O’nu
tanıyordum. Sanırım doğduğun günden beri…Dede Korkut’u, Nasreddin
Hoca’yı, Yunus Emre’yi… nasıl tanıyorsam, onu da öyle tanıyordum. Yani
hücrelerimle. belleğimle. Aziz Nesin’lik hayatlar yaşıyorduk biz toplum
olarak çünkü.
O’nu ilk ne zaman gördüm, anımsamıyorum şimdi. Ama
kitap fuarlarındaki imza günlerinde, Türkiye Yazarlar Sendika’sındaki
toplantılarda sık sık karşılaştık. Hep uzaktan baktım ona. Duruşuna,
yüzündeki ifadeye, davranışlarına…Onu tanıyordum ama, bilmek de
istiyordum besbelli. Çünkü o benim için, toplumsal belleğin bir
fotoğrafı, bir aynası, kısaca dışavurumuydu bana göre.
Şimdi hep o
ciddi duruşunu, hiç gülmeyen yüzünü anımsıyorum. Hep öfkeli miydi, hep
karamsar mıydı, bilmiyorum. Ama sanki güldürürken ağlatan, komik şeyler
anlatırmış gibi yaparken düşündüren ondaki o gizil gücü, yüzünün
çizgilerine sinmiş o kederden alıyordu sanki.
Etkinliklerdeki ya da
kitap fuarlarındaki imza günlerinde, hep Aziz Nesin ve diğer yazarlar
olarak ikiye ayrılır gibiydik. Çünkü onun önünde, dolana dolana uzayan
kuyruklar,
Ellerinde Aziz Nesin kitaplar, sabırla sırasının gelmesini
bekleyen, güler yüzlü kadınlar, gülümseyen gençler ve çocuklar olurdu.
Bizlere ise, tek tük birileri, çoğunlukla da eş dost uğrardı ara sıra.
Biraz burkularak, ama hiç kıskanmadan izlerdik onu. Kıskanmazdık onun
okurlarını, çünkü o okurların binlerce mislini hak ettiğini ta
yüreğimizde bilirdik
O’nu son görüşüm müydü, Sivas katliamından sonra
Asım Bezirci’nin cenazesini TYS’’den almaya gittiğimizde? Bir masanın
köşeciğine çökmüş, oturuyordu. Küçük, karaya, hayır o rengi
bilemeyeceğim, belki mora, belki yeşile kesmiş yüzü, minnacık kalmış
gövdesiyle. Bir kenara çekilip ona uzun uzun baktığımı anımsıyorum.
Kendisi bir keder fotoğrafı gibiydi ve ben ona tek bir teselli sözcüğü
bile bulup söyleyememiştim.
Çok da fazla sürmedi ondan sonra
dünyadaki yolculuğu zaten. Ülkesinin içine düştüğü o ateşten kaosa daha
fazla dayanamadı insan yüreği.
O bir efsane gibiydi. Dilden dile
dolaşırdı yazdıkları, söyledikleri, eyledikleri. Kimi zaman, dişini
tırnağına takarak yemeden içmeden hayata geçirdiği vakıfla ilgili fıkra
gibi anekdotlar anlatılırdı, Çatalca’daki dost ağırlamalarında, “tam
Aziz Nesinlik “ tutum içeren, çalışmaya, zamana verdiği önemi öne
çıkaran davranışları, kimi zaman nerde nasıl yiğitçe bir karşı duruş
sergilediği. Beni en çok etkileyenlerinden biri de Almanya’ya kendisini
bir ödül vermek için davet ettiklerinde, bir radyo konuşmasında,
ülkesiyle ilgili maksatlı bir soru karşısında; “Siz bana ülkemi
kötülettiremezsiniz!” diyerek programı yarıda keserek çekip gidişiydi.
Bir aydın duruşunun, bir yurtsever tavrının ne olduğunu bize
öğretenlerden biriydi o.
“Bir Başka Türlü Sevmek” şiiri şöyle bitiyor:
Aziz Nesin’e sordular savcılar, yargıçlar
Yurdun ile , halkın ile, dünya ile hoş musun
Hoş olayım, olmayayım, o yurt benim, o halk benim
Dünya benim, size ne!
O
hep dünyanın sahibi, dünyadaki bütün dertlerin,sahibi olduğu, bir
yanlışlık varsa, onun düzeltilmesinden sorumlu olduğunu bilerek,
inanarak yaşadı ve çizgisinden, duruşundan, insanlığından hiç ödün
vermeden yaşadı ve öyle öldü.
Ara sıra şiirlerine rastladım bir iki
dergide. Sağlığında yayımlanan 99 kitabının beş tanesinin şiir kitabı
olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Şiirlerini okumaya başladıkça
şaşırmadım ama. Onu , o asık yüzünün ardındaki Aziz Nesin’i daha
derinden tanımaya başladığımı fark ettim. Çünkü şiirleri öylesine içten,
sade, duygunun duyarlıkla ustalıkla buluştuğu şiirlerdi ki…Kendisine
sakladığı hayatının dizelere düşmüş aynalarıydı sanki.
Son yayımlanmış şiir kitabı olan Sivas acısının girişindeki “Sunu” adını verdiği şiir şöyle;
Bu seviyi ben kanımdan canımdan damıttım
Görülmez duyulmaz oldu öylesine arıttım
Seksen yılın özetidir seçtiğim bir bir
Bu bir tutam öyküyle bu bir demet şiir"
Sanırım
bu bir rehber şiir aynı zamanda. Çünkü onun hemen hemen bütün
şiirlerinde yaşamından, anlık duygularından izdüşümler bulmak mümkün.
Örneğin aşık mı oldu, kendinden hayli genç birisine, Şöyle bir şiirden
öğreniyoruz düş kırıklığını:
SEVGİ DURAĞI
Söz verdiğimiz yerde buluştuk
söz verdiğimiz zamanda değil.
ben yirmi yıl erken gelip bekledim
sen geldin yirmi yıl geç
ben seni beklemekten yaşlıyım
sense beklettiğin için genç
Ya da, mutlu mu sevdiğiyle, bunu da hemen dizelere aktarıveriyor;
ASLINDA BU DENLİ GÜZEL KOKMAZ
Aslında bu denli güzel kokmaz hiç bir karanfil,
Onda seni kokladığımdan bunca güzel.
Aslında bu denli güzel olmaz hiç bir Sarıyer,
Orda seni öptüğümden bunca güzel.
Aslında bunca güzel olmaz hiç bir dünya,
Seni sevdiğim için dünya da böyle güzel.
Aslında bu denli deli değildim sor kime istersen,
Sevince seni delilik bile bak ne güzel.
Aslında sen dünya güzeli değilsin,
Sevdiğim için dünyada tek güzelsin...
İronik söylemlerin altından ince ince sızan gözyaşları hemen bütün
şiirlerinde dokunuyor kirpiklerinize. Durup düşünüyorsunuz. “Evet evet,
ben de merak ediyorum, eşin dostun halini onun gibi,” diyebiliyorsunuz
ve şiir işte burada buluşuyor sizinle;
MERAK
içimde bir merak
öyle bir merak ki
ölümümden bir ay sonra
bir güncük yaşamak
ve
dostu düşmanı
suç üstü yakalamak.
Onun
şiirlerini poetik bir açıdan değerlendirmek haddim değil. Ama
belirmeliyim ki, İçerik bir şiiri şiir yapmaya yetmese de, yazılan şiir
bazen bu kaygının önüne geçecek kadar değerli olabiliyor. İşte benim
Aziz Nesin’in şiirlerinden öğrendim bir başka şey de bu oldu. Ama
şiirlerinde ilk göze çarpan özellikleri de söylemeden geçemeyeceğim.
Onun
şiirlerinde akıcı ve rahat bir anlatım, konuşma dilinin sadeliği var.
Dupduru bir Türkçe ile yazmış şiirlerini. Dosdoğru söylemiş
söyleyeceğini. Ama şiirin şiir gibi olması gerektiğini de hiç unutmadan.
Zaman zaman halk şiiri tarzına yaklaştığı da olmuş. Ama onun
kaygısı,ille de en güzel şiiri yazmak değil besbelli. Ve sadece kendi
ruhuna kapandığı anların ürünleri değil bu şiirler. Gönül gözü hep açık ,
olan bitene, olacak olana. O şiir yazarken de insanlara bir şeyler
göstermek istemiş, bir şeyler duyumsatmak, onları sarsmak, onlara öğüt
vermek istemiş. Ders veriri bir tarzda didaktik şiirler de değil bunlar.
Tersine yumuşak bir anlatımla söylüyor öfkesini de, sevgisini de,
öğütlerini de. Ve gittikçe çürüyen dünyamızda, çürümenin karşısına
duracak, onu engelleyecek tek güç olan insana sevdası gülümsüyor bütün
dizelerinden. Günümüzde boğulan insana olduğu gibi, kendi boğazında
bütün dünyadaki kötülüklerin elini hisseden şaire de söyleyecek sözü,
verecek öğütleri olmuş:
BOĞULAN ŞAİR
Senin seyircilerin düşman
Senin yargıcıların düşman
Öylesine yenmek zorundasın ki
Kıl payı bırakmadan
Sayısız genlerle donatmalısın
İmgeden kristallerini
Ki kamaşsın gözleri
Yüreğinden yansıyan ışıltılardan
Elmasını öyle yontmalısın ki sözcüklerden
Bakırı kükürdü çevirip altına
Ki gözlerini alsınlar da kör olsunlar
Kanının akkora kesmiş parıltılarından
Her şair gibi değilsin sen
İşin zor ki ne zor
Yargıcıların bakışlarında parlıyor
Keskin dişleri köpekbalıklarının
Her şairin bir çalgısı var
Senin tek çalgından duyulmalı orkestralar
Her şair senin gibi değil
İşin zor ki ne zor
Seyircilerin tırnakları sende
Yargıcıların dişleri sende
Her şairin bir sesi var
Senin sesinden haykırmalı korolar
Yine de yenik sayarlarsa
Yok sayarlarsa yine de
Öylesine yok olmalısın
Taksınlar nişan diye cinayetlerini
Şiirin koynundayken suç üstünde
Seni boğdukları zaman
“Çocuklarıma” adını verdiği şiirde ise, bütün dünyadaki çocuklarına seslenerek yinelemiş öğütlerini:
ÇOCUKLARIMA
Diyelim ıslık çalacaksın ıslık
Sen ıslık çalınca
Ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes
Kimse çalmamalı senin gibi güzel
Örnegin kıyıya çarpan dalgaları sayacaksın
Senden önce kimse saymamış olmalı
Senin saydığın gibi doğru ve güzel
Hem dalgaları hem saymasını severek
De ki sinek avlıyorsun sinek
En usta sinek avcısı olmalısın
Dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta
Örgüt yoksa seninle başlamalı
Diyelim zindana düştün bir ip al
Görmediğin yıldızları diz ipe bir bir
Sonra yıldızlardan kolyeyi
Düşlemindeki sevgilinin boynuna geçir
Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun
Düşün düşünebildiğince üç boyutlu
Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya
Sanki senden önce düşünen hiç olmamış
Dalga mı geçiyor düşler mi kuruyorsun
Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum
Düşlerini som somut görüp şaşsınlar
Böyle dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler
Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum
Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz
De ki bütün işe yarayanlar
İşe yaramaz sanılanlardan çıkar
Ah,
nasıl unutmaya başladı insanlar güzel şeyleri, değerli şeyleri…erdemli
olmanın ayıp sayıldığı, aptallık sayıldığı bir dünyadır şimdi
yaşadığımız. Keşke diyorum, keşke, şimdi aramızda olsaydı da,
gözlerimizin içine baka baka, neler yitirmekte olduğumuzu, nasıl
sevgisizleştiğimizi, nasıl da yalnızlaştığımızı bir kez daha
anımsatsaydı bize:
ÇOĞALMAK
Kalabalıkta kalabalıkça yalnızlık
Yalnızladıkça birbirimizi
Haydi çoğalalım
Çoğaltarak kendimizi
Bir canım çoğal da bin can ol
Isıt yaşlıların yalnızlıklarını ilinsin üşümüşlüğü bırakılmışların
Çoğalın dudaklarım çoğalın sonsuz
Öpün bütün ağlayan çocukları kimsesiz
Çoğal gözlerim çoğal
Gör bütün görmeyenlerde yapayalnız
Ellerime tutunun ellerime çoğalın
Okşayın sevecenlikle çocukları
Hıçkırırlarken uykularında bile
Hep anlatmak istedi. Anlatabildi mi. Evet! Ama anlatamadığı bir şeyler olduğunu düşündü hep:
DAR DÜNYA
Yüreğim gövdeme sığmıyor
Gövdem odama
Odam evime sığmıyor
Evim dünyaya
Dünyam evrene sığmıyor
Patlayacağım
Acımın acısından susmuşum
Ki suskunluğum göklere sığmıyor
Böyle bir acıyı kimlere nasıl anlatacağım
Gönül dar geliyor sevgime
Kafam beynime
Ah şakaklarım
Çatlayacağım
Anladım artık anladım
Kimselere anlatamayacağım
Hep yetişememe duygusuyla koşup durdu, en uzun maraton koşucusu olduğunu bilerek. “EN GÜZEL ZAMANIMDA” verdiği şiir şöyle başlıyor :
zamanın ardından koşuyorum
yetişemiyorum, yetişemiyorum yaşama
Ama o inancını hiç kaybetmedi, yetişecek, yetişecekti, o en uzun maratonda, en bilinmeyene bile olsa ilk yetişen o olacaktı.
EN UZUN MARATON
Yüz metrede beni herkes geçer
Dörtyüz metrede pekçokları
Geçer çoğu sekizyüz metrede
Ama ben bırakmam yarışı
Beni bin metrede geçersin
Ben yine koşarım
On bin metrede öndesin
Koşarım ben yine
Yirmi kilometrede geçersin
Hep koşmaktayım
Otuz kilometrede
Kırk kilometrede de geçersin
Ben koşuyorum hâlâ
Ama ellinci
Yada altmışıncı kilometrede
Soluğun tükenip bir yerde
Dayanamaz düşersin
Bak koşuyorum hâlâ
Çünkü ben bir yaşam maratoncusuyum
Bu yüzden yaşamın en yalnızıyım
Bu sonsuz yarışın sonunda
Beni geçemezsin
Ölümün en büyük ödül olduğunu bilemezsin
Yine ben olurum ilk göğüsleyen ölümü
Son kitabına adını verdiği “Sivas Acısı” şiiri şöyle bitiyor:
Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne sende
Suç seni karanlıklara gömenlerde
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı olsa da bütün vicdan kapıları yüzüne
Bilmelisin bir yerin var can evimde
Nasıl
da kocaman bir yürek taşıyormuş meğer! Her şiirinde bunu bir kez daha
öğrendim. Ve çok kızdım kendime. Keşke Sivas kıyımından sonra gidip
ellerine sarılıp, “Yalnız değilsin, ben varım, biz varız.” diyebilmiş
olsaydım ona. Diyemedim.
Ona şimdilik onun dizeleriyle hoşça kal! diyelim hep birlikte, hiç eğilmemiş başının önünde eğilerek:
ÖLÜME EĞİLMEK
Uyumaya değil
Rüyalarıma gidiyorum
Orada yaşayacağım isteğimce
Uyanıkken hiç yaşayamadığım
Hepsi de gençti güzeldi
Sevdim sevildim diye aldanarak
Son gördüğüm onlar olacak
Bunca yıldır sevgiye dayanamadığım
Ölüme değil
Sonsuzluğa gidiyorum
Orda dinleneceğim gönlümce
Yaşarken hiç mi hiç dinlenemediğim
Kalemim yine elimde
Kağıtlarım da önümde
Son uykusunda düşecek başım
Sağlığımda hiç eğmediğim
nesinvakfı.org