 Ekim 2019'da New York Johns Hopkins Center, Dünya Ekonomik Forumu ve (aşı imparatoru) Bill ve Melinda Gates Vakfı ile ortaklaşa salgın hastalıklar simülasyonu “Olay 201 – Küresel Bir Salgın Egzersizi”ne ev sahipliği yaptı. Bu simülasyon için hangi virüsü seçtiklerini tahmin edin? Evet, koronavirüs!

5G denemesi mi koranavirüse yol açtı?

Yoksa koranavirüs mü, 5G teknolojisinin önüne geçmek için piyasaya sürüldü?

Zaman sorunun yanıtını ortaya çıkaracak mutlaka. Ama konum şu: Biz bu tür tartışmaları hiç yapmıyoruz. Yaptırmıyorlar!

GERÇEĞİ ARAMAK

Yaptırmıyorlar çünkü:

Dünya Sağlık Örgütü'nün küresel medyaya yaptığı açıklamalara inanıyorlar.

Yukarıda yazdığım Johns Hopkins Center toplantısında (ki uzatmamak için Johnson &Johnson gibi ilaç devlerinin de toplantıya katıldığını yazmadım) şu karar alındı:

-“Salgın hastalıklar konusunda ‘sahte haberlerin' yayılmasını durdurmak zorundayız; bilgiyi kontrol etmenin tek yolu, tek bilgi sağlayıcısının Dünya Sağlık Örgütü olmasıdır!”

Nitekim öyle de oldu… (Bu kurumun Rockefeller ve itibarıyla ABD küresel ilaç şirketlerinin kontrolüne nasıl geçtiğini “Kara Kutu” kitabımda ayrıntılı yazdığım için geçiyorum.)

Şüphe duyulmadan/soru sorulmadan ne bilim, ne de gazetecilik yapılabilir. Kimi gazeteciler tek bilgiye sahip olmadan sosyal medyada neler yazıyor, şaşırıyorum! Bunu halkın beklentilerine uyup popüler olma/tek tık fazla “beğeni” alma adına yapıyorlar herhalde…

Sorsan… Koronavirüs aşısını bulduğunu iddia eden biyoloji ve ilaç şirketi Inovio hakkında tek bilgileri yoktur. Keza derin ilaç şirketi Gilead Sciences ismini bilirler mi? Sanmam.

Bakın:
Koronavirüs kelimesi, sadece COVID-19'u değil, birçok virüs türünü ifade eder. Tahmin edin, aşı geliştirmek için kullanılabilecek koronavirüs için patent sahibi kim; Pirbright Enstitüsü. Ve bilin bakalım sahiplerinden biri kim; Bill ve Melinda Gates!

Şunu söylüyorum:
Bize gerekli olan aşı'dan önce açı'dır:
Israrla, Yeni Soğuk Savaş süreci başladı, diyorum.

 Bize Açı Lazım - Soner Yalçın 
25 Şubat 2020 




29 Mart 2020

Virginia Woolf " Kadının varlığına katlanamayan zihniyet; elbette onun yaratmasına, okumasına, düşünmesine de karşıdır."




Maksim Gorki - Yol Arkadaşım

yol arkadaşım MAKSİM GORKİ - YouTube
1
Ona Odesa limanında rasladım. Tıknaz, sağlam yapılı bedeni, biçimli bir sakalla çevrelenmiş Doğulu yüzüyle üç gün dikkatimi çekip durdu. İkide bir gözüme çarpıyordu. Bastonunun sapını emerek saatlerce rıhtımın granitleri üstünde durduğunu; kara, badem gözleriyle üzgün üzgün limanın kirli sularını seyrettiğini görüyordum. Günde belki on kez salına salına geçip giderdi önümden. Kimdi o? Uzaktan gözetlemeye başladım. O da sanki beni büsbütün ayartmak için, gittikçe daha sık çıkıyordu karşıma. Öyle ki; kareli, parlak bir kumaştan yapılmış şık elbisesini, kara şapkasını, tembel yürüyüşünü, can sıkıcı, alık bakışlarını ne kadar uzaktan olursa olsun bir görüşte tanımaya başlamıştım artık. Vapur ve lokomotif düdüklerinin, zincir şakırtılarının, işçilerin bağırıp çağırmalarının birbirine karıştığı; insanı serseme çeviren, kudurmuşçasına sinirli bir kalabalığın kaynaştığı bu limanda onun varlığına bir anlam veremiyordum. İnsanlar kaygılı ve yorgundu. Kan ter içinde sağa sola koşuyor, bağrışıyor, küfürleşiyorlardı. Bu ölesiye mahzun yüzlü tuhaf adam ise, kendisinden başka hiçbir şey umurunda değilmişçesine, çalışan insanların arasında tembel tembel gezinip duruyordu. Dördüncü gün öğle yemeği sırasında ansızın yine gözüme çarptı. Artık bir yolunu bulup onun kim olduğunu öğrenmeye karar verdim. Yakında bir yere oturup ekmekle karpuz yerken gözlerimi ondan ayırmıyor, laf açmak için uygun bir fırsat kolluyordum. O, çay sandıklarına yaslanmış, kaygısız gözlerle çevreye bakınıyor; parmaklarını flavta çalar gibi bastonunun üzerinde dolaştırıyordu. Benim gibi sırtında bir yük semeri, kömür taşımaktan kapkara kesilmiş, paçavralar içinde bir adamın, bir züppeyle lafa girmesi kolay değildi. Fakat birdenbire, onun da gözlerini hiç ayırmadan bana baktığını fark edip irkildim. Sevimsiz, arsız, hayvanca bir ışıltı vardı bu gözlerde . Günlerdir ilgimi çeken adamın aç olduğunu anladım, dört bir yana şöyle bir baktıktan sonra, usulca: Yemek istermisiniz? diye sordum. Titredi. Sağlam, beyaz dişlerini aç bir kurt gibi göstererek kuşkuyla çevresine bakındı. Kimsenin bizimle ilgilendiği yoktu. O zaman ona bir parça buğday ekmeğiyle karpuzun yarısını uzattım. Onları elimden kaparcasına almasıyla gidip sandık yığınlarının arasına oturması bir oldu. Arada bir başını görüyordum. Şapkası ensesine kaykılmış; esmer, terli alnı ortaya çıkmıştı. Yüzü geniş bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. Yiyeceğini hırsla atıştırırken nedense arada bir göz kırpıyordu bana. Biraz beklemesini işaret edip et almaya gittim; getirip verdim; züppeyi yabancı bakışlardan iyice gizleyecek biçimde sandıkla rın yanında durdum. O zamana kadar önünden yiyeceğini kapacaklarmış gibi çevresini yırtıcı bakışlarla süzerek lokmalarını çiğnemeden yutarken, şimdi biraz yatışmıştı. Fakat yine öyle bir hırsla ve çabuklukla at ıştırıyordu ki, bu aç adama bakmayı içim götürmediğinden sırtımı döndüm ona.

Teşekkür! Çok teşekkür! Tutup omuzlarımı sarstı. Elimi yakalayıp sıktı, hızlı hızlı salladı. Beş dakika içinde de hikâyesini anlatıvermişti. Gürcü prensi Şakro Ptadze'ymiş bu. Kutayisli zengin bir derebeyinin tek oğluymuş. Transkafkasya istas yonlarının birinde memur olarak çalışıyor, bir arkadaşıyla oturuyormuş. Bu arkadaş günün birinde Prens Şakro'nun paraları ve değerli eşyalarıyla birlikte gözden kaybolmuş. Prens de onun peşine düşmüş. Nasılsa Batum'a bilet aldığını öğrenip o da doğru oraya gitmiş. Fakat Batum'a varınca arkadaşın Odesa'ya gittiğini anlaşılmış. Prens Şakro burada Vano Svanidze adında, (yine yaşıtı ve arkadaşı olan, fakat kendisine benzemeyen) bir berberin pasaportunu alarak Odesa'nın yolunu tutmuş. Odesa polisine hırsızlığı haber vermiş. Ona hırsızı bulacaklarını söz vermişler. İşte iki haftadır bekliyormuş. Bu arada parası tükenmiş, ağzına da iki gündür bir lokma yiyecek girmemiş. İçine küfürler karıştırdığı hikâyesini dinlerken ona bakıyor, anlattıklarına inanıyordum. Acımıştım bu çocuğa. (Yirmi yaşında gösteriyordu ya, saflığına bakarak insan daha da küçük olduğunu düşünebilirdi.) Hırsız arkadaşa nasıl da inandığı aklına geldikçe öfkeleniyor; çalınan eşyalar bulunmazsa, çok sert bir adam olan babasının onu hiç kuşkusuz "hançeriyle kıtır kıtır keseceğini" söylüyordu. Bu çocuğa yardım etmezsem açgözlü kentin onu yutacağını düşünüyordum. Serseriler sınıfını kalabalıklaştıran olayların kimi zaman ne kadar önemsiz şeyler olduğunu biliyordum çünkü. Prens Şakro'nun, saygıdeğer olduğu halde saygı görmeyen bu toplumsal tabakaya düşmek için bütün şanslara sahip olduğu da açıkça görülüyordu. İçimde ona yardım etmek isteği uyandı. Gidip emniyet amirliğinden bir pasaport çıkarmasını önerdiğimde şaşaladı; gitmeyeceğini söyledi. Neden? Meğer kaldığı odanın parasını ödememiş. Üstelik parayı istemeye geldiklerinde adamın birini yumruklamış. Bu yüzden saklanıyormuş şimdi; ödemediği parayla attığı yumruklar için de polisin kendisine teşekkür etmeyeceğini pekâlâ biliyormuş. Sonra attığı yumrukların sayısı da tam olarak aklında değilmiş doğrusu... Durum gittikçe karışıyordu. Çalışıp onu Batum'a götürecek kadar para kazanmaya karar verdim. Fakat, ne yazık ki uzun süreceğe benziyordu bu iş. Çünkü aç kalan Şakro bir oturuşta üç kişilik, hatta daha çok yemeği silip süpürüyordu. "Açların" akını yüzünden limanda gündelikler çok düşüktü o sırada. Seksen kapiklik kazancımın altmış kapiği ikimizin yiyeceğine ancak yetiyordu. Zaten prensle karşılaşmadan öncede Kırım'a gitmek istediğimden , Odesa'da uzun süre kalmak niyetinde değildim. Bunun için prense, yürüyerek yola çıkmayı önerdim. Yanına bir yol arkadaşı bulamazsam Tiflis'e kadar kendim götürecektim onu. Bulursam ayrılacaktık. Prens ince potinlerine, şapkasına, pantolonuna baktı; ceketiyle oynadı; düşündü, taşındı; birkaç kez içini çekti, sonunda razı oldu. Böylece, Odesa'dan Tiftis'e doğru yola koyulduk.

YOL ARKADAŞIM Maksim GORKI

 

Çukurova Çeşitlemesi - Adnan Yücel

DERSİM COĞRAFYA
Her özlemi yağmurla başlatan bu yerde
Kuş ağzında uçan bir şarkıdır mevsimler
Ey imge pınarı dokun bu yerlere
İşte yağmur öncesi gökte pamuk tarlaları
Yerde bulutlar küme küme gezinirler
Dokun ki dile gelsin
Bir nehrin sesine denk çoğalan renkler
Dokun ki bir yılı çoktan geçti
Koynumda Toros kokuyor artık sevgiler
Bir topak bulutla inmişim yüreğine
Kurumuş dallardan sonra yeşil-yemyeşil
Kar suskunluğundan sonra sıcak-sımsıcak
Duygudan yana çırılçıplak ve ak
Zakkum nehirlerini izleyip koklayarak
Çakılıp kalmışım göğsüne
Renklerinin okyanusunda boğularak

Victor Emil Frankl "Yaşamda anlam bulmanın bir diğer yolu, olanca eşsizliğiyle bir insanı yaşamak yani onu sevmektir."


Viktor E. Frankl

Frankl’a göre hayattaki anlamı üç farklı şekilde keşfedebiliriz:

1. Bir iş yaparak veya bir iş yaratarak: Toplama kamplarında hayatta kalan insanlara bakarsak bazılarının yarım kalmış eserlerinin olduğunu görürüz. Frankl’da bunlardan birisi ve yarım kalmış eserleri tamamlama inancı bu insanları hayatta tutabilmiştir. İnsan olarak kendimiz bir eser üretmeye veya bir konu üzerinde çalışmaya başladığımız zaman hayatımızı nispeten anlamlandırmış ve buna bağlı olarak mutlu olmuş oluruz.

2. Bir kişi ile karşılaşarak ya da etkileşimde bulunarak: Bu madde bir insana duyulan sevgi anlamına geliyor. Frankl kampta zorlu şartlar altında işkence ve açlık altında çalıştırılırken hayata karısının hayali ve ona karşı duyduğu yoğun sevgi sayesinde tutunmuştur. Bu şunu gösteriyor bir kişiye duyulan sevgi onun fiziksel varlığından bağımsızdır ve sadece hayali bile kişiyi en umutsuz anlarda mutlu edebilir.

3. Kaçınılmaz olan acıya karşı bir tavır geliştirerek: Kişisel acılarımızı yok saymadan onları anlamlandırarak hayatımıza devam etmemiz gerektiğini söyler. Acılarımız bize özeldir ve kimse bu acıyı bizim kadar hissedemez. Biz eğer bu acıları anlamlandırarak başarıya ulaşırsak, acı sadece mutluluğumuzun bir yan ürünü olarak kalır.

 

İkinci  defa  yaşıyormuşçasına  ve  ilk  kez  şimdi  yapmak  üzere olduğunuz gibi hatalı hareket etmişçesine yaşayın! Bu algı kişiyi, yaşamın sınırlı oluşuyla olduğu kadar, hem kendi yaşamıyla hem de kendisiyle ne yapacağının belirleyiciliğiyle karşı karşıya getirir.

Olgun insan için eşi „nesne‟ değildir; o,eşini daha çok başka bir özne, başka bir insan olarak değerlendirir. Onu, insan oluşuyla görür ve onu gerçekten  seviyorsa,eşinde  başka  bir  insanı  bile  görür.  Yani  onda, onun eşsizliğini görür. Bu eşsizlik, insanın kişiselliğini oluşturur ve bir insanın  başka  bir  insanı  bu  şekilde  yakalamasını  sağlayan  şey  de sadece sevgidir.

Yaşamının anlamsız olduğunu düşünen bir kişi sadece mutsuz değildir; aynı zamanda güçlükle yaşamaktadır...Albert Einstein

Bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. Hiçbir kimse sevmediği sürece bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. Sevgisi yoluyla insan, sevilen kişideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma gelir ve buna ek olarak gerçekleşmemiş olan ve ancak gerçekleştirilmesi gereken potansiyelleri görür. Kişi, sevdiği insanın ne olabileceğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak potansiyellerini gerçekleştirmesini sağlar (Frankl, 1992)
 

 “Acılar, sadece gelişiyorsan bir anlam taşır.”

 “Yaşanmış olan güzel şeyler artık var olmasalar bile sonsuza kadar sizindir, o yaşanmışlığı kimse sizden alamaz.”

 “İnsan kendisi için karar verir. Bu yüzden eğitimin amacı karar verme yeteneğini geliştirmek olmalıdır.”

 “İnsanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır.”

 “Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok ötesine geçer. Sevgi en derin anlamını, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulur. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkar.”

 “Yaşamak acı çekmektir. Yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktır. Eğer yaşamda bir amaç varsa, acıda ve ölümde de bir amaç olmalıdır. Ama hiç kimse bir başkasına bu amacın ne olduğunu söyleyemez. Herkes bunu kendi başına bulmak ve bulduğu yanıtın öngördüğü sorumluluğu üstlenmek zorundadır.”

 “Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir.”

 “Hiçbir insan ve hiçbir kader, bir başka insanla ya da kaderle kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrarlamaz ve her bir durum farklı bir tepki gerektirir.”

 “İnsanın temel uğraşı haz almak ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamında bir anlam bulmaktır.”

 “Başarıyı amaçlamayın. Bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. Çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı.”

 “İkinci kez yaşıyormuşsun ve ilkinde yanlış davranmışsın gibi yaşa.”

 “Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz.”

 “Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışa vurur. İnsanlığın, bunaltı ve can sıkıntısından oluşan iki uç arasında sonsuza kadar mekik dokumaya mahkûm olduğunu söyleyen Schopenhauer’i anlayabiliriz.”

 “Kişi hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar gerçekleştirir. Kendini gerçekleştirme denilen şey, hiç de ulaşılabilir bir şey değildir. Bunun da basit bir nedeni vardır: Kişi buna ulaşmak için ne kadar çok uğraşırsa, bunu o kadar çok kaçıracaktır. Başka bir deyişle, kendini gerçekleştirme, sadece kendini aşmanın bir yan ürünü olarak olasıdır.”

 

Baruch Spinoza “İnsanın gerçekleştirebileceği en yüksek eylem anlamak için öğrenmektir, çünkü anlamak özgür olmaktır.”




26 Mart 2020

Beethoven "Müzik, her bilgelik ve felsefeden daha yüksek esin verir."


Müzik, her bilgelik ve felsefeden daha yüksek esin verir.

Hiçbir zaman şan şöhret için yazmayı düşünmedim. Kalbimde ne varsa ortaya çıkmak zorunda; işte bunun için yazıyorum ben.

Müzik erkeğin kalbindeki ateşi yakmalı ve kadının gözlerinden yaş getirmeli.




Hallac-ı Mansur " Cehennem acı çektiğimiz yer değil Acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir."





Zaman ve mekan üstü bir hakikat felsefesi: “Enel Hak...”
Mevlana’dan Yunus Emre’ye, Spinoza’dan Kant’a, Nietzsche’den Ficht’e kadar dünyaca ünlü büyük düşünürlerin felsefi akımlarına ilham kaynağı olmuş büyük İslam düşünürü Hallac-ı Mansur’un “Ene-l Hak” felsefesi üzerinden tarif ettiği varlık, benlik, hiçlik ve yok oluş kavramları, yüzlerce yıldır bilim, sanat, inanç ve felsefe dünyasına ışık tutmaya devam ediyor.
(Tanıtım Bülteninden)





Kalp gözüyle gördum Rabbimi sordum:
Kimsin Sen?
Cevap Verdi: Ben, Senim!
Dahil olmamışsın hiç "nerede" sözüne,
Hiç ilgin olmamış "nerede" ile senin,
Şüpheler, vesveseler doğrudan nasiplenmemiş,
Bu yüzden bilemezler zatın nerededir Ey Efendi!
Sen, bütün "nerede"leri / her yeri kuşatmışsın,
Sen neredesin? "Neredesiz" kadar uzakta.
"Yok oluş" benimle birlikte yok oldu.
Yok oldum da böylece ulaştım sana!

"Tavasin"

Richard Dawkins " Şu ana kadar Evrim Kuramı'nı çürütebilen bir argüman var olmadı. Ancak eğer ki bir gün olursa, bunu keşfeden bir bilim insanı olacaktır, bir aptal değil."





Robert Frost - Sevi Bir Sorun


Bir garip çöktü kapıya akşam
Senli benli konuştu taze gelinle
Elinde yeşilli aklı bir deynek
Dayanağı korunağı olacak
Sordu dudaklarından çok gözleriyle
"Bu gecelik sığınabilir miyim evinize?"
Döndü ardına baktı
Karanlık pencerenin dibinde

Yürüdü sundurmaya çıktı gelin
Gel dedi göğe bakalım birlikte
Görelim nasıl başlıyor gece
Gel yabancı ikimiz
Yapraklar hışırdadı bahçede
Mavi yaprakları ağaçların
Güz bu doğru kış rüzgarı bu
Yabancı anlayasın isterdim bunu

Karanlık odasında taze gelin yalnız
Eğildi ocağın ateşine
Al güllerce ışıdı yüzü
Yüreğinde bir yanma
Görüverdi sanki içini
Baktı ıraklara o eski yola
Ah altın bir kutuda gümüş iğneyle
Tutturulmuş olsaydı yüreği şimdi
Düşündü gelincik az daha
Bir dilim ekmek bir güzel çanta
Acıdı Tanrı'nın fakirliğine
Ya da şu zenginliğine
Ne o ne de yabancı
Bir çift söz edememişti sevileri üstüne
Anlamak istiyordu ne olduğunu içindekinin
Odasında hala taze gelin

Neyzen'in Akif'i Ağlatması


Dostu Eşref Edip Akif ve Neyzen’in dostluğunu anlatırken şöyle der:
Mütareke zamanında idi. Bir gün Sebilürreşad  idarehanesinde üstadla oturuyorduk. Neyzen Tevfik çıkageldi. Üstbaş perişan, selâm, vererek içeri girdi. Şöyle bir tarafa yıkıldı. Çok sarhoştu. Biraz geçtikten sonra rakı dolu matradan birkaç yudum aldı. Fakat artık işba haline gelmiş, bir yudum bile içecek hali kalmamıştı. Biraz sonra matradaki rakıdan avucuna boşalttı. Kolonya gibi yüzüne, gözüne, başına, saçlarına içirmeye savaştı.
            Nihayet neyini alarak üstadın oturduğu koltuğun önünde, üstadın dizi dibinde yere oturdu, üflemeye başladı. O halde muhrik bir taksim yaptı. Baktık, üstadın gözlerinden sessiz sessiz yaşlar dökülüyordu. Neyzen bunu görünce Neyi bıraktı, üstadın boynuna sarıldı. Sakalından, yanaklarından öpmeye başladı. Öptü, öptü...
            Biz bu manzara karşısında mebhut kaldık. Üstad neye ağladı? Neyin hazin sesine mi? Neyzen’in bu haline mi? Artık ne bizim sormamıza lüzum vardı, ne onun söylemesine! Şimdi ne vakit Neyzen’i görsem bu levha hatırıma gelir.


Wilhelm Reich - İnsanın Doğadaki Yeri


W. Reich'ın " Esir, Tanrı ve İblis " ile "Acunsal Üst Üste Binme" adlarını taşıyan iki kitabını burada birlikte sunuyoruz. Reich, bu yapıtında işlevsel düşününcenin gelişim sürecini betimlemekte ve bu nesnel düşünce tekniğinin iç mantığının kendisine nasıl adım adım acunsal yaşam enerjisinin bulgulanmasına ve buna bağlı öteki buluşlara götürdüğünü anlatmaktadır. İlk acunsal yaşam enerjisinden de evrendeki bütün canlı-cansız varlıkların, gökadaların, güneş dizgelerinin, gezegenlerin ve bunlardan birinde de yani yeryüzünde ilk tek hücreli canlıların, taşın, toprağın, denizin, bulutun, kasırganın nasıl oluştuğunu açıklamaktadır. "Edinilen her yeni bilginin ardında 'yaşam nedir' sorusu vardır" diyen Reich, böyelce insanın kişilik yapısının ötelerine geçmekte ve onun evrendeki, doğadaki yerini anlamaya çalışmaktadır.


İnsanın Doğadaki Yeri 

23 Mart 2020

Franco Fortini - Suç Ortaklığı


Biz baş eğmekte devam edersek,
kederli çocuklar da yaşamakta devam eder,
doğduğuna kimbilir ne kadar pişman olacağını
henüz bilmeyen.

 

Burda Kalan - Şükran Kurdakul

Anımsama yeter mi
Bilirsin sen..
Kalan kaldı arkamızda
Bir defa geçilen yollar gibi
Unuttuğumuz günler
Nerde şimdi,
Nerdesin sen.

Beklemekse bekledindi
Eksile azala...
Yürümekse yürüdün,
İyi kötü zamanlar gördün
Saatler durmadı,
Trenler bastı gitti
Burdasın sen.

Erich Fromm - Sevginin ve Şiddetin Kaynağı

1.Kötülük insana özgü bir olgudur. İnsanlık öncesi duruma dönme, insana özgü olan nitelikleri (aklı, sevgiyi, özgürlüğü) yok etme çabasıdır. Ama kötülük yalnız insana özgü değil aynı zamanda trajik bir şeydir de. İnsan gerileyerek en ilkel yaşama, en ilkel deney biçimlerine dönse bile insan olmaktan kurtulamaz; bu yüzden bir çözüm olarak  kötülükte doyum bulamaz. Hayvan kötü olamaz; temelde,yaşamını sürdürmesini sağlayan yaradılıştan getirdiği dürtülerine göre davranır. Kötülük insanlık alanının dışına kayarak  insanca olmayan alana taşma çabasıdır;ama gene de son derece insanca bir şeydir, çünkü insan -Tanrı- olamayacağı gibi hayvan da olamaz. Kötülük, insanın insanlık yükünden kurtulma yolunda giriştiği trajik çabada kendisini yitirmesidir. Kötülük yapma yetisi büyüktür, çünkü insanda kötülüğün her türünü düşünmeyi sağlayacak, böylece bunları işleyip gerçekleştirecek, hasta imgelerini doyurabilecek bir imgelem gücü vardır.Burada anlatılan iyilik ve kötülük fikri temelde Spinoza'nın açıkladığı iyilik ve kötülükle çakışır: Öyleyse bundan sonra 'iyi' dediğimde örnek aldığımız insan yaradılışı türüne (Sipinoza'nın terimiyle insan yaradılışı örneğine} en çok yaklaşan yol olduğunu kesinlikle bildiğimiz şeyleri, 'kötü' dediğimde de bu türe yaklaşmamızı engelleyici olduğunu kesinlikle bildiğimiz şeyleri kastedeceğim. Mantıksal olarak Spinoza'ya göre 'bir at, insan biçimine sokulduğunda tıpkı bir böcek biçimine sokulduğu zamanki kadar yıkıma uğramış olacaktır.' İyilik, varlığımızı özümüze gittikçe daha çok yaklaşacak biçimde değiştirmek demektir; kötülük de varlıkla öz arasında gittikçe büyüyen bir yabancılaşma yaratmaktır.

2. Kötülük dereceleri aynı zamanda gerileme derecelerini gösterir. En büyük kötülükler, yaşama en çok karşı olan eğilimlerdir: Ölüm sevgisi, ana rahmine, toprağa, canlı olmayan şeylere dönmek için girişilen kandaşlar arası cinsel ilişki bağıyla birlikte yaşama çabası; narsist bir biçimde insanın kendisini kurban etmesi; bu durumda insan yaşama düşman olacak ve kendi benliğinin hapishanesinden kurtulamayacaktır. Böyle yaşamak,-cehennem-de yaşamaktır.

3. Daha küçük gerileme derecelerine göre daha küçük kötülükler vardır: Sevgi yoksunluğu, akıl yoksunluğu, ilgi yoksunluğu, gözüpeklik yoksunluğu gibi.

4. İnsan gerilemeye de ilerlemeye de yatkındır; bu da insanın hem iyiliğe hem kötülüğe yatkın olduğunu söylemenin başka bir yoludur.Her iki yatkınlık belli bir denge oluşturuyorsa insan seçmekte özgürdür ama farkında olma yetisinden ve çabasından yararlanması koşuluyla. İnsan, içinde bulunduğu durumların belirlediği seçenekler arasında seçme yapmakta özgürdür. Ne var ki yüreği yatkınlıklar arasındaki dengeyi sarsacak ölçüde katılaşmışsa seçmekte özgür değildir artık. Özgürlüğün yitirilmesine yol açan olaylar zincirinde sonuncu olay, insanın artık özgür olarak seçemeyeceği bir karardır; ilk kararı verirken insan, kararının önemini kavramışsa iyiliğe gidecek yolu seçmekte özgür olabilir.

5. İnsan seçmekte özgür olduğu ölçüde kendi eylemlerinden sorumludur. Ama sorumluluk ahlaksal bir varsayımdan başka bir şey değildir, çoğu zaman da yetkililerin insanı cezalandırma isteklerini akla uydurmak için başvurdukları birşeydir. Kötülük insanca bir  şey, gerileme ve insanlığımızı yitirme yetisi olduğundan her birimizin içinde vardır. Bunun ne ölçüde farkında olursak, başkalarını yargılamaya hakkımız olmadığını o ölçüde anlarız.

6. İnsanın yüreği katılaşabilir, insanlıktan çıkabilir ama hiçbir zaman insanlık dışı olamaz. Her zaman insan yüreği olarak kalır. Hepimiz, insan olarak doğmakla belirlenmişizdir;bu yüzden de sonu gelmeyen seçmeler yapmak göreviyle yükümlüyüzdür. Amaçlarla birlikte araçları da seçmemiz gerekir. Kimsenin bizi kurtaracağına güvenmemeliyiz; ama yanlış seçmelerin kurtulmamızı engelleyeceğinin farkında olmalıyız. Gerçekten de iyiliği seçebilmek için farkında olmamız gerekir - ama başka bir insanın acısına, başka bir insanın dostça bakışına, bir kuşun ötüşüne, otların yeşilliğine karşı duyarlılığımızı yitirmişsek, farkında olmanın da yararı olamaz. İnsan yaşama karşı ilgisini yitirmişse iyiliği seçebileceğini ummamalıdır artık. O zaman yüreği öylesine katılaşacaktır ki -yaşamın kendisi sona erecektir. Tüm insan ırkı, ya da insanların en güçlüleri bu duruma gelirse,insanlığın yaşamı en büyük umutlarla dolu olduğu bir anda yok olup gidecektir.
 
 

Mutluluğun ve Hüznün Ressamı Abidin Dino



22 Mart 2020

Johann Wolfgang von Goethe


 Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun, 
O görünmez nesneyle doldur.
    Yüreğin mutluluktan dolup taşınca, 
Ona istediğin adı ver;
    Mutluluk, Sevgi, Gönül, Işık, Tanrı…
    İsim gürültüden başka birşey değildir.
    Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir…
 
 

20 Mart 2020

Koronavirüs " Doktor olan bir kuzenimin kendi aramızdaki whatsapp grubunda yazdıklarını aşağıda sizlerle paylaşıyorum."


  Facebook'tan Gelen Mesaj

Doktor olan bir kuzenimin kendi aramızdaki whatsapp grubunda yazdıklarını aşağıda sizlerle paylaşıyorum.

Yıllardır doğru düzgün girmediğim facebooka bu virüs yüzünden girip bir şeyler yazayım istedim çünkü neredeyse 15 ocaktan bu yana, yani 2 aydır bu hastalık üzerine bilimsel makaleler de dahil çok fazla okuma yaptım.

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Bu virüsten kaçış yok arkadaşlar. İstisnasız hepimiz yakalanacağız. Ama ne kadar geç yakalanırsak o kadar iyi, bunu en sonda açacağım. Aynen grip virüsünde olduğu gibi önümüzdeki yıllar, on yıllar boyunca bu virüsle yaşamayı öğreneceğiz. Emin olun bu kesin. Şu an alınan karantina, tatil, izin vb önlemlerinin tamamı virüsün yayılma hızını yavaşlatıp, sağlık sektörünün çökmemesini sağlamak üzere alınıyor.

Çok hızlı yayılımda hastanelerin yoğun bakım üniteleri çıkmaza giriyor ve bilamecbur İtalya örneğinde olduğu gibi hangi hastanın yaşayacağına, hangisinin öleceğine karar verilmesi gereken berbat bir durum ortaya çıkıyor.

Virüs dediğimiz şeyler aslında öldürücü, şeytani birer düşman değiller. Onlar da aynen bizim gibi üzerinde konuşlandıkları alan sayesinde yaşayan canlılar. Zaten genelde hayvanlardan bize geçiyorlar ve evet, hayvanları genelde öldürmüyorlar. Çünkü kendileri de yaşamak için üzerinde yaşadıkları canlılara muhtaçlar. Yüzyıllardır hayvanlarla beraber yaşamaya alışmışlar.

E peki biz neden ölüyoruz? Çünkü birbirimizi tanımıyoruz. Virüs kendini hala hayvan vücudunda zannediyor. Yeni yerleştiği konağın şartlarını henüz bilmiyor. Belli bir süre geçtikten sonra hem bizler onlara bağışıklık kazanacağız hem de onlar kendi sonsuz yaşamları için mutasyona uğrayacaklar. Böylece beraber yaşamaya alışacağız.

Mesela aranızda herpes labialis adlı virüsü duyan oldu mu hiç? Duymadınız ama kendisi dünyanın en yaygın virüslerinden birisi ve bir kere vücudumuza girdikten sonra biz ölene kadar vücuttan atılamıyorlar. Peki ne yapıyor bu virüs? Dudağınızda uçuk çıkarıyor. O kadar işte. Bizi öldürmüyor çünkü biz ölürsek kendisi de yaşayamıyor.

Grip virüsü de hemen hemen öyle. Öldürücülük oranı %0.1 civarı ve genelde zaten vücudunda kronik sorun olanları öldürüyor. Her sene ve her sene dünyada yarım milyar insan grip virüsüne yakalanıyor. Bu şekilde birlikte yaşamaya alıştığımız tonla virüs var. Corona virüsler (sars, mers vb) ile de yaşamaya alışacağız (tabii mers ile belki 1000 yıl sonra).

Sadede gelirsem, dediğim gibi hepimiz bu virüse yakalanacağız. Hatta belki birçoğumuz yakalandı bile ama fark etmedi. Ve hatta hastalığı da atlattı. Vücudu virüsle yaşamaya çoktan alıştı ya da virüs o vücutta yaşayamadı ve başka konaklara geçti. Bu konuda en güzel örnek Diamond Princess gemisi. Gemideki 3700 kişinin 700'ünde test pozitif çıkmış. Ama bu 700 kişinin 350'si hastalığı hissetmemiş bile. Ve hala da çok sağlıklılar. Yatak döşek yatmıyorlar. Ki yaş ortalamaları da baya yüksek.

Peki neden böyle? Çünkü o 350 kişinin bağışıklık sistemi çok güçlü. Yani bu hastalıkta en önemli şey bağışıklık sistemi. Aramızda bağışıklığı iyi olanlar, spor yapanlar, doğru besinleri alanlar, sigara içmeyenler vb. bu hastalığı belki hissetmeyecek bile. Belki hafif bir grip gibi atlatıp hayatlarına devam edecekler.

Ne yapmak gerekiyor? Öncelik vücut direnci. Spor ve hareket. Sonrası beslenme. Özellikle meyve sebzeler ile daha spesifik şeyler, mesela sarımsak, yoğurt, kefir, yeşil çay vb. Sonrası ise besin takviyeleri. Özellikle c vitamini, çinko, beta glukanlar (1.3 ve 1.6) ve kara mürver ekstresi. Meyve sebzeler ve takviyeler eğer kendinize de dikkat ederseniz bu kışı atlatmanızı sağlayabilir. Çünkü bağışıklık sistemini çok dirençli hale getiriyorlar.

Dediğim gibi, bu virüsle yaşamaya alışın. Önümüzdeki yıllarda, hatta belki aylar ya da haftalarda mutasyona da uğrayacak, ya daha ölümcül olacak, ki kendi de kaybeder, bu yüzden bunu düşük olasılık görüyorum, ya da o da bizimle yaşamayı öğrenecek. Aşısı bulunsa bile mutasyona her uğradığında aşı işlevini kaybedecek. Grip aşıları da öyledir. Sizi sadece geçmiş senelerin grip virüslerinden korur. Yenilerinden değil. Yani tam koruma sağlamaz. Tam koruma her zaman için bağışıklık sisteminizdir.

Fakat dediğim gibi virüsün canlılığını devam ettirebilmesi için bulunduğu konağı öldürmemesi ve başka konaklara geçebilmesi gerekiyor. Bunun için de mecburen mutasyona uğramak zorunda. Mutasyon dediğimiz şey ise nesille alakalı ve virüsler çok hızlı üreyip öldükleri için bizlerde yıllar alan nesil değişimi onlarda saatler alabiliyor. Bu sayede çok hızlı mutasyon geçiriyorlar. Ve büyük bir olasılık süre geçtikçe virüs bulaştığı kişiyi öldürmeyecek şekilde mutasyon geçirecek. Yani bu virüsü ne kadar geç kaparsanız tehlikesi o kadar az olacak.

Evet, hepimize uğrayacak bu virüs ama ne kadar geç uğrarsa o denli şanslı olacağız. Bu yüzden olabildiğince evden çıkmamak, hijyene dikkat etmek, gerekli şekilde beslenmek, hareket etmek ve gerekli takviyeleri almak gerekiyor. Bunları yapanlar emin olun hepimizden uzun yaşayacak.

Özet
1- Kendinizi karantinaya alın. Virüsle en geç temas edenler en şanslıları olacak
2- Hijyen. Olabildiğince temizliğe dikkat edin.
3- Meyve sebze yiyin.
4- Bağışıklığa iyi gelen sarımsak, kefir, yoğurt gibi besinler tüketin.
5- Bağışıklığa çok iyi gelen besin takviyeleri ve vitaminler alın. Örnek: beta glukanlar, c vitamini, çinko, kara mürver ekstresi vb.
6- Hareket edin ve evinizde spor yapın.
7- Sigarayı bırakın.
8- Bol su için.

Friedrich Hölderlin - Şiir ve Tragedya Kuramı




Tüm erdemlerimizin başlangıcı kötülüktedir.


Falih Rıfkı Atay - Batış Yılları


Falih Rıfkı Atay' ın 1905 ile 1914 yılları arasında kalan dönemi anlattığı, anı ve deneme türü eseridir. Kitapta Osmanlı İmparatorluğu' nun özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesindeki son on yılı anlatılmaktadır. Kitapta Falih Rıfkı Atay' ın yaşanmış anıları üzerinden İkinci Abdülhamit, İttihat ve Terakki, İkinci Meşrutiyet, 31 Mart Vakası, Balkan Savaşı dönem ve olaylarına yönelik incelemeler yer almaktadır.


Kitabın önsözü yazarın şu ifadesi ile sona ermektedir: "Maksadım bugünün ve yarının gençlerine batış ve dağılış yıllarının hikâyelerini anlatmak ve onları Türkiye' nin geleceği üzerinde daha uyanık tutmaktan ibaret."


Robin Sharma - Ferrari'sini Satan Bilge'nin Gizli Mektupları



Hayatın kendisi bir yolculuktur ve nereye ulaştığınız değil, kime dönüştüğünüz önemlidir.


18 Mart 2020

18 Mart Çanakkale Zaferi Ve Şehitleri Anma Günü'nün 105.Yıldönümünde başta M.Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere bütün şehitlerimizi rahmetle, şükranla ve minnetle anıyorum.


 "Bir ordunun kıymeti zabitan ve kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür."    Mustafa Kemal Atatürk

 “Çanakkale Zaferi,  Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir.  Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebeleri’ni kazandıran bu yüksek ruhtur.”     M. Kemal Atatürk



Çanakkale muharebeleri sırasında verdiği bir emrin son sözleri:Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki üzerimizde bulunan vatan ve namus vazifesini tamamen yerine getirmek için bir adım geri gitmek yoktur! Uyku ve istirahat aramanın, bu istirahatten yalnız bizim değil,  bütün  milletimizin  ebediyen  mahrum  kalmasına  sebebiyet  verebileceğini cümlenize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın benimle aynı düşüncede olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe yorgunluk işaretleri göstermeyeceklerine şüphe yoktur!

1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kuman-danı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 47)


Çanakkale muharebeleri sırasında komutanlara verdiği emre ilâve ettiği bir söz:-Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi  emrediyorum! Biz ölünceye  kadar geçecek zaman esnasında yerimizi başka kuvvetler ve komutanlar alabilir.

1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kuman-danı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 3)


Odisseus Elitis - Yokluğun İklimi

I
Dünyanın bütün bulutları günah çıkardı
Yerlerini tasam doldurdu
Ve saçlarımın içinde üzgün düşüverince
Pişmanlık duymayan elim
Bir acının düğümüne bağlandım.
II
Saat unuttu kendini akşam olurken
Anıdan yoksun
Ağacı sessiz
Denize doğru
Unuttu kendini akşam olurken
Kanat çırpmalardan yoksun
Yüzü kımıltısız
Denize doğru
Akşam olurken
Sevgiden yoksun
Ağzı kararlı
Denize doğru
Ve ben içinde, kendime çektiğim durgunluğun.
III
Öğle sonrası
Ve onun imparator yalnızlığı
Ve rüzgârların sevecenliği
Ve atılgan çekiciliği
Hiçbir şey gelmiyor. Hiçbir şey
gitmiyor.
Bütün alınlar çıplak
Ve duygu yerine bir duru cam.
Çeviren: Herkül Millas

Erich Fromm - Psikanaliz ve Din

Erich Fromm, bu klasik eserde, içgüdüsel ve maddi ihtiyaçların giderilmesini yaşamın tek gayesi olarak gören psikanaliz ile din arasındaki gerilimi değerlendirmektedir. Fromm, psikanalizin dinin ne düşmanı olduğunu ne de onu savunduğunu, daha ziyade dini öğretilerin ardındaki insan gerçeğinin ve bütün büyük dini öğretilerin özünde yer alan insani değerlerin farkına varılmasıyla ilgilendiğini öne sürmektedir.
   
Karmaşık dünyamıza uygun ve kışkırtıcı bir kitap bu. Dinin ıskaladığı hususlara işaret ediyor ve hem psikoloji hem din öğretmenlerine değerli bir bilgi kaynağı sunuyor. Bu kitap psikanalizin bilinçaltı çatışmalarını açığa çıkarabileceğini anlamaya yardımcı olacaktır.” 
 
New York Herald Tribune
 
 
 

18-24 Mart Yaşlılara Saygı Haftası






Her yeni güne yaşlanmak için değil sağlıklı yaşamak için “Gençlikten Ömür Saklamak Hepimizin Elinde”


16 Mart 2020

Haldun Taner "Çok Güzelsin Gitme Dur"


Çok Güzelsin Gitme Dur Haldun Taner'in 1976-1982 yıllarındaki gazete yazılarından oluşuyor. İstanbul, tarih, eğitim, sanat, edebiyat, dil, kültür, tiyatro, kentsel sorunlar, yitirilen erdemler, doğa ve çevre, konu ne olursa olsun, Taner'in kalemiyle renkleniyor. 

"Bir ada arıyorum. Sen ben kavgasından uzak. İnce hesaplardan. Bir ada ki ona gelen unutsa adını, mesleğini, bencil ihtiraslarını. Soyunsa kinlerinden, hasetlerinden bir bir. Yeterince yer olduğundan kelli güneşin altında, denizde ve kıyıda, kimsenin gözü olmasa başkasının yerinde. Uzanıp düşünmemek, sadece yaşamak tadı ile yetinip bıraksa kendini kendine. Ayak oyunlarına sapmadan. Dedikodu yapmadan. Bıraksa kendini hafif rüzgâra, deniz minaresi gibi, kozmik bir ezeli şarkıyı ta içinde duyarak. (...) 

"Bir ada arıyorum. Politikadan uzak. İktidar hırsı yok. Kendinden başka düşünene tahammülsüzlük yok. Herkes eşit adasever. Kimi kıyısını, kimi yamacını, tepelerini, çamlıklarını… 'Mademki benden değilsin, öyleyse bana karşısın' ham görüşü uğramamış adaya. Seçim sorunu, oy dalgası, partiler, koalisyon, Çince gibi sözcükler kullanılmıyor ada sakinlerince. Siyaset yok ki siyasi suç kalsın." (Tanıtım Bülteninden) 


Sizce mutluluk nedir? diye soran bir anketi on beş yıl önce şöyle yanıtlamışım: Mutluluk insanin içini ısıtan, ışıklandıran bir şeydir. Kanının iyi dolastığını, kalbinin gümbür gümbür attığını, yoğun olarak yaşadığını hissettiren şeydir. Mesela bir temmuz öğlesi dalgalanan başak tarlası, yağmurlardan sonra taze çimenlerin kokusu, üstünde ciğ damlası ile sabaha bakan bir gonca. Mutluluk desti kokan bir bardak sudur. Bir kadının guneşten yanmış kolundaki altın sarısı ayva tüyleri...Sonra gök kubbe, yıldızlar, sahilin hışırtısı. Bir çocugun sevinci, bir yaşlının gülüşü. Mutluluk mesela özgürlüktür. Özlü bir sey okuyup yüce insanlarla bir ortaklık kurmaktır. Mesela gelişmektir, oluşmaktır, sevişmektir. Ağır, ağır bir dağa tırmanıp yükseldikçe bir zamanlar bir sey sanılmış tepeciklerin arkasındaki boşluğu farketmektir. Daha ne diyeyim, mutluluk gecenin ucundaki ilk maviliği, bir vapur güvertesinden seyretmektir. Mutluluk Bach dinleyebilmektir.

Belki ayni soru bugun bana yöneltilse yanıtım aynı olmayacaktı. O çağımda mutlu olmak için demek, bazı gerekçeler gerekli imiş. Çamurlu bir yolda taştan taşa atlayarak giden bir yolcu gibi, böyle mutluluk adacıklarına bel bağlamışım. Simdi artık olgun yaşta, yol oldukça kısalınca insan bulduğunla yetinmek, mihneti kendine zevk edinmek, her seyden iyi kötü bir mutluluk ya da mutluluk ersatzı çıkarmak hünerine yaklaşıyor.

Ve anlıyor ki mutlu olmak mutluluğa elverişli ruhsal durum sahibi olmaktan başka bir şey değildir. Bu eğilim istenince edinilebilir. Bu eğilimi bir kere yerleştirince her şeyin bir mutluluk yanını mıknatıs gibi bulup çıkarırsınız. Bu çeşit bir mutluluğa açık ruhsal durum benimsenince mutluluk sürekli olur. Belki iddiali değil alçakgonüllü her fırsat bile boyle bir zeminde hemen yeşerir. Aslında en arı mutluluk hic bir dış neden yokken duyulan mutluluktur.

Böyle bir mutluluk, insanın hücrelerine sinen güftesiz bir şarkıya benzer. ama yine de eksiktir...
Mutluluk önerileri içinde galiba en iyi reçeteyi yazan Goethe olmuş, Hep bilirsiniz. Mephisto ile bahse tutusan Faust, şeytanın bütün tuzaklarina karşı koymayı bilmiştir. Sirasıyla bilimin, sehvetin, güzelliğin, egemenliğin verebilecegi zevkleri olçüsüz bir şekilde tanımış ama hiç birine "çok güzelsin gitme dur" dememekte direnmiş olan Faust, yaşamının sonunda, oluşmasının son doruğunda, insan sevgisinde karar kılmıştır. Bireysel mutlulukların hepsine sırt çevirebilmesine karşın, özverici mutluluk karşısında kendini tatmin eden biricik mutluluğu bulup, "çok guzelsin gitme dur" diye haykırmaktan kendini alamamıştır. Söz konusu an bir bataklığın kurutulmasına, böylece milyonlarca insanın sağlıkları için, hür ve faal yaşamaları için yeni alanlar kazandırma işine önayak olduğu andır. Kendini topluma adadığı ve bunun için somut bir eyleme geçtiği andır..." 

5 Mart 1978 Haldun Taner, Milliyet Gazetesi.

Deniz Kızı Eftalya - Bu Yaz Geçen

 



  
 

 
 

15 Mart 2020

Tomris Uyar " İnsanı önce kendi soyu yer bitirir, kendi cinsi yağmalar."



Yalın ve süssüz anlatım biçiminin kendini hissettirdiği bu etkileyici kitapta; hangi sınıftan gelirlerse gelsinler yaşadıkları baskılara boyun eğmeyen bireylerle onların uyumlu sınıfdaşlıklarının kişilik ve değer çatışmalarını bulabilirsiniz.
Dizboyu Papatyalar

Metin Altıok - Beraberken

İşte böyledir gülüm bazı şeylerin
Hiç hissedilmez varlıkları ama
Yoklukları bir uçurum kadar derin
Baş döndürür kıyısında nasıl da.

Soneler

Aforizmalar - Albert Einstein

 Aforizmalar 

Einstein’ın Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler Üzerine yazdığı, not ettiği hâlâ güncelliğini koruyan aforizma tadında denemeleri.

 Ben gelecek için hiç endişe duymadım. O yeterince hızlı geliyor zaten

 Eğer ödenecek bir bedel yoksa, bir değer de yoktur.

 Mutlu bir hayat yaşamak istiyorsun bir amaca bağlan, insanlara ya da eşyalara değil.

 Din olmadan bilim eksiktir, bilim olmadan din kördür.

 

Stephen Hawking "Din ve bilim arasında önemli bir fark vardır. Din, otoriyete kuruluyken; bilim, gözlem ve mantığa dayanır. Bilim galip çıkacaktır, çünkü işe yarar.”





Karl Marx

Metalaɾ dünyası büyüdükçe insanlaɾ dünyası küçülüɾ.
 
Toplumun kɑlɑbɑlıklɑrı ve onlɑr gibi düşünenler benim kitɑbımı okumɑsınlɑr; hem ben, onɑ hiç el sürmemelerini ɑlışkɑnlıklɑrınɑ uyɑrɑk eserimi yɑnlış ɑnlɑmɑlɑrınɑ yeğ tutɑrım.
 
Kitaplaɾım, onlaɾı yazaɾken içtiğim tütünün bile paɾasını kaɾşılamadı.

Lɑnetlenmeyi göze ɑlmɑyɑn bir insɑn hiçbir şey yɑpɑmɑz.

Toplumlaɾ üstesinden gelemeyecekleɾi soɾunlaɾı gündeme getiɾmezleɾ.

İnsanlaɾ taɾihleɾini kendileɾi yapaɾlaɾ, ama onu seɾbestçe kendi seçtikleɾi paɾçalaɾı biɾ aɾaya getiɾeɾek değil, dolaysızca önleɾinde bulduklaɾı, geçmişten devɾeden veɾili koşullaɾda yapaɾlaɾ. Tüm göçüp gitmiş kuşaklaɾın oluştuɾduğu gelenek, yaşayanlaɾın beyinleɾine biɾ kabus gibi çökeɾ.

Anlatılan senin hikayendiɾ.

Eğeɾ dış göɾünüş ve şeyleɾin özü aynı olsaydı, o zaman bilime geɾek kalmazdı.

Yɑşɑmı belirleyen bilinç değil, ɑmɑ bilinci belirleyen yɑşɑmdır.

Mɑdem ki insɑnı biçimlendiren yɑşɑdığı koşullɑr; koşullɑr en insɑnı şekilde biçimlenmelidir.

Açıklanması geɾeken ya da taɾihi biɾ süɾecin sonucu olan şey, canlı ve etkin insanın doğa ile metabolik alışveɾişinin ve dolayısıyla doğayı mülk edinişinin doğal, inoɾganik koşullaɾıyla biɾliği değil, etkin insanla bu insanın vaɾoluşunun koşullaɾının biɾbiɾinden ayɾılmasıdıɾ; ve bu ayɾılış tam anlamıyla ilk kez ücɾetli emekle seɾmayenin ilişkisinde kendisini oɾtaya koymuştuɾ.

Cimɾi aklını kaçıɾmış biɾ kapitalisttiɾ, kapitalist ise aklı başında biɾ cimɾi.

Dünyɑyı ɑnlɑmɑk yetmez, onu değiştirmek gerekir.

İşe fiilen bɑşlɑr bɑşlɑmɑz, ɑrtık, emeği onun olmɑktɑn çıkmıştır ve bunun için de bu emeğin şimdi işçi tɑrɑfındɑn sɑtılmɑsı sözkonusu olɑmɑz.

Aşacağımız son kapitalist,muhtemelen bize asma halatını satan kişi olacaktıɾ.

Dünyɑnın kurtuluşu sosyɑlizmdedir.

İnsɑnlɑrın vɑrlığını belirleyen onlɑrın bilinçleri değildir; tersine insɑnlɑrın bilinçlerini belirleyen onlɑrın vɑrlıklɑrıdır.

Göɾünen, geɾçek olsaydı bilime geɾek kalmazdı.

13 Mart 2020

Kemal Tahir - Yol Ayrımı

Kemal Tahir - Yol Ayrımı | E-Kitap indir
Kamil Bey de Anadolu’da serbesttir artık… Türkiye’yi kuşatan bir “serbest”lik rüzgarı esmeye başlar zamanla. Bu serbestlik, değişen ya da değişmiş gibi görünen insanların maskelerini birer birer düşürürken, İstanbul’da hayat giderek zorlaşır. Kamil Bey, yıllardır özlemini duyduğu biricik kızı Ayşe’ye kavuşmaya çalışırken, Kurtuluş Savaşı’nda yüz binlerce insanın kanıyla kurtulan vatan, artık demokrasi mücadelesi vermektedir. Serbest Fırka’nın kuruluşu, Darülfünun’da meydana gelen ayaklanmalar, İstanbul sokakları ve tarihin derinliğinde kalan ayrıntılar… “Yol Ayrımı”, savaştan zaferle çıkmış bir milletin demokrasi yolunda attığı bebek adımlarının izdüşümlerini aktarıyor okura.
 
*
 
 "İnsanın başına bu memlekette her şey gelir, bunların en önünde akıl almaz alçaklık, en sefil kişisel çıkar, en korkunç aptallık vardır."
 
 
 

Tezgah - Melih Cevdet Anday

Benim bir ödevim var
Yaşamak için geldim dünyaya
Ama nedir bilmeden saadet
Araya araya..
Bazen düşünüyor da insan
Hiçbir şeyden haberi yok toprağın
Saadet yüzünden açmışız aramızı
Bu ağaçtan, bu yıldızdan,
bu kuştan.
Ömrüm oldukça şiir yazacağım
Selam olsun benden arda
kalanlara
Bilsinler yürüdükleri yolları
Oturdukları masayı bilsinler..
Kıymasınlar taşıtlarda geçen
vakitlerine
Bilirim bir sevgili bekler durakta
Şunu anladım ki bu fani hayatta,
Yol daha uzunmuş vuslattan.
Kan ter içinde koşmuşun ama kaçmış vapur
Zarar yok, denize bak yeni baştan
Her şey öyle taze, öyle güzel ki
Bitmez, tükenmez dünyadaki
maceran...
Biz bir kumaş dokuyoruz
Güle ağlaya,
Ne mesuduz, ne bedbahtız
Başka, bambaşka.

İlhan Selçuk "Anormal Bir Yazı"


Eskiden "normal" davranışların dışında işler yapan kişiye çıkışılırdı:
- Deli misin sen?
Şimdi diyorlar ki:
- Manyak mısın be!
Günlük yaşama giren yabancı sözcükler çoğalıyor.
Halk kimi zaman bir yabancı sözcüğü alıyor, eviriyor, çeviriyor, yeni anlamlar yükleyip istediği gibi kullanıyor. "Normal" bunlardan birisidir. Vaktiyle bedeninde kırıklık duyan kişi ne söylerdi:
- Rahatsızım...
Şimdi aynı durumda bir genç, çevreye derdini anlatmak isterse yakınıyor:
- Normal değilim...
Dolmuşta, şoför arkadaşına anlatıyormuş:
- Akşamları bir tek attım mı normalleşiyorum.
- Sonra?
- İki tek atınca daha çok normal oluyorum.
Artık kızdığımız kişiye:
- Anormal herif... diyoruz.
Hayat "normal-anormal" ikileminin gel-git'lerinde yaşanıyor; kime rastlasanız ülkenin ve dünyanın olağanüstü dönemler geçirdiğini yineliyor.
Soruyorsunuz:
- Neden?
- Dünyanın durumuna baksana!.. Ortadoğu kan ve ateş içinde çalkalanıyor. Lübnan parçalandı. İran-Irak savaşı sürüyor. Karayiplerde neler oluyor? Afganistan'da çarpışmalar sürüyor. Her ülkede kaynaşma durmuyor.
- Anormal gelişmeler mi söz konusu?
- Evet.
Acaba doğru mu?
Dünyanın her yeri dingin ve güllük gülistanlık olsa "normal"dir diyebilecek miydik? 20'nci yüzyıldan önce
dünyada eşitsizlik, kölelik, zulüm gırla giderken nice ülke üzerinde hiçbir rüzgar esmeyen bataklık gibi kımıldamazken her şey normal miydi?
Soralım kendi kendimize:
- Sakın bizim kafamızda anormal olanı normal, normal olanı anormal sayan bir bozukluk, ya da koşullanma olmasın?
Yakın çevremize bakalım: Bir zamanlar kadınların erkek güdümünde bulunması normalmiş; sonra kadın özgürlüğü ya da bağımsızlığı diye bir dava ortaya atılmış? Acaba hangisi normal? Kadının köle, erkeğin efendi olması mı? Yoksa kadınla erkeğin eşit insan sayılması mı?
Normalin anormalleşmesi, anormalin normalleşmesi toplumsal yaşamda bir süreç sorunudur. Herkesin fes giydiği toplumda açık başla gezmek anormaldir; herkesin fesi yaşamadığı bir toplumda kırmızı kalıplı, siyah püsküllü fesle dolaşmak normal midir?
Kimi toplumlarda adı deliye çıkarılmış insanlar vardır ki herkes gibi davranmadıkları için kınanırlar. Oysa yaptıklarını toplumların dar koşullarından sıyırıp evrensel ölçüye vurduğunuzda ortaya bir başka değer yargısı çıkabilir.
Topluma ters düşen çıkışları, fikirleri, davranışları, tutumları, inançları yargılarken dikkatli olmalı.
Normal dönemlerde anormal davranışlar normal sayılmaz da anormal dönemlerde anormal davranışlar normal sayılmaya başlar. İşte o zaman toplum çivisinden ya da şirazesinden çıkmış gibi olur; neyin nesi, kimin fesi olduğunu anlayamadığınız kişiler ortaya çıkıp şaşırtıcı eylemlere girişirler.
Toplumu normalleştirmek için anormal davranışları normal sayanların, anormalleşen toplumların normal tepkiler karşısında şaşırmaları da bundandır.
Düşünüyorum Öyleyse Vurun

Turhan Selçuk "Abdülcanbaz...Düzenbazdan Halk Kahramanına"

 
Liseye gittiğim yıllar; karikatüre çok meraklıyım, sevdiğim karikatürleri kesip yapıştırdığım büyük boy bir defterim var. Ama Turhan Selçuk’un bantları için ayrı bir defter tutuyorum. Onu o kadar çok seviyorum. Yakın zamana kadar sararmış solmuş sayfalarıyla o defter hâlâ duruyordu, ama ne bileyim ki bir gün Cumhuriyet gazetesinin Kültür sanat servisini yöneteceğim ve Turhan Selçuk’un ölüm yıldönümünde anacağımız sayfayı yapmak benim görevim olacak! Ara ki bul o defteri, evdeki istif edilmiş kitap yığınları arasında, yine de onu ve Abdülcanbaz’ı ne kadar çok sevmiş, saymış olduğumu sizinle paylaşmak istiyorum. Turhan Selçuk, ilk karikatürlerini 1941’de Adana’da Türk Sözü, İstanbul`da Kırmızı Beyaz ve Şut`ta yayımlamış. 1948’de Şaka, Akbaba, Tasvir ve Aydede dergilerinin kadrolarında yer almış. 1951’de ilk sergisini açıyor, 1952’de, İlhan Selçuk’la birlikte 41 Buçuk adlı mizah dergisini, 1953’te de Karikatür’ü yayımlıyor. O yıllar yayıncılık şimdiki gibi büyük servet gerektirmiyor, gazeteciler, karikatürcüler, kendi yayınlarını kendileri basabiliyor. Turhan Selçuk Karikatür Albümü, ilk kitabı. 1954’te Milliyet Gazetesi’ne başkarikatürcü olarak giren sanatçı, o yıllarda üslubunu da değiştirerek geometrik çizgilere geçiyor. O yıllar İlhan Selçuk’la birlikte mizah dergisi Dolmuş`u çıkarıyor. Turhan Selçuk’un çıkardığı yayınları ve gazeteler arasında gidip gelmeleri hayli hızlı bir trafik. Ama onu unutulmaz yapan 1957’de Milliyet’te başladığı “Abdülcanbaz” adlı ünlü çizgi roman kahramanının maceraları; 1960’larda İtalyan mizah dergisi II Travaso’nun kadrosuna giriyor. 1961’de haftalık politika dergisi Yön’de çiziyor. Kitaplar bastırıyor. Yeni İstanbul, Akşam gazetesi maceralarından sonra 1972’de Cumhuriyet gazetesinde haftalık panaromik politik karikatürler çizmeye başlıyor. Son görev yeriyse Cumhuriyet gazetesi oluyor.

ÖDÜLLERİ SAYMAKLA BİTMİYOR

Turhan Selçuk, Türkiye’de ve yurtdışında pek çok kez açtığı sergilerinin dışında İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nin Gazetecilik Başarı Armağanı Yarışması’nda 1955’te Birincilik ödülünü, 1983, 1986, 1987, 1989 ve 1990’da başarı ödüllerini; İtalya’da Uluslararası Bordighera Karikatür Yarışması’nda 1956’da Altın Palmiye ile Aero Club Gümüş Kupası’nı, 1962’de Gümüş Hurma’yı aldı. Selçuk 1970’te İtalya’da Ippocampo-Vasto Karikatür Festivali’nde Ippo Campo Ödülü’ne, 1971’de Türkiye Sanatçılar Birliği’nin Halkın Sanatçısı Ödülü’ne ve 1975’te İtalya’da Vercelli Karikatür Bienali’nde Gümüş Kupa’ya layık görüldü. Karikatürleri ABD, Kanada, İtalya, Bulgaristan, İsviçre ve Polonya’da karikatür müzelerine alındı. 1992’de Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nin Onursal Bilim Doktoru unvanına, 1997 yılında da Anadolu Üniversitesi Fahri Doktora unvanına layık görüldü.

ABDÜLCANBAZ...  DÜZENBAZDAN HALK KAHRAMANINA

Turhan Selçuk’un Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi ile çalıştığı 50’li yıllar. İpekçi, Turhan Selçuk’tan bir çizgi roman kahramanı yaratmasını ister, Selçuk da Aziz Nesin’in katkısını. Aziz Nesin, düzenbaz bir turist rehberi karakteri yaratır. Adını da Abdülcanbaz koyar. Öykü, Turhan Selçuk’un çizgileriyle yayımlanır. Ama bittikten sonra Aziz Nesin devam etmeyince Turhan Selçuk Rıfat Ilgaz’la, onunla da uzun sürmeyince kendi yazdığı diziyle devam eder. Abdülcanbaz da bu süreç içinde değişir, yeniden yaratılır. Düzenbaz olmaktan çıkıp tam tersi onlara karşı savaşan bir kahramandır artık. Üstelik yaşadığı dönem de değişmiş, Osmanlı’dan Kurtuluş Savaşı’na, Eski Mısır’a taşınır olmuştur. Kendi anlatımıyla “Ben Abdülcanbaz’ı kahramanlık ötesi kaba kuvvetten güç alan, yozlaşmış bir çizgi roman türünden ayırıp arıtmak istedim. Bir roman ya da bir hikâye anlatımının sanat değerini katarak bunu grafik sanatın çizgi gücüyle de besleyerek kişiliğini bulması yolunda çalıştım” der. Abdülcanbaz’ın yıllar içinde çizgileri de değişir, sadeleşir, grafik düzeyi artar. Önceleri yuvarlak çizgilerle çalışan Turhan Selçuk, artık köşeli çizgiler, üçgenlerle çalışmaktadır. 1987’de Abdülcanbaz’ı çizmekten sıkılıp bitirir ama ısrarlar üzerine tekrar hayat verir. 

İLHAN SELÇUK, AĞABEYİNİ ANLATIYOR: RÜYALARIMIZ AYNIYDI

Turhan...
Turhan’la kardeşliğin ötesinde bir ikili oluşturuyorduk, yaşımız büyüdükçe düşüncelerimiz de birlikte büyüyor, düşlemlerimize karışıyordu, gece gözlerimizi kapadığımızda gördüğümüz rüyaların birbirine benzemesi doğaldı... O sırada Turhan bir şey keşfetti. Alaeddin’in lambasından çıkan dev, Turhan’a bir çizginin gizeminde bütün dünyaları, yıldızları, gezegenleri, galaksileri, insanları, duyguları, sevdaları, dostlukları, düşmanlıkları, ağlamayı, gülmeyi, geçmişi, geleceği ve an’ı- tek sözcükle yaşamı- yakalamayı öğretti... Turhan, evrendeki her şeyi çizgiye dönüştürmenin ilm-i simyasında benliğini buldu. Turhan’ın dünyası, yaşadığımız gerçek dünyanın eleştirisiyle oluştu... Alternatif bir dünyadır bu... “Türkiye karikatürde dünyanın en ileri ülkelerinden biridir. Bir ülke sadece dağlarıyla, ağaçlarıyla, denizleriyle, toprağıyla var olamaz. Atatürk’ün Türkiye’si dünyada tektir. Aydınlanma dönemi, Batı’nın tek erdemidir. Aydınlık ise sanatçılarıyla, bilim adamlarıyla, ressamlarıyla, bestecileriyle var olacaktır. Kardeşim Turhan Selçuk, aslında bu güzel insanlardan biri olmaya çalışmaktadır. Turhan Selçuk’u kardeşim olarak kutluyorum.” 

KIZI ASLI SELÇUK: BABAM DEVRİMCİ BİR SANATÇIYDI 

İnsanın en yakınları hakkında yazı yazması nasıl da zordur... Özellikle babası Turhan Selçuk, annesi Füruzan, amcası da İlhan Selçuk olursa o kişinin. Yaşamımın en zor, bir o kadar da gurur, onur verici yazısını kanımca şimdi yazıyorum. Turhan Selçuk evrensel bir çizgi ustası, caymaz bir Atatürkçü, düşüncelerinden, politik görüşlerinden en güç koşulların içindeyken bile ödün vermemiş bir aydın, bir mücadele adamı. Babam Turhan Selçuk evde çalışırdı. Ben onu ilk adımlarımı attığım yıllardan başlayarak merakla izledim. Karikatürün hammaddesini insan, insanın çelişkileri, hırsları, yanılgıları, gözlemleri, özlemleri, umutları olarak tanımladı. Toplumları, kişileri oldukları gibi gördü, onların şaşırtıcı çelişkilerini gerçek bir süzgeçten geçirdi, eleştirdi.  Değerli babam Turhan Selçuk devrimci bir sanatçıydı, totaliter rejimlere, gericiliğe sürekli karşı durdu. Sevgili babam çizgilerinde yaşamayı sürdürüyor. İyi ki babamsın. Hep yanımdasın. Derin bir özlemle.    

EŞİ RUHAN SELÇUK: ONUR ABİDESİ

Kalemi ve fırçası onun anlatım araçlarıydı. Çizgileriyle evrensel boyutta etki yaratan, sanatta arınmış, kestirmeden insana ulaşan, karikatür sanatına büyük güç veren üstadın çizgileri sadedir, ama basit değil, Teferruatsız, ama eksik değil, Net, ama satıhta değil; oluşuyla bizi hemen sararlar. Güldürür, düşündürür, eğitirler. O, bir kaptanın tuttuğu seyir defteri gibi ülke ve dünya sorunlarının tarihini çizgileriyle yazmıştır. Konsantre çizgileri kompozisyon incelikleriyle doludur. Korkusuz dürüstlüğüyle ve sanatıyla bulunduğu ortama saygınlık katan “onur abidesi” Turhan Selçuk, gönüllerimizde sonsuz sevgi ve saygıyla hep var olacak.

Metin Eloğlu - Pastırma Yazı

Dedim ya benim aşklarımın doğusu bura
Bura benim yarınımdan sakınan tel tel
Bura işte ilkyazından irkilip huylandığım
Dedim ya gün batmadan gunnamaz çakal
Işıtmaz solutmaz bir aşkın doğusu bu
Köpeklenmiş havuzda boğum boğum kediler
Hoşundu be İstanbul, hoşundu savsak günler
Çöl dünümle ikizlenen ne yavan olgu
Bu çağandan kalacak bir sünepe bildiri
Öncelenmiş yalanlarla yaka paça gidiyor
Olmaz olaydı bu yaz, demez olaydı şiir
Dedim ya aşkımızın en firavun günleri

Ceyhun Atuf Kansu " Baba, yağmur bitti "


Büyülü geyik sustu. Sessizlik bir el gibi ormanın her köşesine dokundu. 
Hiç kapanmamış pencereler kapandı, genç kızlar saksılarını güneşten kaçırdılar. 
Ormanın mor salkımlardan işlenmiş kapısı yıkıldı, kar çiçeklerinin değdiği yol çamurla doldu, rüzgâr sepetini kırdı ve bulutlara binerek uzağa kaçtı. 
İnsanlar şarkı söylemekten vazgeçtiler ve boğucu bir sıcaklık ruhlarını sardı. 
Çocuklar halka olup oyun oynamadılar, annelerinin sesi tatlı çıkmıyordu ve hiçbir ninni bir yavruyu uyutamıyordu. 
Genç kızlar güzelliklerini kaybettiler, fesleğenler kokusuzdu, güller tomurcuksuz ve üzümler ekşiydi.
Güneş hiçbir yemişi olgunlaştıramadı, gökte yıldızlar karışmıştı ve toprak sıcak değildi. 
Artık her şey korkunç, her şey sessiz ve anlamsızdı. 
Hayat bir duman gibi uçtu, bahtiyarlık bir odun gibi yandı. 
Kendisini aynada seyreden, büyülü geyiği zincirleyen korkunç avcı bütün altın köşklerin, bütün insanların, bütün ormanın efendisi olmuştu. 
Evet, evet işte o, ellerinde en güzel tılsımı tutuyordu, evet, evet işte o, bu ormanın efendisiydi. 
Ancak onun gözleri olsaydı, şimdi ormanın eski güzel ve eşsiz ormana hiç benzemediğini, ağaçların taze ve yeşil yapraklarını döktüğünü, suların isyanla köpürdüğünü, güneş doğarken sabah rüzgârına açılan kapıların artık kapandığını görecekti. 
Ancak onun kulakları olsaydı, hayatlarında hiç ağlamamış kızların şimdi hıçkırdıklarını, küçük çocukların göklere annelerini sorduklarını, yaşlı kadınların bahtiyar çocukluk beşikleri başında ağladıklarını ve bütün yaşlı oduncuların, ağaçların neşesini geri vermesi için Tanrı’ya yalvardıklarını duyacaktı. 
O görmüyor ve işitmiyordu. 
Sihirli kutuya karşılık gözlerini, kulaklarını, kalbini, zamanın gürüldeyen ırmağına atmıştı. 
Altın kutuyu açtı, masmavi eriği aldı ve ısırdı, masmavi eriği yedi. 
O an ayna sarsıldı, yıkıldı ve paramparça oldu. 
Bir delilik ruhunu sardı: -Ben bahtiyarım. 
Bu orman, bu altın köşkler, bu insanlar hep benimdir. 
Bahtiyarlığın tılsımını ısırdım ve yedim. 
Bu ormanı arzularıma bir bahçe, bu altın köşkleri kendime bir saray, bu insanları bahtiyarlığıma işçi yapacağım.
Oysa köşkler yıkılıyor ve orman ağlıyordu.
Bahar rüzgârı isyanla doldu: -Bu zincirlerin ocağını ben mi üfledim?
Bahar rüzgârı isyanla doldu. 
Kayaları atladı ve yıkıcı bir şarkıyla dağlardan indi. 
Çocuklar annelerine kaçtılar. 
Yaşlı oduncular baltalarını bıraktılar. 
Genç kızlar eski şarkılarını gözyaşlarına söylettiler ve yiğitler, mustarip ve mert yiğitler, fırtınayı selamladılar: -Fırtına geliyor! 
Fırtına geliyor! 
Gökler bulutlarla doluydu, bulutlar kaderin beyaz sayfaları gibi açılmıştı, bilinmez bir el bu beyaz sayfalara şimşek renkli yazıyı yazdı: Fırtınayı duyuyor musunuz?

Bir Masal Denemesi, 1944