12 Ekim 2020

Oğuz Atay ciddi ve disiplinli bir düşünce adamı, sanat olaylarının meraklı, ama iddiasız bir takipçisiydi.

 HALİT REFİĞ
( 28 Ocak 1984)
Akıllı ve Namuslu Bir Aydındı ve Çok Yalnızdı

“ (...) Tanıdığımız Oğuz Atay ciddi ve disiplinli bir düşünce adamı, sanat olaylarının
meraklı, ama iddiasız bir takipçisiydi. Kitaplarını okuyana kadar onun yaratıcı kişiliğinin
farkına varmadığımı itiraf etmeliyim. Bu bakımdan kitaplarının etkisi şaşırtıcı ve çarpıcı
oldu. Karmaşık ama çok sağlam kuruluşlu roman mimarisi, dil ustalığı ,zeka ve
duyarlığın incelikle dengelendiği bir ifade gücü, geniş bir kültür, bu kitaplara olağanüstü
özellikler kazandırmaktaydı.

“Tutunamayanlar”, kendisinin de bana bir vesileyle söylediği gibi, memleketi kurtarma
günlerinde tanıdığı çevrenin alayla örtülü acılı bir eleştirisiydi. “Tehlikeli Oyunlar” ise
kadın ilişkilerinin duygusal tepkilerinden ve çok boyutlu kişilik yapısından
kaynaklanıyordu. Bu iki kitabı yücelten asıl değerleri, bir sanatçının yaşadıklarını
biyografik bir şekilde dile getirme kolaylığına kapılmadan, yarattığı karakterleri
kendinden ve tanıdığı insanlardan farklı roman kahramanları haline getirebilmesindeki
başarıydı.”

ENİS BATUR
( Şubat 1984)
Geleceği Elinden Alınan Adamın Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk

“ Tutunamayanlar’ın yazarı önsözlerle, bakış açıları ne olursa olsun “Hayatı ve Eserleri”
türünden bönsözler üreten kalem efendileri ile inceden inceye alay ediyor. Aklıma
çağdaş bir düşünürün, Jacques Derrida’nın, önsözün anlamsızlığını vurgulamak için
önszöler üzerine bir kitabına yazdığı uzun önsöz geliyor :Oğuz Atay’a gönülden
katılıyorum aslında; gene de “Hayatı ve Eserleri” için birkaç ön ya da son söz, daha
doğrusu sondan bir önceki söz yazma gerekliliğini duyuyorum. Bir “hak”sa bu,biraz da
şundan doğuyor: Yaşamamış, onun için de hiçbir şey yazmamış bir(kaç) kişinin ‘Hayatı
ve Eserleri’ üzerine yazdım daha önce, neden Oğuz Atay vahasına girmeyeyim,
diyorum.
(..) 1970’de TRT’nin açtığı yarışmaya katılacağı, bir juri üyesinin deyişiyle “484 sayfalık
bir emeğin ve tutkunun en açık belirtisi” elyazması (...) yazılmıştır. Cumhuriyet
döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı, traji-
komik tarihini 32 kısım tekmili birden kucaklar Tutunamayanlar. İlk cildin yayımlanışında
bile gizli bir ürpertiyle, hoşgörüyle maskelenmiş atıl bir öfkeyle karşılanmış olması
şaşırtıcı değildir aslında: Kıdem esasına göre düzenlenmiş bir “edepiyat ortamı”na,
okulsuz ve alaysız onun için de okursuz ve alaycı bir konuk geldi sanılmış, bu amatör
hayaletin nasıl olsa ‘tek’ kitapta kalacağı düşünülmüş, gene de bu ‘tek’ kitapla (bile)
kalacağı fikri kolay kolay sindirilememiştir.

Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu usul
usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun için de,
“Yedinci Mühür”deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini, daha çok da ölümü oyalamayı
seçti: 1970’den 1977’nin son ayına dek programına zorla giren hastalık ve ameliyatla,
zorunlu olarak giren acı, alay ve hüzünle iki roman, bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve
bir günlük yazdı. Öldüğünde on dördüncü romanından 60 sayfa kadar yazmış, Geleceği
Elinden Alınan Adam adını verdiği bir anlatıyı da bütünüyle tasarlamış durumdaydı.
Bu küçük önsözü açıkçası büyük bir sıkıntıyla, üstelik Oğuz’u kıs kıs gülerken
görürmüşçesine bir duygu içinde yazdım, şu garip Orwell yılında. Bir iki özel tutamağım
vardı, avuntum da orada. Oğuz Atay’ın çift portreli bir insan olarak düşünülebileceği
kanısındayım: Biri neredeyse “pozitivisit”, temel inançlarından soyutlanması güç,
“dayanıklı” insan: Topografya kitabını, belki de Mustafa İnan’ın yaşam öyküsünü yazan,
1960’ların başında bir fikir dergisi çıkartmak için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa:
Korkuyu beklerken tehlikeli oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan,
geleceği elinden alınmış beyaz mantolu adam: Dipten sarsılmış, kırgın, hatta umutsuz
biri: Günü geldiğinde yzadıklarının anlamına bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa
bu önsöze, öteki yalnızca bakıyordur. İkisi de inanmıyordur şüphesiz. İkisi de soruyordur
sonra:
“Ben buradayım sevgili okurum, sen nerdesin?”

(...) Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir;
Oğuz Atay’dan, o yaşarken olup bitenlerden birkaç kıvılcım sürdüm önünüze: Bu
kıvılcımlardan başkalarını çıkartmak daha kolay olabilir, diye düşündüm:
“Tutunamayanlar” belli biri tarafından, belli tarih ve coğrafya enlem-boylamında, belli bir
bağlamdan çıkıp belli bir bağlama doğru yazılmıştır- onu kuşatan gerçekliği onun
gerçekliğinden soyutlamak gerek. “

AFŞAR TİMUÇİN
(Milliyet Sanat Dergisi)
Aydın İnsanın Düşünsel Bunalımlarını Eleştiren Yazar: Oğuz Atay

“ Oğuz Atay nesir edebiyatımızda çok değişik bir ses, yer yer yadırgatan çok değişik bir
anlatım, çok değişik, biraz karmaşık da olsa çok değişik bir üslup getirmişti. İnsan
yaşamının olgularını -daha çok da ruhsallığımızın olgularını- doğdukları andan
saptamaya ve belirlemeye çalışan, bu olguları önceden iyi düzenlenmiş, ilkeleri ve
kuralları iyice belirlenmiş bir mimarlığın yasalarına göre değil de kendiliğindenliğin
savruk çarpıcılığına göreve bir çeşit çağrışım düzeninde bir araya getiren bir anlatım
tekniği geliştirmişti Oğuz Atay.

(...)Oğuz Atay’ın tutarlığı kendini sınıfsal konumu içinde alıp değerlendirmeye,
değerlendirirken de eleştirmeye çalışan insan duyarlılığında ortaya çıkıyordu. Kendi
dünyasını anlatmaya çalışıyordu o, kendisini çevresiyle, ortamıyla, sınıfıyla sınırlıyordu,
kendi dışındakini, yaşamadığı, duymadığı, görmediği, bilemeyeceği şeyleri anlatmayı
düşünmüyordu. Bu yüzden çabası daha anlamlı ve saygıdeğer oluyordu. (...)O, küçük
burjuva aydınının özeleştirisini getirmeye çalışıyordu diyebilir miyiz?Diyebiliriz sanırım.
Ama getirmeye çalıştığı o kadar değildi. Oğuz Atay, daha ileriye giderek, genel aydın
insan örneğinin bunalımlarını, her şeyden önce düşünsel bunalımlarını ortaya
koyuyordu.

(...) Yazdığı şeyler kurulu düzenin iteceği şeyler değildi, baş tacı edeceği şeyler de
değildi. Toplumsal ya da sınıfsal özeleştiri eleştiriden daha acımasız ama daha yapıcı
olur genellikle. Öte yandan, özeleştiriyle güçlenir, gelişir eleştiri. Her eleştiride birazcık
özeleştiri, her özeleştiride birazcık eleştiri vardır. Onun yazısı eleştiriden çok
özeleştiriydi. Ancak, aydın insanın toplumsal, sınıfsal, kişisel düzeydeki zorluklarını ben
süzgecinden geçirerek görmek ve göstermek hiç de ters bir anlam taşımıyordu. Hele
birçok kalemin yurt sorunlarını bilir bilmez çözümleme çocukluğu uğruna kendilerini
boşa harcadıkları bir ortamda, böyle bir çaba hem değerli, hem yararlı bir çabaydı.
Eleştirmeciler Oğuz Atay’ın üstünde durmalıydılar, gene de durmalılar, onlar böyle bir
çabayı göze almış olsalardı sınıfsal özeleştiri açısından çok verimli bir kaynağı açığa
çıkarmış olurlardı. “

OKTAY AKBAL
(19 Aralık 1977)
Oğuz Atay İçin

“(...) Öyle kitaplar vardır, baştan sona dek bir serüveni izlemez. Yaşamı veriri, insanı
verir, bir çağın görüntüsünü, anlamını verir. “Tutunamayanlar” öyle bir romandı.
“Tehlikeli Oyunlar” da öyle. Üslub, Türkçesiyle biçem, ağır basıyordu bu romanlarda.
“Kendini” anlatıyordu yazar. Öyle denilebilirdi, dışarıdan bakan bir okur olarak. Olsa olsa
baş kahraman, yazardır. Öyle midir acaba, kendimizi tanıyabilir miyiz iyice? Ne denli, ne
ölüde, nereye dek? Büyük yazarlar kendilerini anlatarak tüm insanlığın gerçeklerini
ortaya çıkarmışlar. Bir ucundan başlamışlar işe, ne kadar ortaya koymuşlarsa, işte o
kadarıyla bir insan gerçeğini öğrenmişiz onlardan. Atay’ın kahramanı da kendi sandığı
bir kişiydi. Onun içi ve dış evreniydi baş konusu.

Kolay okumalar,hızlı sevgiler, beğeniler, alışkanlıklardan koptuğumuz, kopabildiğimiz,
rahat ve geniş zamanlarımızı güç bir kitabı çözmeye, sevmeye, ondan bir şeyler
almaya, öğrenmeye ayırabildiğimiz bir gün Atay’ın romanlarını çok seveceğiz. Onlarla
çağımız insanının, daha doğrusu büyük kentte yetişmiş kentsoylu bir aydının tüm
duyarlığı, iç muhasebesi, kendi kendisiyle tartışması, kendini eleştirmesi, çok değişik bir
güldürü havasıyla bizlere ulaştırması, sunması var...Yeri olan, değeri olan,
edebiyatımızda önemi olan romanlar bunlar...”

Cahit Sıtkı Tarancı - Yağmurdan Sonra Güneş

 Yaşamak! Göğe bakmak hürriyeti, çiçek koparmak keyfi, kedileri, köpekleri okşamak saadeti! Yürümek, durmak, etrafa bakmak, kaşınmak, kendi kendine söylenmek, taşın sertliğini, yaprağın yumuşaklığını, bulutların beyazlığını idrak etmek! Hele nefes almak, şöyle göğsünü şişirerek bol bir nefes almak! Ya güneş, ya yağmur, ya kar… Kardeşim, yaşamak başlı başına harikulade bir hadisedir.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın gazete sayfalarında kalmış, Gün Eksilmesin Penceremden adlı kitabına dahil edilmemiş 39 öyküsü ilk kez kitaplaşarak okurla buluşuyor. 1935 ile 1947 arasında gazetelerde yayımlanan bu öyküler, titiz bir çalışmayla derlendi ve baskıya hazır hale getirildi.

Hayata, aşka, aile ilişkilerine dair bu enfes öyküler, büyük bir şairin engin şiir dünyasına eklenmiş dipnotlar gibi de okunabilir.

“O, bu hikâyeleri belki para için yazıyor, ama bu yüzden sanatından hiçbir fedakârlık etmiyordu, bir araya getirilmesini o kadar dilediğim o hikâyelerin hepsi, Cahit’in sevimliliğinden bir şey taşıdıkları gibi, çoğu, o yıllarda yaşadığı hür, her kayıttan azade bohem hayatını da en güzel aksettiren Cahit’in sevdiği bir kelimeyle aynalar oluyordu.”

 

Fakir Baykurt "İnsanda mantık olmalı. Düşünce olmalı. Düşünce nasıl olur? Bilgiyle olur. Bilgi de kitaplardadır."

 

Cahilliği yok edecek ilaç bilim değil mi? Evet, bilim. İşte o da kitapların içindedir. Cahilliği ancak okumakla yenebiliriz. Karanlığı okuyup öğrenmekle, kafayı ışıklandırmakla yenebiliriz.

 

 "Eşekli Kütüphaneci"


Yıldız Kenter Londra’da, 1955


 


Attila İlhan - Elde Var Hüzün

söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylenirdi mercan koz nargileler
zamanlar değişti
ayrılık girdi araya
hicrana düştük bugün
ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün
o şehrayin fakat çıkar mı akıldan
çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
sırılsıklam aşık incesaz
kadehlerin mehtaba kaldırılması
adeta düğün
hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün

 

Ayten Alpman - Yaz Yağmuru