08 Mayıs 2013

Demirel'e Ülkenin Durumu Hakkında Ne Düşündüğü Sorulmuş...

Demirel de soruyu yönelten kişiye:
- "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş.
Demirel'in anlattığı fıkra şu:
Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı
varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna
güzel bir koku gelmiş.Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini
bekleyen nefis bir ördek var...Karakuşi Kadı, fırıncıya:
- 'Ben bunu aldım' demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen
ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- 'Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
-  'Uçtu' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya
giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya
başlamış...  Gayrimüslim de peşinde kovalıyor...
Bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki
tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu
düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can
havliyle kaçan
fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da
kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler
hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı'nın karşısına çıkarmışlar. Kadı
sırayla sormuş...
Ördeğin sahibi,
- 'Bu adam ördeğimi hiç etti' diye
şikáyet etmiş. Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:
- 'Ne yaptın bu adamın ördeğini?' Fırıncı
- 'Uçtu' demiş. Kadı, kara kaplı defterini
 açmış:
- 'Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O
halde ördeğin uçması suç değil' diyerek, fırıncının ördek işinden
beraatına karar vermiş. Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa  sormuş.
Onun şikáyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- 'Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü
çıkarıla... Davacı:
- 'Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?' diye sorunca Karakuşi Kadı,
- 'Şimdi' demiş, 'Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun
tek gözünü çıkaracağız. Tabii gayrimüslim şikáyetinden hemen
vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş. Çocuğunu düşüren
kadının kocasına da Karakuşi
Kadı:
- 'Tamam' demiş, 'Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk
koyacak.'  Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış, fırıncı
bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye:
- 'Senin şikáyetin nedir bre?'…Yahudi bir süre düsündükten sonra
ellerini açmış,
 - 'Ne diyeyim kadı efendi' demiş, 'Adaletinle bin yaşa Sen, e mi !'
 
Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa
dönerek, kıssadan hisse:

- Ananı "öpen" kadı ise, kimi kime şikáyet
edeceksin?..  Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?

Şiirlerinde Aziz Nesin - Ayten Mutlu


 
O’nu tanıyordum. Sanırım doğduğun günden beri…Dede Korkut’u, Nasreddin Hoca’yı, Yunus Emre’yi… nasıl tanıyorsam, onu da öyle tanıyordum. Yani hücrelerimle. belleğimle. Aziz Nesin’lik hayatlar yaşıyorduk biz toplum olarak çünkü.
O’nu ilk ne zaman gördüm, anımsamıyorum şimdi. Ama kitap fuarlarındaki imza günlerinde, Türkiye Yazarlar Sendika’sındaki toplantılarda sık sık karşılaştık. Hep uzaktan baktım ona. Duruşuna, yüzündeki ifadeye, davranışlarına…Onu tanıyordum ama, bilmek de istiyordum besbelli. Çünkü o benim için, toplumsal belleğin bir fotoğrafı, bir aynası, kısaca dışavurumuydu bana göre.
Şimdi hep o ciddi duruşunu, hiç gülmeyen yüzünü anımsıyorum. Hep öfkeli miydi, hep karamsar mıydı, bilmiyorum. Ama sanki güldürürken ağlatan, komik şeyler anlatırmış gibi yaparken düşündüren ondaki o gizil gücü, yüzünün çizgilerine sinmiş o kederden alıyordu sanki.
 Etkinliklerdeki ya da kitap fuarlarındaki imza günlerinde, hep Aziz Nesin ve diğer yazarlar olarak ikiye ayrılır gibiydik. Çünkü onun önünde, dolana dolana uzayan kuyruklar,
Ellerinde Aziz Nesin kitaplar, sabırla sırasının gelmesini bekleyen, güler yüzlü kadınlar, gülümseyen gençler ve çocuklar olurdu. Bizlere ise, tek tük birileri, çoğunlukla da eş dost uğrardı ara sıra. Biraz burkularak, ama hiç kıskanmadan izlerdik onu. Kıskanmazdık onun okurlarını, çünkü o okurların binlerce mislini hak ettiğini ta yüreğimizde bilirdik
O’nu son görüşüm müydü, Sivas katliamından sonra Asım Bezirci’nin cenazesini TYS’’den almaya gittiğimizde? Bir masanın köşeciğine çökmüş, oturuyordu. Küçük, karaya, hayır o rengi bilemeyeceğim, belki mora, belki yeşile kesmiş yüzü, minnacık kalmış gövdesiyle. Bir kenara çekilip ona uzun uzun baktığımı anımsıyorum. Kendisi bir keder fotoğrafı gibiydi ve ben ona tek bir teselli sözcüğü bile bulup söyleyememiştim.
 Çok da fazla sürmedi ondan sonra dünyadaki yolculuğu zaten. Ülkesinin içine düştüğü o ateşten kaosa daha fazla dayanamadı insan yüreği.
 O bir efsane gibiydi. Dilden dile dolaşırdı yazdıkları, söyledikleri, eyledikleri. Kimi zaman, dişini tırnağına takarak yemeden içmeden hayata geçirdiği vakıfla ilgili fıkra gibi anekdotlar anlatılırdı, Çatalca’daki dost ağırlamalarında, “tam Aziz Nesinlik “ tutum içeren, çalışmaya, zamana verdiği önemi öne çıkaran davranışları, kimi zaman nerde nasıl yiğitçe bir karşı duruş sergilediği. Beni en çok etkileyenlerinden biri de Almanya’ya kendisini bir ödül vermek için davet ettiklerinde, bir radyo konuşmasında, ülkesiyle ilgili maksatlı bir soru karşısında; “Siz bana ülkemi kötülettiremezsiniz!” diyerek programı yarıda keserek çekip gidişiydi. Bir aydın duruşunun, bir yurtsever tavrının ne olduğunu bize öğretenlerden biriydi o.
 “Bir Başka Türlü Sevmek” şiiri şöyle bitiyor:

Aziz Nesin’e sordular savcılar, yargıçlar
 Yurdun ile , halkın ile, dünya ile hoş musun
 Hoş olayım, olmayayım, o yurt benim, o halk benim
 Dünya benim, size ne!

O hep dünyanın sahibi, dünyadaki bütün dertlerin,sahibi olduğu, bir yanlışlık varsa, onun düzeltilmesinden sorumlu olduğunu bilerek, inanarak yaşadı ve çizgisinden, duruşundan, insanlığından hiç ödün vermeden yaşadı ve öyle öldü.
 Ara sıra şiirlerine rastladım bir iki dergide. Sağlığında yayımlanan 99 kitabının beş tanesinin şiir kitabı olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Şiirlerini okumaya başladıkça şaşırmadım ama. Onu , o asık yüzünün ardındaki Aziz Nesin’i daha derinden tanımaya başladığımı fark ettim. Çünkü şiirleri öylesine içten, sade, duygunun duyarlıkla ustalıkla buluştuğu şiirlerdi ki…Kendisine sakladığı hayatının dizelere düşmüş aynalarıydı sanki.

Son yayımlanmış şiir kitabı olan Sivas acısının girişindeki “Sunu” adını verdiği şiir şöyle;

Bu seviyi ben kanımdan canımdan damıttım
Görülmez duyulmaz oldu öylesine arıttım
Seksen yılın özetidir seçtiğim bir bir
Bu bir tutam öyküyle bu bir demet şiir"

 Sanırım bu bir rehber şiir aynı zamanda. Çünkü onun hemen hemen bütün şiirlerinde yaşamından, anlık duygularından izdüşümler bulmak mümkün. Örneğin aşık mı oldu, kendinden hayli genç birisine, Şöyle bir şiirden öğreniyoruz düş kırıklığını: 

SEVGİ DURAĞI
Söz verdiğimiz yerde buluştuk
söz verdiğimiz zamanda değil.
ben yirmi yıl erken gelip bekledim
sen geldin yirmi yıl geç
ben seni beklemekten yaşlıyım
sense beklettiğin için genç

Ya da, mutlu mu sevdiğiyle, bunu da hemen dizelere aktarıveriyor;

ASLINDA BU DENLİ GÜZEL KOKMAZ
Aslında bu denli güzel kokmaz hiç bir karanfil,
Onda seni kokladığımdan bunca güzel.
Aslında bu denli güzel olmaz hiç bir Sarıyer,
Orda seni öptüğümden bunca güzel.
Aslında bunca güzel olmaz hiç bir dünya,
Seni sevdiğim için dünya da böyle güzel.
Aslında bu denli deli değildim sor kime istersen,
Sevince seni delilik bile bak ne güzel.
Aslında sen dünya güzeli değilsin,
Sevdiğim için dünyada tek güzelsin...

  İronik söylemlerin altından ince ince sızan gözyaşları hemen bütün şiirlerinde dokunuyor kirpiklerinize. Durup düşünüyorsunuz. “Evet evet, ben de merak ediyorum, eşin dostun halini onun gibi,” diyebiliyorsunuz ve şiir işte burada buluşuyor sizinle;

MERAK
içimde bir merak
öyle bir merak ki
ölümümden bir ay sonra
bir güncük yaşamak
ve
dostu düşmanı
suç üstü yakalamak.

Onun şiirlerini poetik bir açıdan değerlendirmek haddim değil. Ama belirmeliyim ki, İçerik bir şiiri şiir yapmaya yetmese de, yazılan şiir bazen bu kaygının önüne geçecek kadar değerli olabiliyor. İşte benim Aziz Nesin’in şiirlerinden öğrendim bir başka şey de bu oldu. Ama şiirlerinde ilk göze çarpan özellikleri de söylemeden geçemeyeceğim.
 Onun şiirlerinde akıcı ve rahat bir anlatım, konuşma dilinin sadeliği var. Dupduru bir Türkçe ile yazmış şiirlerini. Dosdoğru söylemiş söyleyeceğini. Ama şiirin şiir gibi olması gerektiğini de hiç unutmadan. Zaman zaman halk şiiri tarzına yaklaştığı da olmuş. Ama onun kaygısı,ille de en güzel şiiri yazmak değil besbelli. Ve sadece kendi ruhuna kapandığı anların ürünleri değil bu şiirler. Gönül gözü hep açık , olan bitene, olacak olana. O şiir yazarken de insanlara bir şeyler göstermek istemiş, bir şeyler duyumsatmak, onları sarsmak, onlara öğüt vermek istemiş. Ders veriri bir tarzda didaktik şiirler de değil bunlar. Tersine yumuşak bir anlatımla söylüyor öfkesini de, sevgisini de, öğütlerini de. Ve gittikçe çürüyen dünyamızda, çürümenin karşısına duracak, onu engelleyecek tek güç olan insana sevdası gülümsüyor bütün dizelerinden. Günümüzde boğulan insana olduğu gibi, kendi boğazında bütün dünyadaki kötülüklerin elini hisseden şaire de söyleyecek sözü, verecek öğütleri olmuş:

BOĞULAN ŞAİR 
Senin seyircilerin düşman
Senin yargıcıların düşman
Öylesine yenmek zorundasın ki
Kıl payı bırakmadan

Sayısız genlerle donatmalısın
İmgeden kristallerini
Ki kamaşsın gözleri
Yüreğinden yansıyan ışıltılardan

Elmasını öyle yontmalısın ki sözcüklerden
Bakırı kükürdü çevirip altına
Ki gözlerini alsınlar da kör olsunlar
Kanının akkora kesmiş parıltılarından

Her şair gibi değilsin sen
İşin zor ki ne zor
Yargıcıların bakışlarında parlıyor
Keskin dişleri köpekbalıklarının
Her şairin bir çalgısı var
Senin tek çalgından duyulmalı orkestralar

Her şair senin gibi değil
İşin zor ki ne zor
Seyircilerin tırnakları sende
Yargıcıların dişleri sende
Her şairin bir sesi var
Senin sesinden haykırmalı korolar

Yine de yenik sayarlarsa
Yok sayarlarsa yine de
Öylesine yok olmalısın
Taksınlar nişan diye cinayetlerini
Şiirin koynundayken suç üstünde
Seni boğdukları zaman

 “Çocuklarıma” adını verdiği şiirde ise, bütün dünyadaki çocuklarına seslenerek yinelemiş öğütlerini:

ÇOCUKLARIMA
Diyelim ıslık çalacaksın ıslık
Sen ıslık çalınca
Ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes
Kimse çalmamalı senin gibi güzel

Örnegin kıyıya çarpan dalgaları sayacaksın
Senden önce kimse saymamış olmalı
Senin saydığın gibi doğru ve güzel
Hem dalgaları hem saymasını severek

De ki sinek avlıyorsun sinek
En usta sinek avcısı olmalısın
Dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta
Örgüt yoksa seninle başlamalı

Diyelim zindana düştün bir ip al
Görmediğin yıldızları diz ipe bir bir
Sonra yıldızlardan kolyeyi
Düşlemindeki sevgilinin boynuna geçir

Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun
Düşün düşünebildiğince üç boyutlu
Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya
Sanki senden önce düşünen hiç olmamış

Dalga mı geçiyor düşler mi kuruyorsun
Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum
Düşlerini som somut görüp şaşsınlar
Böyle dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler

Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum
Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz
De ki bütün işe yarayanlar
İşe yaramaz sanılanlardan çıkar

 Ah, nasıl unutmaya başladı insanlar güzel şeyleri, değerli şeyleri…erdemli olmanın ayıp sayıldığı, aptallık sayıldığı bir dünyadır şimdi yaşadığımız. Keşke diyorum, keşke, şimdi aramızda olsaydı da, gözlerimizin içine baka baka, neler yitirmekte olduğumuzu, nasıl sevgisizleştiğimizi, nasıl da yalnızlaştığımızı bir kez daha anımsatsaydı bize:

ÇOĞALMAK
Kalabalıkta kalabalıkça yalnızlık
Yalnızladıkça birbirimizi
Haydi çoğalalım
Çoğaltarak kendimizi
Bir canım çoğal da bin can ol
Isıt yaşlıların yalnızlıklarını ilinsin üşümüşlüğü bırakılmışların
Çoğalın dudaklarım çoğalın sonsuz
Öpün bütün ağlayan çocukları kimsesiz
Çoğal gözlerim çoğal
Gör bütün görmeyenlerde yapayalnız
Ellerime tutunun ellerime çoğalın
Okşayın sevecenlikle çocukları
Hıçkırırlarken uykularında bile

Hep anlatmak istedi. Anlatabildi mi. Evet! Ama anlatamadığı bir şeyler olduğunu düşündü hep:

DAR DÜNYA 
Yüreğim gövdeme sığmıyor
Gövdem odama
Odam evime sığmıyor
Evim dünyaya
Dünyam evrene sığmıyor
Patlayacağım

Acımın acısından susmuşum
Ki suskunluğum göklere sığmıyor
Böyle bir acıyı kimlere nasıl anlatacağım
Gönül dar geliyor sevgime
Kafam beynime
Ah şakaklarım
Çatlayacağım
Anladım artık anladım
Kimselere anlatamayacağım

Hep yetişememe duygusuyla koşup durdu, en uzun maraton koşucusu olduğunu bilerek. “EN GÜZEL ZAMANIMDA” verdiği şiir şöyle başlıyor :

zamanın ardından koşuyorum
 yetişemiyorum, yetişemiyorum yaşama

Ama o inancını hiç kaybetmedi, yetişecek, yetişecekti, o en uzun maratonda, en bilinmeyene bile olsa ilk yetişen o olacaktı. 

EN UZUN MARATON 
Yüz metrede beni herkes geçer
Dörtyüz metrede pekçokları
Geçer çoğu sekizyüz metrede
Ama ben bırakmam yarışı

Beni bin metrede geçersin
Ben yine koşarım
On bin metrede öndesin
Koşarım ben yine
Yirmi kilometrede geçersin
Hep koşmaktayım

Otuz kilometrede
Kırk kilometrede de geçersin
Ben koşuyorum hâlâ
Ama ellinci
Yada altmışıncı kilometrede
Soluğun tükenip bir yerde
Dayanamaz düşersin

Bak koşuyorum hâlâ
Çünkü ben bir yaşam maratoncusuyum
Bu yüzden yaşamın en yalnızıyım
Bu sonsuz yarışın sonunda
Beni geçemezsin
Ölümün en büyük ödül olduğunu bilemezsin
Yine ben olurum ilk göğüsleyen ölümü

Son kitabına adını verdiği “Sivas Acısı” şiiri şöyle bitiyor:
Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne sende
Suç seni karanlıklara gömenlerde
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı olsa da bütün vicdan kapıları yüzüne
Bilmelisin bir yerin var can evimde

Nasıl da kocaman bir yürek taşıyormuş meğer! Her şiirinde bunu bir kez daha öğrendim. Ve çok kızdım kendime. Keşke Sivas kıyımından sonra gidip ellerine sarılıp, “Yalnız değilsin, ben varım, biz varız.” diyebilmiş olsaydım ona. Diyemedim.
Ona şimdilik onun dizeleriyle hoşça kal! diyelim hep birlikte, hiç eğilmemiş başının önünde eğilerek:

ÖLÜME EĞİLMEK 
Uyumaya değil
Rüyalarıma gidiyorum
Orada yaşayacağım isteğimce
Uyanıkken hiç yaşayamadığım

Hepsi de gençti güzeldi
Sevdim sevildim diye aldanarak
Son gördüğüm onlar olacak
Bunca yıldır sevgiye dayanamadığım

Ölüme değil
Sonsuzluğa gidiyorum
Orda dinleneceğim gönlümce
Yaşarken hiç mi hiç dinlenemediğim

Kalemim yine elimde
Kağıtlarım da önümde
Son uykusunda düşecek başım
Sağlığımda hiç eğmediğim
nesinvakfı.org