Yirminci yüzyılda
roman geleneğini köklü biçimde değiştiren yazarlar arasında önemli bir
yeri olan Virginia Woolf’un Deniz Feneri adlı kitabı, en çok okunan ve
en sevilen romanları arasında yer alıyor. Bu romanıyla Woolf kendini
zamanının öteki yazarlarından ayıran biçem ve yöntemi geliştirmiş, kendi
roman tekniğine uygun en iyi yapıtını vermiştir. Bilindiği gibi James
Joyce ve Virginia Woolf, bireyin günlük yaşamını ‘bilinç akışı’ ile
birlikte ve olduğu gibi, tüm karmaşıklığıyla yapıtlarına yansıtmayı amaç
edinen, biçime özen gösteren yazarların başında gelirler. Ramsay
ailesinin İskoçya’daki yazlıklarında geçirdikleri birkaç günü anlatan
Deniz Feneri, yazarın kendi hayatından izler taşıyor. Bu arada, yazarın,
güçlü İngiliz kadın hareketinden etkilendiğini ve zamanın önde gelen
feminist yazarlarından olduğunu da gözardı etmemek gerekir. İlk kez 1927
yılında yayımlanan bu romanın baş kadın kişisi Mrs. Ramsay, o yılların
okur yazar, varlıklı ya da orta sınıf kadınlarının feminizm adına
yaptıklarını, düşündüklerini yansıtmaktadır.
"Deniz Feneri, İngilizce’deki muazzam ağıtlardan biridir, zamanı aşan bir kitap."
Margaret Drabble
Hayatın anlamı ne?
İşte bu kadarcıktı, basit bir soru.
İnsan yaşlandıkça zihnini büsbütün uğraştıran bir soru. Göklerden
beklenen o yüce açıklama belki de hiç gelmiyordu. Onun yerine ufak tefek
günlük tansıklar, aydınlatmalar, umulmadık bir anda karanlıkta çakılan
kibritler vardı; işte onlardan biri de buydu. Bu da, şu da, öteki de;
kendisi de, Charles Tansley de, çatlayan şu dalga da; Mrs. Ramsay’in
bunları birbiriyle birleştirip kaynaştırması; Mrs. Ramsay’in, ‘Yaşam,
kıpırdama burada dur’ deyişi; Mrs. Ramsay’in içinde bulunduğu anı kalıcı
yapması (nasıl ki Lily de, başka bir alanda o anı kalıcı yapmaya
çalışıyordu) işte bu, Tanrısal açıklama gibi bir şeydi.
Aklıyla
her zaman şu gerçeği kavramıştı ki, mantık, düzen, adalet diye bir şey
yoktu; çile, ölüm ve yoksullar vardı. İnsanların işleyemeyeceği kadar
aşağılık hiçbir ihanet yoktu; bunu biliyordu. Hiçbir mutluluk uzun
sürmüyordu; bunu biliyordu.
Yüceltilirseniz her nedense düşmeye de mahkûmdunuz.
Aşk bu diye düşündü, tuvalini yerinden oynatır gibi yaparak, damıtılıp
süzgeçten geçirilmiş bir aşk; nesnesini ele geçirmeyi asla denememiş olan bir
aşk; ama matematikçilerin sembollerine, şairlerin mısralarına duyduğu aşk gibi,
tüm dünyaya yayılması ve insanlığa ait servetin bir parçasına dönüşmesi gereken
türden bir aşk.
Lily evlenmeli, Minta evlenmeli, herkes evlenmeli diye ısrar ederdi, çünkü
bu dünyada istediğin kadar şöhrete ulaş, istediğin kadar zafer kazan,
evlenmemiş bir kadın hayatın tadını çıkarmamış demekti.
Ama derdi Lily, babam var, evim var, hatta söylemeye cesaret edebilse
resimleri vardı. Oysa öteki şeyin karşısında bunlar öyle küçük, öyle el
değmemiş görünüyordu ki. Evet, gece ilerlerken, beyaz ışıklar perdelerden
sızarken, hatta bahçeden arada bir kuş şakımaları duyulurken, ümitsizce
cesaretini toplayarak evrenin yasasından muaf tutulmayı talep ederdi.; bunun
için yakarırdı; yalnızlığı seviyordu o, kendisi olmayı seviyordu.
Kendini rahatsız hissediyordu; yanında oturup ona karşı hiçbir şey
hissetmediği için, kendini hain gibi hissediyordu. İşin gerçeği aile
yaşantısından hoşlanmıyordu. İnsan kendine böyle koşullarda sorardı işte, ne
için yaşıyorum diye. Neden diye sorardı, insan ırkının devamı için bunca
zahmete giriyorum? Bu o kadar da arzulanacak bir şey mi?
Bir erkeğin bir kadına olan aşkından daha ciddi, daha yüce, daha etkili,
yüreğinde ölüm tohumlarını taşıyan başka ne olabilirdi; aynı zamanda bu
aşıkların, ışıl ışıl gözlerle hayallere dalan bu insanların etrafında dans
edilmeliydi, onlarla alay edilip başlarına çelenkler takılmalıydı.
Arzulamak ve sahip olamamak, tüm bedenine bir kasılma, bir boşluk, bir
gerginlik hissi vermişti. Arzulamak ve sahip olamamak insanın yüreğini nasıl da
burkuyordu. Tekrar tekrar!