Doğru bir duyumsamayla bir öğretici olmak bir öğrenici olmaktır. Öğrenim, siz bir öğretici olarak öğreniciden öğrendiğinizde başlar; kendini onun yerine koy ve böylece onun ne anladığını ve anlama biçimini anlayabilirsiniz... Søren Kierkegaard
05 Eylül 2017
Henry David Thoreau "Neye baktığınız değil, neyi gördüğünüz önemli."
Doğru bir duyumsamayla bir öğretici olmak bir öğrenici olmaktır. Öğrenim, siz bir öğretici olarak öğreniciden öğrendiğinizde başlar; kendini onun yerine koy ve böylece onun ne anladığını ve anlama biçimini anlayabilirsiniz... Søren Kierkegaard
Baba Öyküler - Jehan Barbur
"Doğru sevilmek ve yeterince sevilmek diye bir şeyin, insan ırkının sadece çok nadide elemanlarının başına geldiğini sanmıyorum ben. Benim annem babam da, ya yanlış sevilmiş ya da hiç sevilmemiş insanlar. Beni çok sevdiler. Ama bazen de yanlış sevdiler."
-Ece Temelkuran-
Ali Nesin'den Fazıl Say'a, Sevinç Erbulak'tan Serra Yılmaz'a, Barbaros Şansal'dan Fırat Tanış'a
"Baba Öyküleri"ni anlatmayı kabul etmiş yirmi güzel insan var bu kitapta.
Jehan
Barbur'un yürek sesiyle, susamadıkları, şaşırtıcı, coşkun, derin
sohbetler ediyorlar. Kimi babasına sevdalı, kimi küskün, kimi yaralı.
Kimi özlüyor, kimi unutmak istiyor... Onlar anlattıkça, yalnızlığımız
azalıyor. Jehan Barbur sordukça, kendi öykülerimiz dile geliyor.
- - - - - -
“İyi ki hikâyeler var; yoksa yaşanmışlığımıza sırt çevirip, şimdiyle umarsızca oyalanacaktık.” diyor Jehan Barbur, Ercan Kesal için yazdığı önsözde. Baba Öyküler. Bir Gümüşlük akşamında, dostların buluştuğu bir masada, Erkan Oğur’un babasını anlattığı hikâyeden yola çıkarak Baba Öyküler’i yazmaya karar veriyor Jehan Barbur. Hepimizin az çok tanıdığı 21 ismin kapısını çalıp babalarının hikâyelerini soruyor. İçtenlikle anlatılan 21 öykü bir araya geliyor.
Jehan Barbur’un o büyülü, şiirsel sesini sayfaları çevirirken duyuyoruz ama sözü anlatanına, kendi sesini sahne arkasına bırakmış. Sahne önüne sadece her ismin önünde yer alan kısacık önsözlerde çıkıyor. Öyle güzel şeyler yazmış ki önsözlere, onlar da ayrı ayrı kısacık hikâyeler gibi. Atilla Birkiye’nin önsözünde “ince ince rakı içen” diyor mesela ve ekliyor; “Çünkü rakıyı nasıl içerse bir adam, hayatı öyle yaşıyor, kadınları da öyle seviyordur.”
En çok etkilendiğim öykülerden biri Mine Söğüt’ünki elbette. Bütün kitaplarını, bütün yazılarını okuduğum Mine Söğüt’ün babasını okuyorum, Mine Söğüt’ün o nefis cümlelerinden. Boğazımda hep bir düğüm. Sayfaları hiç bitmesin diye okurken, ara sıra da sessiz sedasız bir gözyaşı. Daha çocukken hayattaki duruşuna, içinde doğallıkla var olan ilkelerine, hayata dair algısındaki gelişime hayran oluveriyorum yine. O “yazdıklarıma benzemem ben” dese de, yazdıklarına hiç benzemese de, nasıl, neden, ne kadar harika yazdığının ipuçları bir bir çıkıyor, görünüyor cümlelerinde.
Barbaros Şansal. Benim için hep uzak kalmış bir isimdi bu kitaba kadar. Ona dair birkaç haberi okumuşumdur en fazla. Öyküsünü okurken, her cümlede biraz daha büyüdü gözümde, öykü tamamlandığında sonsuz saygı duyduğum bir insana dönüşüverdi. Jehan Barbur’un önsözünde dediği gibi; “Onunla sadece babasını konuşamazdık. Anlatacakları vardı ve bence ‘İnsan nedir?’ başlıklı bir ders olarak neşredilmeliydi.”
Boğazım düğüm düğüm yine, Ece Temelkuran ve Nebil Özgentürk’ün baba öykülerinde. Nebil Özgentürk’ün kendi babalığına dair tüm içtenliği ile anlattıkları da tüm babalara ders niteliğinde.
Bir öykü bitiyor, hemen çeviremiyorum sayfayı, okuduklarımı bir süre demlendiriyorum içimde. Sonra merakla sayfayı çeviriyorum, yeni bir isim yeni bir fotoğraf ve yeni bir önsözle karşımda.
Ali Nesin Aziz Nesin’i anlatıyor. İbretlik hikâyelerle dolu bir öykü elbette. Bir hikâye var, 1993 yılında, Aziz Nesin 78 yaşında ölümünden iki yıl önce, bir kar kış kıyamet günü, Bilkent servislerine gitmek için Ali Nesin’le bir yokuş çıkıyorlar. Ali Nesin taksi tutmaları konusunda ısrar ediyor. Sonunda Aziz Nesin oğluna çıkışıyor: “Oğlum ben parayla çocuklara kalem alıyorum, defter alıyorum.”
Baba öyküler bunlar, öyle kolaycacık hemencecik ilerlenemiyor sayfalarda…
Ya Sevinç Erbulak’ın şu cümleleri: “Sonra bütün bu yaşananları bedensel ve ruhsal olarak hissetmeye başladığımda, insanın kendini ancak çok önemsediği bir hayatta mutsuz olabileceğini idrak ettim. Yaşadığımın sadece Mecidiyeköy, Maya Sokak, Birlik Apartmanı’ndaki Sevinç’in annesinin ve babasının başına geldiğini düşünürsem, çok bencilleşmiş ve körelmiş olurdum. Herhangi biriyiz. Sadece herhangi biri… Ve zordur herhangi biri olmak…”
Fazıl Say’ın baba öyküsü aynı zamanda Türkiye’nin 70’lerinin 80’lerinin öyküsü. Karşımıza birçok tanıdık çıkıyor bu öyküde; Mithat Fenmen, Metin Altıok, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Yaşar Kemal, Gülten Akın… İyi insan olmanın yeterli olmadığını söylüyor Fazıl Say ve diyor ki; “Köprüden önce son çıkış olduğunu herkes biliyor ve son çıkışlar bir referandumla kırıldı. Şimdi kazansak bile olanların geri döndürülmesi, adaletin, yargı sisteminin tekrar dönmesi, tüm yapılanmaların değişmesi, uzun yıllar alacak. Ondan sonra sabredeceğiz. Ümitle… Türkiye’de ümitle devam etmek gerekiyor. Çocukluğumda izlediğim babam ve dostları bir şekilde ümidi elden bırakmamışlardı. Öyle olmalıydı; bugün de öyle olmalı.”
Bu yazıya sığmayan daha nice isim; Yekta Kopan, Serra Yılmaz, Fırat Tanış, Bülent Ortaçgil, Tansu Okan, Filinta Önal, Sait Ali Köknar, Sevan Nişanyan, Enver Aysever, Ezel Akay, Murat Ateş. Baba öykülerini anlatıyorlar… Jehan Babur öyle güzel, öyle anlamlı, öyle tadına doyulmayan bir iş çıkarmış ki, eminim kitaba almak istediği ama alamadığı daha bir sürü isim olmuştur… Çünkü kitap bittiğinde benim de birçok isim geldi aklıma, ah keşke onların da baba öykülerini okuyabilseydim dediğim…
Jehan Babur kitabın girişinde diyor ki; “Bana anlattıkları hiçbir şeye ihanet etmeden, onların gerçek seslerinin önüne geçmemeye gayret ederek yazdım Baba Öyküler’i. İçlerinde bir yerde, ara ara kendi öykümle de göz göze gelerek.”
Baba Öyküler’in hikâyelerinde dolaşacak her okur da kendi öyküsü ile göz göze gelecek içlerinde bir yerde…
Kendi Öykünüzle Göz Göze Geleceğiniz "Baba Öyküler
Gece - Bilge Karasu 'Benim dilim, çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.'
Her güzellik, her zenginlik, renkli taş olmaktan öteye geçmeksizin, öbürleriyle bir araya gelerek bir örüntü oluşturmalı benim dünyamda; hepimiz birden konuşmalıyız. Öyle ki dünyayı elimde tutabildiğime, dünyayı elimden, parmaklarımın arasından kaçırmadığıma inanabileyim, kanabileyim. Kaçarsa her şey biter çünkü. Her satırım bir başka ağızdan, bir başka kalemden çıkmış gibi oldukça ben dünyanın tümü olacağım, her şey olacağım…
Oysa yazar, tanımı gereği, sözcükleri hem ortaklaşa kalıplarına dayandırmak, hem kendi dilini yazmak durumundadır. Yazdığı anda kalıp yaratıcısı haline gelir. Cambazlığı, ustalığı, bu ince iki teli, üzerinde yürüyebileceği biraz daha kalın bir tel haline getirmek midir?
Bir şeyi anlayabildiğimiz sürece ona yenilmenin söz konusu olamayacağını çok düşünmüşümdür. Bu düşünceye kendimi çok alıştırmışım. Şimdi yenilmeğe başlıyorum. Artık anlamadığım için. Anlamadığımı başka kılığa sokup anlatmağa kalkamam ki...
Kaçmanın, kovalamanın, sevmenin, sevişmenin, yaşamanın, ölmenin – ya da, başkalarının kaçmasıyla kovalamasının, yaşamasıyla ölmesinin – kabak tadı verdiği olur.
Öykücü, romancı, her yazdığının nereye varacağını bilen bir kişi sanılır; kendi de zaman zaman buna inanır, ya da inandırılır… Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini – o “bir sonraki“ tümceyi yazmadıkça – hiçbir zaman bilemeyeceğini, kendisi, unutmamak zorundadır.
Ancak, gece, ine dönüştür; ılık sularda yüzüş, yalanlardan pek çoğunun gerisine, öncesine dönüştür. Kendisi de bir yalana dayansa bile.
Anlatmak istediğim, epey karışık; bilmem becerebilecek miyim? Bir oyun düşünün: Kara taşların kazanması gerekiyor. Karaların yanında kırmızılar, sarılar var. Karşılarında yeşiller, morlar, aklar. Bir taşa bir taş almak oyunu çok uzatır, kazanmanızı önleyebilir. Nasıl oynamalı ki bir taşa karşı iki, üç taş alınsın karşıdan. Dahası, sizin yanınızda oynayanlardan da bir, iki, üç taş alabilesiniz?
Ağrılar, acılar karşısında, herkes, herkesin, kendi gibi tepki göstermesini bekler; daha doğrusu kendi tepkisinden başka türlü bir tepki olabileceğini, gösterebileceğini değil usuna sığdırmak, o usun kıyıcığından bile geçirmez. Bunun içindir ki acılar, ağrılar, fiziksel öznelliklerinin ötesinde de paylaşılamaz.
Biraz gizemli, biraz şiirli bir şeyler göster insanlara; unuttukları, gömdükleri duyguları, duyarlıkları, içlilikleri biraz kışkırt; ne zamandır geride bıraktıklarına inandıkları birtakım çocukluk korkularını, kaygılarını, çekingenliklerini karıştırıp bulandır; ondan sonra da istediğini yaptır onlara. Açıkça görülecek tutarsızlıklar görülmez, ortaya çıkması istenmeyecek birtakım dolaplar, düzenler, hani biri görüverecek, söyleyecek olsa bile, iftira, karalama, çamur diye yadsınır.
Ya ölmem, ya kaçmam, ya da bambaşka biri olmam
gerekecek; öylesine bambaşka biri ki, bunun güçlüğü karşısında kaçmak
daha kolay görünüyor, hele ölmek, hepsinden kolay; kendimi öldürmek
durumunda da kalsam…
Zamanı yok etmeye çalışırken söyleyişimizin yapısını da bozmak gerekmez mi?
Bir anlamda, herkes düşman. Düşmanım. Düşmanımız. Ya da, günü gelince düşman olabilir. Örneğin, kendi arkadaşlarımız, yandaşlarımız… İşkil, kuşku, yaşamımızın temeline koyduğumuz harç olmalı; yediğimiz ekmek, içtiğimiz su olmalı. Gene de bilmeliyiz ki bu dünyada bizi aldatmayacak üç beş kişi vardır.
“Oyuncu” demek ne kadar saçma olursa olsun, bunlara yakıştırılacak başka bir ad bulmak da güç. Her günün sağ kalan oyuncusu ertesi günkü oyuna çıktığı için onun da vurulacağı, er geç vurulacağı kesin. Olsa olsa, o günün gecesi, ona bir utku şenliğinin baş kişisi olma hakkı tanınabilir.
.... belirsiz bir geleceğin belirsiz bir yerinde
yitilip gidileceği kaygısı içinde, değil yalnız kendini, ya da eşini
dostunu, evindeki hayvanını bile onulmaz bir derde tutulmuş gibi görmeye
alışmıştı. Onumsuz hastalıklarda da hekime gidilir, çare aranır,
çırpınılır; umut – ya da, bir çeşit umutsu duygu – yitirilmez, ya da,
yitirilmemiş gibi davranılır; gene de, bilinir ki…
Kestirip atmak güç ya, kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılmasını sağlar; kimininkinde ise bir karasu gibi akış. Benim dilim çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.
(bu “başka insan” deyimi, kaypak bir anlam taşır onlar için; özlerinden başkası da demektir, kendileriyle bir tuttukları ya da kendilerinin bir yansısı saydıklarından başkası da demektir).
Jorge Luis Borges - Bir Kediye
ne de sürünen şafak daha gizli;
ay ışığında, o pantersin sen
görünüşünü uzaktan izlediğimiz.
açıklanamaz çalışmasıyla tanrısal bir kanunun,
boş yere ararız seni biz.
Ganj’dan bile daha uzakta ya da batan güneşten,
yalnızlıktır seninkisi, seninkisi gizlilik.
kalçan izin verir yavaş yavaş giden
okşamasına elimin. Kabul ettin,
uzun süredir unutulan geçmişten beri,
sevgisini güvensiz bir elin.
Sen başka bir devre aitsin. Efendisisin sen
sınırlandırılmış rüyâ gibi bir yerin.
Murathan Mungan - Harita Metod Defteri
"Geçmişi yalnızca ondan bir şey inşa edecekseniz anmalısınız," demiş eski ustalardan biri. Ben kendi payıma geçmişimden bunu yapmaya çalıştığımı söyleyebilirim.
Ömrünün yıllarla ölçülen süresi “kaç ortalı” olursa olsun, yaşamı boyunca kendine çizdiği yol haritasını izleyerek bıkmadan usanmadan ders çalışan, elinden kolundan, kucağından defter, kitap, kalem eksik olmayan “bir çocuğun” anılarını yazdığı kitaba Harita Metod Defteri adının yakışacağını düşündüm. Umarım okunması, yaşanmasından daha güzel bir hayatın kitabı olmuştur. – Murathan Mungan
Metis Yayınları
” Birden hayatın her şeyi zamanla nasıl yerinden oynatıp ne çok şeyin anlamını boşalttığını, yıllar sonra dönüp baktığımızda, ‘değer miydi hiç? diyeceğimiz ne çok şey için ömrümüzden nice kıymetli zaman parçası harcadığımızı düşünüyorum.”
Ece Temelkuran "Yazık ki evlere getirilen bütün yol hikâyeleri hep biraz eksiktir."
Her yolculuk kendi rotası içinde bir başka rotayı saklar. O gizli rotanın ne olduğunu, sonunda nereye varacağını hiç bilemezsin, bilmemelisin de zaten…
Gideceğin yere varmak için o gizli rotaya teslim olman gerekir.
Yolculuğun gizi budur: Yolcu, yolunu ancak kaybettiğinde bulur…
Yol sana cevaplar verecektir muhakkak. Ama bunlar senin başlangıçtaki sorularını değiştirmemişse bil ki hepsi eksiktir.
Gerçek cevapları bulduğunda da… nasıl demeli?
Onlar, yolun cevaplarıdır; eve gelindiğinde kolları kanatları kırılır.
Tıpkı suyun altındayken çok canlı ve renkli görünen ama eve götürdüğünde
kuruyup sönen çakıl taşları gibi.
Oysa şimdiye dek bütün insanlar, bütün yolculuklara evlerini anlamak için çıkmıştır.
Yazık ki evlere getirilen bütün yol hikâyeleri hep biraz eksiktir…
Ece Temelkuran
Mevlana - Meditasyon
Hiçbir din ya da kültür düzenine ait değilim.
Ne doğu, ne batı dan geldim, ne deniz, ne de yerden çıktım.
Ne tabii, ne havai, ne de çeşitli maddelerden oluştum.
Ben yokum.
Ne bu dünyada varım, ne de öteki dünyada.
Ne Ademdan, ne Havvadan, ne de başka bir başlangıc masalından çıktım.
Yerim yersiz, izim izsiz.
Ne vücut ne de ruhum.
Sevgiliye aitim.
İki dünyayı bir gördüm,
Bir onu çağırdım, bir onu bildim.
Önce, sonda, dışta, içte,
Sadece o,
nefes alan,
Ve nefes veren
İnsanoğluyum.
Nahit Ulvi Akgün - Dalgınlık
El sallayarak sen göründün,
Satırlar takım takım evinin önünde
Ne güzel bu küçük askerler...
Fakat kayboluyorsun pencereden
Şimdi ağlıyor bütün harfler...
Sonra birden beliriyorsun
Elinde nakışlı mendilin, gülümsüyorsun
Ve başlıyorsun konuşmağa
Sesin ağlamaklı,
Sesin yumuşak,
Anlattıklarına karışıyor kitabın anlattıkları...