10 Ocak 2019

Basın, milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve irşatta, bir millete muhtaç olduğu fikrî gıdayı vermekte, hulâsa bir milletin hedefi saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini teminde, basın başlıbaşına bir kuvvet, bir mektep, bir rehberdir. (1922) M.Kemal Atatürk



Çalışan Gazeteciler Günü
 
 

Necati Cumalı yazarlığın hayatındaki öneminin yanı sıra çalışma şartlarının ağırlığını şu cümlelerle anlatıyor:Ben 22 yıldır yazı sanatları ile uğraşırım.

Cumalı yazarlığın hayatındaki öneminin yanı sıra çalışma şartlarının ağırlığını şu cümlelerle anlatıyor: Ben 22 yıldır yazı sanatları ile uğraşırım. Bu 22 yılımı yalnız şiir, hikâye, roman ve oyun yazmakla geçirmedim. Hayatımı kazanmak için memurluk yaptım, öğretmenlik yaptım, avukatlık yaptım. Örneğin kışında Toprak Mahsülleri Ofisinin merkez şubesinde muhasebe servisinde çalışırdım. Ajansların, şubelerin alımsatım kaynaklarını tutar, kontrol ederdim. Bu iş günümün on saatini öldürürdü. Sekiz yıl süren avukatlığım sırasında haftanın altı günü mahkemeden mahkemeye koşardım. Pazar günleri herkesin kır gezintilerine gittiği, İzmir in o ılık o canım Pazar günleri evine kapanır hikâyelerim şiirlerim üzerinde uğraşırdım. Ne tuhaftır ki o sıralar kimse çıkıp da muhasebeciliğin, avukatlığın sanatıma zarar verdiğini, çalışmamı dağıttığını öne sürmezdi. Yani bir şair avukat 120 davayı kovuşturursa çalışmasını dağıtmış olmaz. Mahkeme arzuhalleri yazacağı yerde, şiirdeki soluğunu genişletecek oyunlar, hikâyeler, romanlar yazmak isterse çalışmasını dağıtmış olur öyle mi? Ben örneğin avukatlığa yeni başladığım yıllarda mesleğimin güçlüklerini ilk hamlede yenemediğimiz için, arası tek şiir yazmadım! O zaman dostlarım neredeydi? Niye kendimi dağıttığımı öne sürmediler. Üzerinde ciddiyetle durulacak düşünceler değildir bu gibi sözler.

Yazmaya ve tiyatroya tutkun bir sanat adamı olan Cumalı, yazmadan yaşayamayacağını şu cümleleri ile anlatır: Oyun, hikâye, roman yazmadan yaşayabileceğimi sanmıyorum. Bakın, bu öyle bir zorunluluk ki, bana rahat bir hayat sağlamaya başlayan avukatlığı bıraktırdı. Bir yerlerde üç beş saat eğlenemez, boş oturamaz hale geldim. En büyük zevkim odama kapanıp yazmak yazmak!beni yakından tanıyanlar bilir. Sekiz aydır İstanbul da yaşıyorum. Sekiz aydır, tiyatroya gittiğim geceler hariç, bütün gecelerim evimde, yazı yazmakla geçer. Meyhanelerde, kahvelerde, gece kulüplerinde, bu sekiz ay içinde sekiz defa gören olmamıştır beni! Hele cumartesi Pazar günleri evimden çıkmam. Şimdi bu demek oluyor ki, asıl şimdi kendimi dağıtmıyorum. Yaradılışıma, kabiliyetime sadık yaşıyorum. Evimde, büyük, geniş, bir masam var. Üzeri dosyalar, notlarla doludur. Kiminde yarım şiirler, kiminde, hikâyeler, oyunlar, romanlar. Artık böyle olunca, şiir oyun, hikâye yazmanın kendiliğinden gelen bir hal olduğunu insaf etsinler de kabul etsinler. Yazmaya başlamadan önce ilk kavradığım şey yazacağım şeyin manasıdır. Düşüne taşına manayı bütünüyle aksettirmeye çalışırım.

Bir başka konuşmasında ise tiyatroya olan bağlılığını şöyle dile getirir: Evet ben yine eskisi gibi tutkunum tiyatroya. Ama benim tutkun olduğum tiyatro soylu bir sanat. Bir seçkinlik,olumlu bir eleme geçerli o tiyatroda. İnsanı yüceleştiren, saygınlaştıran duygular, acılar, sevgiler geçerli. İnsan zekâsının açık atılımlarına açık alanlar var, gözü kulağı alabildiğine okşayan sayısız güzellikleri var, kişi toplumdaki yeri ne olursa olsun tanrılaşır, ölümsüzleşir o tiyatroda. Gerçek tiyatro yazarları da, halk sıralarından aldıkları kişileri krallaştırdıkları ölçüde yücelteceklerdir tiyatroyu.

Bireysel bir tema olarak gözüken aşk ta bile toplumsal koşulların aşka etkisini yansıtmaya çalışan Cumalı için; Sanat, insana insanlığını öğretir. İnsanın insana olan yakınlığını açıklar, insana insanı sevdirir. Bu yoldan kişinin, bireyin değerini düşüncelere, yüreklere yerleştirir.

Eserlerinde gördüğü eksiklikleri düzeltme konusundaki tavrını, yazar, bir röportaj esnasında şöyle ifade eder: Yazdıklarımı tekrar yazmam, beklide benim en beğenilir huyum olsa gerek. Boş beşik i tekrar yazdım. Bu dördüncü defa yazışım o konuyu. Ama oyunumun o halini beğenmeyen benim. Ben, o zamandan bu zamana kendimi aştığım için elbette ki kusurlu gördüğüm oyunumu ilk haliyle bırakamazdım. Hem o güzel oyuna yazık olurdu, hem de benim için ilerde iyi bir not teşkil etmezdi.

Bir sanatçının yarattığı, yaratacağı tek şey yapıtının tekniğidir belki de. Yani kendine özgü kendi yarattığı kendi yapıtını başka yapıtlardan ayıran tekniği.

Tiyatroya giden özgürlüğünü duyar, duymalıdır. Sahte günahlara suçlamalara karşı savunmasını duymaya gider tiyatroya. Kendisi gibi günahkâr, suçlanmış kişilerle bir arada yan yana oturarak izler oyunu. Sahnedeki ile kendisi gibi kişilerle günahlarının ağırlığını bölüşür, dertleşir, arınır

Çocukluk hatıralarından başlayarak hayatında yer alan olayları şiirine konu eden Cumalı kendi şiirini şöyle açıklar; Hıdırellez gezintileri, bayram yerleri,izmir in faytonları, avlusunda tavuklar, horozlar beslenen baba evi, sabahları erken uyanmanın sevinci, ilk aşk kırgınlıkları, gençliğin çabuk kapanan duygu yaraları, öğrencilik yıllarının yorgunlukları Nasıl yaşarsam, nasıl konuşursam öyle yazıyordum Dizelerime, kelimeleri seçişime, yan yana getirişime yön veren, biçim veren de kendi beğenimdi. Ağdalı, okkalı, abartmalı, kapalı sözlerden hoşlanmayan bir yaradılışım vardı. Madem ben öyleydim, yazacaklarım açık, yalın, anlaşılır olmalıydı. 

15 Aralık 1974 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan röportajında şöyle anlatır: Şiirin, romanın, tiyatronun öğeleri ayrı ayrı. Roman ve küçük hikayenin yapısı genel olarak düşünceye dayanır. Şiirse bir kelime sanatıdır daha çok. Şiirde duygu ve düşünce varsa ancak şiir olarak söylendiği ölçüde vardır. Devamlı şiir yazmanın bir şair için kaçınılmaz sonucu kendini tekrarlamaktır. Kendini tekrarlamaktan kaçmanın yolunu edebiyatın çeşitli türlerinde eser vermekte görüyorum.

Cumalı nın Nalınlar hakkındaki düşünceleri şöyledir: Neydi Nalınlar la gerçekleştirmek istediğim yenilik? Açıklayayım: Tanzimatla başlayan batılılaşma akımının bizde gelişme karakteristiği her alanda görülen batı kopyacılığıydı. Batıl örneklere öykünmeydi. Batılılaşma çabalarımız uzun yıllar böyle sürüp gitti. Resimde ressamlarımız batılı ustaların gözüyle doğaya, eşyaya baktılar. Onların renkleri çizgileriyle boyadılar tuvallerini. Şiirde her şairin (özellikle Fransa dan) batılı bir ustası vardı. Şairlerimiz o ustaların sesini şiirimize getirmekle övülürlerdi. Romanda hikayede batılı yazarların konuları, kendi yaşamımız içinde yenilenirdi. Kısacası bir dergi çıkaracak olsak, kapağını, biçimini, sayfa düzenini batıdan kopya ederdik. Tiyatroda sahne düzenine dek batı kopyacısıydık. Küçümsemek yanlış olur bu dönemi. Bir bakıma yeni kültür kaynaklarına yönelen bir toplumun geçirmesi gereken zorunlu bir aşamasıydı bu tutum. Fakat bir yerde sona ermesi, aşılması gereken bir tutumdu eninde sonunda. Öyle sanıyorum ki benim de aralarında bulunduğum bir kuşak, ilkin şiirde gerçekleştirdi bu aşamayı. Özgün, yerli rengi ağır basan şiirler verdi. Nalınlar ı yazdığım yıllarda bu aşamaya varmış şairlerden biriydim ben de. Tiyatro soluk katar şiire. Tiyatronun büyüsüne kapılmamış şair pek azdır edebiyat tarihimizde. Ben de oyunlar yazmaya hazırlanıyor, çevremde olup biten olaylarda özgün tiyatro eserlerini bulup çıkarmaya çalışıyordum. Nalınlar bu çabalarımdan doğdu.

İnsanımızı daha iyi anlamanın ve anlatmanın mekanı olarak gördüğü kasabayla ilgili olarak şunları söyler: Kasaba, yani ne kent ne köy, ikisi karışımı bir yerleşim merkezi. Türkiye yi en iyi yansıtan yerleşme örneğidir bence kasaba. Kasaba kültürü bütün yaşamımızı etkiler. Kasaba görgüsü egemendir bütün değer ölçülerimize. Politika, eğitim, sanat, hoşgörü ortamını kasaba saptar bizde.

Hümanist bir anlayışla yaklaştığı kadın konusu ile ilgili şu sözleri, onun konuyu tercih sebebini açıklar: Şarlonun yanılmıyorsam şuna benzer bir sözü var: hiçbir şey beni kadınların uğradıkları haksızlıklar, kadınların bahtsızlıkları kadar ilgilendirmez. Bu sözlerdeki derin insan sevgisini, acı gerçeği her seferinde hatırladıkça bütün kuvvetiyle tekrar duyarım kendi payıma. Bu sözler bir bakıma (hiçbir şey beni sosyal düzenimizdeki adaletsizlikler kadar ilgilendirmez) anlamını taşır.

Cumalı, derin bir aşk yorumcusudur. Aşkı bilmeyen, tanımayan insandan korkar, çünkü ona göre: İnsanı, insan yapan duyguların ilkidir aşk.

Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sahne Sanatları Ana Bilim Dalı Tamer Temel