27 Haziran 2016

Arthur Rimbaud - En Yüksek Kulenin Türküsü

Dönmeli, geri gelmeli,
O sevdalar çağı.

Dayandım nasıl da
Unutamam bir daha artık,
O korkular, kaygılardı
Uçup gitti göklere.
Bir belalı susuzluk
Kabartıyor damarlarımı.

Dönmeli, geri gelmeli,
O sevdalar çağı.

Bir çayır gibi tıpkı
Unutulmuş bir kıyıda,
Karamukların, günlüklerin
Çiçek açıp büyüdüğü,
O yabanıl uğultusunda
Korkunç pis sineklerin.

Dönmeli, geri gelmeli,
O sevdalar çağı.


Joseph Murphy "Sɑğlık duygusu sɑğlığı, zenginlik duygusu zenginliği doğurur. Siz ne hissediyorsunuz?"

Zihniniz gevşediğinde ve bir fikri kɑbul ettiğinizde, bilinçɑltınız bu fikri hɑyɑtɑ geçirmek için işe koyulur. Zihinsel zorlɑmɑ ve ɑşırı çɑbɑ, endişe ve korkuyu göstererek dileklerinizin kɑrşılığını ɑlmɑnızı engeller. Rɑhɑtlık işi çözer.
 
Yaşamın yasası, inancın yasasıdır. 
 
Dışsal olan hiçbir şeyin, zihinsel izniniz olmaksızın sizi üzemeyeceğini ya da incitemeyeceğini fark ettiğinizde, doğru zihinsel tutumu geliştirebilirsiniz.
 
Zamanında uyanamam diye kaygılanıyorsanız, uyumadan önce bilinçaltınıza uyanmak istediğiniz saati tam olarak söyleyin, o sizi uyandıracaktır. Onun çalar saate ihtiyacı yoktur.
 

26 Haziran 2016

Wolfgang Borchert - Sonra yapılacak tek şey var: Hayır deyin!

Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine
çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin
nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var: HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...
 
Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:
 
Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.
 
Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.
 
Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.
 
Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.
 
Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.
 
Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek, ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak, 
ufalanacak.
 
Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek, duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.

Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
HAYIR demezseniz!...

23 Haziran 2016

Yaşar Nuri Öztürk "Laiklik, sadece devletin dinden, dinin de devletten elini çekmesini sağlamıyor, din sınıfının dini yaşamak isteyen kitlelere tasallutunu da önlüyor. "

  IŞIKLAR İÇİNDE UYU GÜZEL İNSAN
Laiklik, sadece devletin dinden, dinin de devletten elini çekmesini sağlamıyor, din sınıfının dini yaşamak isteyen kitlelere tasallutunu da önlüyor. Bu açıdan bakıldığında laiklik dine en büyük hizmetin kurumudur. Ve laiklik, dindarların âdeta huzur ve mutluluk gemisidir. Dinci sömürücüler laikliğe, esas bu ikinci anlamı yüzünden düşmandırlar. Çünkü onların kitleler üzerindeki şeytani hegemonyalarını kıran, laikliğin bu ikinci anlamıdır. Bu anlam, din bezigânlarının korkulu rüyalarının ve saltanatlarını yitirme kaygılarının esas sebebidir. 


21 Haziran 2016

Albert Camus "Hiçbir şey, korkuya dayanan saygı kadar iğrenç değildir."

albert-camus-defterler

Aşkın öldürdüğü de olur , hem de kendinden başka hiçbir gerekçe olmaksızın.. Birini sevmenin başkalarını öldürmek olduğu bir sınırı bile vardır.. Bir bakıma aşk , kişisel ve mutlak suçluluk olmadan olmaz.. ama bu suçluluk yalnızdır.. Aklın tanıklığından yoksun , ağır bir yüktür. İnsan seviyorsa , yalnızca karar vermesi ve gerçek aşkın pek sonucuna yapayalnız karşılık vermesi gerekir.. Bu serüven dolu yalnızlığı , insan isteksiz bir kalbe ve ahlaka yeğler.. İnsan kendinden korkar ve kendisi için korkar.. Durumunu reddederek , kendini esirgemek ister.. Başlıca kaygısı , suçluluğunun ağırlığını biraz dindirecek bir gerekçe aramaktır.. Madem ki suçlu olmak gerekiyor , en azından , yalnız kalmasın. 
 
Aşktaki ölçüsüzlük azizlere özgüdür , gerçekten istenen tek şeydir.. Toplumlar , nefrette ürettikleri ölçüsüzlüğün dışında bir ölçüsüzlüğü asla üretemediler.. Bu nedenle , onlara uzlaşmaz bir ölçü salık vermek gerek.. Ölçüsüzlük , çılgınlık , uçurum , bunlar bazıları için , belli edilmemesi , ya da olsa olsa , yalnızca zihinde yaratılması gereken , gizler ve tehlikelerdir. 
 
Özgürlük ve Devrim
Önemli bir bilimsel doğruyu bulan Galilei, yaşamını tehlikeye soktuğu anda bulgusunu kolaylıkla yalanlamıştır. Bir anlamda iyi de yaptı. Bu doğru diri diri yakılmaya değmezdi. Dünya mı güneşin çevresinde döner yoksa güneş mi dünyanın çevresinde döner, hiç önemli değil bu. Ne olursa olsun bu önemsiz bir sorundur. Buna karşılık yaşamın yaşanmaya değmediğini düşünerek ölen birçok insan gördüm.

Sisifos Söyleni

Evet belki de mutluluğun sırrı saçmanın anlamsızlığını keşfetmemizdir.

İnsan düşüncesinin bir anlam taşıyabilecek biricik tarihini yazmak gerekseydi, yapılacak şey birbirini kovalayan pişmanlıklarının ve güçsüzlüklerinin tarihini yazmak olurdu.

*

Laf yetiştirmekte çok başarılı kişiler, kendini yetiştirmede çok başarısızdır.


14 Haziran 2016

Albert Einstein "Her Şey Enerjidir ve Her Şey Bundan İbarettir."

 
Her şey enerjidir ve her şey yalnızca bundan ibarettir. İstediğin gerçekliğin frekansına uyumlandığında; bu gerçekliği yaşamaktan başka bir şey gelmez elinden. Başka yolu yoktur. Bu bir felsefe değil fiziktir.

”Everything is energy and that’s all there is to it. Match the frequency of the reality you want and you cannot help but get that reality. It can be no other way. This is not philosophy. This is physics”.

Her Şey Enerjidir ve Bu Enerji Her Şeydir: İstediğiniz Gerçekliğe Uyum Sağlayın !”

Enerji ve Gerçeklik Arasındaki Bağlantı

Her şey enerjidir. Evrenin temel yapısı, her varlıkta bulunan bu evrensel güçtür. Fiziksel dünya, atomların ve moleküllerin etkileşimiyle şekillenir ve bu etkileşimler enerji akışını oluşturur. Enerjinin doğası, gerçeklikle doğrudan bir ilişkiye sahiptir ve bu bağlantı, modern fizik ve kuantum mekaniği tarafından da desteklenir.

Enerji Frekansları ve Gerçeklik

Albert Einstein’ın ünlü E=mc^2 denklemi, enerjinin kütle ile ilişkisini açıklar. Aynı şekilde, enerjinin frekansı da gerçekliği etkiler. Düşüncelerimiz, hislerimiz ve inançlarımız, belirli enerji frekansları üretir ve bu frekanslar, çevremizdeki gerçekliği etkiler. İstediğimiz gerçekliği yaşamak için, o gerçeklikle aynı frekansı oluşturmalıyız.

Enerji Frekanslarını Anlama

Enerji frekansları, duygularımızın ve düşüncelerimizin kalitesiyle belirlenir. Olumlu düşünceler ve duygular, yüksek frekanslar üretirken, olumsuz düşünceler ve duygular düşük frekanslar yayar. Örneğin, sevgi, neşe ve şükran gibi olumlu duygular, yüksek frekanslı enerji üretirken, korku, öfke ve endişe gibi olumsuz duygular düşük frekanslı enerji üretir.

Kuantum Fiziği ve Gerçeklik Yaratma

Kuantum fiziği, gerçekliğin yaratılmasında düşüncelerin ve bilincin önemli bir rol oynadığını gösterir. Gözlemcinin bilinci, kuantum dünyasındaki parçacıkların davranışını etkiler. Yani, düşüncelerimizle çevremizdeki olayları etkiler ve gerçeklik yaratırız. İstediğimiz gerçekliği elde etmek için, pozitif düşünceler ve inançlar geliştirmeli ve bu enerji frekansını çevremize yaymalıyız.

Enerji Frekanslarının Hayatımıza Etkileri

Enerji frekanslarının hayatımıza olan etkisi oldukça derindir. Negatif düşünceler ve düşük frekanslar, sağlığımızı olumsuz yönde etkileyebilir ve stres, anksiyete ve depresyon gibi sorunlara neden olabilir. Pozitif düşünceler ve yüksek frekanslı enerji ise sağlığımızı destekler, mutluluk ve huzur getirir.

Enerji Frekanslarının İlişkilerimize Etkisi

Enerji frekansları, ilişkilerimizi de şekillendirir. Sevgi, anlayış ve hoşgörü gibi yüksek frekanslar, ilişkilerimizin güçlenmesine ve sağlıklı iletişim kurmamıza yardımcı olur. Düşük frekanslar ise çatışmalara ve anlaşmazlıklara yol açabilir. Kendimizi ve başkalarını anlamak için enerji frekanslarını dikkate almalı ve olumlu bir bağ kurmaya çalışmalıyız.

Enerji Frekanslarını Dengede Tutma

Titreşim seviyesini dengede tutmak, yaşamda sağlık ve başarının deneyimlenen bir gerçeklik olması için çok önemlidir. Olumlu düşünceler geliştirmek, hayatımızdaki enerji akışını olumlu yönde etkiler.

Gerçekliğinizi Değiştirin: İstediğiniz Hayatı Yaratın

Gerçeklik, içsel dünyamızdaki enerji frekanslarının yansımasıdır. Eğer istediğiniz bir gerçeklik yaşıyorsanız, frekansınız zaten uyumlu demektir. Eğer, yaşadıklarınızda hoşunuza gitmeyen ayrıntılar varsa, enerjinizin titreşim değerlerini değiştirmenin zamanı gelmiş demektir.

İstediğiniz Gerçekliği Belirlemek

İlk adım, istediğiniz gerçekliği net bir şekilde belirlemektir. Hedeflerinizi ve hayallerinizi tanımlayın. Ne tür bir yaşam istediğinizi ve hangi alanlarda başarıya ulaşmak istediğinizi düşünün. Bu, enerji frekanslarınızı hedefe yönlendirmek için önemlidir.

Olumlu Düşünceler ve İnançlar Geliştirin

Olumlu düşünceler ve inançlar, yüksek frekanslı enerji üretmeye yardımcı olur. Kendinize güvenin, başarabileceğinize inanın ve olumsuz düşüncelere kapılmaktan kaçının. Kendinize olan inancınızı güçlendirmek için olumlamalar kullanabilirsiniz.

Negatif Düşüncelerle Başa Çıkma

Negatif düşünceler her zaman kaçınılmazdır, ancak onlara takılıp kalmak zorunda değilsiniz. Negatif düşünceler geldiğinde farkındalık geliştirin ve bunları olumlu düşüncelerle değiştirin. Kendinizi eleştirmeden, kendinizi anlamaya ve affetmeye odaklanın.

Duygularınızı Yönetin

Duygularınız da enerji frekanslarınızı etkiler. Olumsuz duyguların sizi ele geçirmesine izin vermeyin. Stres, öfke veya kırgınlık gibi duygularla başa çıkmak için meditasyon, spor yapmak veya doğa ile zaman geçirmek gibi yöntemler deneyebilirsiniz.

Hayatınızı Çevreleyin

İstediğiniz gerçekliği yaratmak için çevrenizi de ona uygun şekilde düzenleyin. Pozitif, destekleyici ve ilham verici insanlarla zaman geçirin. Negatif etkilerden uzak durun ve kendinizi olumlu enerjilere açın.

Enerji Frekanslarınızı Yükseltmek İçin İpuçları

  • Düzenli olarak meditasyon yapın ve zihninizi sakinleştirin.
  • Olumlu düşünceler geliştirmek için olumlamaları kullanın.
  • Sağlıklı beslenme ve egzersiz yapmaya özen gösterin.
  • Yaratıcılığınızı keşfedin ve hobiler edinin.
  • Sevdiklerinizle zaman geçirin ve onlarla bağlarınızı güçlendirin.

Enerji ve Gerçeklik Arasındaki Sonsuz Bağlantı

Unutmayın, her şey enerjidir ve enerji frekanslarınız gerçekliğinizi belirler. İstediğiniz hayatı yaratmak için enerjinizi doğru yönlendirin ve frekanslarınızı yükseltin. Fiziksel dünyanın ötesinde, düşüncelerinizin gücünü ve gerçeklik yaratmadaki etkisini keşfedin. Hayal gücünüzün sınırı yoktur ve istediğiniz gerçekliği yaratabilirsiniz.

 

Yaşar Nuri Öztürk ‘İndirilen din’ ve ‘uydurulan din’

Başlık, İslam düşünür ve aksiyoneri İbn Teymiye’nin ‘münzel din ve müevvel-mübeddel din’ deyimlerinin bugünkü dile aktarılmış şeklidir. Kelimelere bağlı kalırsak, deyimin tam karşılığı şu olur: ‘Allah tarafından vahyedilen din, insanların tevil ve uydurmalarıyla oluşmuş din.’ Kısacası, gerçek din ve sahte din.
 
İbn Teymiye’nin savaşı, Allah’ın tekelinde olan yaradılış dininin, hurafelerini Allah’a ve peygambere fatura eden birtakım sapık veya hesapçı zümreler tarafından yozlaştırılması ve bir tür örtülü putperestlik haline getirilmesine karşı olmuştur. Kutsalın sömürülmesine en uygun zemin olan tasavvufa çok ağır ithamlar yöneltmesi de bundandır. Ancak şunu unutamayız: İbn Teymiye, bir tasavvuf düşmanı değildir, tarikatlar tasavvufuna düşmandır.
 
Daha doğru bir ifadeyle, tasavvuf adı altında türbeperestlik, şeyhperestlik yapanlara karşıdır. Tasavvuf tarihinin ‘önder’ diye andığı Bağdatlı Cüneyd (ölm. 298/910) ve ekolünce temsil edilen ruhsal hayat anlayışını takdir etmiştir. Ona göre, tasavvuf, Kur’an’a dayandığında Allah dostu, Kur’an’dan koparıldığında şeytan dostu yetiştiren nazik bir kurumdur. Bu nazik kurumu, indirilen dinin kaynağı Kur’an’daki boyutlarıyla korumak, Kur’an dininin selameti bakımından çok hayatî bir önem taşır.
Dinin kurucusu ve koyucusu Allah’tır. Peygamberler kurucu değil, tebliğ edici, tanıtıcıdırlar. Din gönderme, din adına emir ve yasaklar belirleme, kısaca, dinde hüküm Allah’ındır. Kur’an burada tam bir tekelden bahseder. Bu tekele şöyle veya böyle, şu veya bu gerekçeyle burnunu sokan, Allah’a ortak koşmuş yani şirke batmış olur. Bu noktada şu ilkenin altı doğrudan ve dolaylı, defalarca çizilir:
“Saf, temiz ve erdirici din Allah’ın tekelindedir.” (Zümer, 3)
Buna bağlı olarak, haram kılma yetkisi de Allah’ın faaliyetlerinden biri olarak ilan edilir. Peygamberlerin bile bir şeyi haram ilan etme yetkileri yoktur. (Tahrîm, 1; En’am, 119, 140; A’raf, 32; Mâide, 87) Haram ilan etme yetkisini kullanmaya kalkmak da Yaratıcı din koyucu kuvveti ikileştirir, din adı altında şirke götürür. Varlık ve oluşta esas olan mubahlık yani serbestliktir. Bu yaradılış kuralına istisna getirmek, yani bazı şeyleri haram ilan etmek, sadece Allah’ın elindedir ve bunu benimseyip yaşatmak tevhidin gereğidir.

DİNDE VAHYÎLİK İLKESİ
Dinin içeriği ve çerçevesi vahiy tarafından belirlenecektir. Ben buna ‘Kur’an dininin vahyîlik ilkesi’ diyorum. İslam’da bu belirlemeyi, ilahî kelam adını taşıyan Kur’an yapar. Kur’an, Yaratıcı Kudret tarafından din adına insanlığa ulaştırılan mesajların toplamıdır. Bu mesajlar, zaman tarafından aşındırılamıyacak bir içerik ve tertiptedir. Onlarda zamana yenik düşecek, değişmeye cevap veremeyecek düzenlemeler yoktur. Onlar evrensel ilkelerdir.
Zamanüstülüğün insana dayalı faaliyetinin adına, Kur’an düşüncesinde içtihat denir. İçtihat, Kur’an’ın hayat damarlarından biridir.
İndirilen dine bağlı iman adamının her devirde bir numaralı işi, indirilen dinin kaynağı olan Kur’an denetiminde, uydurulan din kalıntılarını temizlemek olmuştur. Bu yapılmazsa uydurulmuş din, indirilmiş dini örter ve kitle, Allah’ın dini adı altında geçmiş asırların eskimiş kabullerine teslim olmak gibi bir talihsizliğe itilir.
Ne acı kaderdir ki uydurma dini sömürmede din yobazıyla dinsizlik yobazı, esrarlı bir paralellik içindedir. İkisinin de saltanatı, uydurulmuş dinin canlı tutulmasına bağlıdır. İndirilen din, ikisine de yaramaz. Çünkü ikisinin de referansları uydurulmuş dine çıkar. Biri “Din budur” diye saldırırken uydurma dine sığınacak, ötekisi hesaplarına çarpanları cehennemlik ilan etmek için uydurma dine sarılacaktır. Kısacası, sermaye aynı, sermayenin kullanımı farklıdır.


The Motorcycle Diaries – Motosiklet Günlüğü (2004)

 
Doğum Günün Kutlu Olsun! Che Guevara

Bu film dünyanın en bilinen isimlerinden biri olan Che Guevara’ nın gençlik yıllarında arkadaşıyla yaptığı uzun bir yolculuğu konu alıyor. Bu film birçok insanın hayatını değiştirmiş Che Guevara’ nın filmi değil. Bu film tıp öğrencisi olan Ernesto Guevara de la Serna’ nın nasıl yollardan geçerek devrimci bir lider olduğunun filmidir. Bir nevi Ernesto’ nun kendi içinde yaşadığı devrimin filmidir.


03 Haziran 2016

Nâzım Hikmet "Hiçbir Ağaç Böyle Harikulade Bir Yemiş Vermemiştir."

 Nazım Hikmet'in 53. ölüm yıldönümü ANISINA
 
Topraktan ateşten ve denizden doğanların en mükemmeli doğacak bizden... ....................................... ....................................... ....................................... ve insanlar ellerini korkmadan düşünmeden birbirlerinin ellerine bırakarak yıldızlara bakarak: - "Yaşamak ne güzel şey!" diyecekler; bir insan gözü gibi derin bir salkım üzüm gibi serin bir ferah bir rahat bir işitilmemiş şarkı söyliyecekler... Hiçbir ağaç böyle harikulâde bir yemiş vermemiş olacaktır Ve en vadedici bir yaz gecesi bile böyle sesler böyle inanılmaz renklerle sabaha ermemiş olacaktır. Topraktan ateşten ve denizden doğanların en mükemmeli doğacak bizden...

02 Haziran 2016

Sosyalizm ve İnsan - Che Guevara

Ondokuzuncu yüzyılın insanına karşı tepkimiz bizim yirminci yüzyılın kokuşmuşluğu içine saplanıp kalmamıza sebep oldu; bu düzeltilemeyecek bir yanlış değildir, fakat revizyonizme açık kapı bırakmamak için bunun üstesinden gelmemiz gereklidir.

Büyük kitleler gelişmelerini sürdürüyorlar; yeni düşünceler toplum içinde güç kazanmaya devam ediyor; toplumun tüm üyelerinin tam olarak gelişimi için maddi olanaklar bulunması, görevimizi daha da verimli kılıyor. Şimdi mücadele zamanıdır; gelecek bizimdir.

Özetleyecek olursak, sanatçılarımızın ve aydınlarımızın yanlışı onların en başta gelen kusurlarından doğar; bunlar gerçek devrimciler değillerdir. Kara-ağaçları armut verecek şekilde aşılayabiliriz, fakat aynı zamanda armut ağaçları da yetiştirmeliyiz. Bu büyük kusuru taşımayacak olan yeni nesiller gelecektir. Kültür alanının ve kendini ifade etme olanaklarının genişlediği ölçüde, büyük sanatçıların ortaya çıkması olasılığı da büyük olacaktır.

Görevimiz şimdiki kuşağı, kendi çelişkileri yüzünden birbirinden kopup yozlaşmaktan ve yeni kuşakları da yozlaştırmaktan korumaktır. Ne “özgürlük”ten yararlanan fakat resmi görüşleri körükörüne kabul eden hizmetkârlar ne de devlet hesabına yaşayan okul öğrencileri yetiştirmeliyiz. Şimdiden, halkın gerçek sesiyle yeni insanın türküsünü söyleyecek olan devrimciler yaratılıyor. Fakat bu zaman alacak bir süreçtir.

Gençlik özellikle önemlidir çünkü eski yanlışların hiçbirini taşımayan yeni insanın oluşturulacağı, işlenmesi kolay bir kildir. Gençlik bizim isteklerimize uygun olarak yetiştirilir. Eğitimi giderek daha tam yapılır, başlangıçtan beri gençliğin işgücüne katılmasını da unutmayız. Okul öğrencilerimiz, eğitimleri sırasında ya da tatillerinde bedeni çalışmalar yaparlar. Çalışma bazı hallerde bir ödül, diğer bazı hallerde ise bir eğitim aracıdır, fakat hiçbir zaman ceza değildir. Yeni bir kuşak doğmaktadır.

Çalışmalarımız sürekli olarak bu eğitimi amaçlar. Parti canlı bir örnektir; kadroları sıkı çalışmanın ve fedakârlığın öğreticileri olmalıdır. Kadrolar, eylemleriyle, kitlelere sosyalizmin kuruluşunun güçlüklerine, sınıf düşmanlarına, geçmişin hastalıklarına ve emperyalizme karşı yıllar süren amansız bir mücadele gerektiren devrimci görevin tamamlanmasında öncülük etmelidirler.

Şimdi, tarihi yapan kitlelerin bireysel lideri olarak insanın, insan kişiliğinin oynadığı rolü açıklamak istiyorum.

Burada anlattığım bizim deneyimizdir; yoksa izlenmesini önerdiğimiz bir yol değildir.

Fidel ilk yıllarda devrime itici gücünü kazandırdı, devrimin liderliğini yaptı. Şimdi de devrimi güçlendirmeyi sürdürüyor; fakat aynı yolda seçkin önderler olacak şekilde gelişen iyi bir grup da var, yine liderlerini izleyen büyük bir kitle de var, çünkü liderlerine inanırlar, inanmalarının nedeni liderlerinin onların isteklerini dile getirebilmesidir.

Sorun bir kişinin kaç kilo et yiyebileceği, yılda kaç kez plaja gidebileceği ya da aldığı ücretle dışarıdan ne kadar süs eşyası getirtebileceği değildir. Gerçekte gerekli olan, bireyin kendini daha mükemmel hissetmesi, daha büyük bir iç zenginliğine sahip olması ve daha büyük bir sorumluluk taşımasıdır.

Ülkede, önderlik öncü rolünü de yüklenmelidir ve kişinin kendini tümüyle adadığı ve hiçbir maddi ödül beklemediği gerçek bir devrimde, devrimci öncülük görevinin, aynı zamanda hem şerefli hem de kahredici olduğu büyük bir içtenlikle söylenebilir.

Okuyucuya acayip gelse de, gerçek devrimciyi harekete getirenin büyük bir aşk olduğunu söyleyebilirim. Bu nitelikten yoksun büyük bir devrimci düşünülemez. Bir önderin karşılaştığı en karmaşık durumlardan biri, tutkularıyla soğukkanlılığını birleştirmek zorunda oluşu ve kılı kıpırdamaksızın en zor kararları alabilmesidir. Öncü devrimcilerimiz, bu halk sevgisini yüceltmeli ve bu en kutsal davayı tek ve bölünmez hale getirmelidirler. Onlar, günlük duyguların ufak kırpıntılarıyla sıradan insanların sevgilerinin düzeyine inemezler.

Devrimin önderlerinin yeni yürümeye başlayan, babalarının adlarını bile öğrenemeyen çocukları, devrimin tamamlanması için hayatlarındaki genel fedakârlıkların bir parçası olarak ayrı kalmak zorunda oldukları kanları vardır; arkadaş çevreleri kesinlikle devrimci yoldaşlarının sayısıyla sınırlıdır. Onlar için devrimin dışında başka bir hayat yoktur.

Bu koşullarda, kişi, büyük bir insanlık sevgisine ve aşırı dogmatizm ve soğuk bir skolastisizme düşmemek, kitlelerden kopmamak için güçlü bir adalet ve gerçekçilik duygusuna sahip olmalıdır. Bu insanlık sevgisinin günlük bir işe, örnek olacak eylemlere, harekete geçirici bir güce dönüşmesi için hergün çaba göstermeliyiz.

Bizim durumumuzda ortalama insanın çocuğunun sahibolduğu şeylere bizim çocuğumuzun da sahibolmasıyla ve ortalama insanın çocuğunun yoksun olduğu şeylerden bizim çocuğumuzun da yoksun olmasıyla yetiniriz, ailelerimiz de bunu anlamak ve bu düzeyde kalmaya çalışmak zorundadır. Devrimi insanlar yapar, fakat insan devrimci ruhunu günden güne çelikleştirmelidir.

Bu büyük kalabalık örgütleniyor; programının açıklığı örgütlenme ihtiyacının bilincinde olduğunu gösteriyor. Artık bu kitle dağınık, elbombası parçaları gibi uzayda binlerce parçaya bölünmüş, ne pahasına olursa olsun belirsiz bir geleceğe karşı korunmaya çabalayan, yoldaşlarıyla birlikte umutsuz bir mücadele içinde çırpman bir güç değildir.

Önümüzde fedakârlıklar bulunduğunu ve öncü ulus olarak kahramanca eylemimizin bedelini ödememiz gerektiğini biliyoruz. Biz önderler, Amerika’nın başı olan bir halkın başında olduğumuzu söylemeyi haketmenin bedelini ödemek zorunda olduğumuzu biliyoruz. Her birimiz, karşılığında görevini yapmış olmanın hazzına ulaşacağımızın, ufukta güçlükle seçilen yeni insanın görüntüsüne doğru birlikte ilerleyeceğimizin bilincinde olarak fedakârlık payımızı yerine getirmek zorunda olduğumuzu biliyoruz.

Sonuç olarak şunları söyleyebilirim:

Biz sosyalistler daha mükemmel olduğumuz için daha özgürüz, daha özgür olduğumuz için daha mükemmeliz.

Tam özgürlüğümüzün iskeleti şimdiden kurulmuştur. Eksik olan eti ve elbiseleridir. Onları da yaratacağız.

Özgürlüğümüz ve onun günü gününe sürdürülmesi kanla ve fedakârlıklarla ödenmiştir.


Yoldaş
Özgürlüğünüz ve onun günü gününe sürdürülmesi kanla ve fedakarlıklarla ödenmiştir. Fedakarlığımız bilinçlidir; yarattığımız özgürlüğün bedelidir. Yol uzundur ve bir kısmı hiç bilinmemektedir. Gücümüzün sınırını biliyoruz. Biz, kendimiz, yirmi birinci yüzyılın insanını yaratacağız. Günlük eylem içinde, yeni bir teknolojiye sahip yeni insanı yaratırken kendimizi çelikleştireceğiz. Kişilik, halkın en yüksek erdemlerini ve istediklerini temsil ettiği ve yoldan ayrılmadığı sürece, kitlelerin harekete geçirilmesinde ve yönetilmesinde rol oynar. yolu açan öncü grup, iyilerin en iyisi olan partidir. İşlediğimiz temel ham madde gençliktir. Umudumuzu gençliğe bağlıyor ve onu elimizden bayrağı almaya hazırlıyoruz. Ya özgür vatan ya ölüm!
 
Fedakârlığımız bilinçlidir; yarattığımız özgürlüğün bedelidir.

Yol uzundur ve bir kısmı hiç bilinmemektedir. Gücümüzün sınırım biliyoruz. Biz, kendimiz, yirmibirinci yüzyılın insanını yaratacağız.

*

Eğer bu anlaşılmaz mektup, bir şeyleri açıklayabiliyorsa amacına erişmiş demektir. Sözlerime el sıkışma kadar alışılmış olan selamımızla son veriyorum: Ya özgür vatan, ya ölüm.

“Bizim savaşçılarımızın davranışlarında geleceğin insanını sezmek mümkündür.”

— Che GUEVARA

Yunus Emre - İncitme Gönül

Çiçeklerle hoş geçin, balı incitme gönül. 
Bir küçük meyve için, dalı incitme gönül...

Başın olsada yüksek, gözün enginde gerek,
Kibirle yürüyerek, yolu incitme gönül...


Mevla verince azma, geri alınca kızma,
Tüten ocağı bozma, külü incitme gönül...


Dokunur gayretine, karışma hikmetine
Sahibi hürmetine, kulu incitme gönül...


Sevmekten geri kalma, yapan ol, yıkan olma
Sevene diken olma, gülü incitme gönül...


Konuşmak bize mahsus, olsada bir güzel süs,
Ya hayır de, ya da sus, dili incitme gönül...



Buket Uzuner - Uzun Beyaz Bulut Gelibolu


Çanakkale 2000 Çanakkale Savaşları’nda ölen büyük dedesinin kayıp mezarını aramak için Gelibolu’ya gelen Yeni Zelandalı genç bir kadın ve Çanakkale Milli Parkı’nda bastonuyla dolaşan Türk Nine’nin akıllara durgunluk veren seksen beş yıllık sırrı...

Çanakkale 1915 Osmanlı teğmeni Ali Osman Bey ile Anzak Er Alistair John Taylor’ın birlikte insanlığa verdiği dehşetengiz ders...

Tarih kitaplarında yer almasına henüz hiçbir milletin izin vermeye hazır olmadığı büyük insanlık sınavı: Aynı adam aynı savaşta iki düşman ülkede savaş kahramanı olur mu? Ya da: Tarih düz okunacak bir metin midir? Ve tarih yeniden yazılmalı mıdır?

Buket Uzuner, romancılığının doruklarında bir başyapıta daha imza atıyor.
 
 🌼
 
Benim arzum, bu milletin çektiği çilelerin, Çanakkale´de pek çetin şartlar altında geçen bu muharebelerin gelecekteki Türk gençliğine ibret olmasıdır. Yoksa yazık olur! Çok yazık olur...
*
Bilinç ki, farkına vardırır; bilinç ki, anımsatır; bilinç ki, acıtır...
*
Özgürlük temiz hava gibidir. Herkese, her zaman gereklidir...


Orhan Veli "Tarihin beğenerek andığı insanlar, daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar."

 
Ukde" adlı ilk şiiri 1936 yılında Varlık Dergisi’nde yayımlanan Anday, adını ilk olarak 1941’de, Orhan Veli’nin "Garip" adlı kitabında yer alan şiirleriyle, bu akımın üç öncü şairinden biri olarak duyurdu. (Tam kadro: Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday) Garipler, iki savaş arasında yetişen ve dünyanın değişimine tanık olan bir şair demetiydi. 1920 - 40 arasında Batı şiirinde yaşanan çağdaş ve devrimci şiir akımlarının etkisi, Türk şiirine onların bilgi birikimi ve kalemi sayesinde yansıdı.  1940 ve Garip, şiirde burjuva duyarlılığının ve aşırı duygusallık dar çemberinin yıkıldığı bir dönüm noktasıydı. Gelenekçiler tarafından hiç de hoş karşılanmadılar. Ki bu hoşnutsuzluğu bugün bile sürdürenler var. Orhan Veli, durumu şöyle yorumluyor: "Tarihin beğenerek andığı insanlar, daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar." 


Melih Cevdet Anday "Geri bırakılmış halkın beğeni düzeyine seslenmek halkçılık değil, yeteneksizliğin örtbas edilmesidir."

Melih Cevdet Anday, saraylı bir babanın oğluydu fakat orta halli bir ailede, tahmin edilen sıkıntıları çekerek büyüdü. Babasını ‘sevmiyor’, onunla hayat duyumu ve ideolojisi uyuşmuyordu. Ankara Taş Mektep’ten Orhan Veli ve Oktay Rifat’ın sınıf arkadaşıydı. Bir süre Belçika’da sosyoloji okudu ancak eğitimi II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle kesintiye uğradı. O da yurda dönüp bir memuriyet edindi.
"Ukde" adlı ilk şiiri 1936 yılında Varlık Dergisi’nde yayımlanan Anday, adını ilk olarak 1941’de, Orhan Veli’nin "Garip" adlı kitabında yer alan şiirleriyle, bu akımın üç öncü şairinden biri olarak duyurdu. (Tam kadro: Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday) Garipler, iki savaş arasında yetişen ve dünyanın değişimine tanık olan bir şair demetiydi. 1920 - 40 arasında Batı şiirinde yaşanan çağdaş ve devrimci şiir akımlarının etkisi, Türk şiirine onların bilgi birikimi ve kalemi sayesinde yansıdı. 1940 ve Garip, şiirde burjuva duyarlılığının ve aşırı duygusallık dar çemberinin yıkıldığı bir dönüm noktasıydı. Gelenekçiler tarafından hiç de hoş karşılanmadılar. Ki bu hoşnutsuzluğu bugün bile sürdürenler var. Orhan Veli, durumu şöyle yorumluyor: "Tarihin beğenerek andığı insanlar, daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar."
Veli’nin ölümünün ardından Oktay Rifat ile şiir yolunu ayıran Anday, ironi sanatını konuşturduğu toplumcu şiir anlayışını bir süre devam ettirdi. 1956’da yayımlanan "Yanyana"nın ("Toplu Şiirler 1"in içinde var) üslubu kavgacı bulununca Türk Ceza Kanunu’nun 142. maddesi uyarınca toplatıldı. Anday ve eser, yapılan kovuşturma sonucunda aklandı. Anday, Rosenbergler’in idam edilecekleri gece yazdığı "Anı" ve "Tohum" gibi meşhur şiirlerini toplumcu ağırlıklı ürünler verdiği bu dönemde yazdı. Lirizme karşı tavrı netti. Aşağılıyordu. Oysa derdi lirizmle değil yozlaştırılmış sanatlaydı.
1962 sonunda yayımlanan "Kolları Bağlı Odysseus", Anday şiirinin döndüğü en karakteristik kavşak oldu. Yazar bundan böyle felsefeye ağırlık vererek, anlamı yüzeyden derine çekerek yazıyordu. Mitolojik öyküler anlatan, çok daha kapalı bir tarzı vardı artık. Memet Fuat, Melih Cevdet’in ‘halkın beğenisi’ni ölçü olarak almayı kesinlikle doğru bulmadığını söylüyor. Zira Anday, sanat ve edebiyatın halkın bilincini yükseltmek, halkı eğitmek gibi bir misyonu olması gerektiğine inanıyordu: "Geri bırakılmış halkın beğeni düzeyine seslenmek halkçılık değil, yeteneksizliğin örtbas edilmesidir."
Melih Cevdet Anday, yazdığı denemelerle bağnazlığı besleyen kaynaklara karşı mücadele eden biriydi. Türkiye törelerini ve geleneksel ahlakı yıllar boyunca eleştirdi. Dil meselesine de takılmıştı. Ona göre Türk dili özleştirilerek kullanılmalıydı. Deneme kitapları ve Cumhuriyet’teki köşe yazıları, ‘Anday meseleleri’nde gerçekten de etkili oldu. Bu yazılar da "Sevişmenin Güdüklüğü ve Yüceliği" (1990 - 94) adıyla kitaplaştırıldı.
İki romanı, "Aylaklar" (1965) ve "Gizli Emir" (1970) de olumlu eleştiriler aldı. Tefrika edilen iki roman, "Meryem Gibi" ve "Yağmurlu Sokak" ise 90’lı yıllarda kitap olarak yayımlandı. Melih Cevdet Anday’ın yazdığı tiyatro oyunları ise çorak bir ortama çim misali düştü. Absürdden etkilenmişti. Yazarın tüm oyunları "Toplu Oyunlar I - II" adıyla bir araya getirilerek yayımlandı. Türkiye’de tiyatro metni deyince ilk akla gelen eser olan "Mikado’nun Çöpleri"nin (1967) de Anday’a ait olduğunu söyleyelim yeter.
Adam Yayınları, son olarak 2002 Ekim’inde "Bir Sis Çanı Gecenin İçinde" adıyla Melih Cevdet Anday şiir derlemesi yayımladı.

Doğanın Öfkesi - Aslı Öksüz


Biz ruhun bütün yaratıklara verilmiş olduğuna, her canlının, kendisi bunun bilincinde olmasa bile, bir ruha sahip olduğuna inanırız. Ağaç, şelale, boz ayı, her biri cisimlenmiş bir ruhtur ve her biri saygıya layıktır...Charles Eastman (Ohiyesa)Sioux Kabilesi

Doğanın Öfkesi
Aslı Öksüz 
 
Michael Tobias, Öfke, Çeviri   Algan Sezgintüredi

Yaşamın farklılaşmamış, akılcılığın gölgesi düşmemiş, organik bütünlüğünün korunduğu biçiminin tasavvuru imkânsız değildir. İlkel topluluklarla –özellikle ritüel ve işbölümü ile kültürleşmenin başlangıcı sayılabilecek üst paleolitik öncesi dönemlerde– insan doğanın içinde ve onun bir parçası olarak, doğanın kendine sunduklarından sadece yaşamının idamesi için gerekli olan kadarını tüketerek, dolayısıyla üretmeye ihtiyaç duymadan yaşardı. Böylesi bir yaşam biçiminin varlığı, ilkel insanın muhtemelen düşünerek icat ettiği değil fakat bundan başka bir işleyişe ihtiyaç duymadığı, her şeyin olması gereken biçimde oluşundan kaynaklanıyordu. İlkel topluluklar ne insan olmayan varlıklarla ne de insanlar arası ilişkilerde tahakkümün üreyebileceği bir kaynak, hiyerarşik bir sistem yaratmadılar. Her şey sadece etkileşiyor ve yaşam süregidiyordu.

Paleolitik dönem sonlarında, alet kullanımı, ritüellerin ve sembollerin bulunuşu, işbölümü gibi insan yaşamına eklemlenen her olgunun bir diğerinin icadını zaruri kıldığı kümülatif kültürleşme süreci başlamış; dil, zaman ve nihayet tarım ile birlikte insanın hüküm sürdüğü uygarlık yaratılmıştır.

Kökeni uygarlık olan insanmerkezcilik hümanist ya da teolojik düşünce üzerine temellendirilmiş bir algı meselesidir. İnsanın doğanın bir unsuru olduğunu reddeder. Doğanın onun dışındaki her şey olduğu yanılgısını doğurur. İnsanmerkezci tasavvur, insanın diğer türlerden üstün olmanın ötesinde kutsal olduğu varsayımını doğurmuştur. Türler arası hiyerarşik ilişkileri yaratan ve tüm habitatı insanın fütursuz kullanımına maruz bırakan da insanın bu ‘biricik tür’ olma istencidir.

Doğayla aramızdaki her temas noktasını yalıtan bu ideolojik fanus, bize, gerçek yaşamın bir simülasyonu diyebileceğimiz uygarlığımızın dışında kalan her şeyle baş etme, kendi yaratılarımızın ötesini yok sayma eğilimleri kazandırmıştır. Hayatta kalabilmek için bu ideolojiye olan bağımlılığımızın, uygarlığın olmaksızın karşı karşıya kalacağımız çıplaklığın insanlığı ne kadar savunmasız kılacağının bilincindeyiz. Modern insanın diğer türlerle olan hiyerarşik ilişkisi de kaynağını korkudan alıp zorbalıkla son bulan bir tahakküm trajedisidir bu yüzden.

Ancak insan türü, modernliğin güvenlik, üstünlük, konfor gibi getirilerinin yanında kendisinden çaldığı özgürlüğü, doğaya gitgide yabancılaşmasını uzun süre görmezden gelemeyecekti. Böylece özellikle 1960’ların sonunda ortaya çıkan özgürlükçü akımların kendilerine bir biçimde ifade alanı yaratmış olmaları, özgürleşmenin yeni modellerinin tartışılmasına, kısmen de olsa pratiklerinin denenmesine ve alternatif yöntemlerin üretildiği bir sürece yol açtı. 

Bu zeminde, biçimi ve hedefi önemli olmaksızın her dayatmanın yarattığı bumerang etkisi fark edildi. Nihai özgürlüğün, yalnızca insanlar arasındaki görülür hiyerarşinin yok edilmesiyle değil, yaşamın tüm etkileşim biçimlerinde gizlenen otoritenin ortadan kaldırılmasıyla sağlanabileceği anlaşılmaya başlandı.
Hayvan özgürlüğü mücadelesi de bu farkedişin önemli bir boyutunu oluşturuyor. İnsanın doğaya ve diğer türlere uyguladığı, uygarlığın her evresinde dozu artan ezici tahakküm, endüstrileşme süreciyle birlikte soykırım boyutlarına ulaştı. Bu soykırımın, artık sadece “hayvanları sevelim, koruyalım” –kimden?– gibi söylemler ya da bilinçlendirme etkinlikleriyle durdurulması mümkün görünmüyor. Artık (çoğunluğun rızası olmasa bile) hayvanların, özerklik kazanmış endüstriyel sistem için birer hammadde haline geldiği gerçeğini kabul eden birçok kişi, legal ya da illegal yollardan bir şeyler yapma zorunluluğunu hissetmeye başladı. 

Bu, kendi türüne başkaldırma anlamını da barındıran, sistem karşıtı hareketin bir parçası olan Hayvan Özgürlük Cephesi (ALF: Animal Liberation Front), hayvan hakları ve özgürlüğü mücadelesinde yaklaşık 30 yıldır aktif olan, merkezsiz yapıya sahip bir örgütlenmedir. Her tür karar ve yetki sadece kendilerine ait olan birkaç bireysel aktivistin bir araya gelmesiyle oluşan gruplar, çoğunlukla şiddetten arınmışlığı ve doğrudan eylemi benimsemiş olsa da, hiyerarşik bir yapı söz konusu olmadığı için, tarzını ya da etiğini yine sadece kendilerinin belirledikleri eylemler gerçekleştiriyorlar. ALF bugün ABD’de illegal bir örgüt olarak kabul edilmektedir ve eylemleri dolayısıyla –şiddet unsuru içermiyor olsalar da– birçok aktivist yargılanmış ve hüküm giymiştir.

Michael Tobias, Öfke’de, iki ALF aktivisti üzerinden hayvan haklarının, çoğumuzun yaşamından ötelediği ayrıntılarını, irdelemeye, hatta modern insan davranışını sorgulamaya itiyor. 

Tobias, romanında retoriğin ya da edebi niteliğin, konunun çarpıcılığını gölgelemesine izin vermediği yalın ve doğrudan bir anlatım kullanmış. Ayrıca seçtiği karakterlerin sıradan yaşamları, anlatılan olayların gündelik yaşamın olağan kesitleri oluşu, romanı trajik ve ütopik bir öyküyü okuyuşumuzdan ya da bir aksiyon filmini izleyişimizden çok daha fazla ciddiye almamızı, içselleştirmemizi sağlıyor. 

Michael Tobias’ın dolaysız anlatımıyla romanın ana karakterlerinden Felham’ın gözleri bizim merceğimiz haline geliyor. Özellikle laboratuvar, mezbaha, barınak gibi aslında kapalı kapılar ardında olmayan, ancak görmezden gelerek sorumluluğunu üzerimizden attığımız, hayvanların gördüğü işkenceyi tüm çıplaklığıyla ve gözkapaklarımız tutturulmuşçasına izlemek zorunda kalıyoruz bu kez. Böylece masum olduğunu düşünen bizler, yazarın bizden istediği, ertelenmiş sorgulama sürecine çoktan girmiş buluyoruz kendimizi…

İnsanın, yaşam süresini uzatmak ya da lüksünü arttırmak adına öngördüğü en küçük fikirler için bile, laboratuvarlarda milyonlarca canlıyı katletmesi; evcilleştirmek suretiyle hayvanların yaşam alanlarının kısıtlanıp üremelerine ve ölümlerine müdahale ederek onu canlı yapan her şeyi zapt etmesi; şehirlerde kurduğu barınakların asıl amacının hayvanların barınması değil, şehirlerden hayvanların “arındırılması” olması; hayvanların kendisine daha “faydalı” olabilmeleri için, genetik kodlarını değiştirerek, onları mutantlara dönüştürmesi; kültürünün eğlencelik bir parçası haline gelmiş, av sezonu adı altında yapılan keyfi hayvan katliamları; “ihtiyacı” olduğu için, her yıl 50 milyardan fazla hayvanı öldürmesi gibi, kendimizi karşısında tüm haklı çıkarma çabalarımızın boşuna olduğu gerçekler çarpıyor yüzümüze romanın sayfaları arasından. Modern insanın şiddeti hor gören etiği ya da duyguları ve aklı olduğu için üstün olduğu görüşü, hayvanlar söz konusu olduğunda nasıl böyle içi boşalmış kavramlar haline gelebiliyor? Yoksa tüm bu ahlaki değerler, insanın kendi türünü eğitmek için uydurduğu yalanlar mı?

Bu soy eleştiriyi uzun süre önce yapmış ve hayvanların hak etmedikleri muamelelerden kesinlikle kurtarılması kararını vermiş olan Felham ve Muppet üzerinden akıyor kitabın kurgusu. Tüm yaşamlarını hayvan özgürlüğü mücadelesi etrafında örmüş olan iki aktivistin, eylemlerini gizlilikle planlayıp ve gereğinde şiddeti çekinmeden uygulaması, federallerin aradığı suçlular haline gelmelerine sebep oluyor. Böylece Michael Tobias’ın bizden istediği diğer soruyu da soruyoruz kendimize: Hayvanların özgürlüğü adına illegal eylemlerle, insanların hayatına kast etmenin etik açıdan doğru kabul edilir yanları olabilir mi? Yazar bu soruya olumlu ya da olumsuz herhangi bir yanıt vermeden, kararı inisiyatifimize bırakıyor. Bu noktada Felham’ın, hayvanları korumak için yasalar olduğunu söyleyen kız arkadaşı Jessie’ye yaptığı savunma, eylemlerinin altyapısı olan düşünceyi açıkça ortaya koyuyor: “Bilim adamlarını korumak için yasalar var. Lokanta zincirlerini korumak için yasalar ve vergi boşlukları var. Hayvanat bahçelerini, sirkleri, kürk ve kozmetik sanayilerini korumak için yasalar var. ‘… ‘Haftanın yedi gecesi masaya et veya tavuk koymayı, şükran günü hindilerini, ev hayvanı edinmeyi garanti eden yasalar… Hayvanları korumaya yönelik yasa falan yok. Ve hiç olmayacak. ‘…’ Şu anda, şu dakikada balinalar katledilirken oturup yasaları tartışamazsın.”

Hayvan hakları konusunda tutumunuz ne olursa olsun, en azından sadece insan olduğunuz için, deney öncesi kürarla kasları felç edilmiş veya “uyutulmak” üzere bedenine pentobarbital enjekte edilmiş, krampların acısıyla ölüme giden bir köpeğin yaşlı gözleri sizinkilerle buluşursa, size soracağı o soruya vereceğiniz bir cevabınız olmalı:
“Neden?”

Charles Darwin "Bilim ve sanat bir kuşun kanadı gibidir."



Bilim ve sanat bir kuşun kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. 'Tavuk toplum', önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz.