24 Temmuz 2021

Didem Madak - Kedilerin Alışkanlıkları

Kayboluşumun beşiğini sallıyorum bu akşam Büyüyor yavaş yavaş Sırtında parmak izleriyle zamanın Bir tekir kedi ile beraber Seyrediyorum hayatı: O meleklerin cebinden düşen anahtardı, Son zikrin halkası Allah'ın son hatırası O bizim kaçırdığımız fırsattı Uğur böcekleriyle parmak uçlarında Küçümsedi hep ona olan aşkımı Gözünün yaşına bakmadan şimdi ben Kovuyorum ihtiyarı Ardımda kırık bir ayna Üvey anneleri hayatımın. Batsın diye güneşe tempo tutan o kız çocuğu... 
 
Evden kaçışımın pembe spor ayakkabıları vardı. Hüzün neydi sanki o zaman Artık kullanılmayan dikiş makinesi annemden kalma.Ölüm neydi sanki o zaman Bir önseziden başka. Evden kaçabilirsin çocuk, ama kaderden asla! Babam Çıkarılmış bir adam bütün fotoğraflardan Kader neydi sanki o zaman, Masada açık unutulmuş Turuncu kulaklı bir makastan başka. Bir ağaca bakıyorum şimdi Başladığı yerde bitiyor dünya Alışıyor dil şimdi Azı dişinin bıraktığı boşluğa. Bastırıldı nihayet hayatın kadife kalesinde çıkan isyan. 
 
Söküyorum şimdi sözleri birer birer Kalpten kalbe giden yolu kapayan. Kalbim, anlatılmaktan usanmış, Yıldızı sönmüş bir komedyendir artık, Dilencinin önünde kahkahalar atıyor, Kirli bir mendille çıkınlanmış şimdi dünya. Hayretle bakıyorum kedinin gözlerindeki çapağa, Geri vermiş hayata çaldığı şiirleri, Ne zaman aşkı tersinden okusam Anlıyorum kediler bile meğer alışmış bu yokluğa Sallayıp duruyorum bu akşam kayboluşumun beşiğini, Gönüllü hemşire birinci sigarasına. Sarhoşum kaderlerde biriken tozla Çekil diyorum kağıda, çekil, İçer ve zehirlenir Ne zaman gözlerimden mürekkep damlasa. Kalbime dokunuyorum bir kelebeğe dokunur gibi Yetmez mi acaba bu dökülen pullar aşka? Yoksa şu sızıyı Sobası tüten evin şiirinde mi saklasam? Şu sardunyanın kırmızı çiçek açışına 
 
Yetmez mi acaba ah kör olmuş bir Türk filminde ağlasam?Ne zaman sorsam, Anlıyorum kediler bile meğer alışmış zamana. Dünyayı bir salyangozun izlerinde dolaşsam, Elimde parlak bir harita Hiçbir atlasta henüz yer almamış. Ardımsıra yollara hayalimin kırıklarını bıraksam Yeter mi bu izler beni kendime getirmeye acaba?                                                                                                       (1970 -2011)
 

Adnan Yücel - Ayışığında

Geceler midir tükenip tükenip giden
Aylar mı yoksa ay ışığında
Kaç kez birbirine karıştı günler
Kaç kez sustu
Kaskatı bir sabır oldu yokluğunda

Ah benim coşkulu çocukluğum
Bir özlemi dindirebilmek uğruna
Şiir pınarımı susuz koyduğum
Nasıl diner şimdi susuzluğum
Uykusuzluğum nasıl

Dalda yaprakta dolaşıyorum günboyu
Günboyu üzümde balda
Kavak duldasında söğüt altında
Seni söylüyor süpürge çiçekleri
Gecesefaları ve böğürtlenler
Mor mor konuşuyorlar senin adına
Anlıyorum ki artık
Bir derenin yeşil yanaklarında
Sular bile rakip olamıyor sana

Geceler midir tükenip tükenip giden
Aylar mı yoksa ay ışığında
Ey soluğumu soluğunda sevdiğim
Sesimi sesinde dinleyip
Yüreğinin rengine gönül verdiğim
Bil ki senden uzak
Ne kuşları avutabilir beni buranın
Ne bahçeleri ne bağları
Özlemin bir nehir olmuş akar
Yarar gider içimdeki dağları


Beni de Alın Koynunuza Hatıralar

 

“Afife Jale’yi Rahat Bırakın!” başlıklı yazıma çeşitli tepkiler aldım. Tiyatro camiasındaki dostlarımın büyük çoğunluğu ödüllerle ilgili eleştirimi olumlu karşıladılar, bazı sanatçı arkadaşlarım da çeşitli basın organlarında kendi görüşlerini aktardılar. Bu arada Levent Kazak’ın bir cümlesi özellikle önemli: “Bu arada ayırmak gerek, bu ödülü alan meslektaşlarıma ve yaptıkları işlere saygım sonsuz. Bu ödülü almak bu organizasyonun yapısındaki çürümüşlüğün sorumluluğunu almak değildir, karıştırmayalım” demiş. Bu cümlenin meslektaşlarımla ilgili ana fikrine aynen katılıyorum.

Nusret Safa Coşkun
Yazıya bence en ilginç tepki ise sevgili yeğenim, antropolog, yazar Eser Coşkun’dan geldi: Bir fotoğraf. Eser’in ilgisini konunun ödül kısmı değil, Afife Jale meselesi çekmişti. Çünkü Eser, Nükhet Teyzem ile eniştem Nusret Safa Coşkun’un oğludur. Nusret Safa Coşkun ise Afife Jale’ye son yıllarında, özellikle de Selahattin Pınar’dan ayrıldıktan sonra gerçekten destek olmaya çalışmıştır. Can Dündar’a göre (“Yüzyılın Aşkları”) Afife Jale, Vasfi Rıza Zobu’nun önerisiyle kaldırıldığı Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne “Perde ve Sahne Mecmuası”nın yazarı olan Nusret Safa Coşkun’u davet etmiş ve Mazhar Osman’ın odasında kendisiyle görüşmüştür. Bunun Coşkun ile ilk karşılaşmaları olup olmadığını bilmiyorum, ama sonra çileli sanatçının Bakırköy’den çıkarılıp bir eve yerleştirilmesinde, yeniden hastaneye yatırılmasında hep Nusret Safa’nın katkısı vardır. Tiyatro duayenimiz sevgili Prof. Dr. Özdemir Nutku’nun İş Bankası Kültür Yayınları’ndan yeni çıkan “Darülbedayi’den Şehir Tiyatrosu’na” adlı (daha önceki baskının kısmen güncellenmiş bir versiyonu), bence her tiyatrocunun mutlaka alıp okuması gereken eserinde, 1977 yılında Afife Jale’nin üvey ablası Behiye Hanım ile yaptığı söyleşiden bölümler de yer alıyor. Afife’nin öldüğünde 39 değil 35 yaşında olduğunu belirten Behiye Hanım şöyle diyor: “Zaten Selahattin Bey’den ayrıldıktan sonra daha çok morfine düşmüş. Çünkü ayrıldıktan sonra onunla kimse ilgilenmemiş. Bir Nusret Safa Bey ile hani şu kaza geçiren bir Darülbedayi aktörü vardı” (Sait Köknar’ı kastediyor).
Kimdir Nusret Safa Coşkun? Onu da Çetin Altan’dan dinleyelim: “Örneğin kendi mesleğimizin en yakın geçmişinden Nusret Safa Coşkun’un yaşamını ele alalım... Nusret Safa, tiyatro eleştirilerinden romana, köşe yazarlığından röportaja, siyasal polemiklerden başyazarlığa, milletvekilliğinden gazete sahipliğine kadar, Babıâli dünyasının çeşitli pencerelerinden kendisini göstermeye çalışmış bir kalem adamıydı... Çalışkandı, vefalıydı, çiğ ve hoyrat değildi...” (Milliyet, 1 Mart 2004).
Eser’in gönderdiği eski fotoğrafta kimler yok ki? Nusret Safa Coşkun, İ. Galip Arcan, Toto Karaca, Handan Adalı, Tevhit Bilge, Turgut Boralı, Zeki Alpan, Halide Pişkin, Aziz Basmacı, Celal Balkır, Zati Sungur. Tiyatro tarihimiz gibi bir fotoğraf.

Önemli bir soru
Prof. Dr. Nutku yukarıda söz ettiğim eserinde, Afife Jale konusunda cevap aranması gereken bir soruyu da ortaya atıyor: “Afife’nin üzerinde dikkatle durulması gereken çok trajik bir hayatı var. Onun son yıllarda oturduğu ev, Fatih İtfaiyesi’nin arka sokaklarından birindeydi. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları’nın morfinmanlar koğuşunda, 24 Temmuz 1941’de, otuz beş yaşında hayata veda etti. Kazlıçeşme mezarlığına gömüldü. Nusret Safa Coşkun, Perde ve Sahne dergisinin Eylül 1941 tarihli sayısında onun ölümünü şöyle anlatır: ‘[...] 24 Temmuz gecesi, bitişik karyoladaki çiftetelli oynar, karşısındaki göbek atarken, Afife hayata gözlerini kapamış.’ Şimdi yanıtlanması gereken önemli bir soru var: Tiyatro tarihimizin ilk Türk aktrisi, daha doğrusu kurbanı Afife, madem bu kadar yetenekliydi, Cumhuriyet’in ilanından sonra neden Darülbedayi’e çağrılmadı? Bunu kimse yazmıyor anılarında. Çağrıldı da, o mu gitmedi? İşte karanlıkta kalan çok önemli bir nokta!”
Sonrası, Afife’nin Nusret Safa’ya söylediği şu kırgın cümleler: “Beni unutmuşlar, sahneye çıktığım zaman alnımdan öpen muharrir, beni teşvik eden büyük adamlar, hayranlarım, seyircilerim, arkadaşlarım, hepsi beni unuttu. Ne çabuk!” Ve bir Selahattin Pınar şarkısı: “Beni de alın ne olur koynunuza hatıralar.”

Ayşe Emel Mesci

 

Ahmet Kutsi Tecer - Bütün Oyunları 1 (Köşebaşı, Satılık Ev, Bir Pazar Günü)

 Bütün Oyunları 1 - Köşebaşı-Satılık Ev-Bir Pazar Günü
 
 
Ahmet Kutsi Tecer, 1923 sonrası Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosunun en önemli temsilcilerinden biridir. Yazarın en önemli oyunu sayılan Köşebaşı, içinden yol geçirileceği için bazı evlerinin yıkılacağı gündeme gelen bir mahallede yaşanan acı tatlı olayları anlatıyor. Satılık Ev, yozlaşmanın doğurduğu sonuçların insanları ne hale getirdiğine dikkat çekerken, şehirleşme ve göçle birlikte başlayan değişimin doğurduğu uyumsuzlukları da çarpıcı bir biçimde sergiliyor. Bir Pazar Günü, modern ortaoyunu olarak da adlandırabileceğimiz oyun, kültürel yozlaşmanın getirdiği olumsuzlukları yansıtıyor.
 
 
 
 
 
 

Yoksulduk Dünyayı Sevdik - Arif Damar

Ölçü Şiiri - Arif Damar 
 
Öyle uzak Gitgide Öyle güzelleşti ki O yüzü hiç görmedim Hiç yaşamadı belki Tülin'in yüzündeki Duru güzellik Nasıl da benzer Ben kırgın Küskünken Evsiz barksız bir anının Puslu Kırık Yerinden düşmüş camındaki Güneşsiz bir kış akşamındaki İnce Solgun Esmer Nasıl da benzer Ben kırgın Küskünken Kimselere görünmeden Dönüp dönüp baktığım Saksılara Deniz kabuklarına Kitap yapraklarına bıraktığım Ama zor Ama kolay Tavanda bir yarım ay Nasıl da benzer İnce Solgun Esmer Ben kırgın Küskünken Evsiz barksız bir anının Puslu Kırık Yerinden düşmüş camındaki Güneşsiz bir kış akşamındaki Tülin'in yüzündeki Duru güzellik Ama zor Ama kolay Yoksulduk Dünyayı sevdik Tavanda bir yarım ay
 
 
 Yoksulduk Dünyayı Sevdik by Arif Damar
 
Günlerce Yağmurda, günlerce karda,günlerce rüzgar esti Erzurum'da, Zara'da. Bir sıcak sen kaldın içimde. o gün bu gün dünya bir yana sen bir yana 
Dünyalar senden yana 

Cumhuriyet döneminin ünlü şairlerinden Behçet Kemal Çağlar

Atatürk, milli şiir teması ve derin yurt sevgisiyle tanınan Behçet Kemal Çağlar, Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte 'Onuncu Yıl Marşı'nı yazdı. Çağlar, Şemsettin Günaltay'ın başbakanlığa atanmasının ardından Atatürk devrimlerinden ödün verildiği gerekçesiyle Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte 24 Ocak 1949'da CHP'den ve milletvekilliğinden istifa etti.

Cumhuriyet döneminin ünlü şairlerinden Behçet Kemal Çağlar Kayseri'nin Şabanbeyzadeler namıyla bilinen ünlü bir ailesinden Şaban Hamdi Bey'in oğlu olarak 1908 yılında doğdu. İlkokul yıllarında dedesinden kendisine geçen yeteneğiyle şiir ezberlemeye ve okumaya meraklı olan Behçet Kemal Çağlar, okulun bahçesinde yüksek bir yere çıkarak ezberlediği şiirleri okurdu.

Behçet Kemal Çağlar, 1925'te sınavla girdiği Zonguldak Maden Mühendis Okulu'ndan birincilikle mezun olarak yüksek maden mühendisliğine Maden Tarama Enstitüsü'nde başladı. Halk evlerinin açılışında yazdığı ve rol aldığı 'Çoban' ve 'Ergenekon'Mustafa Kemal Atatürk'ün dikkatini çekti. 1935'te Halk evleri müfettişi olarak görevlendirilen Behçet Kemal Çağlar, bu vesileyle Türkiye'yi dolaşarak halk şiirleri ve halk sanatıyla yakından ilgilenmek fırsatını bulmuştur. Gericiliği önlemede çaba harcayan Behçet Kemal Çağlar, bu amacı doğrultusunda haftalık dergiler ve günlük gazetelerde makaleler yazdı.

Behçet Kemal Çağlar'ın en önemli ve ünlü şiiri hiç şüphesiz Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte yazdığı 'Onuncu Yıl Marşı'dır. Bu marş, Cemal Reşit Rey tarafından bestelendi.


ONUNCU YIL MARŞI
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan

Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız;
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız,
Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız,

Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!...

Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını;
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını.

Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!...

Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz.
Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.

Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!

7'nci ve 8'inci dönemlerde Erzincan milletvekili olarak TBMM'de görev yapan Behçet Kemal Çağlar, 15 Ocak 1949'da Şemsettin Günaltay' ın başbakanlığa atanmasının ardından Atatürk devrimlerinden ödün verildiği gerekçesiyle meslektaşı Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte 24 Ocak 1949'da CHP'den ve milletvekilliğinden istifa etti. Behçet Kemal Çağlar, siyasetten ayrıldıktan sonra sırasıyla Robert Kolej'de öğretmenlik, TRT Yönetim Kurulu Başkanlığı, Akbank Neşriyat Müdürlüğü ve TRT Program Uzmanlığı görevlerinde bulunurken 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesiyle işbaşına gelen askeri yönetimin seçtiği kurucu meclis üyeleri arasında yer aldı.

BENCE SEN
Garpte dağ, şarkta ırmak
Nerde olsam murat sen;
Güneye düşse yolum
Dicle sensin, Fırat sen.
Haymana ovasında
Ekin, harman, hasat sen;
Meltemimsin Boğaz'da,
İzmir'deysem imbat sen.
Şiirsem, kekelerim;
Anlam katan inşat sen.
Ben uyuşuk itidal
Şahlanan ifrat sen.
Bocalarım ben sensiz,
Ben ham ervah, irşat sen.
Susuzken kaynağımsın
Boğulurken imdat sen.
Cennette gül bahçesi
Cehennemde sırat sen
İşte sözün kısası
Hayat sensin, hayat sen.

BİZİ BİZE GETİRDİN
Bozkır sabahında yanan alnımı
Kıyı akşamında buza getirdin

Kaya gibi bomboş dikilen gibi
Mahzen gibi oyup dize getirdin

Bu ilk konuşması elbet kekeler
Dilsizimi yeni söze getirdin

Cennette ne varsa vadettin bize
Cennette ne varsa bize getirdin

Yokuşta burkulan dizi okşayıp
Sarıp sarmalayıp düze getirdin

Çamurlu sulara eğik dudağı
İçmesi beklenen öze getirdin

Ey benim kaybolan koyunum diye
Susamış gönlümü tuza getirdin

Bir sen altüst ettin okyanusumu
Dipte uyuyanı yüze getirdin

Ece Temelkuran

“Kayda Geçsin” çünkü; bu zamanlar, o zamanlar…

“Umut pek güven duyduğum bir sözcük değil, ben inadı tercih ederim. Umudum yok olsa bile inadım var. İnsanın, yine de, her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var. Benim de, benim gibilerin de bu ülkeye dahil olduğunu söylemek, sonra yeniden söylemek için sağlam tutmaya çalıştığım bir inadım var. Biz varız. Yani biz de varız...”

Bütün Kadınların Kafası Karışıktır

Bütün çocuklar, bir kez olsun, anne ve babalarını cezalandırmak için ölmeyi düşünmüştür mutlaka. Ve nedense hep ağlamışlardır düşün sonunda. Belki bu öykü de bir cezalandırma… Ağlama. Bunları oku. denize karşı bir sigara yak. Tek şekerli, demli bir çay koy masaya, çok neşeli bir müzik çalsın mutlaka, kapat gözlerini, gülümse, çünkü… Bütün kadınların kafası karışıktır. Çünkü… bir gün bir anda, bazı kızgınlıklarını unuttuğunun farkına varacaksın, artık pek düşünmediğini, çünkü artık bildiğini anlayıp, ellerini bir klarnet taksimi gibi uzatacaksın, hâlâ ka­fan karışık olacak, ama artık bunu seveceksin, sevmelisin de. Kadınsın…

Bir çiçeğin yanından geçer gibi yaşamalıyız aslında…

İkinci Yarısı

“Ben artık ikinci yarıya girdim. Ve her fani gibi ben de birinci yarıdan ders aldığımı zannediyorum. Daha da fenası, bu derslerin işe yarayacağına dair bir ümidim var. Hayat denen şeyin her insanla yeniden sıfırdan başlaması ne büyük bir saçmalık!”

Ece Temelkuran bu kez ömrün “İkinci Yarısı”ndan bildiriyor. İlk yarıdan, kesip sakladığımız, belki kaybettiğimiz ‘an’ları bir araya topluyor bu kitapta. O bir ‘an’a varmak için belki de. Çocukken ki bir ‘an’a, bir türlü anlatamadığımız, ama hep özlediğimiz…

Muz Sesleri

“Hep bir iç savaştır aşk! Bir neden arar kendine…”

“Onu ağustosta muz tarlalarına götürecektim. Muz seslerini dinleyecekti. Nasıl sevineceğini, hayret edeceğini düşündükçe…”

Ece Temelkuran’ın ilk romanı Muz Sesleri; Oxford, Paris, Beyrut üçgeninde bir aşk ve savaş romanı. Temelkuran, kalplerin yağmalandığı yerden anlatıyor hikâyesini; Ortadoğu’dan. Bizden alıp döküntülerini iade ettikleri hikâyelerimizi geri almak için… Aşklarımızı, acılarımızı, haysiyetimizi… Yağmalandıkça kapattığın kalbini aç şimdi. Çünkü bu senin hikâyen. Sen de Ortadoğulusun!

Ağrı'nın Derinliği

Bu kitap ne sadece Ermenilere ne de sadece Türkleredir. Ağrının Derinliği evsiz kalmanın, evinden uzak düşmenin acısını bilen, tahmin edebilen herkese yazılmıştır. Aidiyetimizin bize ezberlettiklerinin ötesinde bir “biz” olabilir mi? İçine hapsolmadığımız, dışına atılmadığımız bir “ev”, bir “biz” kurulabilir mi? Ece Temelkuran, Ermeni ve Türk milliyetçiliklerine yakından bakarken, toplumların “biz”lerini kurma aşamasında neleri, nasıl dışarıda bırakmış olabileceklerini anlatıyor. Her kitabında “ötede duranları” yakına getirmeyi amaçlayan yazar, bu kez de Ermeni meselesi gibi “çekinceli” bir konuyu odağına alıyor…

Ne Anlatayım Ben Sana!

Kaç kişi sustuk biz? Bazen en uzak halk kendimizinkidir bize. Okyanus aşırı bir memlekettir bazen Türkiye. Bu toprağın yeniden bizim toprağımız olmasını istiyorsak eğer, yeniden birleştirmemiz gerekiyor tepelerimizin hikâyelerini. Söküldüğümüz yerlerden, “çilemizi” çözüp çözüp yeniden örmemiz gerekiyor kendimizi. Yoksulluğun vahşetiyle sertleşen hikâyeleri neresinde bıraktıysak o sahneye dönüp yeniden takip etmemiz gerekiyor film şeridini. Korkup gözümüzü kapattığımız sahnelere dönüp bu kez gözlerimizi dört açıp bakmamız gerekiyor.

Ece Temelkuran, F tipi cezaevlerini, açlık grevlerini, ölüm oruçlarını anlatıyor. Bu suskunluğu kıracak yeni bir dil bulmak için…

Oğlum Kızım Devletim-Evlerden Sokaklara Tutuklu Anneleri

Refahyol hükümetinin ilk ircaatlarından biri olan ünlü "6 Mayıs Genelgesi" ile "tabutluk" olarak bilinen kapatılmış Eskişehir E Tipi Cezaevi siyasilere yeniden açılınca, Mayıs-Temmuz 1996 arası, Türkiye tarihinin en çok kurban veren açlık grevine sahne oldu. Hükümetin körlüğe varan inadı ve basiretsizliği yüzünden uzayıp giden bu süreçte tutuklu ve hükümlülere en büyük destek, seslerini duyurmak için sokağa dökülmeyi, her türlü saldırıya uğramayı, hata bozuk sağlıklarına rağmen açlık grevine girmeyi göze alan ailelerden, özellikle de annelerden geldi. "Oğlum Kızım Devletim", tüm bu mücadele sürecindeki anneleri anlatıyor. Annelerin kendileriyle doğrudan ilgisi olmayan siyasi olaylara girişinin, evlerinin görece güvenliğinden çıkıp sokağa dökülüşünün, karşılarındaki saldırının niteliğini anladıkça cesaret ve güvenlerinin artışının öyküsünü... Kadınların, kadınca yaptığı ve herkesin gözü önünde direnerek iktidarı yıldıran isyanlarının öyküsünü...

Kıyı Kitabı

Avuç içine saklanacak kadar küçük olsa aşk... Keşke, saklayıp her yere götürebilsen. Gönülçelen hiçbir şey kalmasın üzerinde. Bırak onu, bırak kendi evinde. Kimse kimsede o kadar yol alamaz. Sakın bilmediğini söyleme, bilmezden gelme: Biri en fazla magmasını geçer diğerinin. Sıra çekirdeğe gelince... Her aşk, çamur gibi bir eriyiğe dönüşür; yol, insanın çekirdeğine varınca.

Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita!

"İnsanlar yeterince haksızlığa uğradığında, yeterince dövüldüğünde çocuklar, insanlığa saldırırlar. Acı, adaletsizlik ve vicdansızlıkla yeterince hırpalandığında, kendi kendini imha eden bir organizmadır insanlık."

Bu kitap Ece Temelkuran’ın Venezüella’da gördüklerini, yaşadıklarını, tanık olduklarını anlattığı bir kitap değil, turistik bir Venezüella güzellemesi hiç değil...

Bu kitap, yeterince haksızlığa uğradığında, yeterince dövüldüğünde dönüp insanlığa saldıranların, bu kez insanlığa uğramanın ve dövülmenin önüne geçmeyi denemesinin öyküsüdür. Bu kitap, Latin Amerika’da yaşanan bir devrim deneyiminin sorgulanışı, tüm dünyada güçlenmeye başlayan antikapitalist oluşumun izinin sürülmesidir. Yüzyılın ilk devriminin notları...

Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita yapılmakta olan bir devrime dair gözlemler... Mutlak doğruların yerini, sorulan soruların ve aranan yanıtların aldığı bir devrimin günlüğü... Bundan böyle dünyayı büyük sözlerin değil küçük insanların değiştireceğine dair bir işaret…

İçeriden Kıyıdan Konuşmalar

Aslında insan kalbini sarmamalı, hükmü bir gün süren gazete kağıtlarına. Dönen rotatife kaptırmamalı insan ince sözü, kırılgan cümleyi. Ama ben yaptım; içimin en kuytusundan geçenleri bazen, gazetelere yazdım. Belki de sırf bu yüzden hiçbir zaman gerçekten köşe yazarı olamayacaktım. Hep “başka bir şey” olarak kalacaktım. Ama bu yazılar yüzündendir, hiç hesapta yokken, bir gazete, bir sabah, birilerinin kalbine değdi. Yazanın içerisinden uçuşup gelen, atlayıp, konup bir gazete sayfasına, sizin de içinize sızdı. Bunlar işte, o yazılar. Bunlar, içeriden yazılanlar…

Buzdolabı kapaklarına, işyeri masalarının kenarına asılan, insanlardan insanlara postalanan, hatta “Kıyıdan” köşesinden çıkıp insanlar arasında dolaşırken kimi zaman sahibini kaybeden… Bazen sizi tam da beklenmedik bir yerde yakalayıp yaşartan, hatta bazen size işi astırmayı bile becerebilen… Kimi kez tutup kolunuzdan çocukluk fotoğraflarınıza götüren, orada bırakıveren… Bazen kararlar aldıran, hatta bazılarına ülkeler aşırtan… Bunlar, o yazılar.

Dışarıdan Kıyıdan Konuşmalar

Ben, yeryüzü kayıtları tutan biriyim. "Hakikat işçisi" deyin, "yazı gündelikçisi" deyin; hükmü bir gün süren gazete kağıtlarına yazılar yazıyorum. Benden önce gelmiş, benden sonra gelecek olan benzerlerim gibi, insanlığın daha adaletli ve vicdanlı olabileceğini hatırlatıyorum. Ben, dünyaya bakan biriyim. Dünyaya bakmak işini "meslek" olarak yapmaya başladığımda, dünya ve Türkiye, daha önce geçmediği bir yerden geçiyordu. Bu yüzden işte, ne olduysa dünyada, bende de oldu. Ne geçtiyse dünyadan benden de geçti. Gözlerimi dikmiş bakıyordum, baktıklarım bazen gözüme kaçtı.

"Dışarıdan", sizin ve benim gözüme kaçanlar üzerine, daha önce geçmediği yerlerden geçmekte olan yeryüzü ve Türkiye üzerine okurla bir konuşmadır... Bu yazılar yazıldıkları andan itibaren artık bana ait değiller. Okuduğunuz anda size ait oldular. Ama belki de yazı kimseye ait değildir. Belki de bu yazılar sadece yeryüzüne ait kayıtlardır. Ama yerin yüzünden geçenler, kim bilir, sizin yüzünüzden de geçmişlerdir...

İç Kitabı

Müjdeliyorum: Yeni çağın yeni kıtası, “iç”tir. Kıpırtısız seyahatlerin vakti gelmiştir. Pek yakında insan, kendi “iç”ine gidecektir. Ve: Kendimden bir melek kopartıp fırlattıysam bile “sözlü” âleme, yine de hiçbir şey onu bir karıncaya çeviremeyecektir. İşte bu yüzden, atıp çözdüğüm düğümleri, bu iç yolculuk hikâyesini -elbette hâlâ taşıyorsa meleksi kıpırdanışları- bu sözleri, sadece melekler sevecektir.

 

Kıbrıs Barış Harekâtının 47. Yıldönümü Anısına

Bülent Ecevit'in Kıbrıs Barış Harekâtı Konuşması 

Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs'a indirme ve çıkarma harekâtına başlamış bulunuyor. Allah milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki, kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için, yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için Ada'ya gidiyoruz.

Bu karara ancak tüm politik ve diplomatik yolları denedikten sonra mecbur kalarak vardık. Bütün dost memleketlere, bu arada son zamanlarda yakın istişarede bulunduğumuz dost ve müttefikimiz Birleşik Amerika'ya ve İngiltere'ye meselelerin müdahalesiz halledilmesi, diplomatik yollardan halledilebilmesi için gösterdikleri iyi niyetli çabalar için şükranlarımı belirtmeyi borç bilirim. Eğer bu çabalar sonuç vermediyse, elbette sorumlusu bu iyi niyetli gayretleri gösteren devletler değildir.

Tekrar bu harekâtın insanlığa, milletimize ve bütün Kıbrıslılara hayırlı olmasını dilerim.

Allah'ın milletimizi ve insanlığı felaketlerden korumasını dilerim. 

 Bülent Ecevit

 

Türk edebiyatının sevilen isimlerinden biri olan Ümit Yaşar Oğuzcan, aşk temalı şiirleri ön plana çıkmıştır. İçinde tutamadığı cümleleri ve melankoli ruh yapısı onu edebiyat dünyasının en ünlü isimlerinden biri haline getirmiştir. Ümit Yaşar Oğuzcan, Hüznün şairi olarak bilinmektedir. Şair, bu şiiri her ne kadar aşk şiir olarak yazmış olsa da toplum bu şiiri 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile tanımıştır. Harekat öncesinde Rum radyosu hem kışkırtma hem de Kıbrıslı mücahitlerin moralini bozmak amacıyla “Bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin....” şarkısını sık sık çalmaktadırlar. Rumlar, Türkiye’nin müdahalesini bekleyen Kıbrıs Türkü’nün moralini bozmaya çalışırken, Kıbrıs Türkleri de buna karşı Bayrak Radyosu’ndan, “Bu kadar yürekten çağırma beni/Bir gece ansızın gelebilirim” şiirinin bestelenmiş ve şarkı haline getirilmiş versiyonu ile karşılık vermiştir.

 Bir gece ansızın gelebilirim şiiri - Ümit Yaşar Oğuzcan

Bu kadar yürekten çağırma beni
Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan, uyumamışsan
Sevinçten kapında ölebilirim
Belki de hayata yeni başlarım
İçimde küllenen kor alevlenir
Bakarsın hiç gitmem kölen olurum
Belki de seversin beni kimbilir
Kal dersen, dağlarca severim seni
Bir deniz olurum ayaklarında
Aşk bu özleyiş bu, hiç belli olmaz
Kalbim duruverir dudaklarında.
Ya da unuturum kim olduğumu
Hatırlamam belki adımı bile
Belki de çıldırır, deli olurum
Sana kavuşmanın heycanıyle
Aşk bu, bilinir mi nereye varır
Ne durdurur özlemini, seveni
Bakarsın ansızın gelebilirim
Bu kadar yürekten çağırma beni.

Max Horkheimer “İnsanın doğayı boyunduruk altına alma çabalarının tarihi, insanın insanı boyunduruk altına almasının da tarihidir.”

Bugün doğa, her zamankinden çok insanın bir aleti olarak görülmektedir. Doğa, akıl tarafından konulmuş bir amacı ve dolayısıyla hiçbir sınırı olmayan mutlak sömürünün nesnesidir. İnsanın ölçüsüz emperyalizmi hiçbir sınır tanımamaktadır artık. Doğa tarihinde başka hayvan türlerinin en yüksek organik gelişme biçimini temsil ettikleri dönemlerde, insan türünün doğa üzerindeki egemenliğini andıran bir durum bulmak mümkün değildir. Hayvanların iştihaları kendi fiziksel varoluşlarının zorunluluklarıyla sınırlıydı. Gerçekte, insanın gücünü iki sonsuz (mikrokozm ve evren) yönünde genişletmede gösterdiği açgözlülük, doğrudan doğruya kendi doğasının değil, toplumsal yapının sonucudur. Nasıl emperyalist ulusların dünyaya saldırıları sözde ulusal karakterlerle değil de kendi iç mücadeleleriyle açıklanmak zorundaysa, insan türünün kendi dışında saydığı her şeye karşı totaliter saldırısı da insanın doğuştan gelen özellikleriyle değil, insanlar arası ilişkilerle açıklanmalıdır. İnsan türünün açgözlülüğü ve bunun sonucu olan pratik davranışlar kadar, doğayı sadece etkin bir sömürü açısından gören bilimsel zihniyetin kategorileri ve yöntemlerinin anahtarı da insanlar arasında hem savaşta hem de barışta sürüp giden bu çatışmadadır. Bu algılama biçimi, insanların ekonomik ve siyasal ilişkiler içinde birbirlerine bakış tarzını da belirlemiştir. İnsanlığın doğaya bakış biçimleri, eninde sonunda, insanların zihnindeki insan imgesine de yansır ve onu belirler, böylece süreci başlatabilecek olan son nesnel amacı da ortadan kaldırır. Toplumun ego aracılığıyla gerçekleştirdiği arzuların bastırılması, sadece toplum açısından değil, birey için de daha akıldışı bir durum haline gelir. Rasyonellik büyük tantanalarla öne sürüldüğü ve savunulduğu ölçüde, insanların zihninde de uygarlığa ve onun bireyin içindeki temsilcisi olan egoya karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir öfke de büyümeye başlar.   Akıl Oyunları