15 Ekim 2018

Vedat Günyol 'Fazıl Hüsnü Dağlarca'


Dağlarca, Cumhuriyet döneminin, özellikle ikinci kuşak şairlerinin en özgünü, nicelik ve nitelik bakımından en verimlisidir. Gerek dili, sözcükleri, gerek temaları, şiir kalıpları ile kendinden önceki şairlere benzemediği gibi, çağdaşlarına da benzemez. Onun kadar hiçbir şairimiz, hiçbir sanatçımız, gerek yerlebir gerçeğe; gerek insan denen bilinmezin çekirdeği çocuk'tan başlayarak Tanrıya; Tanrı'yı da, insan aklının yüzyıllardan bu yana vardığı Evren kavramını da aşan, ancak engin bir sezgiyle (aklın durduğu yerde başlayan sezgiyle) alacakaranlık halinde sezebildiğimiz gerçeküstü gerçeğe böylesine şairce kanat açamamıştır.

Dağlarca, Fransızların Victor Hugo'ya yakıştırdıkları mâge (büyücü, müneccim) sözüne, dünya ölçüsünde, belki en çok hak kazanan, antenleri gözle görülür dünyaya olduğu kadar, gözle görünmeyen, insan aklını aşan sezgiler dünyasına pencereler açan tükenmez, tükenecek sandığımız bir anda, yeni yeni sezgileriyle insanı şaşırtan, kaynağı kurumaz bir şairdir:

Yüz-binlerce çağrı bana, yüzbinlerce / Şaşar kalır şuracıkta yüreğim (Deliböcek).

Dağlarca, şiire daha 19'unda, askeri okul sıralarında başlar. İlk şiiri (Yavaşlayan Ömür), 1933'te İstanbul dergisinde çıkar. Bütün acemiliklerine karşın, yer yer şaşırtıcı bir olgunluk taşıyan bu şiirde bilinmeyen bir sevgiliye seslenir. Bir sevda sarkışıdır bu: Akşamın bastırmasıyla seslerin dindiği bir saatte içinin derinlerinde başlayan eski bir şarkı; kırk yıllık sanat hayatında ağır basan, ama her an tazelenen, ilk sevgiliden insanlara, dünyaya, evrene açılan, durmadan tazelenen bir sevda şarkısı.

Dağlarca'nın ilk şiir kitabı 1935'te yayınlanır: Havaya Çizilen Dünya. Ama şair, asıl kişiliğini bütün yönleriyle yansıtan eserinde, Çocuk ve Allah'ta, bulur. Dağlarca'nın özelliği insan kaderi, dünya ve evrendeki yeri üzerine, sevgiyle karışık çocuksu bir şaşkınlıkla eğilmesidir, diyebiliriz. Şair bu kitapta, iki uç arasında, Çocuk'la Tanrı, görünenle görünmeyen arasında şaşkınlıkla gidip gelir. İnsanlığın kaderi üzerine çocuk'tan, insanlığınkine Taş Devri'nden (1945) başlayarak Tanrı'ya, Evrene, oradan da Evren ötesine {Âsû, 1955) kadar uzanır ilgisi.

Bu düzeyde şairin son vardığı aşama Âsû'dur. Dağlarca'nın belki en karanlık, belki de en aydınlık eseri olan Âsû "insanın günümüzden (yani, şairin sezgisinden) eski çağlara doğru tek kesit içinde incelendiği" eserdir. Âsû, hiçbir bilimin, hiçbir dinin bugüne kadar kavrayamadığı; içine, Tanrısı, doğası, insanı, evreni, uzayı ile her şeyi alan, "süreden sürez'e" uzanan "bir devinimin", bir "büyük aydınlığın" (gözleri kör eden, onun için de ne olduğunu bilemeyeceğimiz bir aydınlığın) ta kendisidir.

Dağlarca'nın şiirini, o engin, çağlayanlar gibi gürül gürül akan, aktıkça coşan, coştukça akan şiirini, Daha'daki (1943) "Dışımızla içimiz" adlı şu dörtlük özetlemektedir:

Görünenle
Olmak
Düşünmek
Görünmeyenle.

Görünenle olmak. Nedir görünen? Dünya gerçeği. Dağlarca için görünen, her şeyden önce insandır, önce, çocuk'ta başlayan, anada, kardeşte arkadaşta, sevgilide somutlaşan, önce kendi ulusunda, sonra dünya uluslarında, bir kelimeyle, insanlıkta oluşan insan. Dağlarca'nın, insan bilmecesinin çekirdeği çocuk'la başlayan "görünenle olmak" serüveni, Çakırın Destanı (1943) ile insanın dış dünya karşısındaki davranışına ve ruh yapısına, oradan da Anadolu köylüsünün kaderine (Toprak Ana, 1950; Aç Yazı, 1951), Türk ulusunun fetihlerle yüce, Kurtuluş Savaşı'yla kutsal yaşantısına kadar uzanır. Bu aşama destanlar aşamasıdır. Üç Şehitler Destanı (1945) ile başlayan, İstiklâl Savaşı-Samsun'dan Ankara'ya (1951), İstiklâl Savaşı-İnönüler (1951), Yeni Mehmetler (1964), Çanakkale Destanı (1965) ile sürüp giden bir sürü destanda şairin yüreği yurdu için çarpar. Dağlarca bununla da kalmaz, 27 Mayıs Devrimi'ni izleyen özgürlüksüz demokrasi döneminin bütün haksız eylemlerine mertçe cephe alır.

Bütün bu destanların yanı sıra, Çakırın Destanı ayrı bir önem taşır. Bu eserde şair, yüzyıllardır horlanmış, ezilmiş bir ulusun çocuğu olan Çakır'ın ağzından "bir cihan türküsü" özlemi içinde antenlerini gerip "uzak milletlerin gençlerini" yarını dinlemeye çağırır. Bununla da kalmaz, Sivaslı Karıncayı (1951) yollara salıp, ilk kez dünyaya açılarak, insanın ortak kaderi üstünde durur Asya'yla Avrupa'yı kıyaslayarak. Şair artık yalnız kendi ulusunun değil, bütün ulusların, özellikle ezilmiş, horlanmış, uyanmamış, uyanması engellenmiş ulusların sözcüsü olur, hatta daha da ileri giderek, Vietnam halkının bir sömürgen devlete karşı kahramanca sürdürdüğü (tıpkı bizim Kurtuluş Savaşımız gibi) kurtuluş çabasını benimseyerek Vietnam Savaşımız (1966) adı altında bir destan yazar, Kubilay Destanı (1968) doğrultusunda bir coşkuyla.

Dağlarca'nın ikinci özelliği görünmeyenle düşünmek'tir. Görünmeyen, önce, adına Tanrı dediğimiz kavram, sonra gökleri, yıldızlarıyla (bütün uzay deneylerine rağmen) çözülmez bir bilmece halinde karanlıklara gömülü bir evren, daha sonra da ölüm, o yokluk, o Allah'a doğru uzanan yolculuk'tur.

Dağlarca'da Tanrı, Mevlanâ ve Yunus'taki gibi mistik bir varlık, insanın ulaşmaya, kendini onda eritmeye yöneldiği bir varlık değildir. Daha çok bir bilinmezler kavramıdır Tanrı. Evrenin dinginlik senfonisinde her şey Tanrı kadar "mevcut" ve hareketsiz, her şey onun kadar "namevcuttur" çünkü. Tanrı, olsa olsa, insanda yaşayan, insanla birlikte var olan bir bilinmez, belki de bir sonsuzluk özlemidir. Oysa insan, hele çocuk, her yerde var ve "mevcuttur". Öylesine var ve "mevcuttur" ki, Dağlarca onu son eserinde (Arkaüstü, 1974) uzay boşluklarında, yatağında sırt üstü yatmış durumda, renkleri öttürme yarışları, sesleri boyama oyunları içinde, ışıktan giysilerle, uçan sevinçlerden sevinçlere koşturup, Exupery'nin Küçük Prens'inin dünya ötesi gezegenindeki serüvenine taş çıkartan bir düş ve fantezi zenginliğinde dolaştırıyor.

Dağlarca, sayısı otuz üçü bulan, her biri ötekinden güzel ve ilginç kitaplarıyla Türk edebiyatında, gerek kapsamı, ön seziş yeteneği, hayal gücü hiçbir şiir geleneğine bağlı olmayan eserleri, gerek şiir dilinin özgünlüğü, hepsinin üstünde sözcüklere yüklediği düşünce ve duygu zenginliğiyle erişilemez bir doruktur. Daha 1939'larda Orhan Burian: "Dağlarca'nın şiiri ya cinnete, ya da dehaya varmak üzeredir" demişti. Aradan geçen 36 yıl bu yargının dehadan yana ağır bastığını gösteriyor.

Vedat Günyol
Çalakalem, İş Bankası Yayınları, 1999


İtalo Calvino ‘Klasikleri Niçin Okumalıyız?’

Öncelikle Stendhal’i severim, çünkü yalnızca onda bireysel ahlaki gerilim, tarihsel gerilim, yaşam atılımı bir bütün oluşturur: Romanın çizgisel gerilimidir bu. Puşkin’i severim, çünkü berraklık, ironi ve ciddilik demektir. Hemingway’i severim, çünkü yalınlık, abartısızlık, mutluluk arzusu, hüzün demektir. Stevenson’u severim, çünkü sanki uçar. Çehov’u severim, çünkü gittiğinden daha öteye gitmez. Conrad’ı severim, çünkü derin sularda seyreder ve batmaz. Tolstoy’u severim, çünkü kimi zaman “hah, şimdi anlıyorum nasıl yaptığını” duygusuna kapılırım, oysa bir şey anladığım yoktur. Manzoni’yi severim, çünkü düne kadar nefret ediyordum. /.../ Gogol’u severim, çünkü açıkça, kötülükle ve ölçüyle çarpıtır. Dostoyevski’yi severim, çünkü tutarlılıkla, öfkeyle ve ölçüsüzce çarpıtır. Balzacı severim, çünkü kâhindir. Kafka’yı severim, çünkü gerçekçidir. Maupassant’ı severim, çünkü yüzeyseldir. Mansfield’i severim, çünkü zekidir. Fitzgerald’ı severim, çünkü halinden memnun değildir. Radiguet’yi severim, çünkü gençlik geri gelmez bir daha. Svevo’yu severim, çünkü yaşlanmak da gerekir... 



Türk besteci ve müzik eğitimcisi Muammer Sun

 
Türk besteci ve müzik eğitimcisi olan Muammer Sun, 15 Ekim 1932 yılında Ankara'da dünyaya gelmiştir. 1946 yılında Askeri Muzıka Okulunda müziğe başlamış, 1953 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon bölümüne girerek Ahmed Adnan Saygun'un öğrencisi olmuştur.
 
Mezuniyetinin ardından Ankara, İzmir, İstanbul Devlet Konservatuvarlarında, GEE Müzik Bölüm'ünde, Siyasal Bilimler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulunda, Ankara Radyosunda öğretmenlik yapan Muammer Sun, 1969 yılında sanat kurumlarının temsilcisi olarak TRT Yönetim Kurulu üyeliğine seçilmiştir.

Muammer Sun, TRT Ankara Radyosu Çok Sesli Korosu'nu ve TRT Müzik Dairesini kurmuş, 1971 yılında TRT Kültür Sanat Ödülleri Sistemini Murat Katoğlu ile birlikte kazanmıştır.

Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Kompozisyon bölümü öğretim üyeliğinden Ekim 1999'da emekli olan Muammer Sun, Eylül 2004'te Sun Yayınevi'ni kurmuştur.


 

 

Cemal Safi


Mevlana’ya sormuşlar "Aşk nedir?" diye, "Yaşa da gör" demiş. Şüphesiz ki aşk tarif üstü bir duygu; ama tarif etmeye çalışmamak da elde değil. Bu ağır yükü, şairler almış omuzlarına ve kalemleri asırlar boyunca işlemiş. Âşıklar düştükleri bu ateşi şiirlerle anlatmaya çalışmışlar, biriktirdikleri duygunun akarak israf olmasını ancak böyle engelleyebilmişler; fakat şairlerimizden çok azı Cemal Safi kadar aşkı başarıyla anlatmıştır.

"Tarifin olmuyor ne kadar yazsam,
Ellerim tutmuyor resmini çizsem,
O güzel çehreni görmeyen ressam,
Bilmez ki dünyaya kör gelir gider."

İlkokul yıllarından beri şiir yazdığını düşünürsek, üstat Cemal Safi’nin yaklaşık 65 yıllık bir şair olduğunu söyleyebiliriz. Bazıları şairliğin doğuştan geldiğini, bazılarıysa sonradan yaşanarak kazanıldığını söyler. Cemal Safi’nin 6 yaşında yazdığı bir dörtlüğe bakarak ilk görüşün akla daha yatkın olduğunu söylemek mümkün:

"Yazmakta epeyce olmuşum mahir,
Yalan yanlış düzme beyit vesair,
Muhitimde ehli yoktu ki zahir,
Ben gibi cahili ettiler şair."

Üstat Cemal Safi, şiirlerini hece ölçüsüyle yazar ve içinde uyak ve vezin barındırmayan yazı şiir olamaz ona göre. Hece veznini başarıyla uygular şiirlerine. Serbest vezinle yazarken, önünüzdeki alan geniştir, söylemek istediklerinizi çok kolay dile getirebilirsiniz; fakat üstatlara has bir özellik olan serbest vezinle yazıyormuş gibi rahat bir şekilde hece vezniyle yazmak zordur ve Cemal Safi, bunu başarabilen şairlerden. Şairler her söyleyeceklerini şiirle dile getirdikleri için, üstat, bu konudaki düşüncesini şu dörtlükle belirtir:

"Geleneği yaşatmak görevim kadar arzum,
Aruz sünneti arzım, hece vezniyse farzım.
Zordan vazgeçemedim, kolaya kaçamadım,
Ecdadıma saygımdır, şiirde nazım tarzım."

Üstadın şiirlerinde ana tema aşktır; fakat bunun yanında şiirlerinde tasavvuf ve yergi de bulmak mümkün. Şimdiye kadar yaklaşık 160 şiiri bestelenen Cemal Safi’nin her şiiri yaşanmış duygularla yazıldığı için, sizi derinden etkiler. Zekai Tunca’nın bestelediği "İmkansız", Türk sanat müziğinde önemli bir başyapıttır. Orhan Gencebay’ın bestelediği "Ya Evde Yoksan"ı dinleyip de etkilenmemek mümkün mü:

"Aşkınla ne garip hallere düştüm,
Her şeyim tamam da bir sendin noksan,
Yağmur yaş demeden yollara düştüm,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan!"

Cemal Safi’nin şiirlerindeki aşka gıpta etmemek elde değildir. Hele ki aşk dediğimiz hadisenin günümüzde çok değişik hale geldiğini ve en basit ilişkilerin bile aşk olarak adlandırılmasında sakınca görülmediğini düşünürsek, üstadın mısralarındaki aşkı daha iyi anlarız ve eski aşkları özleriz:

"Sevgim var Karun’un serveti kadar,
Hepsini yoluna sermeye geldim,
Sen harca harcayabildiğin kadar,
Ben senin zevkine sermaye geldim."

"Sanma ki bir arzu, sanma ki nefis,
Sanma ki sadece bir buselik his,
Bir surat asışın bir ömür hapis,
Gülüşün zindandan çıkıştır bana"

Cemal Safi’yi yeri gelir bir telefon konuşmasını şiire aktarmış halde görürsünüz. "Telefon konuşmasından şiir mi olur?" demeyin sakın. Telefonun diğer ucundaki kişi uzun zamandır görüşmediğiniz sevdiğinizse, konuşulan her kelime destan mahiyetindedir şaire:

"Bundan daha güzel müjde mi olur?
Merhaba, diyorsun telefonda sen,
Sen ki konuşursun derdim mi kalır?
Nasılsın, diyorsun telefonda sen...

Bu gece misketi çaldırmaz mıyım,
Başkenti ayağa kaldırmaz mıyım,
Sesini duyup da çıldırmaz mıyım?
Delisin, diyorsun telefonda sen...

Sabrımı yenmese hasret nöbetim,
Arayıp sormaya yoktu niyetim.
O anda hapşırdın, çok yaşa dedim,
Beraber, diyorsun telefonda sen"

Hiçbir şair gösteriş olsun, okunsun diye şiir yazmaz, yazan varsa şair taklidi yapıyor demektir. Şairin amacı rahatlamaktır yazarken; o istemese de eli kaleme gider. Ünlü olmak için yola çıkan şairlerin bu nafile çabası, çok çabuk nihayete erer. Cemal Safi yaşamadığı hiçbir olayı kaleme almamış ve bu yüzden okuyucusunun kalbinde önemli bir yere sahip. Her şiiri bir olayın neticesi, her şiirinin bir hikâyesi var. Aşk şarabını içen ve onun nasıl sarhoş ettiğini anlatan nadide şairlerden:

"Ne yaman işret ki gönül iksiri,
Bir katre içmeyle olduk esiri,
Va’dolan kevserin budur tefsiri,
Ahiret gününü beklemek ihmal,
Sen bir çiçek, ben bir arı, sevgi bal."

Âşık, her türlü çileye razıdır, yeter ki içinde sevdiği olsun. Bu düstur Cemal Safi şiirlerinde çokça görülür. Yeri gelir Saddam’ın işgal ettiği Kuveyt, yeri gelir, Yavuz’un üstüne gittiği İran olur:

"Sarhoşunum nasıl ayakta kalayım?
Aşk şarabın doldu gönül testime,
Sen İran ol, ben de şahın olayım,
Varsın Sultan Selim gelsin üstüme."

Bir kadını, bir erkeğin kırk yıl sevmesindense, bir şairin beş dakika sevmesi daha iyidir derler. Bu sözün doğruluğunu Cemal Safi bize açıkça ispat ediyor. Sevgilinizin sizi terk ettiğini düşünün. Normal bir insanın söyleyeceği en dokunaklı söz, "sensiz olmuyor, geri dön" olurken; terk edilen bir şairse, sevgilinin yokluğunu tasvir etmede kullanılan kelimelere öyle anlam kazandırılır ki, lisanın sınırları nasıl zorlanır görürüz:

"Bilmiyorum nerdeyim, ne haldeyim, ben kimim,
Ayrılırken kimliğim, adresim sende kalmış.
Tebessümü yüzüme çok görüyor matemim
Güldüğümü gösteren tek resim sende kalmış."

Cemal Safi’ye göre, her şey sevgilinin gidişiyle gitmiştir, yaşama sevinci, umutlar, planlar, her şey… Şairin ikinci kitabına da adını veren "Sende Kalmış" şiiri, aslında tüm terk edilenlerin dudaklarında da kalmıştır:

Ayıplama, kınama, kahveye gidiyorsam,
Avunabilmek için bir tavla atıyorsam,
Garson çay uzatırken ben "aklımda" diyorsam,
Sende kalmış demektir, lâdesim sende kalmış.
Allah'ım düşmanımı düşürmesin bu zaafa,
Sanki her noksanımı mecburum itirafa,
Hangi şarkıya girsem, notalar do, re, mi, fa
Sôl diyorum sana sôl, lâ sesim sende kalmış.

Gel Tanrı’ya borcunu teslim etsin bu yürek,
Tez gel ki enkazımı kapatsın kazma kürek,
Kelime-i şahadet getirmem için gerek,
Son diyorum sana, son nefesim sende kalmış.

Selçuk Tekay tarafından bestelenen ve Muazzez Abacı tarafından yorumlanan, "Vurgun" şiiri, her dinleyişte sizi alır, başka diyarlara götürür. Üstat, bu şarkının güftekârı olarak 1990 yılında Milliyet ve Hürriyet Gazeteleri tarafından yılın şairi seçildi. Vurgun şiirinin son dörtlüğü vardır ki şair sevdiğiyle cehenneme de razıdır. Aşkı yaşadıktan sonra şair olmak, yandıktan sonra kaleme sarılmak, üstadın her şiirinde olduğu gibi burada da karşımıza çıkar:

"Ne kadar zulmetsen ah etmem sana,
Her iki cihanda gül kana kana,
Seninle cehennem ödüldür bana
Sensiz cennet bile sürgün sayılır."

Cemal Safi şiirlerinden bahsederken, bazı şiirlerinde kullandığı erotizmden de bahsetmek gerek; fakat üstat, erotizmi şiirlerine uyak ve vezinle o kadar ustaca yerleştirir ki, okurken, şairin amacının mizah olduğunu hemen anlayıverirsiniz. Cemal Safi’nin erotik şiirleri moralinizin en bozuk olduğu anda imdadınıza yetişir, okurken hem dilin ne kadar ustaca kullanıldığını görür ve hayran kalırsınız, hem de gülümsersiniz:

"Senden bir ricam var makul görürsen,
Koynunda kuğular beslermişsin sen,
Düğmeni çözmeme izin verirsen,
Bir taşla iki kuş vurmaya geldim"

Cemal Safi’nin şiirlerinde kullandığı erotizm, sansürlenemez cinstendir. Erotizmi sanatıyla birleştiren usta şairin dizeleri gülümsemenize yardımcı oluyorsa kâfidir:

"Bacak mı görmedik doğalı beri?
O nasıl kalça ki taylardan diri?
Hele isyan eden o iki iri,
Acep dar bluza nasıl sığmış ki?"

"Şefkat beklemezler mi koynundaki öksüzler?
Okşanmak istemez mi o nur topu ikizler?
İnsan bir özrü varsa, bir suçu varsa gizler,
Madem utanıyorsun, neden dar giyiyorsun?
Tanrı’nın verdiğini kuldan esirgiyorsun.

Sevdiğini şiirleriyle eşi görülmemiş bir şekilde öven şair, yeri geldiğinde aynı şiddette yermede de ustadır. En güzel sevgi sözcükleriyle donatılan şiirleri, en ağır eleştiri sözcükleriyle yer değiştirebilir:

"Kahrını çektiysem vardır bir neden,
Sensin bu duyguyu bende üreten,
Gübredir toprağı verimli eden,
Kim kimi kullanmış şöyle bir düşün,
O senin aslına rücu edişin."

"Bir asi rüzgâr ki ruhumda esen,
Gönlümde salınıp gezemezsin sen,
Adımı aklına yazamazsın sen,
Ben küçük yerlere layık değilim"

Şiirlerinde tasavvufi ve milli konulara da yer veren Cemal Safi’nin methiye ve naatları da bulunur. "Kâinatın Ulu İmparatoru", Türk şiirindeki kaliteli methiyelerden biridir:

"Cemâline sığındım haşmet-i celâlinden,
Sana meftun gönlümü fani sevdadan koru,
Nar-ı hicranla yandım memnu aşk melâlinden,
Son olsun, Kâinatın Ulu imparatoru

Sedası son verecek kuşlakların pasına,
İsrafil’in üfleyip çaldığı anda sur’u,
Günahımızı sildir Firdevs’in paspasına,
Medet ya Kâinatın Ulu imparatoru!

Affet ya Kâinatın Ulu imparatoru!
Rahmet Kâinatın Ulu imparatoru!

İlham-ı ilahi sende okyanus,
Damlana talibim ey yüce Yunus"

Şimdiye kadar "Sende Kalmış", "Vurgun", "Kıyamete Kırk Kala" ve "Ya Evde Yoksan" adlı 4 kitap çıkaran Cemal Safi, sayısız ödül almıştır. 1989 yılında Milliyet Gazetesi’nin açmış olduğu ‘"Yılın en sevilen şarkıları" yarışmasında "Rüyalarım Olmasa (İmkansız)" şiiriyle Birincilik ödülü aldı. Yine 1989 yılında Hürriyet Gazetesi tarafından Altın Kelebek Ödülü’ne layık görüldü. 2003 yılında Türk Dil Kurumu tarafından Türkçeyi en iyi kullanan şair olarak seçildi. 2004 yılında Romanya’nın en büyük sanat nişanı olan Eminescu nişanı ve daha sayısız ödül ve plaketler aldı. Şiirleri Romence, Arnavutça ve İtalyanca’ya çevrildi.
Furkan Usta
Hariciye Dergisi, Aralık 2010


Şen Bilim - Nietzsche

 
Bengi dönüş...Yaşadığın ve yaşamakta olduğun bu hayatı, yeniden ve sayısız kere daha yaşamak zorunda kalacaksın; içinde yeni hiçbir şey olmayacak: Yaşamındaki her acı, her sevinç, her bir düşünce ve her bir soluk, tarif edilemeyecek kadar küçük veya büyük her şey, arka arkaya ve aynı sırayla, sana dönecek - ağaçların arasından süzülen şu alacakaranlık ve şu örümcek bile, şu an ve ben kendim bile. Varoluşun sonsuz kum saati, içinde toz lekesi olan sen ile, yeniden ve yeniden başaşağı çevrilecek!




Mata Hari