03 Ekim 2012

Virginia Woolf - Deniz Feneri

Yirminci yüzyılda roman geleneğini köklü biçimde değiştiren yazarlar arasında önemli bir yeri olan Virginia Woolf’un Deniz Feneri adlı kitabı, en çok okunan ve en sevilen romanları arasında yer alıyor. Bu romanıyla Woolf kendini zamanının öteki yazarlarından ayıran biçem ve yöntemi geliştirmiş, kendi roman tekniğine uygun en iyi yapıtını vermiştir. Bilindiği gibi James Joyce ve Virginia Woolf, bireyin günlük yaşamını ‘bilinç akışı’ ile birlikte ve olduğu gibi, tüm karmaşıklığıyla yapıtlarına yansıtmayı amaç edinen, biçime özen gösteren yazarların başında gelirler. Ramsay ailesinin İskoçya’daki yazlıklarında geçirdikleri birkaç günü anlatan Deniz Feneri, yazarın kendi hayatından izler taşıyor. Bu arada, yazarın, güçlü İngiliz kadın hareketinden etkilendiğini ve zamanın önde gelen feminist yazarlarından olduğunu da gözardı etmemek gerekir. İlk kez 1927 yılında yayımlanan bu romanın baş kadın kişisi Mrs. Ramsay, o yılların okur yazar, varlıklı ya da orta sınıf kadınlarının feminizm adına yaptıklarını, düşündüklerini yansıtmaktadır.

 "Deniz Feneri, İngilizce’deki muazzam ağıtlardan biridir, zamanı aşan bir kitap."

                                                                                               Margaret Drabble


Hayatın anlamı ne?

İşte bu kadarcıktı, basit bir soru. İnsan yaşlandıkça zihnini büsbütün uğraştıran bir soru. Göklerden beklenen o yüce açıklama belki de hiç gelmiyordu. Onun yerine ufak tefek günlük tansıklar, aydınlatmalar, umulmadık bir anda karanlıkta çakılan kibritler vardı; işte onlardan biri de buydu. Bu da, şu da, öteki de; kendisi de, Charles Tansley de, çatlayan şu dalga da; Mrs. Ramsay’in bunları birbiriyle birleştirip kaynaştırması; Mrs. Ramsay’in, ‘Yaşam, kıpırdama burada dur’ deyişi; Mrs. Ramsay’in içinde bulunduğu anı kalıcı yapması (nasıl ki Lily de, başka bir alanda o anı kalıcı yapmaya çalışıyordu) işte bu, Tanrısal açıklama gibi bir şeydi.

Aklıyla her zaman şu gerçeği kavramıştı ki, mantık, düzen, adalet diye bir şey yoktu; çile, ölüm ve yoksullar vardı. İnsanların işleyemeyeceği kadar aşağılık hiçbir ihanet yoktu; bunu biliyordu. Hiçbir mutluluk uzun sürmüyordu; bunu biliyordu.

Yüceltilirseniz her nedense düşmeye de mahkûmdunuz.

Aşk bu diye düşündü, tuvalini yerinden oynatır gibi yaparak, damıtılıp süzgeçten geçirilmiş bir aşk; nesnesini ele geçirmeyi asla denememiş olan bir aşk; ama matematikçilerin sembollerine, şairlerin mısralarına duyduğu aşk gibi, tüm dünyaya yayılması ve insanlığa ait servetin bir parçasına dönüşmesi gereken türden bir aşk.

Lily evlenmeli, Minta evlenmeli, herkes evlenmeli diye ısrar ederdi, çünkü bu dünyada istediğin kadar şöhrete ulaş, istediğin kadar zafer kazan, evlenmemiş bir kadın hayatın tadını çıkarmamış demekti.
Ama derdi Lily, babam var, evim var, hatta söylemeye cesaret edebilse resimleri vardı. Oysa öteki şeyin karşısında bunlar öyle küçük, öyle el değmemiş görünüyordu ki. Evet, gece ilerlerken, beyaz ışıklar perdelerden sızarken, hatta bahçeden arada bir kuş şakımaları duyulurken, ümitsizce cesaretini toplayarak evrenin yasasından muaf tutulmayı talep ederdi.; bunun için yakarırdı; yalnızlığı seviyordu o, kendisi olmayı seviyordu.

Kendini rahatsız hissediyordu; yanında oturup ona karşı hiçbir şey hissetmediği için, kendini hain gibi hissediyordu. İşin gerçeği aile yaşantısından hoşlanmıyordu. İnsan kendine böyle koşullarda sorardı işte, ne için yaşıyorum diye. Neden diye sorardı, insan ırkının devamı için bunca zahmete giriyorum? Bu o kadar da arzulanacak bir şey mi?

Bir erkeğin bir kadına olan aşkından daha ciddi, daha yüce, daha etkili, yüreğinde ölüm tohumlarını taşıyan başka ne olabilirdi; aynı zamanda bu aşıkların, ışıl ışıl gözlerle hayallere dalan bu insanların etrafında dans edilmeliydi, onlarla alay edilip başlarına çelenkler takılmalıydı.
Arzulamak ve sahip olamamak, tüm bedenine bir kasılma, bir boşluk, bir gerginlik hissi vermişti. Arzulamak ve sahip olamamak insanın yüreğini nasıl da burkuyordu. Tekrar tekrar!
 

Nietzsche " Cahil Toplumlarda Demokrasi "

Cahil bir toplum,özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!
 

Tütüncü Dükkanı - Fernando Pessoa

hiçbir şey değilim.
hiçbir şey de olmayacağım.
bir şey olmayı istemem.
ancak, dünyanın bütün düşleri var bende.
odamın pencereleri,
kimsenin kim olduğunu bilmediği, milyonlarca
kişiden birinin odasının
(tut ki tanıyorlar, odamı ne bilsinler...)
devamlı insanların gelip geçtiği bir caddenin
gizemine açılıyorsunuz,
bütün düşüncelere sapa kalan bir caddeye,
gerçek, imkansızca gerçek; kesin, bilinmezcesine
kesin
varlıkların ve kayaların altındaki şeylerin
gizemiyle,
duvarları rutubetlendirip insanların saçalrına
aklar düşüren ölümle,
hiçlik yolunda her şeyin katarını süren kaderle.
gerçeği öğrenmiş gibi yıkıldım bugün.
ölmek üzereymiş gibi aydınlandım bugün.
ve bu eve, caddenin bu yanına dönmek üzere
el sallamaktan daha fazla
bir yakınlık duymamıştım eşyalara.
bu bina ve caddenin bu yanı, sıra sıra vagon olur,
kalkış düdüğüyle
kafamın içinde döne döne,
ve bu gidiş sinirlerimi gerer, çıtırdatır
kemiklerimi.
bugün şaşkınım, düşünmüş taşınmış ve unutmuş
biri gibi.
caddenin karşısındaki tütüncü dükkanının
dış gerçekliği
ve her şeyin bir rüya olduğuna dair hislerimin
iç gerçekliğiyle duyduğum sadakat arasında
kaldım bugün.
çuvalladım her şeyde.
hedefsiz olduğum için, belki de, hiçliğe
yuvarlandım,
evin arka camından kaçarak fırlatıp attım
bana sundukları eğitimi.
kırlara çıktım da büyük umutlarla:
bütün bulduğum çimenler ve ağaçlardı,
insanlarsa diğerleriyle aynı.
gerisin geri camdan içeri girdim, bir sandalyeye
oturdum.
ne düşünmeliydim?
ne olduğumum bilmeyen ben, ne olacağımı
nereden bilirim?
düşündüğüm olmak mı? ama ben çok şey olmayı
düşünüyorum!
aynı şey olmayı düşünen öyle çok kişi var ki,
hepimiz birden olamayız.
dahi mi?! şu anda yüz binlerce beyin, benim gibi,
bir dahi olduğunu hayal ediyor,
ve muhtemelen tarih birini bile kaydetmeyecek.
hayali fetihleri bir gübre yığınından başka bir şey
olmayacak.
hayır, kendime inanmıyorum.
bütün tımarhaneler kesin yargı sahibi delilerle
dolu!
ya ben? hiçbir kesin yargısı olmayan, onlardan
daha mı az, daha mı çok haklıyım?
hayır, ben bile...
şu anda kaç tavan arasında veya başka katında
dünyanın,
hayal kuran, kendisi olduğuna inanmış ne dahler
var, bilsen!
nice kibirli, soylu ve pırıltılı hedefler var ki
-evet, gerçekten kibirli, soylu ve pırıltılı
ve belki de ulaşılabilir-
bir nebze olsun gerçek gün ışığı göremeyecek ve
onlara
kulak verecek birini bulamayacaklar.
onu fethetmeye doğanlar içindir dünya,
haklı olsalar bile fethetmeyi hayal edenelr için
değil.
napalyon'dan daha fazlasını yaptım düşlerimde.
isa'dan daha fazla insanlık sığdırdım fani
göğsüme.
kant'ın bir kere olsun kaleme almadığı felsefeler
kurdum gizlice.
ne var ki ben tavan arasındaki adamım ve belki de
hep böyle olacağım;
ben hep kerameti kendinde biri olacağım;
ben hep kapısız duvarların kapılarının yüzüne
kapanmasını bekleyen biri olacağım,
sonsuzluğun şarkısını bir tavuk kümesinde
çığıran ve tanrı'nın sesini kapatılmış bir
kuyuda duyan.
bana güvenmek mi? aman, hayır, kalsın orda.
savur doğa ateşler içindeki başıma
güneşini, yağmurunu, saçıma dolanan rüzgarını,
geriye kalanlar da gelsin gelirse; gelmeleri
gerekiyorsa, veyahut gelmesinler.
yıldızların hasta kalpli kökleri,
bir an önce kalkalım da yataklarımızdan
fethedelim bütün dünyayı,
uyanalım ki belirsizdir o,
kalkalım ki yabancıdır o,
terk edelim evi ki bütün yeryüzüdür o,
dahası güneş sistemi,samanyolu ve sonsuzluk.
(çikolata te, küçük kız;
çikolata ye!
gör, şu dünyada daha farklı bir metafizik yok
çikolatadan başka.
gör, bütün dinlerin öğrettikleri de farklı değil
şekerci dükkanının öğrettiklerinden.
ye, küçük pasaklı, ye!
böyle hakikatli çikolata yiyebilir miyim ben de
senin gibi?
ama düşünüyorum da, gümüş kağıdı
kaldırdığımda kalay yaprağı sadece
geriye kalan.
her şeyi atıyorum yere, tıpkı hayatımı attığım
gibi.)
ama en azından bir acı kalıyor geriye o
olmayacağım şeyden,
hızlı kaligrafisi bu dizelerin,
imkansız adına yıkık sütunlar.
en azından gözyaşsız bir aşağılama hediye
ediyorum kendime,
en azından soylu olan kol hareketleriyle attığım
gibi
varlığım olan kirli çamaşırları, liste yok, devam
ediyor nesnelerin seyri,
gömleksiz kalıyorum evde.
(sen, avutucu olan, var olmayan ve bundan
dolayı avutucu olan,
yunan tanrıçası, yaşayan bir heykel gibi
yontulmuş.)
sen, düşünülmeyecek kadar soylu ve çaresiz
roma vatandaşı,
sen, gezgin şarkıcıların tanrıçası, parlıyor
güzelliğin önünde,
sen, onsekizinci yüzyılın markizi, dekolte giysiler
içinde ve uzaklarda,
babamızın zamanından kalma anlı şanlı sokak
kadını,
modern bir şey belki de -bilmiyorum nesin-,
olan biten hepsi bu, sensin ilham verdikçe
verecek!
kalbim boşaltılmış bir çöp kutusu.
insanlar nasıl yalvar yakar olurlarsa ruhlara,
yalvarıyorum öyle
ben de kendime, ve bulamıyorum hiçbir şey.
pencerenin önüne gidiyorum ve görüyorum
caddeyi bir mutlak açıklık gibi.
görüyorum dükkanalrı, görüyorum kaldırımları,
görüyorum geçip giden arabaları,
görüyorum karşıdan karşıya geçen giysili canlı
varlıkları,
görüyorum herkes gibi var olan köpekleri de,
ve bütün bunlar yük oluyor omuzlarıma bir
sürgün hükmü gibi,
yabancıdır hepsi, her eşy gibi.
yaşadım, okudum, sevdim ve hatta inandım,
ne var ki bugün kıskanıyorum her dilenciyi o bn
olmadığı için.
görüyorum her bir paçavrasını, yaraları ve
yalanı,
görüyorum da kendime bakıyorum bir: belki de
sen hiç yaşamadın, hiç okumadın, hiç
sevmedin, hiç inanmadın.
(çünkü gerçekte her şeyi yapmak mümkün
olabilir de olmayabilir de.)
belki de sen sadece kuyruğu koparılan bir
kertenkele gibi var oldun,
kertenkeleden ayrı bir kuyruk olarak sürünüp
duran.
yarattım kendimden hiç bilmeden iyiyi,
ne yapabilirdim kendimden, olmayandan.
yanlış kılıklara büründüm bir zamanlar,
hemen olmadığım biri sandım kendimi
ve bir şey diyemedim, kayboldum.
maskeyi çıkaracağım anda ise yüzüme
yapışmıştı o.
çıkarıp da aynada gördüğümde kendimi
zaten yaşlanmıştım.
sarhoştum, sökemediğim kılığımı nasıl giydiğimi
bilmek de istemiyordum artık.
maskeyi fırlatıp
helada sızdım.
sahibinin şımarttığı bir it gibi.
böylesi daha zararsızdı,
ve ne asil olduğumu kanıtlayacak bu hikayeyi
yazacaktım,
nafile dizelerimin müzikal cevheri
caddenin karşısındaki Tütüncü Dükkanı'ndan
bakmak yerine
sadece kendi yarattığım bir şey gibi size
bakabildiğimdendir,
var olmanın bilinçliliğini ezdiğimde,
ayyaşın tökezlediği halı
ya da çingenelerin çaldığı beş para etmez bir
paspas gibi.
ama işte Tütüncü Dükkanı'nın sahibi kapıya çıktı
öylece duruyor.
cansıkıcı bir boyun eğmişlikle bakarım ona,
yarı yarıya ulaşılmaz bir ruhun sıkıntısıyla
birlikte.
o da ölecek, ben de öleceğim...
o tabelasını bırakacak geride, bense şiirlerimi,
nihayetinde onun da izi kalmayacak, benim
şiirlerimin de.
bunu belirleyen cadde de ölecek en nihayetinde,
neticede şiirlerimi yazdığım dilde.
ardından bu dolanıp duran gezegen de,
bütün bunların hepsi olduktan sonra ölecek!
diğer güneş sistemlerindeki başka gezegenlerde
bize benzer bir şeyler,
şiir gibi bir şeyler yazmaya,
tabela gibi bir şeyin altında hayata devam
edecekler.
mutlaka biri diğeriyle karşılaşır.
daima bir şey diğeri kadar yararsızdır elbette.
imkansız, gerçeklik kadar aptalcadır.
daima iç gizem, yüzeyde uyuyan gizemlilik kadar
gerçektir.
mutlaka bu ya da daima o
ya da ne biri ne de diğeri.
ama Tütüncü Dükkanı'na adamın biri girmiştir
(tütün almaya mı?)
ve makul gerçeklik aniden çarpar beni,
sandalyemden şöyle bir doğrulurum -nerjik,
kati, insanca-
ve bu dizeleri, aksini söylesemde, yazmaya...
bir sigara yakarım onları ayzmayı düşünürken
ve o sigarada, bütün o düşündüklerimin
özgürlüğünün tadını alırım.
gözlerim dumanı izler
kendi izimmiş gibi.
ve zevklenirim o hassa ve en uygun anda
tüm düşüncelerden kurtuluş
ve tam hissedilemeyenlerin metafizik
uyanıklığıyla.
şöyle bir kaykılırım sandalyede
tüttürmeyi sürdürerek.
kader izin verdiği sürece
tüttürmeye devam edeceğim.
(şu benim çamaşırcı olan kadının kızıyla
evlenseydim, belki mutlu olacaktım.)
sandalyeden kalkar, pencereye giderim.
adam Tütüncü Dükkanı'ndan çıkmıştır
(bozuklukları mı cebine koymaktadır?)
hah, tanıdım onu: hiç de metafizik olmayan
Esteves bu.
(tütüncü kapıya çıkmıştır.)
ilahi bir dürtü altındaymışcasına
Esteves döner ve beni görür,
bir selam sarkıtır,
ben de "Merhaba Esteves diye bağırırım
ve evren
ümitlerin, ideallerin olmadığı yerine çekilir
ve Tütüncü gülümser.

 
 Çvr: Adnan Özer
 

Lao Tzu Seçme sözler

Kalite bir erdemdir! O kendini; 
Mekandaki yaşantıda Düşüncedeki derinlikte 
Sevgideki cömertlikte 
İfadelerdeki gerçeklikte 
İdaredeki düzende 
Eylemdeki etkide 
Doğru zamandaki doğru harekette gösterir. 
 
 *
 
-Başkalarına hükmetmek güçtür, kendine hükmetmek gerçek kudrettir.
-Zor şeyleri kolayken, büyük şeyleri küçükken yap. 
-Bin millik bir yolculuk küçük bir adımla başlamalı.
-Ruhun müziğini evren duyar.
-Ne olduğumu bıraktığımda, neysem o olabilirim.
-Yön değiştirmezsen, gitmekte olduğun yolda son bulursun.
-Doğa acele etmez, yine de her şeyi başarır.
-Başkalarını yönetmek kuvvettir; kendini yönetmek iradedir.
-Bilen konuşmaz, konuşan bilmez.
-Birisi tarafından delice sevilmek size güç verir, birisini delice sevmek ise cesaret.
-İnsanlara liderlik etmek istiyorsanız, onlarla birlikte yürüyün.