02 Haziran 2021

Orhan Kemal - Bir Filiz Vardı

 
 Bir Filiz Vardı, İstanbul'un kenar mahallelerinden birinde yaşayan genç bir kızın hikâyesini anlatıyor. Ailesinin üç kızından en büyüğü olan Filiz de, çevresindeki bütün yaşıtları gibi, baba baskısından kurtulmayı, güzel giyinmeyi, sevdiği ve kendisini seven biriyle hayatını birleştirerek mutlu olmayı istemektedir. Ancak ailenin parasal sıkıntıları; toplumdaki, ekonomik dayatmaların getirdiği yozlaşma sonucu ortaya çıkan küçük hesaplar ve kuşaklar arası iletişimsizlik, genç kızı tutsak etmiştir. Herkesin kendisini kullanmak istediğini görmek ve kaderinden kurtulamayacağına inanmak, onu ölümü arayacak kadar umutsuzluğa düşürse de; üniversite öğrencisi, genç bir dokumacının aşkı ona mutluluk umudu getirecektir. 

Orhan Kemal bu kitabından söz ederken, "...Memleketimin insanları içindeki en kötülerin bile suçsuzluğuna inanmaktan kendimi alamıyorum. Bu, yalnız kendi memleketimin insanları için değil, bütün bozuk düzenli memleketlerin insanları için böyle... Orhan Kemal'in insan sevgisi bir bütündür. Sevmek için sevmekten değil, en kötü, en suçluda bile, asıl sebebin, asıl suçluluğun 'toplum düzensizliği'nden geldiğini gördüğü için 'insan'ı suçlayamamasındandır..." diyor.
 
 
 👍  Gerçekçilik, içinde yaşadığın topluma yer yer ayna tutmaktan ibaret değil ki. Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik, içinde yaşadığın toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmak. Yurtseverlik, yurdunun insanlarını sevmek, yani, insan gibi yaşamalarını sağlamaya çalışmak. Buna engel olanlarla savaşmak…
 
 

Frederic Gros - Yürümenin Felsefesi

 
Yürümek sadece a noktasından b noktasına varmaktan ibaret değildir, yürümek hedefe yönelmektir. Monoton hayatın ortasında dimdik durmaktadır. insanlar bazen yalnızlıktan bazen isyandan yürür ama bilinçli yada bilinçsizce gerçekleştirdiği bu eylem aslında dünyada var olduğunun bende buradayım demenin sesiz bir ritmidir.  Dünya şarkısına çalınan en iyi müzik aletidir.

Yürümenin Felsefesi Hakkında
Nietzsche’nin Kara Orman’da yürürken göz çukurlarına dolan mutluluk gözyaşları, Rimbaud’nun tahta ayağıyla açılacağı çöllere dair kurduğu düş, yasaklı Rousseau’nun Alpler’deki adımları, Thoreau’nun Walden’daki gezintisi, Nerval’in dar sokaklardaki aylaklığı ve daha niceleri… Aylaklar, göçebeler, sürgünler, hacılar, kaçaklar, seyyahlar, münzeviler ve mülteciler yürüyorlar. Peki yürümek sadece evle iş arasında gidip gelmek, bir yerlere yetişmek ve koşuşturmak değil de evrenle özel bir ritim, akort ya da hafifleme içinde buluşmak olabilir mi? Yeryüzüyle hemhal olup kendimizi başkalaşmaya açarak yürüyebilir miyiz?
Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil yaratıcı bir eylemdir. Hem kendi yalnızlığımıza çekildiğimiz hem de toplum olarak bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır. İki büklüm vücudun karşısında dikilmeye çalışan, attığı her adımda yeryüzünün gerçek bir parçası olduğunu fark eden Homo Viator’un eylemidir. Çünkü Yürüyen İnsan kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün ebediyen yeni olan kalbine düğümler. Yürüyoruz, işte bu düğümü atmak için.
Yürümenin Felsefesi Yorumlar
 
“Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.”-Henry David Thoreau
 
YÜRÜMEK SPOR DEĞİLDİR. 
Spor teknik, kurallar, puanlama ve rekabet meselesidir, durmadan öğrenmeyi ve çalışmayı gerektirir; duruşları tanımak, doğru hareketleri bir araya getirmektir. Doğaçlama ve yetenek çok sonra gelir. Spor skor tutmaktır: Hangi sıralamadasın? Zamanlaman ne? Sonuç ne? Tıpkı savaşta olduğu gibi, kazanan ve kaybeden ayrımı burada da mevcuttur. Sporla savaş arasında, savaşta onura, sporda utanca dönüşen bir benzerlik bulunur: rakibe duyulan saygı, düşmana duyulan nefret. Spor aynı zamanda dayanıklılık kazanmanın, yılmadan denemenin ve disiplinden haz almanın öğrenilmesidir. Ahlaki bir sistem, bir iştir spor. Elbette maddi bir yönü de vardır; yorumlamalara, gösterilere dayalı bir pazardır. Performanslardan oluşur. Spor marka ve imaj tüketicilerinin üşüştüğü şaşaalı büyük törenlere zemin hazırlar. Para ruhları boşaltmak, tıp ise yapay bedenler inşa etmek için istila eder sporu. Yürümek spor değildir. Bir ayağı diğerinin önüne atmak çocuk işidir. Yürüyenler karşılaştığında ne bir sıralama vardır ne de puanlama. Yürüyen hangi yoldan geldiğini, en güzel manzaranın hangi patikadan görüldüğünü, görüşün hangi noktada daha iyi olduğundan bahseder. Buna rağmen bir aksesuar piyasası yaratmaktan geri kalınmamıştır: devrim niteliğinde ayakkabılar, inanılmaz çoraplar, müthiş sağlam pantolonlar... Alttan alta sporcu ruhu da işe dahil edilir: Yürümüyoruz artık, “trekking yapıyoruz”. Yürüyenleri kayakçı özentisi gibi gösteren ince değnekler bile satılmaktadır. Ama bu iş çok yürümez. Yürümemelidir de. Ağırdan almak adına şimdiye dek yürümekten daha iyi bir şey bulunamamıştır. Yürümek için iki bacağınızın olması yeter-lidir. Gerisi fasa fisodur. Hızlanmak mı istiyorsunuz? O hâlde yürümeyin, başka bir şey yapın; tekerleklileri kullanın, kayın, uçun! Yürümeyin. Ve unutmayın, yürürken takdire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürümek spor değildir. Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan. 
 
YÜRÜMEK DIŞARIDA, “açık hava” dediğimiz yerde olmaktır. Yürümek şehirli insanın mantığını, hatta en yaygın şartlanmışlık-larımızı bile tersyüz eder. Dışarı çıktığınızda bir “içeriden” diğerine geçersiniz hep: daireden büroya, evden en yakındaki mağazaya... Başka yerlerde, başka şeyler yapmak için dışarı çıkarsınız. Dışarısı, bir geçiştir: Ayıran şeydir; burayla ora arasındaki bir engeldir adeta. Ancak kendine ait bir değeri yoktur; evle metro durağı arasındaki mesafedir. Telaşlı bir beden ve özel hayata dair ayrıntılarla yarı meşgul bir zihinle birlikte -ki bu zihin bir yandan da işin zorunluluklarıyla meşguldür- eller, koşturan bacaklardaki cepleri karıştırıp hiçbir şey unutulmadığından emin olmaya çalışırken katedilen mesafedir hep. Dışarısı güçlükle var olur; ayırıcı bir koridor, bir tünel, devasa bir hava kilidi gibidir. Bazen de sadece “hava almak” için dışarı çıkarsınız; kendinizi nesnelerin ve duvarların hareketsizliğinin ağırlığından kurtarmak için. Çünkü içeride fazlasıyla bunalırsınız, güneş yukarıda parlarken “soluklanmak” istersiniz; bu ışıktan mahrum kalmak haksızlık gibi gelir size. Elbette bir yerlere gitmek için değil, sadece dışarıda olmak, bahar esintisinin ferah serinliğini ya da kış güneşinin narin ılıklığını hissetmek için dolaşmaya çıkarsınız. Bir fasıla, idareli bir mola... Çocuklar da sırf dışarı çıkmış olmak için dışarı çıkarlar. O yaşlarda “dışarı çıkmak” oynamak, koşmak, gülmek demektir; sonralarıysa arkadaşlarla buluşmak, ebeveynlerden uzakta olmak, başka bir şeyler yapmak. Ama çoğunlukla dışarısı yine iki kapalı alan arasında kalır: bir ara istasyon, bir geçiş; zamanla sınırlı bir mekan. Dışarısı... Günlere yayılan yürüyüşlerde, büyük gezintilerde her şey tersine döner. “Dışarısı” artık bir geçiş değil, süreklilik unsurudur. Tersine dönen şudur: Bir pansiyondan diğerine, bir sığınaktan ötekine gidersiniz; habire değişen ve çeşitlenen şey “içerisi”dir artık. Aynı yatakta iki kere uyumazsınız, her akşam başka bir ev sahibi misafir eder sizi. Her dekor, her ortam yeni bir sürprizdir; çeşit çeşit duvarlar, taşlar. Durursunuz: Gece çökmüş, beden yorulmuştur, dinlenmemiz gerekir. Bu içeriler her defasında kilometre taşlarıdır, dışarıda daha uzun süre kalmayı sağlayan araçlardır, geçişlerdir. Bahsedilmeye değer bir başka konu da sabah atılan o ilk adımların yarattığı tuhaf etkidir. Haritaya bakmış, yola karar vermiş, vedalaşmış, çantalarınızı toplamış, izleyeceğiniz patikayı işaretlemiş, gideceğiniz yönü gözden geçirmişsinizdir. Sanki tereddütle, yola çıkmayı ertelemek için bu işlere verirsiniz kendinizi: Durur, yönü kontrol eder, bulunduğunuz noktada dönersiniz. Sonra yol önünüzde açılıverir. Yola atılır, ritmi tutturursunuz. Başınızı kaldırınca yolda olduğunuzu görürsünüz, sırf yürümek, dışarıda kalmak için düşmüşsünüzdür yola. Olan biten budur, her şey bundan ibarettir, oradasınızdır. Dışarısı, bizim bir diğer parçamızdır: Bir araya geldiğimizde hayatta olduğumuzun tam ayırdına varırız. Bir pansiyondan diğerine gitmek için ayrılırsınız, ama üzerinize yapışan süreklilik hissi, etrafınızı kuşatan manzaralar ve hep orada duran tepe sıralarından ileri gelir. Ve onların arasında sanki kendi evimdeymiş gibi dolaşan benim; yürüyerek meskenimi ölçüyorum. Katedip ardınızda bıraktığınız mecburi yollar sizin için tek gecelik yataklar, tek seferlik yemekhanelerdir ve buraların sakinleri de birer hayalettir; kalıcı meskeniniz sadece manzaradır. İşte “dışarısı” ile “içerisi” arasındaki o büyük ayrım yürüyüşle altüst olur. Dağları, ovaları aşıp pansiyonda konakladığımızı söylememeliyiz, zira bunun neredeyse tam tersi olmaktadır: Günler boyunca ikamet ettiğim yer bu tabiattır, onu yavaş yavaş ele geçirir, mekanım kılarım. Dünyanın tam ortasında, istirahat duvarlarını ardınızda bıraktığınız ve yüzünüzün rüzgarla buluştuğu anda, sabahların o tuhaf etkisi de ortaya çıkabilir artık: Sabahtan akşama kadar evim burası işte, yürüyerek ikamet edeceğim yer. 
 
NEŞE, HAZ, HUZUR, MUTLULUK Günümüzde hepsi aynı kefeye konuyor. Antik Yunan bilgeleri bu iyi olma hâllerini birbirinden ayırmaya büyük özen gösterirdi, çünkü felsefe okulları da birbirinden ona göre ayrılıyordu. Bir süreliğine, bütün felsefe okulları bilgeliğin herkese kendi varlığının ışığını bulma olanağı vermesi gerektiği yönünde hemfikir olsa da, hayatın anlamı olarak görülen ve üstüne çokça düşünülmüş bu hâlin tanımı üzerinde fikir ayrılıklarına düşmüşlerdir. Kireneliler, Epikürcü-ler, Şüpheciler, Platoncular, hepsi de bu iyi olma hâlini neşe, mutluluk ya da huzura dayalı olarak birbirinden tamamen farklı şekillerde tanımlamışlardır. Fakat yürüme deneyiminin bu farklılıklarla alakası yoktur. Yürümek iyi olma hâllerini farklı durumlara göre farklı derecelerde hissetme şansı vermek suretiyle bütün olasılıklara açıktır. Yürümek, bütün büyük kadim bilgeliklere iyi bir girizgahtır. Öncelikle hazzı ele alalım. Haz bir karşılaşma meselesidir. Bir bedenle, bir doğa gücüyle, bir maddeyle karşılaşınca ortaya çıkması muhtemel bir histir. Haz sadece hoşa giden, tatlı, eşsiz, olumlu anlamda ani, vahşi duygularla ilgilidir. Her zaman duyularla alakalıdır ve her zaman coşmak için tetikte bekleyen, bedenlerimize kayıtlı şeylerle açığa çıkar. Haz, bedenlerimizde tetikte bekleyen hisleri ateşleyecek şeye kavuşmaktır. Hazzın sıkça irdelenen kötü yanı, tekrarın onun yoğunluğunu azaltmasıdır. Beni tatmin eden o şeye ikinci seferde daha büyük coşkuyla atılırım çünkü kendimi gelecek hazza önceden hazırlamışımdır. Onun her boyutunu keşfetmeye, tek bir detayım kaçırmadan tadına varmaya çalışırım. Bunu üçüncü, dördüncü sefer izler, böylece o da bilindik, alışılmış şey olur. Aynı meyve, aynı şarap, aynı temastır belki ama izleri belli belirsiz bedenimdedir; artık bedenimde güçlü bir etki bırakmadan geçer gider. Hazda aranan bu yoğunluktur işte; hissetme melekelerinin şaşkına döndüğü, uyandığı, çalkalandığı, uyarıldığı o an. Tekrarla birlikte yavanlaşır, tazeliğini kaybeder, meşakkatli görünür, bayağılaşır. Bu noktada şu iki stratejiden birini seçersiniz: çeşitlilik ya da nicelik. Ya türleri değiştirip farklı çeşitlilikler bulur, ya başka tarzlara geçer ya da dozu artırırsınız. Bu stratejiler ilk uygulandığında biraz işe yarar. Azalmış yoğunluğun bir kısmı yeniden kazanılır. Fakat bu etkiler için fazla beklentiye girilir ki, bu beklenti hazzı öldürür. Yürürken de bu hazzı karşılaştığımız şeylerden alırız. Ka-radut ve yaban mersinlerinin kokusundan, yaz güneşinin tatlılığından, akarsuların ferahlığından. Daha önce karşılaşmadığımız her şeyden. Yürümek, bizi hissizleştiren hastalığı yol boyunca karşılaştığımız bu gibi şeylerle iyileştirir, tıpkı azar azar ilaç zerk eder gibi. • • • Neşe ayrı bir hâldir; pasifliği az ve talepkarlığı fazladır, yoğunluğu az ve bütünlüğü fazladır, kapsamı daha dar olsa da zenginliği fazladır. Yürürken, bir faaliyete duyulan bağla tecrübe edilir neşe. Aristoteles ve Spinoza’da da aynı temel düşünce vardır: Neşe bir olumlamaya eşlik eder. Üzüntüyse pasifliktir; ben yapamadığımda belirir. Kendimi zorlarım, elim kolum bağlıdır, her şey bana karşıdır. Sebat ederim, zorlarım. Yeniden başlarım ama üstümde yine aynı ölü toprağı vardır: yapamama hissiyatı. Daha boş bir sayfaya bakarken tükenirim, çok zordur. Kelimeler aklıma gelmez, tıpkı sarsak ve grotesk kalın derili hayvanlar gibi ayak sürüyüp bir-birleriyle çarpışarak, düzensiz bir sırayla bozuk cümleler oluştururlar. Spor müsabakalarında bir şeyi yapamamak da bunun bir örneğidir; insan kendini zorlar, bacaklar birer direk ve beden de örstür sanki. Ona söylenen hiçbir şeyi yapmayıp karaya oturur, biçimsiz bir kütleye dönüşür. Keza bir müzik aletiyle ce-belleşe cebelleşe hevesin kırılması da böyledir; parmaklar yanıt vermez, tokmak gibi ağırlaşmışlardır. Şarkıcının sesi kayar, de-tone olur. Ses çatlar. Ya da aşırı çalışmadan bıkmak da öyledir; çok fazla tekrar ister, çok katmanlıdır. Makineyi can sıkıntısına ve yorgunluğa karşı durmadan iteklemek gerekir. Hiçbir şey fayda etmediğinde, üzüntü peyda olur. Engellenmiş, kösteklenmiş, karşı çıkılmış, rayından çıkmış bir olumlamadır üzüntü. Zor bir eylemi gerçekleştirmek zorunda olduğumda yeniden başlarım, inat ederim ve nihayetinde eylem gerçekleşir. Bundan sonra aynı şey bana gitgide daha kolay gelir. Her şey daha çabuk ve rayında gider. İdman yaparken bedenin başlangıçtaki hamlığını atmaya benzer bu. Zamanla beden hafifler, bir yanıt verir. Neşe bir şeyi sonucuna erdirmenin verdiği haz, bir zafer duygusu veya başarıya ulaşmanın tatmini değildir. Ustalıkla harcanan bir enerjinin göstergesi, bağımsız bir olumlamadır: Bu hâlin içinde her şey mümkün görünür. Neşe bir faaliyettir; zor olan ve zaman alan şeyi kolaylıkla icra etmek, zihnin ve bedenin melekelerini olumlamaktır. Bulduğunda ve keşfettiğinde düşünceye dolan neşe, bir işi çaba sarf etmeden yaptığında bedene dolan neşe. İşte bu yüzden hazzın aksine neşe tekrarlarla artar ve zenginleşir. Yürürken, sürekli duyulan gümbürtüdür neşe. Elbette yer yer çaba sarf etmek zorunda kalabilir, güçlüklerle karşılaşabilirsiniz yine. Ayrıca gönül rahatlığıyla dolu anlarınız da olacaktır, inip ardınızda bıraktığınız dik yamaca gururla bakmak mesela. Fakat bu tatminler çoğunlukla yeniden nicelikler, puanlamalar, sayılar dünyasına girilmesine sebep olur (Hangi yol? Ne kadar uzun? Hangi yükseklikte?). İşte o zaman yürümek yarışa dönüşür. Dağlarda yapılan uzun yürüyüşler (her biri ayrı bir mücadele olan dorukları fethetmek) bu yüzden her zaman hafiften kirlidir, çünkü narsistik tatminlere yol açar. Caka satmayla alakası olmayan yürüyüşe, bedeni en eski doğal eylem içinde hissetmenin getirdiği basit neşe hâkimdir, ilk adımlarını atan bir çocuğun bir ayağını diğerinin önüne koyarken ışıldayan yüzüne bakın. Siz yürürken sürekli gümbürdeyen neşe, bedenin bu hareket için nasıl da biçilmiş kaftan olduğunu, her adımda bir sonrakinin enerjisini nasıl da yakalayıverdiğini hissetmekten ileri gelir. Hatta yürüme eyleminin ötesinde ama yine onunla uyumlu olan, doygunluk şeklinde tecrübe edilen yaşama neşesi vardır bir de. Bütün gün yürüdükten sonra bacakları uzatıp dinlenmek, sade bir yemekle karnı doyurmak, hafif bir şeyler içmek ve biten günü, tatlı tatlı çöken akşamı seyretmek...3 Karnı doymuş, susuzluğu dinmiş, ağrıları saymazsak huzura ermiş bir beden, yaşadığını hissediyor olmak, duru bir yoğunluğa ve sahici bir alçakgönüllülüğe sahip neşenin en büyük kaynağıdır: yaşamanın, burada olduğunu hissetmenin, kendi varlığıyla bu dünyanın varlığının uyumunu tatmanın verdiği neşe. Ne yazık ki, uzun zamandır pek çoğumuz, doygunluğa ulaşmanın nesnelere sahip olmaya ve toplumsal itibara dayandığı inancını aşılayan kötü imajların tuzağına düşmüş durumdayız. Aslında çok yakınımızda ve çok basit olan -ve belki de bu yüzden zor görünen- neşeyi aramaya çok uzaklardan başlarız. Halbuki biz çoktandır bunun ötesindeyiz, hep ötesindeydik. Yürüme deneyimi bu durumun yeniden fethedilmesini sağlar, çünkü bedeni, neşenin yanı sıra can sıkıntısı ve yorgunluk da veren uzun süreli bir faaliyete maruz bırakmak, sonrasında beden dinlenirken, doygunlukla ve bu defa daha derinden gelen ve daha gizli bir olumlamayla (beden sakince soluk alıp vermeye devam etmektedir, hayatta ve buradasınızdır) ilişkili ikincil bir neşenin daha belirmesine yol açar. Yürürken belki de adına “mutluluk” diyebileceğimiz bir şeyi yakalarız. Yazarlar ve şairler onu büyük düşünürlerden daha iyi anlatmışlardır, çünkü mutluluk bir karşılaşma meselesidir ve duruma bağlı olarak yoğunluğu değişir. Yaban meyvelerini tadını çıkara çıkara yemekten ya da bir esintinin yanakları okşamasından alman haz. Yürümenin, “bir başına” ilerlediğini hissetmenin verdiği neşe. Yaşamanın tattırdığı doygunluk. Günbatımında mora çalan vadinin manzarası, bütün gün keskin güneşin altında ezilmiş renklerin nihayet birkaç dakikalığına da olsa altın rengi ışıkla ortaya çıkıp nefes aldığı o mucizevi yaz akşamlarının yaşattığı mutluluk. Ardından, yürüyüşlerde karşılaşan ve bir çatı altına hep beraber sığınabildikleri için sevinen insanların akşamına eşlik eder mutluluk. Fakat bunların hepsinde almaya, kabul etmeye ilişkin bir şey vardır. Mutluluk kendini bir manzaranın, bir anın, bir ortamın alıcısı olarak bulmayı ve anın lütfünü almayı, kabul etmeyi, yakalamayı gerektirir. Bunun ne yolu yordamı vardır ne de hazırlığı; sadece an geldiğinde orada olmalıdır insan. Öbür türlü başka bir şeye, bir şeyi başarmış olmanın tatminine, zaten bildiğiniz şeyi yapmış olmanın neşesine dönüşür. Mutluluk tekrarlanamaz olduğu için hayli kırılgandır; mutluluk anları nadirdir, bu anlar dünyanın kumaşındaki altın iplere benzer, onları yakalamak gerekir. Son iyi olma hâli huzurdur. Bu da farklı bir mevzudur; kayıtsızlıkla merak, reddetmeyle olumlama arasındaki dengedir. Ruhun her yönüyle dengede bulunması hâlidir. Yürüyüş, birbirini izleyen dinlenme ve hareket anlarında gizliden gizliye, ağır ağır huzurun kapısına çıkar. Huzur belli ki yürüyüşün yavaşlığına, bütünüyle tekrarlardan müteşekkil olmasına bağlıdır; kendinizi ona teslim etmeniz gerekir. Korku ve umudun yarattığı tedirgin dalgalanmalardan kurtulmuş olmak ve hatta kendini bütün kesinliklerin ötesine ko-numlandırmaktır huzur (çünkü kesinlikler savunulur, tartışılır ve inşa edilir). Günübirlik bir yola çıktığınızda ve bir sonraki aşamaya varmanın kaç saat alacağını bildiğinizde yürümekten ve yolu takip etmekten başka bir şey yapmazsınız. Yapacak başka hiçbir şey yoktur. Her hâlükarda bu vakit alacaktır; her adım saniyelerin üzerinden atlayacak ama saatleri kısaltmaya-caktır. Her hâlükarda akşam gelecek ve bacaklar aşılması imkansız mesafeyi azar azar yiyip bitirmiş olacaktır. Kaçınılmaz etkileri olan bir kaçınılmazlıktır bu. Karar vermeye, düşünmeye, hesap etmeye gerek yoktur. Tek yapılacak şey yürümektir. Belki ileriyi düşünebilirsiniz, ama yürürken her şey yavaşlar; tahminler, beklentiler cesaretinizi kırar. O hâlde yolculuğun bu ayağım bitirmek için kendi temponuzda yola devam etmeniz gerekir sadece. Huzur yalnızca yolu takip etmekten gelir. Sıkıntı ve trajediler, yaşamlarınız ve bedenlerinizdeki boş tarlaları eşeleyen şeylerdir. Siz uzaklarda yürürken bütün bunlar, durumunuzla alakasız ve müphem oldukları için rafa kalkar, bu yüzden huzur sizi yürürken yakalar. Büyük tutkuların yarattığı yorgunluğun, stres altında ezilen harala gürele yaşamların tat-sızlığınmm yerini sadece ama sadece yürüyüşün amansız bitkinliği alır. Huzur artık hiçbir şey beklemiyor olmanın, yalnızca yürümenin, yalnızca ilerlemenin hissettirdiği tazeliktir. 
 
KEYFE KEDER GEZİNTİLERDE yürürüz elbette. Gezintideki yürüme, uzun gezilerinki gibi yoğun olmasa da başka özellikler barındırır; daha mütevazıdır, mistik tavırlara, metafizik aldatmacalara, gösterişçi ifadelere pek uygun değildir. Çocuksu bir ruh yakalamak; bedavaya yorgunluk atmak, zihni dinlendirmek ve yeniden keşfetmek için gezinmek. Çocukken çıkılan gezintiler âdettendir. İşlek yollarda, belli bir zaman diliminde icra edilirler. Öylesine gezinmek değildir bu, bir gezintiye çıkmak bile değildir, yalnızca bu gezintiye mi yoksa o gezintiye mi çıkacağınıza karar verebilirsiniz. Çocuklara göre biri diğerinden farklıdır elbette. Başka yolları takip eder bu gezintiler, o yollar boyunca uzanan çitler de; manzaralar da benzersizdir. Kesişmez o gezintiler. Büyümek sadece genellemelere, benzerliklere, var olma çeşitlerine karşı duyarlı olmak demektir. Ormanlar, dağlar, ovalar, etrafımızdaki her şey aynılaşır; biz yetişkinler için bütün yollar aynı büyük manzaranın içinde toplanır. Yetişkin kimse her şeye ardında bıraktığı yılların tepesinden bakar. Tecrübeyle gelen bakış açısıysa her şeyi aynı seviyeye çeker, bir araya yığar, yavanlaştırır. Her şey aynıya döner. Yetişkin, evinin bir ülke içinde olduğunu ve ona varacak pek çok farklı yol bulunduğunu bilir. Çocuk içinse yolun ürkütücü, tekinsiz bir yanı vardır. Her yol farklı bir dünyadır adeta. Birbirlerine benzemezler ve farklı evrenlere çıkarlar. Çocuk çoktan farkındadır iki ağacın aynı olmadığının; hatları, boğumlu dalları, eğri büğrü gövdeleri onları birbirinden ayrı kılar. İki dut ağacı ya da iki meşe değil, şövalyeyle büyücü ve canavarla çocuktur onlar. Peki, kendi eşsiz ağaç sıraları, eşsiz nitelikleri, eşsiz yol renkleri ve rastlanabilecek eşsiz insanları olan iki gezinti hakkında ne söylenebilir? Her birinin farklı bir hikayesi vardır, her biri farklı sakinleri ve hayaletleri olan farklı bir krallığın kapılarını aralar. Çocuk Proust, iki ayrı dünya yaratan iki gezintiye çıkar: Svvannlar’ın (ya da Meseglise) tarafında ve Guermantes tarafında. Mevsimleri, makamları, zaman dilimleri, renkleriyle iki eksiksiz dünya haritası... Svvannlar’ın tarafındaki gezinti hava kötü olsa bile göze alınabilir çünkü kısa sürer; nazikçe kucaklanacak leylaklar, sarhoş edici kokularıyla akdikenler, yasemin çitleri arasında beliriveren Svvannlar’ın parkı ve akıl ermez, içten pazarlıklı, alaycı genç kız Gilberte. Guermantes gezintisi için öncelikle bahçenin sonundaki arka kapıyı kullanmak ve havanın bozmayacağından emin olmak gerekir çünkü uzun sürer. Guermantes her şeyden önce asla ulaşılmayan masalsı bir varış noktasıdır ama yol, (bazen kenarındaki süsenlerin arasına oturulan) Vivonne Nehri’nin kıyısından ve üzgün, düşünceli bir kadının bazen pencerede beliriverdiği koruluklarla çevrili o kır evinin kenarından geçer. Ayrıca “koyu renk çiçek salkımlarının tırmandığı çitlerle çevrili küçük sulak alanlar” vardır. İki ayrı dünya... Çok sonraları Albertine, Guermantes’a Meseglise tarafından gitmeyi teklif ederek anlatıcıyı şaşkına çevirir. Rezalet, dalalet, dehşet! Coğrafyanın nesnel gerçeklikleri, çocukluğun billur algılarını paramparça eder. Çocuk için gezinti eksiksiz bir kimlik, bir çehredir; gezintinin kendi kişiliği vardır. Aynı göğün altında bir kavşakta kesişen yollar değildir. Elbette Saint-Hilaire çan kulesinden başlayarak iki gezinti yolunu da tek bir açıdan, tek bir manzaranın renginde, tek bir ışıkta yıkanırken görmek hiç şüphesiz mümkündür. Ama bu kuşbakışı yanıltıcıdır ve yolları sadece haritadaki çizgilere indirgeyen soyut bir bakışın ilgi alanına girer. Yer seviyesinde yaşayan çocuk taş şekillerinin, ağaç hatlarının, çiçek kokularının farklı olduğunu bilir. Bu noktada, çocukların hayalperest eğilimlerini yetişkinlerin gerçekçiliği ve nesnelliğiyle kıyaslamamak gerekir. Çünkü sahiden gerçekçi olanlar çocuklardır; onlar hiçbir zaman genellemelere göre hareket etmezler. Yetişkin, genel biçimi belirli bir durum olarak, yani türün temsilcisi olarak görür ve geriye kalan her şeyi savıp, “Bu leylak, bu dişbudak, bu elma ağacı,” der. Çocuksa bireysellikleri, kişilikleri algılar. Müşterek bir isim ya da işlevle maskelemeden, eşsizliği görür. Çocuklarla yürürken, ağaçların yeşil dallarında fevkalade hayvanları fark edebilir, çiçeklerin güzel kokusunu alabilirsiniz. Hayal gücünün zaferi değil, önyargısız, katıksız bir gerçekçiliktir bu. Ayrıca doğa, anında şiire dönüşür. Bu gezintiler, çocukluğun mutlak saltanatıdır. Büyürken bu saltanatın büyüsünü kaybederiz çünkü her şey hakkında fikirler ve yargılar edinir, şeyleri nesnel hâlleri (ne yazık ki bir de buna “hakikat” deriz) dışında tanımak istemeyiz. Şiirselliği nispeten az olsa da yine bir o kadar hülyalı bir gezinti tarzı daha vardır: hafiflemek, dinlenmek, “temiz hava almak” için çıkılan gezintiler. İnsan, meşakkatli bir işin ardından ya da can sıkıntısından bezince, “zihnini temizlemek” için dolaşmaya çıkar; bilhassa ilkbahar güneşiyle yıkanan dışarının ferah havasıyla ofislerin kasvetli ve boğucu havası arasındaki zıtlık artınca. Alman felsefeci Kari Gottlob Schelle yürüme sanatını oldukça güzel tarif eder. Die Promenade als Kunstıverk (Yürüme Sanatı) başlıklı eserinde yürümenin bedeni kesinlikle gevşettiğini (beden kelimenin tam anlamıyla gevşer, çünkü çalışırken-ki iki büklüm duruşundan sıyrılıp dimdik durabilir) fakat asıl bayram edenin zihin olduğunu belirtir. Çünkü yürümek insanın ruhunu dinlendirir. Çalışırken önünüzdeki meselenin esiri olur, görevinize odaklanır, bir seferde yalnızca tek bir şey düşünürsünüz. Oturur durumdaki beden fazla hareket edemez, şayet efor sarf edecekse de hareketleri çok belirli olmalı, kasları eşgüdümlü çalışmalıdır. Böylece çalışmanın sonunda, haddinden uzun odaklanmak zorunda kalındığı için sinirler yıpranır. Bununla birlikte yürümek, sanki bütün mesele durmaktan ibaretmiş gibi, hızlı bir mola ya da basit bir duraklama anlamına da gelmez. Yürümek ritmi değiştirir; uzuvları ve zihnin melekelerini çözer. Yürümek öncelikle kısıtlamalara başkaldırmaktır; güzergaha, ritme, göreceklerinize siz karar verirsiniz. Söylenene göre Schelle, Kant’ın arkadaşıdır; onu okumuş olduğu da anlaşılmaktadır zira görünen o ki Kantçı estetiği yürümeye uygulamıştır. Gezintiye çıkmak, bir fikre kilitlenmenin veya bir tefekkür akışı yakalamanın bir başka yöntemi olan öylesine, çabucak unlamakla aynı şey değildir. Neticede, aklınızı kurcalayan bir sorun varsa kalkıp yürüyebilirsiniz. Fakat o zaman fazla uzaklaşmadan, elleriniz arkanızda başınızı sallaya sallaya birkaç adım atar ve bedenin hareketi zihninizi bir parça canlandırınca -sıkıntıyı çözer, kusursuz düzenlemeyi bulur, doğru sunumu oluşturur, güzel fikri yakalarsınız- hemen çalışma masasına döner ve bir sonraki tıkanmaya kadar kaldığınız yerden devam edersiniz. Gezintiye çıkmak ayrıdır; işinize veda edersiniz. Kitapları, dosyaları kapayıp dışarı çıkarsınız. Bir kez dışarı çıkınca da beden kendi ritmine kavuşur ve zihin kendini özgür, yani müsait hisseder. Başınızı sağ tarafta size göz kırpan manzaraya çevirip onları sol taraftaki görüntülerle iç içe geçirir, renk zıtlıklarıyla oynar, görüntüleri sürekli tarayarak ayrıntıdan genel görünüme geçersiniz. Bir de üstüne herkesin ayrı telden çaldığı kalabalık bir parktan geçiyorsanız, zihni işin içine katmadan gözlem yaparsınız: Bakışlarınızı, hiçbir tarafa takılmalarına izin vermeden, bir biçimden, bir çizgiden, bir ifadeden fazlasını algılamadan bir çehreden diğerine, bir elbiseden bir şapkaya kaymaya bırakırsınız. Kant’ın estetik zevk olarak adlandırdığı şey işte bu serbest görüntüler tiyatrosudur: imgelem izlenimlerle oynar, onları insanın dizginsiz düşleminde kaynaştırır, yeniden düzenler. Üstelik bedavadır ve bu yolla zihin de en derinindeki uyumu açığa çıkarır: Tüm melekeler, dünyanın muazzam gösterisini layıkıyla sergileyebilmek için birlikte özgürce oynamaya mutabıktırlar. Schelle yürüme sanatının hakkıyla tatbik edilebilmesi için birkaç dış koşula ihtiyaç olduğunu belirtir. Eğer gezintinizi halka açık yerlerde yapıyorsanız, yollar büyük olmalıdır ki gelip geçenler birbirlerini engellemesinler. Ayrıca kalabalık ne çok yoğun ne de çok seyrek olmalıdır: Yürüyenler tek tükse, ister istemez tanıdık yüzler aramaya ve insanlara bakmaya başlar (O mu acaba?), böylece yeniden toplumsal rollerinize bürünürsünüz. Çok sayıda yürüyüşçü olursa, bu sefer görüntü sağanağı yüzünden sentez kapasiteniz dolup taşacağı için hevesiniz kırılır. Kırsalda gezintiye gelince, imgelemi renklerin ve biçimlerin çeşitliliğiyle eğlendirmek için tepelerin, vadilerin, derelerin, ovaların ve ormanların bir arada olduğu bir tabiatta ve tercihen, imgelemin oyunu kasvetli görüntülerle ağırlaşmasın diye, pırıl pırıl bir güneşin altında yürünmelidir. Ayrıca şehirde ve kırsalda dönüşümlü olarak gezintiye çıkmak ve birini diğerine yeğlememek gerekir. Zira ortak bir temelleri (izlenimleri yeniden düzenleyen imgelemin serbest oyunu) olsa da nitelikleri farklıdır. Kaldırımlarda ve park yollarında yürümek, gündelik bir yaklaşım barındırır, bu sayede, insanlığın ve benzerlerimizin davranışlarının çeşitliliği vasıtasıyla, zihne büyüleyici gelen ayrıntılı, ufak keşifler yaparız. Dereler ve ağaçlar eşliğinde bir başına yürümekse, sistematik iç gözlemlerin stresinden uzak ama aynı verimlilikte olan hülyalı bir hâl yaratır; çiçeklerin ve siluetlerin görüntüsüyle kendinden geçen ruh bir süreliğine kendini unutur ve genelde gizli kalan kendi özelliklerinin farkına varır sanki. Gezintiye çıkmanın sırrı, kendi dik kafalılığımızın esiri olmuş, meşgul ve kutuplaşmış yaşamlarımızda nadiren karşılaştığımız, zihnin bu “müsait olma” hâlinde saklıdır. Müsait olmak, vazgeçmenin ve eylemin az rastlanır bir sentezi olup, yürürken zihnin bütün melekelerini harekete geçirir. Ruh adeta görüntüler dünyasına müsait hâle gelir. Ne kimseye verecek hesabı vardır, ne de tutarlı olmak zorundadır. Neticesiz bu oyunda, dünya, aylak aylak gezen maymun iştahlı kimseye, ciddi ve sistematik gözlemciye nazaran kendinden daha fazla şey bırakıyor olabilir. Bütün bu keşif ve sevinçleri sadece açık bir zihinle yürüyenler tecrübe edebilirler. Gezintiye çıkmak bir yöntemmiş gibi, gezintiyi buna asla alet etmemek gerekir. İlkbahar güneşi tarafından çağrılıp, sırf kendine biraz zaman ayırmak için işiyle ilgilenmeyi bırakabilen kişinin karşısına kendiliğinden çıkar bu keşif ve sevinçler. Açık bir yürekle, işleri ve kaderi bir anlığına kenarda bırakma arzusuyla çıkılmalıdır gezintiye. Gezintiden hiçbir kâr beklemiyorsak, meşguliyetlerimizi ve kaygılarımızı ardımızda, çekmecelerde bırakabiliyorsak, işte o zaman gezintiye çıkmak, var olmanın hafifliğini, kendiyle ve dünyayla özgür bir uyum içinde olan ruhun yumuşaklığını yeniden keşfe, o karşılıksız estetik ana dönüşebilir. Gezinme sanatı elbette hoşça vakit geçirme yöntemi olarak da kullanılabilir, ama hoşça vakit geçirmek yeniden canlandırmak da olabilir aynı zamanda. Bu özellikle şehirdeyken geçer-lidir. İnsanlar genelde pratik amaçlarla -ekmek almaya, dükkanlara, otobüs ya da metroya gitmek, bir arkadaşa uğramak içinarşınlar sokakları. Yani sokaklar birer koridordur sadece. İnsanlar başları önde, sırf ihtiyaç duydukları şeylere odaklanarak yürür. Hiçbir şeye bakmaz, yolda sadece işlevsel şeyleri algılayacak şekilde seyrederler: Yeşil eczane işaretini görünce sağa döner, büyük kahverengi kapıyı görünce pastanenin bir sonraki köşede olduğunu bilirler. Böylece sokak cılız, ışıldayan işaretlerden dokunmuş bir kumaşa döner, ama gösterisinin ışıltısı büyük oranda yiter. İnsan kendi mahallesini duraksayarak, düzensiz bir tempoda, amaçsızca ama başını kaldırarak ve yavaşça dolaşma zevkini -duyulmamış şeydir belki ama kolaydır- bir kere olsun tatmalıdır. işte mucize o zaman gerçekleşir. Kendine belirli bir görev biçmeden telaşsızca yürümek, şehrin, onu ilk kez gören birine göründüğü gibi görünmesini sağlayabilir. Bilhassa dikkat edilen bir şey olmadığında her şey -renkler, ayrıntılar, biçimler- gani gani oradadır. Bir başına amaçsızca dolaşmak, mesela, şu görüntüleri tekrar yakalayabilmenizi sağlar: Şuradaki panjurların rengi ve o rengin duvarlarda bıraktığı iz; pencere parmaklıklarındaki siyah kıvrımların zarafeti; taştan zürafaları andıran yüksek ve dar, yahut tombul kaplumbağaları andıran alçak ve geniş evler; günbatımının parlak turuncu rengini ma-vi-gri ön cephelere yansıtan pencereler. İşte insan bu şekilde sokakları uzun uzadıya yağmalayabilir. 

YÜRÜRKEN, BAZEN AŞIRI YORGUNLUK yüzünden, bedenin kendini hissetmeden, adeta ölü bir yaprak gibi sürüklendiği o kısa esrime ve lütuf anlarım unutup duruyorum. Bilhassa uzun süredir yürüyorsanız ve yorgunluk tarifsiz boyutlara ulaşmışsa, hiçbir şey duyumsamadığınız bir an gelir. Yol da biraz düzgün ve çok dik değilse, önünüze bakmayı bırakır, bir şey düşünemez olursunuz ve engellerden kaçınma, doğru yerlere basma işini ayaklarınıza devredersiniz. Yürüyenin cephesinde bir tek zincirlerinden boşanmış bir vazgeçme hâli kalır. Yürüyüş bir nevi düşle sonlanır ve adımların sağlamlığıyla hızı işte o zaman, yani düşünmeyi bırakmaya razı olduğunuz anda artar. Konunun hafiflikle alakası kalmaz çünkü zaten hiçbir şey hissetmezsiniz: Yol bacaklarınızı içine çeker ve zihniniz başınızın üstünde süzülür. Yeterince uzun süre koştuğunuzdaysa bir an gelir müthiş bir hafiflik hissedersiniz, bir yarışta kendinizi geçmişsiniz gibi. “Temponuzu bulmakla” geçen bir sürenin, ki bazen uzundur bu süre, sonunda bedeniniz kendi soluk alıp verme hızını yakalar ve ayaklarınız, yolda sıçramanızı isteyen bu ritmik çağrıya cevap verir, yerden tekrar tekrar tüy gibi havalanırsınız. Koşarken tecrübe edilen hafifliğe yürüyüşte nadiren rastlanır ve bedeni kışkırtarak edinilen hafiflik hissinden tamamen farklıdır. Koşarken kaslarda oluşan gerginliği hissetmenin verdiği sarhoşluk değildir bu, daha ziyade anestezinin bedene yavaş yavaş yayılması gibi, yorgunluğun yarattığı zihinsel bir kayıtsızlıktır. Koşmanın verdiği hafiflik yerçekimine karşı yorulmadan kazanılmış bir zaferdir ve bedenin sahip olduğu güce bir kez daha tanıklık etmiş oluruz. Yürürken oluşan süzülme hissi, ayaklar nihayet yolla birleştiğinde ve o dermansızlıkta, zihin ayaklardaki yorgunluğu yankılamayı unuttuğunda ortaya çıkar. En kaba tabiriyle, yürüme deneyimi her zaman yerçekiminin algılanmasıdır. Sadece cüsseli bir bedenin ağırlığını olduğu gibi hissetmekten bahsetmiyorum. Gelgeldim bazen etabı tamamlamak için önümüzde hâlâ gidilecek birkaç saatlik yol varken, bir de üstüne yol dikleştiğinde, bedenin ağırlığı her adımda kendini iyice hissettirir, dizlerin üstünde bir örs vardır sanki. Söylemeye çalıştığım şey, dışarıda geçirilen günlerin yerçekimini nasıl hissettirdiğidir. Her adımda yere temas edilir, ayak her seferinde yerçekimine yenik düşer, ama bu yenilgi sayesinde tekrar destek bulup havalanır. Yeniden yola çıkmak için her seferinde kök salar insan. Ayak toprağa bata çıka kök salar. Her adım bir ilmek atar. Toprağa bağlanmanın yürümekten daha iyi bir yolu yoktur; toprağın sonsuz tekdüzeliği yürümenin astarıdır. Yaşamlarını ofiste klavye tıkırdatarak geçiren o dalgın, soyutlanmış insanları düşünüyorum. Dedikleri gibi “bağlılar”, peki ama neye? Saniyede bir değişen enformasyona, imaj, sayı, tablo, grafik seline bağlılar. İşten sonraysa doğru metroya veya otobüse giderler, yani hep hıza bağlıdırlar; bu sefer bakışlar telefon ekranına mıhlanır, parmaklar hafifçe de olsa hâlâ hareket hâlindedir, mesajlar, görüntüler akmaya devam eder. Ve daha günü görmeden akşam olur. Sıra televizyondadır, alın size bir ekran daha. Peki bu insanlar hiç toz kaldırmadan, birbirleriyle temas etmeden hangi boyutta, hepsi birbirinin aynı hangi mekanda, yağmurmuş güneşmiş hiçbir şeyin fark etmediği hangi zaman diliminde yaşıyorlar? Yollar ve patikalarla bağı kopmuş bu hayatlar, insanlık durumunu unutturuyor onlara, sanki zamanla değişen hava erozyon yaratmazmış gibi. Taocu Zhuangzi şöyle der: “Toprak üstündeki ayaklar azıcık yer tutar; biz işgal etmedikleri alan sayesinde yürüyebiliriz.” Bu söz öncelikle, insanların yerinde duramadığını ima eder. Ayakta bekleyen bir insana bakın: Yerinde sıçrar, tepinir, sinirlenmeye başlar. Kollarıyla ne yapacağını bilmez, onları hafif hafif sallar veya önünde kenetler. İstikrarsız bir dengededir. Fakat yürümeye başladığı anda her şeye kavuşur yeniden; doğa açılır, kendini gösterir, var olmanın önü açılır, ritim kaldığı yerden devam eder. Ayaklar doğru dengeyi bulur. Zhuangzi ayrıca, ayakların azıcık yer kapladığını ama yönelimlerinin (“yürümek”) dünyayı ölçmek olduğunu kastetmiştir. Ayakların boyutunun ya da bacaklar arasındaki açıklığın önemi yoktur, hesaba katılmazlar ama her şeyin ölçüsünü onlar alır. Ayaklarımız, mesafeyi ölçmekten başka bir şeye yaramayan bir pergelin iki ucunu oluşturur, bacaklarımız da bu iki ucun arasına çizgi çeker. Bu çizginin uzunluğu kullanılabilir bir ölçüdür. Geriye kalan yürünebilir alanda yolculuktayım demek, Ta-ocu boşluğun da açık bir ifadesidir. Bu boşluk, safi hiçlik değil sanal bir alandır; söze hayat veren harflerle sesler arasındaki oyunu andıran oyunlara ve ilhamlara gebedir. Yürümek de bu alanın derinliğini arşınlar ve manzarayı tutup bayata çeker. Son olarak, birçok spor faaliyetinde, yerçekimine meydan okumaktan; hız, yükseklik, cesaret, daha da iyisini yapma hırsıyla yerçekimine karşı zafer kazanmaktan sevinç duyulur. Yürümekse her adımda yerçekimini, dünyanın kaçınılmaz kütle çekim kuvvetini tecrübe etmektir. Koşudan dinlenme aşamasına geçmenin etkileri şiddetlidir. Yanlarınızı tutarsınız, kan ter içindesinizdir, yüzünüz kıpkırmızıdır. Bedeniniz tükendiği, nefesiniz kesildiği için durursunuz. Yürürken durmaksa doğal bir tamlamadır: Yeni bir görüntüyü bağrınıza basmak,manzarayı içinize çekmek için durursunuz. Sonra yeniden yürümeye başladığınızda sanki hiç durmamışsınızdır. Yürümekle soluklanmak arasında bir devamlılık vardır, çünkü mesele yerçekimine karşı gelmek değil, onu tamamlamaktır. Dolayısıyla yürümek durmadan faniliğimizi hatırlatır bize; kaba ihtiyaçlarla ağırlaşmış bedenlerimiz nihayetinde toprakla bir bütündür. Yürümek kendimizi topraktan yukarılara taşımak, yerçekimini yenmek veya hız ve yüksekliğin aldatmacasıyla faniliğimizi unutmak değildir; yerin kütlesiyle, bedenin kırılganlığıyla ve bu yavaş yavaş gömülmeyle uzlaşarak faniliğe alışmaktır. Yürümek ayakta, öne eğilmiş bir bedenden ibaret olmayı kabullenmektir. Ancak şaşırtıcı olan şudur ki, bu yavaş teslimiyet, bu müthiş dermansızlık bize var olmanın, o eğilmiş bedenden fazlası olmamanın ermiş sevincini yaşatır. Kurşundan bedenlerimiz, orada yeniden kök salacakmış gibi, her adımda düşer toprağa. Yürümek, dimdik ölmeye yapılan bir çağrıdır.
 
YÜRÜYÜŞ SIRADANDIR, tekrara dayanır, tekdüzedir. Ama asla bıkkınlık vermemesinin nedeni de budur. Öncesinde belirtildiği üzere, tekdüzelik ile can sıkıntısını birbirinden ayrı tutmak gerekir. Can sıkıntısı planların, beklentilerin olmamasından kaynaklanır. Boş boş kendi etrafınızda dolanırsınız. Belli bir şey beklemeden bekleriz; hiçbir şeyin beklentisi içinde olmadan, boş bir zamanda sonsuza dek askıya alınmaktır bu. Sıkılan beden yatar, kalkar, kollarıyla havayı döver, bir o yana bir bu yana gider, aniden durur, sonra yeniden başlar kıpırdanmaya. Her saniyeyi doldurmaya çalışır çılgınca. Can sıkıntısı, hareketsizliğe karşı beyhude bir isyandır; yapacak bir şeyiniz yoktur, hatta yapacak bir şeyler bulmaya bile yeltenmezsiniz. Canınız sıkılırken kendinizden ümidi kesersiniz. Her şeyden bıkarsınız hemen, çünkü kendi inisiyatifinizdedir bu. Kırılma dışarıdan gelmek zorundadır. Bu durum sizi çetin bir sınavla yüz yüze getirir ve arzularınızın ne kadar kısır olduğunu anlarsınız. Canınız sıkılırken her an yinelenen bir tatminsizlik, başlangıçlara karşı bir tiksinti duyarsınız: Her şey başlar başlamaz bıkkınlık verir çünkü başlangıcı yapan sizsinizdir. Yürümekse böyle bir bıkkınlık yaratmaz. Sadece tekdüzedir. Yürürken bir yerlere gidiyorsunuzdur, hareket hâlindesinizdir, adımlarınız düzenlidir. Yürüyüşte o kadar çok düzenli ve ritmik hareket vardır ki hareketsiz bir bedende dört dönen zihnin kışkırttığı can sıkıntısı yanınıza bile yaklaşamaz. Keşişler acedia’ya,5 ruhu kemiren o sinsi hastalığa karşı yürümeyi önerirler. O hâlde, bir gayeye ve hedefe sahip yürüyüşü, melankolik aylaklıktan ayırt etmek genel anlamda doğrudur. Montaigne kendi proumenoir'ından bahseder sıkça. Zihin fikirleri canlandırmak, düşünceyi ileri taşımak, yaratıcılığı artırmak için faal bir bedene gereksinim duyar. Kıpırdamadan oturduğumda düşüncelerim uykuya yatıyor; tahayyülüm bacaklarımla daha iyi ilerliyor.6 Dolayısıyla düşünce tıkanmışken masa başında oturmanın hiçbir faydası yoktur. Ayaklanıp birkaç adım atmak gerekir. Bedeni hareketlendirerek zihni yeniden etkinleştirmek için yürüyün. Buradaki işleyiş bir tetiklenmedir: etkinleştirmek için yürümek. Bunun ötesinde yürüyüş, düzenliliğiyle öyle bir salınım sağlar ki adeta şiir yazarsınız; ritme girer, vezninizi bulursunuz. Örneğin İngiliz romantik Wordsworth. Şairin nerede çalıştığını sorduklarında kız kardeşi eliyle bahçeyi gösterip, “İşte çalışma odası,” demiş. Meşhur şair uzun lirik şiirlerini yürürken yazarmış. Mırıldanarak bir aşağı bir yukarı dolaşır, doğru mısraları bulurken bedeninin ritminden faydalanırmış. Yürümenin tarihi incelenirken Wordsworth mutlaka karşınıza çıkar; bu tarihçeyle uğraşan pek çok kişi onu uzun gezintilerin fikir babası sayar. Yürümenin hâlâ sadece yoksulların, berduşların, haydutların ve seyyar satıcıların işi olduğu bir dönemde (on sekizinci yüzyılın sonu), yürümenin doğayla birlik kurmayı, bedeni tatmin etmeyi, manzara karşısında tefekküre dalmayı sağlayan şiirsel bir eylem olduğunu idrak eden ilk kişi Wordsworth’tür. Christopher Morley onun hakkında “bacaklarını felsefenin hizmetine sunan ilk kişilerdendir,” diye yazar. Fransa’yı baştan başa yaya katetmiş, Alpleri aşmış, İngiltere’deki Göller Yöresi’ni gezmiş ve şiirlerini yazarken gezilerinden beslenmiştir. Ömrünün büyük bölümünü adadığı ve ölümünden sonra yayımlanan otobiyografik şiiri Prelüd üç yürüyüşün birleşmesinden ortaya çıkmıştır sanki: çocukluğundan yetişkinliğe kadar çıktığı yürüyüş, Fransa ve İtalya yollarındaki yürüyüş, son olarak da o dengeli ve tınılı mısraların yürüyüşü: işte böyle süzüldüm o sessiz yoldan Bedenim yudumluyordu sükuneti Öyle bir iyileşme ki uyku gibi dingin Ama daha da tatlısı. Tepem, arkam, önüm, Her yanım huzur ve bir başınalıkla çevriliydi.7 O dönemde Wordsworth’ün anlaşılamaması ve hatta ona düşmanlık beslenmesi, ciddi ciddi yürümekle şöyle bir gezintiye çıkmak arasındaki farka işaret eder. Büyük bahçelerde çıkılan gezinti, sosyal ayrımları ortaya koyan bir tertipti. Çapraşık yolları, suç ortağı çalılıkları ve talihli kavşaklarıyla bu bahçelerde saklanır ve buluşurdu insanlar. Pek de yürüyüş sayılamayacak bu yürüyüşler, gidip gelmelerden, adım başı durmaktan, incelikli sohbetler, şakalaşmalar, flörtleşmeler ve sırların paylaşılmasından mürekkepti. Bu gezintilerde baştan çıkarma sanatı icra edilirdi. Gündelik işçinin emeğini satmak üzere tarlalara doğru çıktığı uzun ve yorucu yürüyüşlerin ya da dolambaçlı yollarda yoksulluğunu ve yazgısını peşi sıra sürükleyen yuvasız berduşun çıktığı yürüyüşlerin tam karşıtıydı bu gezintiler. İnsanlar bahçe yollarında yürümez, dans ederlerdi. Wordsworth bir yoksul gibi düşerdi yollara, ama zorunluluktan değil sırf zevkine. Herkesin şaşkın bakışları karşısında, bu tecrübenin kendisine “servet” kazandırdığını öne sürerdi. Şiirleri bu muazzam kültürel buluşların (uzun gezintiler, manzaraların güzelliği) dışında, yürüyüşün istikrarlı, tekdüze, cafcafsız ritmini de taşır. Wordsworth’ün şiirleri, kıyıya vuran dalgaların mırıltısı gibi yormadan sakinleştirir insanı. Yürümeye meraklı bir başka şair daha bu dikkate değer tekdüzeliği çok sonraları mısralarına yansıtabilmiştir. Charles Peguy, tifoya yakalanan oğlu Pierre’e şifa aramak için çıktığı ve 1912’de Nötre Dame de Chartres’ta tamamladığı hac yolculuğu sırasında ardı arkası kesilmeyen mısralar yazar: Ellerimiz ceplerimizde, dümdüz ilerliyoruz, Yok bir hazırlığımız, sırtımızda yükümüz ya da herhangi bir lafımız, Adımlarımız sakin, yok acelemiz ya da itirazımız, Yanı başımızdaki tarlalardan, en yakınımızdaki tarlaya, Yürürken göreceksiniz bizi, bu bitli piyadeleri, Tek seferde bir adımdan fazla ilerlemeyiz asla.8 Çok uzun yürüyüşler insana böyle lirik, tek telden bir ilahi söyletebilir. İlahiler özleri itibarıyla hacıların ve yürüyüşçülerin söylediği şarkılardır: Ya bir sürgünü, ezeli bir yabancıyı (“Şayet unutursam seni, ey Kudüs...”) ya da Vaat Edilmiş Topraklar’a duyulan hasreti (“Gözlerimi tepelere dikiyorum, yardım eli oradan uzanacak bana”) anlatırlar. ilahi, içeriğinin anlaşılmasından ziyade, telaffuz edilmek, tane tane okunmak, dile getirilmek, ete kemiğe büründürülmek zorundadır. Bedende hayata geçirilmelidir, öyle ki birçok kişi tarafından okunursa bir topluluğun bedeninde hayat bulur. Hindistan’da Pandharpur’a yürüyerek gidilirken, bugün dahi Tukaram ilahilerini okur insanlar. 1698’de en alttaki Sudra kastında doğmuş Marathalı cahil bir esnaf (“Ben Tuka denilen sefil kasta doğdum, kitap okumuşluğum yoktur”) bir tepede tanrısıyla karşılaşır ve çok geçmeden aklında mısralar yazıp onları ezberden okumaya başlar; etrafındaki okuma yazma bilen müritleri de onun söylediklerini kağıda aktarırlar. O zamandan beri, Hindu hacılar, okumayı bilmeyen bu şairin ilahilerini okurlar yol boyunca: Tanrım, ben Küçük çakıl, büyük taş ya da tozumdur belki Pandharpur yolunda, Alın yazımdır ezilmek azizlerin ayakları altında! Yürümek tekrarlardan müteşekkil bir şiir, yoldaki adımların sesi kadar sade sözler getirir insanın dudaklarına. İki koronun bir ilahiyi tek nota üzerinden sırayla mısra mısra okuduğu yöntemde de yürüyüşün yankısını buluruz. Bu yöntem, Aziz Ambrogio’nun deniz sesiyle kıyasladığı bir etki yaratır: Dalgalar kıyıya usulca vururken, çıkardıkları sesin düzenliliği sessizliği bölmez, onu şekillendirip duyulabilir kılar. Aziz Ambrogio’ya göre bu dalgalı ilahi okuma sanatı, ruha mutlu bir dinginlik verir. Yankılanan bu ilahiler, bir ileri bir geri giden dalgalar, yürüyen bacakların birbirini izleyen hareketini andırır; ama burada mevzubahis olan, dünyayı parçalamak değil, dünyanın mevcudiyetini hissedilir kılmak ve onunla aynı ritmi tutturmaktır. Paul Claudel’in söylediği gibi, nasıl ki ses sessizliği erişilir ve faydalı kılıyorsa, yürüyüş de mevcudiyeti erişilir ve faydalı kılar denilebilir. Yürüyüşte tekrarın, Aynı’nın tekrarının muazzam gücünü buluruz. Yürüyüş, bedenin deviniminde inancın vezinle okunarak kavrandığı ilahileri doğurur. Tekrarın gücü, bir dua okuma biçiminde de görülür: Ortodoksların Filokalya’da9 “kalbin duası” diye andığı çok temel bir duanın sürekli olarak tekrar edilmesidir (“İsa Mesih Efendimiz, Tanrı’nın oğlu, ben günahkarım, merhamet eyle bana”). Bu duayı dakikalar ve saatler boyunca tekrarlamak, günü daimi bir niyaza dönüştürür. Dua, nefesi kontrol ederek vurgulu okunur; ilk kısmı (“İsa Mesih Efendimiz, Tanrı’nın oğlu”) nefes alınırken, ikinci kısmıysa (“ben günahkarım, merhamet eyle bana”) nefes verilirken söylenir.10 Bu yöntemin amacı tek bir şeye yoğunlaşmaktır, fakat bu zihinsel bir yoğunlaşma değildir. Zihnin bir şeye kilitlenmesi değil, duayı okuyanın bütün varlığını duaya teslim etmesidir (beden nefes alıp verir ve mırıldanır, bütün duyular birleşir, ruhun tüm melekeleri duanın ilahiliğini yansıtır). Ortodoks papazlar buna “zihni kalbe taşımak” der. Papazlar dua ederken dikkatin dağılmasını, dalgınlaşmayı, yoğunluğu kaybetmeyi tehlike olarak görürler ve onların gözünde bunlar Tanrı’yı unutmaya eşdeğerdir. Bu ihmal, aşırı çalışırken, hayal gücünü uyaran oyunlarda veya meditasyonda da kendini gösterir. Kalbin sebatla tekrar edilen mütevazı duası, bütün yabancılaşmaları kesip bizi içimizdeki Krallığa götürür der papazlar. Kalp birleşme noktasıdır çünkü mevcudiyetin kaynağı ve dışa açılan yeridir, şehevi dürtüleri ve akıl kaymalarını önlemekten de mesuldür. Sadece tek bir anlam ihtiva eden bu tek cümlenin tekrarlanmasıyla ruh, düşüncelerin sözde zenginliğinden arınır ve tek bir muhteviyatın zihnen tekrarlanmasında soğurulur. Yoğunlaşma, “bir olma” hâli, sadelik... Bıkıp usanmadan tekrar edilen tek bir cümle: “İsa Mesih Efendimiz, Tanrı’nın oğlu, ben günahkarım, merhamet eyle bana.” Birkaç dakikadan, birkaç saatten sonra kişi sadece dua etmez, duaya dönüşür. O artık sadece İsa’ya yakarıştan ibarettir ve sonra yavaş yavaş, şiddetli huzursuzluğun, aynı şeyi tekrar etmekten boğulan zihnin doyumun, dudakların kıpırtısından sarkmış ağzın yerini kutsanmış bir anın içinde beliriveren katıksız bir huzur (hesuk-hia) alır. Tekrar doğallaşır, akıcılaşır, kolaylaşır ve kalp atımlarına uyumlu hâle gelir. Keşiş müphem, sonu gelmez bir mırıldanmanın ve duanın süregiden soluğu içinde tastamam güvene kavuşur. Yürürken de adımların tekdüze tekrarından dolayı mutlak bir dinginlik beliriverir. Artık bir şey düşünmezsiniz, endişeler umurunuzda olmaz ve içinizdeki devinimin düzenliliği haricinde hiçbir şeyin varlığını hissetmezsiniz, hatta varlığınız tamamen adımlarınızın sakin bir izdüşümüne dönüşür. Papazlar bu duayı, oturur hâlde çenelerini göğüslerine dayayarak saatlerce tekrar ederlerdi. Filokalya ve kalbin duası Batı’da, bu duayı yürürken okuyan, on dokuzuncu yüzyılda yaşamış ve ismi bilinmeyen bir Rus hacının yazdığı ünlü metinle tanınmıştır. Aziz Pavlus’un çağrısını (“Hiç durmadan dua et”) eksiksiz yerine getirmek isteyen alçakgönüllü bir ruhun hikayesidir bu. Azimli adam birkaç haftalığına bir bahçeye çekilerek, bir keşiş sayesinde keşfettiği kalbin duasını binlerce defa (önceleri günde altı bin, sonraları on iki bin defa) tekrarlar. Günlerce süren çaba ve yorgunluktan, bıkkınlık ve can sıkıntısından sonra, İsa’nın ara vermeksizin çağrılan adı gelip, bir neşe ve sonsuz avuntu kaynağı gibi tüm varlığında yaşamaya başlar. Duası ne zaman ki nefes almak kadar doğal bir hâl alır, işte o zaman yola koyulur ve bütün gün yorgunluk hissetmeden yürür. Duasını ezbere okuduğu gibi, kendi ritminde, bıkıp usanmadan yürür: Artık böyle yürüyorum, bana bu dünyadaki herkesten daha yakın ve tatlı gelen İsa’ya dua ederek durmadan. Bazen günde yetmiş beş kilometreden fazla yol yapıyor ama yorgunluk hissetmiyorum; tek hissettiğim okuduğum dua. Şiddetli bir yağmura yakalanırsam, duayı daha dikkatli okumaya başlayıp hemen ısınıveriyorum. Açlık bastırırsa, İsa’nın adını daha sık anıp unutuveriyorum açlığımı. Hastalanmışsam, sırtım, bacaklarım ağrıyorsa, duaya yoğunlaşıp acı hissetmez oluyorum bir anda... Biraz tuhaflaştım. Derdim tasam yok, hiçbir şeyi umursamıyor, hiçbir dış etkene kapılmıyor ve hep yalnız kalmak istiyorum. Alışkanlıktan olsa gerek, tek bir ihtiyacım var artık: hiç durmadan dua etmek.11 Tibet ruhaniliğinde de yorulmadan yürümenin temeli olarak aynı düzenli tekrar vurgusuna rastlarız: Lung-gom-pa. Lung-gotn, insana çeviklik kazandıran, yıllara yayılmış nefes ve jimnastik egzersizlerinden oluşur. Keşiş bir yandan nefesini kontrol etmek üzerine çalışırken, bir yandan da kalıplaşmış mistik cümlelerin tekrarını nefesiyle uyumlu hâle getirmeyi öğrenir. Sonra işin içine adımlarının ritmini de katacaktır. Kabul töreninin sonunda lung-gom-pa olur ve artık belirli koşullarda muazzam mesafeleri çok hızlı, hem de hiç yorgunluk hissetmeden yürümeye muktedirdir. Bu koşullar arasında engebesiz bir kara parçası, bir çöl, günbatımı ya da yıldızlı bir gece bulunur. İn cin top oynayan bu alanlarda dikkati dağıtan hiçbir şey yoktur ve insan bir şeye istediği kadar yoğunlaşabilir. Kendini toplar, düşünceleri def eder, sağa sola bakmadan gözlerini doğruca ileriye diker, yürümeye koyulur, ağzından kelimeler ritmik bir şekilde dökülür ve çok geçmeden, adımlarıyla cümlelerinin tekrarı ve nefesinin düzenli aralıklarında transa geçer. Sıçrarcasına, uzun mesafeler aşan büyük adımlar atar. Alexandra David-Neel Himalayalar’da yaptığı bir uzun yürüyüşte, ıssız bir ovadayken uzaklardan kendisine doğru hızla yaklaşan siyah bir nokta gördüğünü anlatır. Derken onun bir adam olduğunu anlamış. Yol arkadaşları bu adamın lung-gom-pa olduğunu, onunla konuşulmaması ve yürüyüşünün engellenmemesi gerektiğini, çünkü vecd hâlinde olduğu için uyan-dırılırsa ölebileceğini söylemişler. Geçip gitmesini izlemişler: yüzü ifadesiz, gözleri açık, koşmayan ama her adımda rüzgarın uçurduğu hafif kumaşlar gibi yükselen bir insan. 
 
 Kolektif'ten yeni kitap: Yürümenin Felsefesi – Yeşilist | Herkes için yeşil
Türkçesi: Albina Ulutaşlı 
 
Yürümek Spor Değildir Özgürlükler Niçin Bu Kadar İyi Bir Yürüyüşçüyüm Dışarısı Yavaşlık Kaçma Arzusu - Rimbaud Yalnızlıklar Sessizlikler Yürüyenin Gündüz Düşleri - Roussea Sonsuzluklar Yabanın Fethi - Thoreau Enerji Hac Yolculuğu Yenilenme ve Mevcudiyet Kinik Yaklaşım İyi Olma Hâlleri Melankolik Aylaklık - Nerval Gündelik Gezinti - Kant Gezintiler Parklar ve Bahçeler Kentli Düşgezgini Yerçekimi Özdekiler Mistik ve Siyasetçi - Gandi Yineleme 
 

Yazmak üzerine

Yazı yazmak için bütün dünya ile bağı koparmak gerek...Tezer Özlü
Her şey özlenebilir. Her şey tutku konusu olabilir. Her şey aynı ölçüde kutsal ve aynı ölçüde aşağılık olabilir. Tutkular çevreye göre değişen şeylerdir. - Sevgi Soysal

Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın! - Virginia Woolf

Bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış dernektir. Kendi adını basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca. Bu konuda sorulacak en önemli sorulardan biri şu galiba: “Bunu yazmam neyi değiştirdi?” Yani okur bunu okuduktan sonra bir kıpırtı duydu mu içinde, bir titreşim, bir serinlik, bir açılım? İkinci soru da şu: “Ya ben şunu yazmadan edebilir miydim? Gerçekten? - Tomris Uyar
Önemli olan istektir, hiçbir istek diğerinden soylu değildir...Sevgi Soysal
İçinde anlatılmamış bir hikaye taşımaktan daha büyük bir eziyet yoktur. - Maya Angelou
Size yazmak içimden gelirken kadın doğmuşum diye kendimi tutup yazmamak, onuruma dokunur benim. Ayrıca bu, toplumun bana sormadan koyduğu yasaklara boyun eğmek, hem de benim kadınlığımı çok önemsemem demek olur. Bense aşmışım bu soy saplantıları çoktan. - Leyla Erbil
 🌼 

Chuck Palahniuk’tan yazmak üzerine 12 kural

1. Pişirme saatinizi ayarlayın:  İki yıl önce bu denemelerin ilkini yazdığımda bu deneme, benim yazarlığımın “pişirme saatim” hakkındaydı. Bu denemeyi hiçbir zaman göremediniz ama işte metodum: Yazmak istediğiniz zaman, bir pişirme saatini bir saatlik bir zaman dilimine (veya yarım saat de olabilir) ayarlayın ve saat ötene kadar oturup yazın. Eğer yazmaktan hala nefret ediyorsanız, sonraki bir saat için özgürsünüz. Ama genellikle alarm ötmeye başladığında, kendinizi yaptığınız işe kaptırmış olacaksınız, bunu yaparken son derece zevk alacaksınız ve yazmaya devam edeceksiniz. Pişirme saati yerine çamaşır veya kurutma makinesine çamaşır atıp bunu kendiniz için bir zamanlayıcı olarak ayarlayabilirsiniz. Dönüşümlü olarak farklı işler yapmanız örneğin çamaşırhanede aptalca çalışmak veya bulaşıkçılık size olayları kurmakta gerekli yeni fikirleri, anlamları, farklı kavrama yöntemlerini oluşturacak parçalar verecektir. Eğer hikayede sıradaki olayı bilmiyorsanız…. tuvaletinizi temizleyin. Yatak örtüsünü değiştirin. Allah aşkına, bilgisayarınızın tozunu alın. Aklınıza mutlaka daha iyi bir fikir gelecektir.

2. Farklı hikaye formatlarını kullanın: İzleyicileriniz tahmin edebileceğinizden daha zekiler. Farklı zamanlama ve hikâye formlarını denemekten çekinmeyin. Benim şahsi teorime göre genç okurlar birçok kitabı, daha evvelkilerden ahmak olduklarından değil tam da aksine günümüz okuyucusu daha akıllı olduğu için küçümsüyor. Filmler, hikâye anlatımı konusunda bizi eğitti ve bu yüzden de izleyicinizi şaşırtmak tahmin edemeyeceğiniz kadar zorlaştı.

3. Hikayenin iskeletini oturttuktan sonra yazmaya başlayın: Bir sahneyi yazmaya oturmadan önce, bu sahnenin sizin hikâyenizde ne gibi bir anlamı olduğunu çözün. Neyi daha önce kurarsanız sahne size sonuç verecektir? Hangi sahne daha sonra yer almalı? Sizin kurduğunuz entrikayı hangi şekilde daha fazla uzatabilirsiniz? Çalışırken, araba sürerken, bir şeyler denerken aklınızda sadece bu soru olsun. Fikirlerinizle alakalı notlar alın.

4. Kendinizi şaşırtın: Eğer hikâyeyi sizi hayrete düşürebilecek bir noktaya getirebilirseniz, ya da bırakın hikâye sizi getirsin, okurlarınızı da şaşırtabilirsiniz. İyi planlanmış şaşırtıcı bir sahne sizin o çokbilmiş okuyucunuzun fikirlerini değiştirecektir.

5. Takıldığınız zaman, daha önce yazdığınız sahneleri tekrar okuyun: Orada kenarda kalmış karakterlerden bir tanesini tekrar canlandırın, “gömülmüş silahlar” gibi. Dövüş Kulübü’nün sonunu yazarken, plazalarla ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. İlk sahneyi tekrar okumak, nitronun parafinle karıştırılmasıyla alakalı kenarda kalmış bir fikri hatırladım ve bu plastik patlayıcı yapımının kesin olmayan bir metoduydu.

6. Yazmayı her hafta düzenlemek için bahane olarak kullanın: Bu partiye isterseniz atölye (workshop) da diyebilirsiniz. Canınızın istediğini kadar zamanı yazmanıza değer veren ve sizi destekleyen insanlarla geçirin. Bu yazarken yalnız başınıza geçirdiğiniz zamanı dengeleyecektir. Eğer bir gün yazdığınız şeyi satarsanız, yalnız geçirdiğiniz zamanları karşılayacak bir tutar almayacaksınız. “Ödemenizi” önceden alın, yazmayı insanlarla birlikte vakit geçirmek için bahane olarak kullanın.

7. Kendinizi bilinmezliğe bırakın: Bu küçük tavsiye yüzlerce ünlüden Tom Spanbauer’a, ondan bana, benden de size. Bir hikâyeyi şekillendirmeye izin vermeniz, hikâyenin sonunu şekillendirmenize izin verir. Acele etmeyin ve bir hikâye ve/veya kitabı bitirmek için zorlamayın. Tek bilmeniz gereken bir sonraki sahne veya birkaç sahne. Baştan sona bütün sahneleri bilmenize gerek yok. Aslında, eğer böyle yaparsanız siz bunu gerçekleştirene kadar sıkıcı bir hal alır.

8. Karakterlerin adını değiştirin: Eğer hikâyede daha fazla serbestliğe ihtiyaç duyuyorsanız, taslaktan taslağa karakterlerin isimlerini değiştirin. Karakterler gerçek değillerdir ve bu karakterler siz de değilsinizdir. Keyfi olarak isimlerini değiştirmek bir karaktere mesafe koymanıza neden olur ve böylece bu karaktere her türlü eziyeti yapabilirsiniz. Veya daha kötüsü, eğer hikâyede gerçekten ihtiyaç duyuyorsanız bir karakteri yok edin, öldürün.

9. Üç tip anlatım şeklini de kullanın: Bundan emin değilim ama bir seminerde dinlediğimde bana mantıklı geldi. Bu üç tip: Tanımlayıcı [descriptive], öğretici [instructive] ve canlı anlatım [expressive]. Tanımlayıcı: Güneş yükselmişti. Öğretici: Yürü, koşma. İfade edici Off. Çoğu roman yazarı bu formların bir ya da iki tanesini kullanırlar. Siz üçünü de kullanın. Hepsini birbirine karıştırın. Çünkü insanlar böyle konuşur.

10. Okumak isteyeceğiniz bir kitap yazın: Sizin bile okumak istemeyeceğiniz şeyleri neden bir başkası üstelik para verip okumak istesin.

11. Kitap kapağı fotoğraf çektirin:  Kitap kapağında kullanılmak üzere fotoğrafınızı çektirin ve bunların negatiflerini ve telif haklarını alın.

12. Gerçekten sizi üzen konular hakkında yazın: Onlar yazmaya değecek yegâne şeylerdir. Tehlikeli Yazma, isimli kursunda Tom Spanbauer hayatın bizim kendimizden hiçbir şey katamayacağımız geleneksel ve sıkıcı şeyleri yazmaya harcanmayacak kadar değerli olduğunun altını çiziyordu. geleneksel hikâyeleri yazmak için fazlasıyla kıymetli olduğunun altını çiziyordu. Tom’un bahsettiği çok fazla şey vardı ama ben bir kısmını yarım yamalak hatırlıyorum: Yazma görevi [Manumission] sanatı, tam olarak heceleyemem bile, ama ne demek istediğini anlıyorum. Bir okuru hikâyedeki olaylar arasında harekete geçirmek için kullanılan özen ve dikkat. Ve Alt Konuşma, benim anladığım hikayede belirgin olanın içine gizli, gömülmüş mesaj. Benim için tam anlayamadığım konuları anlatmak son derece rahatsız edici.


Bilgi Felsefesi


( Epistemoloji ) 

BİLGİ NEDİR ? 

Bilgi, bilen özneyle (suje – insan), bilinen (obje – nesne) arasında kurulan bağ sonucu ortaya çıkan üründür.

Suje objeye yönelirken duyu organları yanında ‘’algılama’’, ‘’düşünme’’, ‘’anlama’’ ve ‘’açıklama’’ gibi çeşitli bağlar (akt) kullanılır. Bu bağlara bilgi aktları denir.

Algı aktı: ile çevremizi tanır nesnelerin sırasını, rengini, kokusunu, sesini tanırız.

Düşünme aktı: Hem somut, hem soyut (sayılar, kavramlar) dünyayı içine alır. Düşüncenin birçok türü vardır. Genelleme, hatırlama, karşılaştırma, soyutlama gibi.

Anlama aktı: Bir şeyin yalnız dıştan değil, kendi içinden kavrama, bir şeyin özünü, anlamını tanımadır. Bir sanat eserini, bir dili, yüz ifadesini, bir felsefesi görüşü ve bir tarih çağını anlamamız bu aktla mümkündür.

Açıklama aktı: Öznenin nesne hakkında edindiği bilgileri, nedenleri, gerekçeleri veya kanıtlarıyla adım adım anlaşılmasını sağlar. Yağmurun nasıl yağdığını kavramak gibi.

BİLGİ TÜRLERİ

1-Gündelik Bilgi (Emprik bilgi – Deneye Dayalı Bilgi): Dış dünyayı, duyu oranları yoluyla algılayarak elde ettiğimiz bilgidir. Geçerliliği ve doğruluğu kişisel tecrübeye dayanır. Bu bilgi olayların nedenlerini açıklamaz ama hayatı kolaylaştırır. Örneğin; nane, limon soğuk algınlığına iyi gelir. Ayvaların bol olması kışın sert geçeceğine işarettir. Kara kedi görmek uğursuzluk getirir vb. Gündelik bilgi yöntemsiz ve sistemsizdir. Mantıksal tutarlılığı yoktur, özneldir, kesin sonuçlar içermez.

2-Dini Bilgi: Dini bir kutsala inanan, o kutsalla ilgili olan inanç, ibadet ve ayinlerden oluşan sistemdir. Dinsel bilgiye göre özne ile nesne arasındaki bağı sağlayan imandır, inançtır. Dini bilgi eleştiriye kapalıdır yani dogmatiktir, yöntemi sezgidir. İnsan eylemlerini düzenleyen kurallardan oluşur. Metafizik açıklamalara dayanır, kaynağı ilah (Tanrı)dır.

3-Teknik Bilgi: Doğadaki nesneleri, bir amaca yönelik olarak insanların yararı için araç haline getirmektir.Teknik bilgi insan yaşamını kolaylaştırmayı amaçlar. Teknik bilgi bilimlerden pratik alanda yararlanmayı sağlar. Doğaya egemen olmamızı sağlar. Araştırma yöntemi ve bakış açısı bilimle aynıdır. Evrenseldir. İnsan hayatını kolaylaştırır. (Telefon, uçak, bilgisayar, otomobil v.s.) Yarar amaçlıdır.

4-Sanat Bilgisi: Sanat, güzeli arama, bulma veya güzeli yaratma anlamında gelen bir etkinliktir. Sanat, yaratıcı hayal gücüne dayanır. Sanat öznel (subjektif) bir etkinliktir. Ortaya konan sanat eserleri tek ve orjinaldir. Somuttur. Amaç güzele ulaşmaktır ve evrenseldir.

5-Bilimsel Bilgi: Doğada olup bitenleri neden - sonuç ilişkisi içinde, belirli yöntemler kullanarak, sistemli, tutarlı, genel – geçer bir biçimde açıklayan bilgi türüdür. Bilimsel bilginin alanı oldukça geniştir. Bilim evreni, doğayı, insan ve toplumu her yönüyle ele alır ve araştırır.

Bilimsel bilgi konu ve yöntemine göre üçe ayrılır.

a-İnsan Bilimleri(Sosyal Bilimler): Psikoloji, sosyoloji, antropoloji, tarih.

b-Doğa (Pozitif) Bilimler: Fizik, kimya, biyoloji…

c-Formel (ideal) Bilimler: Matematik, mantık.

Bilimsel Bilginin Özellikleri

1-Olgusaldır: Bilimin konusunu doğrudan ya da dolaylı olarak gözlenebilenler oluşturur. Bilim kendisine, somut, fizik, yasaları ile açıklanabilen olguları konu edinir.Örnek: yağmur nasıl yağar ?

2-Akıl ve Mantık ilkelerine dayanır: Olayları akla dayalı olarak açıklar. Açıklamalar mantıksal düşünme ve çıkarım kurallarına uygun olup, çelişki içermez.

3-Nesnel (Objektiftir): Kişisel ya da toplumsal duygu ve düşüncelerden bağımsızdır.

4-Eleştiricidir: Araştırma bulguları, sonuçları her türlü sorgulamaya, irdelemeye açıktır.

5-Genelleyicidir: Bilim özel bir olayı değil, aynı türden olaylar grubunu açıklayabilmek için yasalara ulaşmaya çalışır.

6-Seçicidir: Her bilim dalı kendi konu kapsamında belirlemiştir ve sadece kendi alanına giren konuları inceler.

7-Evrenseldir: Bilim gerek yapılırken gerekse elde ettiği bilgilerde bakımından insanlığın ortak malı ve mirasıdır. Kullanım ve üretim süreci açısından hiçbir ulusun tekelinde değildir.

8-Neden – sonuç ilişkisine dayanır (Deterministir): Bilimin amacı, doğadaki düzeni neden – sonuç ilişkisi içinde açıklamaktır.

9-Sistemli ve düzenlidir: Bilimsel bilgi rastgele elde edilen bir bilgi türü değildir. Bilim, bilimsel yöntem denilen belli aşamalardan geçirilerek elde edilen bilgi türüdür.

10-Öngörü (Öndeyi) sağlar: Bilim elde ettiği sonuçlarla, gelecekte olabilecek olayların tahmin edilmesini sağlar.

11-Tekrarlanabilir: Bilimsel bilgi aynı koşullarda aynı sonucu vermelidir. Yapılan deney ve gözlemler tekrarlanabilir olmalıdır.

12-Yüksek olasılıklı değere sahiptir: Doğrulanabilme ve yanlışlanabilme özelliğine sahiptir. Bilimde yüzde yüz doğru yoktur. Bilimde bir doğru, aleyhine bulgular oluşana dek doğru kabul edilir. (Bu madde için bazı kaynaklar ’’bilimsel bilgi kesindir ’’ ifadesinin kullanıldığı unutulmamalıdır.)

13-Birikerek ilerler: İlk bilimsel bilgilerden günümüze kadar gelen bilimsel bilgiler birikerek gelmiştir. Her defasında biraz daha ileriye götürülerek ilerlemiştir.

FELSEFENİN DİĞER ALANLARLA İLİŞKİSİ

1-Felsefe ile Bilim arasındaki farklar.

Felsefi Bilgi Bilimsel Bilgi

-Öznel.(Subjektif)dir. -Nesnel(objektif)dir

-Genel-geçer değildir. -Genel-geçerdir.

-Deneye dayanmaz. -Deneye dayanır.

-Yığılgandır.(kümülatif) ama ilerlemez. -Yığılır ve ilerler.

-Olması gerekeni inceler. -Olanı inceler.(olgusaldır.)

-Var olanı bir bütün olarak inceler. -Var olanı parçalara böler.

-Sorular cevaplardan daha önemlidir. -Cevaplar sorulardan daha önemlidir.

Felsefe ve Bilimin ortak yönleri.

-Akla ve mantığa dayanır. -Sistemli ve tutarlıdır. -Evrenseldir.

-İnsanın merak ve hayretten doğarlar.

-Amaçları doğruya ulaşmaktır. -Eleştiri ve sorgulamaya dayanır.

-Yaratıcılığa dayanır. –Temellendirmeye dayanır.

2-Felsefe ile Din arasındaki farklar.

Felsefi Bilgi Dinsel Bilgi

-Eleştiricidir. -Eleştiriye kapalıdır.Dogmatiktir.

-Akla ve mantığa dayanır. -İmana ve inanca dayanır.

-Kaynağı insan-toplum ve evrendir. -Kaynağı ilahidir.(Tanrıdır).

Felsefe ile Din arasındaki ortak noktalar.

-İnsanı, toplumu ve evreni anlamaya ve açıklamaya çalışırlar.

3-Felsefeyle Sanat arasındaki farklar.

Felsefi Bilgi Sanat Bilgisi

-Akıl ve mantık ilkelerine dayanır. -Hayal gücüne dayanır.

-İnsanın eleştirme ve düşünme -İnsandaki güzellik ve beğeni

gücünü arttırır. duygusunu geliştirir.

- Ürünleri düşünseldir. -Ürünleri somuttur.

-Amaç doğruya ulaşmaktır. –Amacı”güzel”i ortaya koymaktır

DOĞRULUK VE GERÇEKLİK

GERÇEKLİK (Realite): Somut olarak var olan her şeydir yada insan bilincinden bağımsız olarak var olandır. Gerçeklik bir iddianın konusu olan şeydir.

DOĞRULUK (Hakikat): Bilginin nesnesi ile örtüşmesidir. Yani bir ifadenin nesnesine uygunluğudur.

Sadece bilimin önermeleri için kullanılan doğruluk ve gerçeklik kavramlarını birbirleriyle karıştırmamak gerekir. Doğruluk bir önermeyle ilgilidir. Gerçek olma veya olmama ise önermenin konusu olan şeyle ilgilidir. Mesela ‘’Dünya’’ gerçektir. ‘’Dünya, Güneşin etrafını 365 günde dolaşır.’’ifadesi ise doğrudur. Bir olgu doğru ya da yanlış olamaz. Sadece bir önerme doğru veya yanlış olabilir. Gerçeklik bize insan zihninden bağımsız olan şeyleri gösterir. ‘’Güneş tutulması’’, ‘’Dolu yağması’’, ‘’Mars gezegeni’’ için doğru diyemeyiz bunlara gerçek denir. ‘’Bu gün dolu yağdı’’, ‘’Ayın beşinde Güneş tutulacak’’ yargıları için doğru denilebilir.Ancak bir yargı gerçeği olduğu gibi yansıtıyorsa doğrudur.

Felsefede doğru bilgi, yanlış bilgi yoktur. Felsefede doğru bilginin ölçütü tutarlılıktır. Tutarlılık: Zihindeki tasarımın, kendinden önce gelen bir tasarıma uygun olması bilginin tutarlı olmasının göstergesidir.

Bilimde bilgilerin doğruluğunu, felsefede ise bilgilerin tutarlılığını kanıtlamak için temellendirmeye başvurulur. Temellendirme: Bilim yada felsefeye ait bilgilerimizin nelere dayandıklarını belirtmektir.

Bilim önermelerini doğru-yanlış, felsefe ise tutarlı-tutarsız olarak değerlendirilir.

BİLGİNİN DOĞRULUK ÖLÇÜTLERİ

Bir bilginin doğru olduğunu nasıl anlayacağız? doğruluğunu ne ile test edeceğiz? Bu soruya felsefede verilen cevapları birkaç grupta toplarız.

1-Uygunluk: Düşüncenin nesnel gerçekle uyuşmasıdır. Eğer nesne hakkında ileri sürdüğümüz önerme, yargı, yada fikir nesneyle uyuşuyorsa doğru, uyuşmuyorsa yanlıştır.

2-Tutarlılık: Bir önermenin tutarlılığı, aynı konuda daha önce öne sürülenlerle çelişmemesi durumudur. Bu ölçüte göre önermenin tek başına doğruluğu önemli değildir; bir bütün içinde diğerleriyle çelişmemesini ifade eder.

3-Temel Uzlaşım: Bu ölçüte göre herkesin veya çoğunluğun kabul ettiği bilgiler doğrudur.

4-Apaçıklık: Bir bilginin hem açık ve seçik, hem de kuşku duyulmayan bir açıklıkta olması durumudur. Böyle bilgiler sezgisel kavrama ve akıl yürütme ile elde edilir.

Açık Bilgi: Bir bilgi yada düşüncenin, bir bütünlük içinde tutarsızlık içermeden kavranmasıdır. Örneğin diş ağrısının bilinmesi ve açıkça hissedilmesidir.(İnsanın adele,karın ve baş gibi organları da ağrıyabilir.Ancak diş ağrısı açıkça belirtilmiştir.)

Seçik Bilgi: Bir bilginin başka bir bilgi yada düşünce ile karıştırılmaması durumudur. Örneğin hangi dişin ağrıdığının bilinmesi gibi.

5-Yararlılık: Bir bilgi uygulanabilirse yararlı, tatmin edici sonuçlar veriyor veya bir problemi çözebiliyorsa doğrudur. Buna pragmatizm denir. Pragmatistlere göre bir bilgi yararlı olduğu sürece değerlidir ve doğrudur.

Bilgi Felsefesinin Temel Problemleri

Bilgi nedir? Sorusunu temel alan felsefe dalına Epistemoloji veya bilgi felsefesi adı verilir. Yunanca Episteme (bilgi), Logos (söz, yasa, kelime, bilim) kelimelerinin birleşmesinden oluşur, bilgi bilimi yada bilgi kuramı anlamına gelir.

Epistemoloji insan bilgisinin yapısı, imkanı, kaynağı, ölçütleri, sınırları ve değerini inceler.

Bilgi felsefesinin temel problemlerini dört alanda toplayabiliriz.

1-Bilginin imkanı 2-Bilginin ölçütleri 3-Bilginin değeri

4-Bilginin kaynağı

Bilginin imkanı ile ilgili sorular: Genel geçerliliği olan doğru bilgi mümkün müdür? İnsan doğru bilgi elde edebilir mi?

Bilginin kaynağı ile ilgili sorular: Bilgi nasıl meydana geliyor? Bilgiyi meydana getiren etkenler nelerdir? Bilginin kaynağı nedir?

Bilginin ölçütleri ile ilgili sorular: Doğru bilginin ölçütleri nelerdir? Genel-geçer doğru bilgi var mıdır?

Bilginin değeri ile ilgili sorular: İnsan neyi ne kadar bilebilir? İnsanın bilgisi sınırlı mı, sınırsız mıdır?

DOĞRU BİLGİ MÜMKÜN MÜDÜR?

Doğru bilgi mümkün müdür? Sorusuna birbirine karşıt iki cevap verilmektedir.

1-Doğru bilginin mümkün olmadığını öne süren sofistler ve septikler(şüpheciler).

2-Doğru bilginin mümkün olduğunu savunan dogmatistler.

Dogmatizm, bilgi kuramı dışında başka anlamda da kullanılır. Bu anlayışa göre bazı ilke ve öğretileri eleştirmeden kabul eden kimselerin tutumunu dile getirir.

DOĞRU BİLGİ MÜMKÜN MÜDÜR?


Doğru bilgi mümkün değildir. Doğru bilgi mümkündür.(Dogmatikler)
-Sofistler Doğru bilgi mümkünse bilginin kaynağı nedir?

Georgias(Nihilizm) -Rasyonalizm (Akılcılık) Sokrates,Platon,Aristo,Farabi,Descartes,Hegel

Protagoras(Rölativizm) -Empirizim(Deneycilik) J. Locke,David Hume
-Septikler -Kritisizm (Eleştirici felsefe) I.Kant
Pyrrhon,Timon -Pozitivizm (Olguculuk) A. Comte
-Çozümleyici(Analitik) Felsefe L.Wittgenstein

-Pragmatizm (Faydacılık) William James,John Dewey

-Entüisyonizm (Sezgicilik) H.Bergson,Gazali

-Fenomenoloji (Görüngü bilim) E. Husserl

Doğru Bilginin Mümkün Olmadığını Savunanlar

Bunlar kendi içinde sofistler ve septikler (şüpheciler-kuşkucular) olarak ikiye ayrılır. SOFİSTLER: M.Ö. 5 yy’da eski yunanda para karşılığı ders veren, öğrencilere siyaset ve hitabet sanatı öğreten gezici öğretmenlerdir. Sofistler genel-geçer doğru bilgiden ilk şüphe edenlerdir.

Önde gelen sofistlerden Protagoras’a(M.Ö. 480- 410) göre tüm bilgiler duyu algısına dayanır. Algılar, içinde bulunulan ortama göre değiştiğinden genel- geçer bir bilgi olamaz . Protagoras, doğruluğun insana göre değiştiğini ve değişmez bir doğrunun bulunmadığını söyler. Bu görüşe rölativizm(görelilik) denir. Protagoras görüşlerini ‘’insan her şeyin ölçüsüdür’’ sözü ile özetler.

Başka bir sofist düşünür ise Gorgias’tır(M.Ö. 483-375). Gorgias’ın görüşlerini daha ileri götürerek hiçbir şeyin olmadığını söyler. Gorgias düşüncelerini şu üç yargıda özetler.

1-Hiçbir şey yoktur.

2-Olsa bile bilinemezdi.

3-Bilinse bile başkasına bildiremezdi.

Böylece varlığı, varlık hakkındaki bilgiyi tamamen reddeden Gorgias’ın düşüncesi bilgi kuramı açısından Nihilizmi (Hiççilik) yansıtır.

Asıl sistemli kuşkuculuk(şüphecilik) Pyrrhon(M.Ö. 365-275) ile başlar. Pyrrhon’a göre duyular bizi yanıltır. Su dolu bardağın içindeki kaşığı kırık görmek gibi. Ona göre nesnelerin gerçekte ne olduğunu bile- meyiz. Bu nedenle nesneler hakkındaki bilgilerimiz, bize gerçeği olduğu gibi göstermediği için yargıdan kaçınmalıyız. Çünkü her yargı bir bilgi içerir.

Pyrrhon’un öğrencisi olan Timon(M.Ö. 325-235) da duyulara ve akla güvenemez. Timon’a göre nesneler kesin olarak birbirinden ayırt edilemez (kavranamaz). Nesneler değişme içindedir ve onlar hakkında yargı verilemez.

Timon görüşlerini üç soru ile özetler.

1-Nesnelerin gerçek yapısı nedir? (Nesnelerin gerçek yapısı bilinemez)

2-Nesneler karşısında tutumumuz ne olmalı? (Yargıdan kaçınmalıyız)

3-Nesneler karşısında doğru bir tutum takınırsak ne olur? (Ruhun sarsılmazlığı, tutkulardan kurtuluşu, en yüksek mutluluğa ulaşırız)

İlk çağda kuşkuculuk; filozofların varlıklara ilişkin olarak doğru bilginin elde edilemeyeceğini gösteren ruhsal bir tavır iken, rönesanstan sonra doğa bilimlerinin doğması ve gelişmesi ile farklı bir değer kazanmıştır.

Nitekim kuşkuculuk Descartes’te yöntemli kuşkuculuk olarak kendini gösterir. Descartes’a göre kuşku duymak doğru ve kesin bilgiye ulaşmada amaç değil araçtır. Yani Descartes şüpheyi yöntem olarak kullanılır, kesin ve doğru bilgiye ulaşır. Oysa Septiklere göre doğru bilgiye ulaşılamaz. Şüphe Septiklerde ‘’amaç’’, Descartes’te ‘’araçtır’’.

Doğru Bilginin Mümkün Olduğunu Savunanlar (Dogmatikler)

Dogmatizm, genel-geçer, doğru bilginin elde edilebileceğini savunan görüştü. Ancak bu görüş kabul edildiğinde, böyle bir bilginin hangi kaynaktan elde edilebileceği (doğru bilginin kaynağı nedir?) sorusu gündeme gelir. Bu soruya felesefe tarihinde farklı cevaplar verilmiştir. 


Henry David Thoreau - Walden Gölü (Ormanda Yaşam)

 Doğal Yaşam ve Başkaldırı

Amerika’nın kuruluşundan bu yana en çok tartışılan yazarlarından biri olan Henry David Thoreau (1817-1862)’nun başyapıtı Doğal Yaşam ve Başkaldırı (Walden), Amerikan Edebiyatının klasiklerindendir, ayrıca Amerika'nın en verimli entelektüel akımı olan transendantalizmi (aşkınlığı) en iyi ifade eden eserdir.

28 yaşında şair-entelektüel bir Amerikalı, şehirdeki yaşantısını geride bırakıp doğup büyüdüğü kent olan Concord yakınındaki Walden Gölü kenarında bir kulübe yapar ve orada yaşamaya başlar. Doğanın tam ortasında, bütün yaşamsal ihtiyaçlarını bilek gücüyle çalışarak karşıladığı 2 yıl geçirir. Bu süre boyunca toplumsal hayatın dayatması nedeniyle maruz kaldığı birçok anlamsız eylem ve düşünceden arınarak yaşamın aslında ne kadar basit ve güzel olduğunu görür. “Gerçekten yaşamak” için kendisine kalan bol zamanda gelişmiş ruhunun eğilimlerinin peşinden gider: okur, tefekkür eder, gözlemler ve yazar.

Henry David Thoreau'nun Amerika'da Walden  adıyla yayımlanan eseri, bir yazarın en verimli çağında, savunduğu idealleri yaşayarak kanıtlamasının bir ürünüdür. Kaknüs Yayınlarından çıkan Doğal Yaşam ve Başkaldırı, Thoreau’nun başyapıtı olan Walden'ın yanısıra Sivil İtaatsizlik Üzerine makalesini de Türkçe çevirisiyle okuyucuya sunmaktadır. Thoreau’yu bu makaleyi yazmaya iten olan olay, 1846 Temmuz’unda Walden’da yaşarken meydana gelmiştir. Ayakkabılarını tamir ettirmek için köye getirdiğinde, vergisini ödemediği için tutuklanıp hapse atılmıştır.

Bir gece hapiste kaldıktan sonra, bir akrabasının parayı ödemesiyle serbest kalır. Bu olay ona, savaş ve kölelik karşıtı yazılar arasında bir klasik niteliği taşıyan makalesiyle hükûmeti eleştirme fırsatı vermiştir. Sivil İtaatsizlik, Gandhi, Dr. Martin Luther King ve Vietnam savaşı karşıtı göstericilerin direnişlerinde çıkış noktası olarak kullanılmıştır.

- - - - - -

Bir kişi Türkiye'de de zengin olabilir, her açıdan Türk hükümetinin hükmü altına girip ona itaat ederse tabii...

Hiçbir malı olmayan biri, Devlet'e vermesi gereken dokuz şilini vermeyi bir defa reddederse, bildiğim hiçbir yasada yer almayan, sadece kendisini yargılayanların yetkileriyle belirlenen bir süre içinde hapishaneye atılır; ama Devlet'ten doksan defa dokuz şilin çalsa, kısa zamanda hapishaneden salıverilir.

 İnsanların çoğu, nispeten bağımsız yaşanan bu ülkede bile, yalnızca cehalet ve yanılgıları yüzünden, hayatın ilgi gösterilecek sahte alanları ve aşırı ağır işleriyle o denli meşguller ki, daha güzel meyvelerini toplayamıyorlar. Aşırı didinmekten elleri meyve toplayamayacak kadar hantal ve titrektir.

Çok yakında gidip sadece rüzgarın sazların arasından fısıltısının duyulduğu göl kenarında yaşamak istiyorum. Kendimi geride bırakırsam bunu başarmış olacağım. Arkadaşlarım, oraya gidince ne yapacağımı soruyorlar. Mevsimlerin gelip geçmesini seyretmek başlı başına bir iş değil midir?

 Bir ülkenin gençleri muhafazakarsa o ülkenin cenaze töreni yakın demektir.

 Kim bilir kaç insan bir kitap okuyarak hayatlarında yeni bir çağ başlatmıştır.

 ..ve evlerimiz sırtımızda öyle bir yük ki onlara sığınmaktan çok kendimizi onlara hapsetmişiz...

 Zamanın büyük çoğunluğunda yalnız olmanın sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Biriyle beraber olmak, en iyisiyle bile olsa bir süre sonra yorucu ve zihin dağıtıcıdır.

Uygar insanın uğraşıları ilkel insanınkinden daha değerli değilse, o , ömrünün büyük bir kısmını yalnızca temel gereksinimlerini karşılamak ve rahatlığa kavuşmak için harcıyorsa, neden ilkel insanın çadırından daha iyi bir barınağı olsun ki?

Dünya şu anda ne yapıyor diye merak ediyorum. Son üç saattir şu eğrelti otunun üzerinden gelen çekirge sesi dışında bir şey duymadım.

 Bir tepenin güneyine kalacak yerimi yapacağım ve Tanrıların bana bahşettiği hayatı yaşayacağım.Güneşle güneş arasında bana bahşedilen şeyleri şükranla kabul etmek başlı başına bir iş değil midir?

 Yalnız olmayı seviyorum, yalnızlıktan daha samimi ve sıcakkanlı bir arkadaş tanımadım. Dışarı çıkıp insanların arasına karıştığımızda, odamızda olduğumuzdan çok daha yalnız oluruz.

 Gözlerimizi kapayan ışık, karanlık gibidir bizim için. Sadece uyanık olduğumuz gün ağarır. Doğacak daha çok gün var. Güneş bir sabah yıldızıdır.

 Dünya şu anda ne yapıyor diye merak ediyorum. Son üç saattir şu eğrelti otunun üzerinden gelen çekirge sesi dışında bir şey duymadım.

 Bir gün hasta düşerim diye bir şeyler biriktirebilmek için kendinizi hastalığa sürüklüyorsunuz.

 

Bertrand Russel - Felsefe Sorunları

1 GÖRÜNÜŞ VE GERÇEK Dünyada mantıklı düşünen hiç kimsenin şüphe duymayacağı kadar kesin doğrulukta bir bilgi var mıdır? ilk bakışta pek de zor görünmeyen bu soru, gerçekte, sorulabilecek en zor sorulardan biridir. Kaçamaksız ve inanılır bir yanıtın yoluna çıkan engelleri saptadığımız anda felsefe çalışmalarına iyice girmiş oluruz çünkü felsefe böyle en uç sorulan yanıtlama girişiminden başka bir şey değildir ve bunu bizim günlük yaşamda, hatta bilimde yaptığımız gibi gelişi güzel ve dogmatik biçimde değil, eleştirici bir görüşle, bu tür soruları çözülmez yapan her şeyi açıkladıktan ve bizim sıradan düşüncelerimizin altında yatan belirsizlik ve kanşıklığı saptadıktan sonra yapar. Günlük yaşamda doğru diye kabul ettiğimiz birçok şeyler, daha yakından bakıldığında öylesine göze çarpar çelişkilerle doludur ki, gerçekte inanmamız gereken şeyin ne olduğunu ancak bir yığın düşünceler sonunda öğrenebiliriz. Kesin bilgiyi ararken elimizdeki deneylerle işe başlamamız doğaldır, ve kuşkusuz, bir anlamda bilginin onlardan türemesi gerekir. Fakat dolaysız deneylerimizin bize verdiği bilginin ne olduğunu belirten her yargının yanlış olması çok olasıdır. Bana şu anda bir iskemle üzerinde, üstünde kâğıt yapraklan bulunan bir masa başında oturuyormuşum gibi gelir. 
 
 2 ÖZDEĞIN VAROLUŞU Bu bölümde kendimize, ne anlamda olursa olsun özdek diye bir şeyin varolup olmadığı sorusunu soracağız. Özünü (intrinsic) bir doğası bulunan, ve ben kendisine bakmadığım zaman da varlığını sürdüren bir masa var mıdır? Yoksa masa yalnızca benim imgelemimin bir ürünü, uzun süren bir düşteki bir düş-masası mıdır? Bu soru çok büyük önem taşır. Çünkü, nesnelerin bağımsız varoluşlanna inanmazsak, başka kimselerin bedenlerinin bağımsız varoluşlanna da inanamayız, böyle olunca başkalannın zihinlerine büsbütün inanamayız, çünkü başkalannın zihinlerine inanabilmek için onlann bedenlerinin gözlemlenmesinden türettiklerimizin dışında hiçbir dayanağımız yoktur. Böylece nesnelerin bağımsız varoluşlan na inanamazsak bir çöl ortasında yalnız kalırız olabilir ki dış dünya bir düşten başka bir şey değildir, ve varolan yalnızca biziz. Bu sıkıntı veren bir olasılıkur; fakat yanlışlığı kesinlikle kanıtlanamasa bile, doğru olduğunu kabul etmek için de en küçük bir sebep yoktur. Bu bölümde bunun neden böyle olduğunu göreceğiz. Kuşkulu konulara dalmadan önce, başlangıç olabilecek az çok belirli bir nokta bulmaya çalışalım. Masanın fiziksel varlığından şüpheli olmamıza karşın, bir masanın bulunduğunu bize düşündüren duyu-verilerinin varlığından şüpheli değiliz; baktığımız zaman bize belli bir renk ve kılığın göründüğünden şüphe etmiyoruz, bastırdığımız zaman da belli bir katılık duyumunun deneyini ediniyoruz. Bütün bu ruhbilimsel şeyleri sorgulamıyoruz. Gerçekten, başka şeyler ne denli şüpheli olursa olsun, dolaysız deneylerimizden hiç olmazsa kimileri kesinlikle inanılır olmalı. Çağdaş felsefenin kurucusu Descartes ( ), şimdi de yararlanılabilecek bir yöntem buldu dizgesel (systematic) şüphe yöntemi. Doğruluğunu açık ve seçik olarak görmediği hiçbir şeye inanmamaya karar vermişti. Şüphe duyabildiği şeylerin hepsinden, şüpheye bir sebep kalmadığını görünceye dek şüphelenecekti. Bu yöntemi uygulayarak, adım adım, katıksız, inanabileceği tek varoluşun kendi varoluşu olduğu inancına vardr^duyulanna, sürekli hayal oyunları arasında gerçek-dışı şeyler sunan bir aldatıcı peri tasarlıyordu; böyle bir kötü perinin varlığı çok şüphe götürürdü fakat yine de bu olanak vardı, bu yüzden de duyularla algılanan şeylerden şüphe duyulabilirdi. Fakat kendi varlığına ilişkin bir şüphe olanaksızdı, çünkü varolmasa kötü peri de onu aldatamazdı. Şüphe ediyorsa varolması gerekti; ne türden olursa olsun bir deneyi varsa kendisi de var demektir. Böylece kendi varlığı onun için bir salt inançtı. "Düşünüyorum, öyleyse vanm" diyordu (Cogito, ergosum); ve bu inanç üstüne, şüphesinin yıkmış olduğu bilgi temelini yeniden kurmaya girişti. Şüphe yöntemini bulmak ve en kesin şeylerin öznel şeyler olduğunu göstermekle Descartes felsefeye büyük katkıda bulundu, bugün de onu konunun bütün araştırıcılan için yararlı kılan, bu katkıdır. Fakat Descartes'ın kanıtlamasını kullanırken dikkatli olmak gerek. "Düşünüyorum, öyleyse vanm", kesin bilineni aşan bir şey de söyler. Dün ne idiysek bugün de aynı kişi olduğumuza kesinlikle inanmamız gerekirmiş gibi görünür, bir anlamda bunun doğru olduğuna da şüphe yoktur.
 
3 ÖZDEĞIN DOĞASI Bundan önceki bölümde, tanıtlayıcı sebepler bulamamış da olsak, duyu-verilerimizin örneğin masamla birlik içinde gördüğüm şeylerin, bizden ve bizim algılanmızdan bağımsız şeylerin gerçekten varolduğunun belirtileri olduğuna inanmanın usa uygunluğu üzerinde anlaşmıştık. Bunun anlamı, masanın bana görünmesini sağlayan renk, sertlik, gürültü v.b. duyumları dışında bu şeylerin, görüntüsünü oluşturdukları başka bir şeyin de varolduğunu kabul ettiğimdir. Renk, ben gözlerimi kapadığımda varlığını yitirir, kolumu masadan ayınrsam sertlik duyumu yok olur, parmaklarımla masayı tıklatmayı durdurduğum anda ses de kalmaz. Fakat bütün bunlar kalmayınca masanın da kalmayacağına inanmıyorum. Tersine, gözümü açtığımda, kolumu yeniden masaya koyduğumda, parmaklanmla yeniden tıklatmaya başladığımda bütün o duyu-verilerinin yeniden ortaya çıkışının masanın varlığını sürdürmesi yüzünden olduğuna inanıyorum. Bu bölümde ele alacağımız soru şu: benim kendisini algılamama bağlı olmadan varlığını sürdüren bu masanın doğası nedir? Bu soruya fizik bilimi bir yanıt verir, bu yanıt, doğrusu ya biraz eksik ve çok var-sayımsal kalmakla birlikte yine de saygıya değer bir yanıttır. Fizik bilimi, az çok bilinçsiz olarak, bütün olaylann devime indirgenmesi gerektiği görüşüne doğru kaymıştır. Işık, ısı ve ses, üçü de bunları yayan nesnelerden çıkıp, ışığı gören, ısıyı duyan ve sesi işiten kişiye doğru giden dalga devimlerinden doğar. Dalga-devimi yapan şey ya esir (ether) ya da "kaba özdek"tir, fakat bunların ikisi de filozofun özdek diyebileceği şeylerdir. Bilimin buna yüklediği özellikler, yalnız uzam içindeki konum ve devim yasalanna göre devinme gücüdür. Bilim, başka özelliklerinde bulunabileceği düşüncesine karşı değildir, fakat öyle de olsa o öteki özellikler bilim adamına bir yarar sağlamaz ve onun olaylan açıklamasına bir katkıda bulunmaz. Kimi kez, "ışık, dalga-deviminin bir biçimidir" denmiştir, fakat bu yanıltıcıdır, çünkü bizim dolaysız olarak gördüğümüz ve duyulanınız aracılığıyla doğrudan doğruya bildiğimiz ışık, dalga-deviminin bir biçimi değil, büsbütün başka bir şeydir bilgimizi kör bir adama aktarmayışımıza karşın kör olmayan hepimizin bildiği bir şeydir.
 
 4 İDEALİZM "idealizm" sözcüğü başka başka filozoflarca az çok ayn anlamlarda kullanılmışür. Biz onu, varolan ya da hiç olmazsa varolduğu bilinen her şeyin bir anlamda zihinsel olduğu öğretisi olarak alacağız. Filozoflar arasında çok tutulan bu öğretinin birçok biçimleri vardır ve birbirinden ayrı, türlü dayanaklarla savunulmuştur. Öğreti öyle yaygın ve kendi içinde öylesine ilginçtir ki, felsefe üzerine en kısa incelemelerin bile ona önem vermesi gerekir. Felsefi kurgulara (speculation) alışmamış olanlar böyle bir ögretiyij açıkça saçma diye bir yana atmak eğilimi duyabilirler. Kuşkusuz sağduyu, masa ve iskemleleri, güneşi ve ayı ve genellikle özdeksel nesneleri zihinlerden ve zihinlerin içeriğinden ayn ve zihinler yok olsa bile süriip gidecek bir varoluşları olan şeyler olarak görür. Biz örneğin herhangi bir zihnin varoluşundan çok daha öncelerden beri varolduğunu düşünürüz, bu yüzden de onu, zihinsel etkinliğin bir ürünü olarak düşünmek zor gelir. Fakat doğru da yanlış da olsa idealizmin açıkça saçma diyerek bir yana atılmaması gerekir. Gördük ki, fiziksel nesnelerin bağımsız bir varlığı olsa bile, bunlar duyu-verilerinden çok başka şeylerdir ve duyu-verileriyle yalnızca, bir sıralacın, sıraya konan şeylerle bir karşılıklılığı olması türünden bir karşılıklılık içindedirler. Bu yüzden sağduyu bizi, fiziksel nesnelerin doğru özünlü doğası bakımından tümüyle karanlıkta bırakır ve eğer bu şeyleri zihinsel olarak görmek için haklı sebepler varsa, bu düşünceyi, yalnızca bize tuhaf görünüyor diye bir yana atmaya hakkımız yoktur. Fiziksel nesneler konusundaki doğrunun tuhaf olması gerekir. Bu erişilmez olabilir, fakat herhangi bir filozof ona eriştiğine inanıyorsa, doğru diye ortaya koyduğun şeyin tuhaflığı olgusu, bu düşünceye karşı çıkmak için bir dayanak olarak kullanılmamalıdır. İdealizmin savunulmasında kullanılan dayanaklar, genellikle, bilgi kuramından yani nesnelerin, onları bilebilmemiz için gerçekleştirmeleri gereken koşullar üzerine bir tartışmadan türetilmiştir. İdealizmi böyle bir temele oturtmak için ilk önemli girişim Piskopos Berkeley'den geldi. Önce, geniş çapta sağlam kanıtlarla, bizim duyu-verilerimizin bizden bağımsız bir varoluşlan olduğunun kabul edilemeyeceğini bunlann en azından bir bölümüyle, tadılmadıkça, koklanmadıkça, dokunulmadıkça, işitilmedikçe ya da görülmedikçe varoluşlarını sürdüremeyecekleri anlamında, zihnin içinde bulunmaları gerektiğini kanıtladı. Buraya dek kanıtlarının bir bölümü için öyle olmasa bile, savlan hemen hemen kesinlikle doğruydu. Fakat buradan öteye, bizim algılanmızın bizi varlıklanna inandırabilecekleri şeylerin yalnızca duyu-verilerimiz olduğunu, bilinmenin, bir zihin "içinde" bulunmak yani zihinsel olmak anlamına geldiğini kanıtlamaya gitti. Buradan da, bir zihin içinde bulunmayan hiçbir şeyin bilinemeyeceği ve benim zihnimde bulunmadan bilinen her şeyin başka bir zihinde bulunduğu sonucuna vardı. Onun usavurmalannı anlamak için "ide" sözcüğünü kullanış biçimini anlamak gerekir. O "ide" adını, örneğin duyu-verilerinin bilinişi gibi, dolaysız bilinen şeylere verir. Böylece, gördüğümüz özel bir renk bir idedir; işittiğimiz bir ses de öyle v.b. Fakat terim tümüyle duyu-verilerine aynlmış değil. Anımsanan ya da tasarlanan şeyler de böyle, çünkü böyle şeyleri de anımsadığımız ya da tasarladığımız anda tanımış oluruz ve bütün bu dolaysız bilgilere o "ide" der. Bundan sonra genel nesneleri, örneğin bir ağacı ele alır. Bir ağacı algıladığımızda dolaysız olarak bildiğimiz her şeyin, sözcüğe onun verdiği anlamda, idelerden oluştuğunu gösterir ve ağaçta, algılamanın dışında gerçek bir şey bulunduğunu var saymak için en cılız bir dayanak bile bulunmadığını öne sürer. Varlığı algılanışından gelir, der; Skolastiğin Latincesinde, "esse"si, "percipi"dir. Biz gözümüzü kapadığımızda ya da ağacın yakınında hiç bir insansal varlık bulunmadığında da ağaan, varlığını sürdürdüğünü tümüyle kabul eder.
 
5 TANIMA YOLUYLA BİLGİ VE BETİMLEME YOLUYLA BlLGÎ Bundan önceki bölümde iki türlü bilgi olduğunu gördük: şeylerin bilgisi ve doğrunun bilgisi. Bu bölümde yalnızca şeylerin bilgisiyle uğraşacağız ve onu da iki türe ayıracağız. Şeylerin bilgisi, tanıma yoluyla dediğimiz türdense, özünde, doğrunun bilinmesinden daha önemsizdir ve insan varlıklannın, şeyler üzerinde hiçbir şey bilmeden onlan tanıdığını kabul etmek, gerçekte ivecenlik sayılabilmesine karşın, doğrunun bilgisinden mantıksal olarak bağımsızdır. Buna karşın, şeylerin betimleme yoluyla bilinmesi, bu bölümde saptayacağımız gibi, kaynak ya da temel olarak her zaman bir doğru bilgisini gerektirir. Fakat her şeyden önce, tânıma ile ne demek istiyoruz, betimleme ile ne demek istiyoruz, onu açıklığa kavuşturalım. Bir şeyin varlığından, herhangi.bir çıkanm sürecinin ya da doğru bilgisinin' aracılığı olmadan dolaysız olarak haberimiz varsa onu tanıdığımızı söyleyeceğiz. Bu durumda, masanın yanındayken masanın görünüşünü oluşturan duyu-verilerini rengini, kılığını, sertliğini, pürüzsüzlüğünü v.b. tanıyorum; bütün bunlar masamı görüp oha dokunduğum anda dolaysız olarak bilgi edindiğim şeylerdir. Gördüğüm özel renk tonu üzerinde ise, söylenecek birçok şeyler var kahverengi olduğunu, oldukça koyu olduğunu v.b. söyleyebilirim. Fakat bu tür yargılar, renk üzerine bana birçok doğrular bildirmesine karşın, rengin kendisini bana eskisinden daha iyi tanıtmış olmazlar: renk üzerine doğru bilgisinin karşıtı olmak üzere rengin kendisinin bilinmesi sözkonusu olduğunda, rengi gördüğüm anda bunu en tam ve en iyi biçimde bilmiş olurum ve kuramsal bakımdan bile bunu aşan bir'bilgi olanaksızdır. Böylece, masanın görünüşünü yapan duyu-verileri, benim tanımış olduğum, dolaysız olarak ve olduklan gibi bildiğim şeylerdir. Buna karşı, masayı bir fiziksel nesne olarak bilişim dolaysız bilgi değildir. Bu durumuyla, masanın görünüşünü yapan duyu-verilerini tanıma yoluyla elde edilmiştir. Duyu-verilerinden şüphelenme olanağı bulunmamasına karşın, saçmalığa düşmeden, masa diye bir şey olup olmadığından şüphelenebileceğimizi daha önce görmüştük. Masa üzerine olan bilgimin tümüne "betimleme yoluyla bilgi" diyeceğiz. Masa, "şu ve şu duyu-verilerini doğuran fiziksel nesnedir". Bu, masayı duyu-verileri yoluyla betimliyor. Masa üzerine herhangi bir şey bilmek için, onun, kendi tanıdığımız şeylerle bağlantısını kuran doğrulan bilmek zorundayız: "Şu ve şu duyu-verilerinin bir fiziksel nesnenin etkisinin soncu olduğunu" bilmemiz gerek. Bizim, içinde dolaysız yoldan masanın bilgisine vardığımız hiçbir zihin durumu yoktur; masa üzerine bütün bilgimiz, gerçekte, bir doğru bilgisidir ve tam deyimiyle masanın gerçekte ne olduğu bizce bilinmekte değildir. Biz bir betimleme biliyoruz, bir de bu betimlemenin uygulanabileceği tek bir şey olduğunu, bu şeyin ne olduğunu doğrudan doğruya bilmemekle birlikte, biliyoruz. Böyle bir durumda da bu nesne üzerine bilgimizin betimleıhe bilgisi olduğunu söylüyoruz. Gerek şeylerin bilgisi, gerekse doğrulann bilgisi olarak bütün bilgimiz, temelde, tanımaya dayanıyor. Bu yüzden, tanıdığımız ne türden şeyler bulunduğu üzerinde düşünmek önemlidir. Daha önce gördüğümüz gibi, duyu-verileri, tanıdığımız şeyler arasındadır; gerçekte bunlar tanıma yoluyla edinilen bilgilerin en açık ve çarpıcı örneklerini sağlarlar. Fakat bunlar tek ömek olsaydı bilgimiz, şimdi gerçekte olduğundan çok daha sınırlı olurdu.  

6 TÜMEVARIM ÜZERİNE Bundan önceki hemen bütün tartışmalarımızda, varoluş bilgisi yolundaki bilgilerimiz üzerinde açıklık kazanmaya çalıştık. Evrende, bizim tanımamız yoluyla varoluşları bilinmiş olan ne gibi şeyler var? Şimdiye dek buna yanıtımız, kendi duyu-verilerimizi ve belki de kendimizi tanıdığımızdır. Bunlann varolduğunu biliyoruz. Ve anımsanan geçmiş duyu-verilerinin de geçmişte varolduğunu biliyoruz. Bu bilgi verilerimizi sağlar. Fakat bu verilerden çıkaranlar yapacaksak, yani eğer özdeğin, öteki kişilerin, kendi bireysel anımızın başlamasından önceki geçmişin ya da geleceğin varoluşlannı bileceksek, onların aracılığıyla o çıkarımların yapılabileceği bir tür genel ilkeler de bilmemiz gerekir. Önce A gibi bir tür şeyin varoluşunun, B gibi başka bir tür şeyin varoluşunun belirtisi olduğunu bilmemiz gerekir, bu A ile aynı zamanda, A'dan biraz önce ya da A'dan biraz sonra olabilir, örneğin gök gürültüsü, daha önceki şimşeğin belirtisidir. Eğer bunu bilmeseydik, bilgimizi kendi özel deney alanımızın dışına hiçbir zaman taşıramazdık, bu alan ise, gördüğümüz gibi, çok dardır. Şimdi ele alacağımız soru, böyle bir genişletmeye olanak bulünup bulunmadığı, olanak varsa bunun nasıl yapıldığıdır. Örnek olarak, üzerinde hiçbirimizin, gerçekten ufak bir şüphe duymadığımız bir konuyu alalım. Hepimiz güneşin yarın doğacağını kesinlikle biliriz. Niçin? Bu inanç yalnızca geçmiş deneyin gelişi güzel bir sonucu mudur, yoksa bunun usa uygun bir inanç olduğu doğrulanabilir mi? Bu tür bir inancın usa uygun olup olmadığını saptayacak bir ölçü bulmak kolay değildir, fakat hiç olmazsa, eğer doğruysalar, güneşin yarın doğacağı yargısını, ya da eylemlerimizi dayadığımız birçok buna benzer yargıları doğrulamak için ne türden genel inançların yeterli olacağını araştırabiliriz. Açıktır ki bize, güneşin yann doğacağına niçin inandığımızı sorsalar, doğal olarak şöyle yanıt veririz: "Çünkü her zaman her gün doğmuştur". Geçmişte doğmuş olduğu için, gelecekte de doğacağına sağlam bir inancımız vardır. Şimdiye dek olduğu gibi yann da doğuşunu sürdüreceğine niçin inandığımız sorusu daha da vurgulanırsa, devim yasalanna başvurabiliriz: dünya, deriz, özgürce dönen bir cisimdir, böyle cisimler dışardan bir karışma olmadıkça dönüşlerini kesmezler, bugünle yann arasında dünyaya dışardan karışacak herhangi bir şey de yoktur. Doğal olarak, dışardan kanşacak, hiçbir şeyin olmadığını kesinlikle bilip bilmediğimiz sorulabilir, fakat ilginç olan soru bu değildir, ilginç şüphe, devim yasalarının yanna dek geçerli kalıp kalmayacağıdır. Eğer böyle bir şüphe varsa kendimizi, güneşin doğuşu üzerine şüphemizin ilk ortaya çıktığı yerde buluruz.
 
 7 GENEL İLKELER ÜZERİNE BÎLGİMÎZ KONUSU Bundan önceki bölümde tümevanm ilkesinin, deneye dayanan bütün çıkanmlann sağlamlığı bakımından zorunlu olmasına karşın, kendisinin deneyle kanıtlanamayacağını, fakat yine de, hiç olmazsa somut uygulamalannda ona herkesin duraksamadan inandığını görmüştük. Bu nitelikler yalnızca tümevanm ilkesine özgü değildir. Başka birçok ilkeler de vardır ki deneyle ne kanıtlanabilip ne de çürütülebilirler, fakat denenmiş olandan yola çıkan çıkanmlarda kullanılırlar. Bu ilkelerin kimileri tümevarım ilkesinden bile daha açıktır ve bunlann bilgisi duyu-verilerinin bilgisiyle aynı derecede kesindir. Bunlar duyumla verilmiş olanlardan sonuç çıkarma araçlannı oluştururlar; ve eğer yaptığımız çıkarımın doğru olması gerekiyorsa, verilerimizin doğru olduğu kadar çıkanm ilkelerimizin de doğru olması zorunludur. Çıkarım ilkeleri, tam da açık oluşlan yüzünden gözden kaçabilir gerekli kabul, biz onun bir kabul olduğunu bilmeden yapılmış olur. Fakat eğer doğru bir bilgi kuramı elde edilmek isteniyorsa çıkarım ilkelerinin kullanıldığının bilincine varılması önemlidir; çünkü onlar üzerine bilgimiz ilginç ve zor sorunlar ortaya çıkanr. Genel ilkeler için bütün bilgilerimizde uygulama şöyle olur.- her şeyden önce ilkenin özel bir uygulamasını gerçekleştiririz, sonra özelliğin konuyla ilgisi olmadığını ve eşit doğrulukla savunulabilecek bir genellik bulunduğunu anlanz. Bu, doğal olarak aritmetik öğretiminde alışılmış olan bir şeydir: "iki iki daha dört eder" ilk olarak özel bir çift ikili için, sonra başka bir özel durum için öğrenilir, böyle böyle, bunun herhangi bir ikili çifti için doğru olduğu anlaşılabilinceye dek gidilir. Mantık ilkelerinde de aynı durum vardır, iki kişinin, ayın hangi gününde olduklannı taıtıştıklannı kabul edelim. 
 
 8 A PRIORI BlLGl NASIL OLABİLİYOR? Imanuel Kant genellikle çağdaş fılozoflann en büyüğü olarak görülür. Kendisi Yedi Yıl Savaşlan ve Fransız Devrimi dönemlerinde yaşamasına karşın Doğu Prusya'da Königsberg'deki felsefe öğretimine hiç ara vermedi. En göze çarpan başansını, kendisinin "eleştirel" dediği felsefeyi buluşudur ki, bilginin değişik türleri olduğunu bir veri olarak kabul edip, böyle bilginin nasıl olabildiğini soruyor ve bu sorunun yanıtından dünyanın doğası üzerine birçok metafizik sonuç çıkanyordu. Bu sonuçların sağlamlığı kuşkulu olabilir. Fakat Kant şüphesiz, iki şeyin onurunu taşır: birincisi, salt "çözümsel" (yani karşıü iççelişkili) olmayan a priori bilgilerimiz olduğunu kavraması; ikincisi de bilgi kuramının felsefe bakımından önemini belirtmesi. Kant'ın zamanından önce, bilgi a priori olunca çözümsel olduğu kabul edilirdi. Bu sözcüğün anlamı örneklerde daha iyi belirir. "Dazlak bir adam adamdır", "bir düzlem şekil şekildir", "kötü bir şair şairdir" dersem salt çözümsel bir yargı vermiş olurum: kendinden sözedilen özne en az iki özelliğiyle gösterilmiş ve bu özelliklerden biri aynlarak vurgulanmıştır. Yukardaki gibi örnekler saçmadır ve gerçek yaşamda safsataya sapmaya hazırlanan bir söylevci dışında kimse bunlan söylemez. Bunlara "çözümsel" denir çünkü yüklem, yalnızca öznenin çözümlenmesiyle elde edilmiştir. Kant zamanından önce. a priori olarak inanabildiğimiz her yargının böyle olduğu sanılırdı. Yani hepsinde öznenin bir parçası olan bir yüklem bulunup vurgulanır. Eğer böyle olsaydı, a priori olarak bilinen bir şeyi kabul etmediğimizde belirgin bir çelişki içine düşmüş olurduk.
 
 9 TÜMELLER DÜNYASI Bundan önceki bölümün sonlannda, bağınü türünden varlıklann, hem fiziksel nesnelerin hem de zihin ve duyu-verilerinin varlıklanndan, bir bakıma başka bir varlıklan olduğunu görmüştük. Bu bölümde bu tür varlığın doğasının ne olduğu ve aynca bu tür varlığı olan ne gibi nesneler bulunduğu üzerinde duracağız. Önce ikinci sorudan başlayacağız. Şimdi ele aldığımız sorun çok eski bir sorundur, felsefeye Platon ile girmiştir. Platon'un "idealar kuramı" tam da bu sorunun çözümüne bir girişimdir, ve kanımca şimdiye dek yapılmış girişimlerin en başarılısıdır. Aşağıda savunulacak kuram, yalmzca zamanın zorunlu kıldığı değişmeler dışında geniş bölümüyle Platon'undur.
Platon için bu sorunun ortaya çıkışı az çok şöyledir: Diyelim, adalet gibi bir düşünceyi ele almışız. Eğer adaletin ne olduğunu kendi kendimize sorarsak, şu, şu ya da şu adaletli eylemleri, ortak olarak nelerinin bulunduğunu saptayacak biçimde ele alarak işe başlarız. Bunların hepsi, bîr anlamda, adaletli olan her şeyde bulunup başka hiçbir şeyde bulunmayan bir ortak doğadan pay almış olmalıdırlar. Hepsinin de adaletli olmasını sağlayan bu ortak doğa, adaletin kendisi, günlük yaşamın olgulanyla birleşerek adaletli eylemlerin çeşitliliğini üretecek an özdür. Ortak olgulara uygulanabilen herhangi başka bir sözcük örneğin "aklık" için de durum böyledir. Sözcük çok sayıda tikel şeylere uygulanabilir, çünkü hepsi de ortak bir doğa ya da özden pay alırlar. Platon'un "idea" ya da "biçim" dediği şey bu an özdür. (Onun düşündüğü anlamda ideaların, zihnin bunlan anlayabilmesine karşın, zihinde bulunduğu sanılmamalıdır). "Adalet" ideası adaletli olan hiçbir şeyle özdeş değildir; o tikel kendisinden pay aldıkları bir şeydir. Tikel olmadığına göre kendisi duyu dünyasında bulunamaz. Üstelik duyu nesneleri gibi ömürsüz ve değişken değildir: hep kendi kendisidir, değişmez ve yok edilemez. Böylece Platon bir duyu-üstü dünyaya gitti, duyulann alışılmış dünyasından daha gerçek olan idealann gerçek dünyasına ki, gèrçegin, duyu-dünyasına düşen soluk bir yansıma veren de odur. Platon için doğru gerçek dünya idealar dünyasıdır; çünkü duyu dünyasındaki şeyler üzerine ne söylemek istersek isteyelim, yalnızca onların, kendi niteliklerini oluşturan şu ve şu idealardan pay aldıklannı söyleyebiliriz. Bundan sonra bir gizemciliğe geçmek kolaydır artık. Bir gizemsel aydınlanma içinde, duyu nesnelerini gördüğümüz gibi idealan da göreceğimizi umarız ve ideaların göklerde bulunduğunu düşleyebiliriz. Bu gizemsel gelişmeler çok doğaldır, fakat kuramın temeli mantıktadır ve biz de onu mantığa dayalı olarak ele alacağız.
 
 10 TÜMELLER BİLGİMİZ ÜZERİNE Bir kişinin belli bir zamandaki bilgisi bakımından, tümeller, ükeller gibi tümellerin ile bilinenler, betimleme ile bilinenler ve tanımayla da betiriılemeyle de bilinemeyenler olarak ayrılabilirler. ilk olarak tümellerin tanıma yoluyla bilinmesi üzerinde duralım. Başlangıçta, açıktır ki biz, ak, kızıl, kara, tatlı, ekşi, ağır, sert v.b. biçimindeki yani duyu-verilerinden örneklenen nitelikteki tümelleri tanırız. Bir parça ak şey gördüğümüzde ilk adımda, bu tikel ak şeyi tanımış oluruz, fakat birçok ak şeyler gördüğümüzde bunların hepsinde ortak olan aklığı kolayca soyutlamayı öğreniriz ve bunu öğrenmekle de ak'ı tanımayı öğrenmiş oluruz. Benzeri bir süreç bize aynı türden başka bir tümeli öğretecektir. Bu tür tümellere "duyulur" nitelikler denilebilir. Bunlar ötekilere göre daha az bir soyutlama çabasıyla kavranabilir ve öteki tümellere göre tikellere daha yakın görünürler. Şimdi bağıntılara geliyoruz. Anlaşılması en kolay bağıntı, bir tek karmaşık duyu-verisinin ayrı bölümleri arasındaki bağınüdır. Örneğin, üzerine yazı yazdığım bütün bir sayfayı bir bakışta görebilirim, böylece de bütün sayfa bir duyu-verisi içine girmiş olur. Fakat sayfanın kimi bölümlerinin ötekilerin solunda, kimilerinin de ötekilerin üstünde olduğunu algılanm. Bu örnekte soyutlama süreci şu yolu izler gibi görünüyor: Birbiri ardından birçok duyu-verileri görüyorum ye bunlardan biri ötekinin sonunda bulunuyor; başka başka ak şeylerde olduğu gibi bütün bu duyu-verilerinin de ortak bir yanlan olduğunu görüyorum ve soyutlamayla anlıyorum ki bunlann aralanndaki ortak yan, bölümleri arasındaki belli bir bağınü yani benim "solunda olmak" dediğim bağıntıdır. Bu yoldan tümel bağıntıyı tanımış olurum. Buna benzer yoldan, zaman içindeki öncelik sonralık bağıntısını da öğrenebilirim. Bir çan sesi duyduğumu kabul edelim: son çan sesi vurduğunda, daha önceki bütün sesler kulağımdadır ve daha önceki seslerin sonrakilerden önce vurduğunu algılayabilirim. Bellek konusunda da ansıdığım bir şeyin şimdiden daha önce geçmiş olduğunu algılayabilirim. Bu kaynaklann hepsinden, tümel öncelik ve sonralık bağıntısını, tıpkı "solunda olmak" bağıntısını soyutladığını gibi soyutlayabilirim. Yani uzam bağınüsı gibi, zaman-bağıntısı da tanıdığım şeylerdir. Bunlara çok benzeyen yoldan tanıdığımız başka bir bağıntı da benzerliktir. Aynı anda iki boz tonu görsem, bunlann birbirine benzediğini görebilirim; aynı zamanda bir de kızıl tonu görsem, iki boz arasındaki benzerliğin her bozun kızılla olan benzerliğinden daha büyük olduğunu görürüm.
 
 11 SEZGİSEL BlLGl ÜZERİNE inandığımız her şeyin kanıtlanabilir ya da hiç olmazsa olasılığının yüksek olduğu gösterilebilir türden olması gerektiğine ilişkin bir genel izlenim vardır. Çoğu kimse, kanıt gösterilemeyen bir inancın usa uymaz bir inanç olduğu duygusundadır. Ana çizgisiyle bu görüş doğrudur. Ortak inançlarımızın hemen hepsi, onlann sebeplerini gösterir diye bilinen başka inançlardan ya çıkanlmıştır ya da çıkanlabilecek gibidir. Kural olarak, sebep ya unutulmuş ya da zihnimizde hiç belirmemiştir. Örneğin, biraz sonra yiyeceğimiz yemeğin zehire dönüşmeyeceğini kabul etmemiz için ne gibi bir sebep bulunduğunu, içimizden pek azı kendi kendine sormuştur. Yine de bir açıklamaya çağnlsak, o anda hazır durumda olmasak bile, yeterli bir sebep bulunabileceği duygusundayızdır. Ve buna inanmakta genellikle haklıyız. Fakat karşımızda, gösterdiğimiz her sebep için yeni bir sebep soran direnici bir Sokrates bulunduğunu düşünelim. Er ya da geç, belki de çok geçmeden öyle bir noktaya sıkışınz ki, artık yeni bir sebep bulamadığımız gibi, kuramsal olarak bile ortaya konacak bir sebep kalmadığına hemen hemen kesinlikle inanınz. Günlük yaşamın ortak inançlanndan başlayıp adım adım geri çekilerek, bir genel ilkeye ya da bir genel ilkenin apaçık belli görünen bir örneğine vannz ki, bunun artık daha açık bir şeyden çıkanlması olanağı yoktur. Günlük yaşam sorunlannın çoğunda, yemeğimizin besleyici mi yoksa zehirli mi olduğu gibilerinde, Bölüm VTda tartışmasını yaptığımız genel ilkeye döneriz. Fakat bundan sonra daha da geri gidiş olamaz gibi görünüyor, ilkenin kendisini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, usavurmalarımızda sürekli kullânınz; fakat hiçbir üsavurma bizi, daha yalın bir apaçık ilkeden başlayıp sonuç olacak bir tümevanm ilkesine götürmez.
 
 12 DOĞRULUK VE YANLIŞLIK Doğrular üzerine olan bilgimizin, şeyler üzerine olan bilgimizden ayrımlı olarak, bir karşıtı yani yanlışı vardır. Şeyler söz konusu olduğunda, onlan ya biliriz ya bilmeyiz, fakat şeylerin bilgisinde, hele kendimizi tanıma yolundan bilgiyle sınırlamışsak, yanlış diye betimlenebilecek somut bir zihin durumu yoktur. Neyi tanımışsak, bunun bir şey olması gerekir; tanımamızdan yanlış çıkanmlar yapabiliriz fakat tanımanın kendisi yanlış olamaz. Yani tanıma konusunda bir ikilik yoktur. Fakat doğrulann bilgisi konusunda ikilik vardır. Doğru olana inandığımız gibi yanlış olana da inanabiliriz. Biliyoruz ki birçok konular üzerinde, başka başka kimselerin başka b13aşka ve bağdaşmaz düşünceleri vardır: demek inançlann kimisi yanlıştır. Yanlış inançlar da çokluk doğru inançlar kadar güçlü savunulduğundan, bunlann doğru inançlardan nasıl ayırt edilebileceği zor bir sorudur. Belli bir durumda, inandığımız şeylerin yanlış olmadığını nasıl bilebiliriz? Bu, sorulann en zorudur ve inandırıcı biçimde yanıüanması olanaksızdır. Bununla birlikte, daha az güç olan bir başlangıç sorusu vardır: doğru ya da yanlıştan ne anlıyoruz? Bu bölümde bu başlangıç sorusu üzerinde düşünülecek. Bu bölümde, bir inanan doğru ya da yanlış olduğunu nasıl anlayabileceğimizi sormuyoruz: bir inanan doğru ya da yanlış olmasının ne anlama geldiğini soruyoruz. Bu soruya verilecek yanıtın, hangi inançlann doğru olduğu sorusuna yanıt bulmakta yardımcı olacağı umulabilir, fakat şimdilik "hangi inançlar doğrudur?", "hangi inançlar,yanlıştır?" diye değil "doğruluk nedir?", "yanlışlık nedir?" diye soruyoruz. Bu başka başka sorulan birbirinden ayn tutmak çok önemlidir, çünkü onlan birbirine kanştırmakla ortaya, bunlardan hiçbirine gerçekten uygulanamayan bir yanıt çıkacağı bellidir. Doğruluğun doğasını bulma girişiminde gözönünde tutulacak üç nokta, herhangi bir kuramın gerçekleştirmesi gereken üç gerekseme vardır. 
(1) Doğruluk kuramımız onun karşıtını yani yanlışlığı da kabul edecek biçimde olmalıdır. Birçok filozof bu koşulu uygun biçimde yerine getirmedi: bütün düşündüklerimizin doğru olduğunu kabul eden kuramlar yaptılar, o zaman da yanlışa yer bulmakta en büyük güçlüğe düştüler. Bu açıdan, inanma kuramımızın tanıma kuramımızdan başka olması gerekir, çünkü tanımada herhangi bir karşıtı gözönünde tutma gereği yoktur.  
(2) Oldukça açık biçimde görülür ki inançlar olmasaydı yanlışlar da olmazdı ve doğruluğun yanlışlıkla bağlılaşık olduğu anlamda doğruluk da olmazdı. Yalnzca özdekten oluşan bir dünya düşünsek, böyle bir dünyada yanlışlığa yer olmazdı ve orada "olgular" denen şeyler olsa bile, doğrulann yanlışlarla aynı türden oluşları bakımından, doğrular da bulunmazdı. Gerçekte doğru ve yanlış, inançların ve yargılann özellikleridir: yani yalnızca özdekten oluşan bir dünyada, inanç ve yargılar bulunmayacağına göre doğru ve yanlış da bulunmazdı. 
(3) Fakat bu söylemiş olduğumuz şeye karşın, bir inancın doğruluğunun ya da yanlışlığının, her zaman,, inancın kendisinin dışında bulunan bir şeye bağlı olduğu da gözönünde tutulmalıdır. Eğer Charles I'in darağacında öldüğüne inanmışsam bunun doğruluğu, benim inancımın yalnızca kendisinin incelenmesiyle bulunabilecek bir özünlü niteliği yüzünden değil, iki buçuk yüzyıl önce geçmiş bir tarihsel olay yüzündendir. Eğer Charles I'in yatağında öldüğüne inansam yanlış bir şeye inanmış olurum: inancımın canlılık derecesi ya da o inanca varmak için gösterdiğim özen onun yanlışlığının önüne geçemez, bu da yine benim inancımın özünlü bir özelliğinden değil, çok zaman önce olanlar yüzündendir. Yani doğruluk ve yanlışlığın, inançların özellikleri olmalanna karşın, bunlar inançlann herhangi bir içsel niteliğine değil, inançlarla öteki şeyler arasındaki bağıntıya bağlı özelliklerdir. Yukarıdaki gereklerden üçüncüsü bizi doğrunun, inançla olgu arasında bir karşılıklılık biçiminden oluştuğu görüşüne ki tümüyle filozoflar arasındaki en yaygın görüştür götürür. Nedir ki, çürütülmez biçimde karşı çıkılamayacak bir karşılıklılık biçimi bulmak hiç de kolafj değildir. Bir yanıyla bu yüzden bir yanıyla dâ, eğer doğru, düşünceyle onun dışındaki bir şeyin karşılıklığından oluşsaydı, düşüncenin, doğruya ne zaman ulaşıldığını bilmesinin olanaksız olacağı duygusuna kapılmaları yüzünden birçok filozoflar doğruyu, tümüyle inanç dışında bir şeyle bağıntıya dayandırmayan bir tanımlama denemesine yönelmişlerdir.
 
 13 BİLGİ, YANLIŞ, OLASILIKLI SANI Bundan önceki Bölümde incelediğimiz, doğruluk ve yanlışlıktan ne anlıyoruz, sorusu, neyin doğru neyin yanlış olduğunu nasıl bilebiliriz sorusuna göre daha az ilginçtir. Bu soruyla bu bölümde uğraşacağız. İnançlarımızın kimilerinin yanlış olduğundan şüphe edilemez; bu durumda şu ya da şu inancın yanlış olmadığına nasıl güvenebileceğimizi araştırmamız gerekiyor. Başka deyimle, herhangi bir şey bilebilir miyiz, yoksa yalnızca ara sıra iyi raslantılarla mı doğru olana inanıyoruz? Bununla birlikte, bu soruya girmeden önce, "bilme n den ne anladığımıza karar vermemiz gerek ve bu soru sanıldığı kadar kolay değildir. İlk bakışta bilginin "doğru inanç" diye tanımlanabileceğini sanınz. İnandığımız doğruysa, inandığımız şeyin bilgisine eriştiğimiz sanılabilir. Fakat, bu sözcüğün yaygın kullanılış biçimine uygun değildir. Çok dümdüz bir örnek alalım: Bir insan son Başbakanın son adının B ile başladığına inansa, son Başbakan Sir H. C. Bannerman olduğuna göre, inandığı şey doğrudur. Fakat son Başbakanın Mr. Balfour olduğuna inanıyorsa, yine son Başbakanın son adının B ile başladığına inanır, fakat bu inanç doğru olmakla birlikte, bunun bir bilgi olduğu söylenemez. Bir gazete, henüz sonuç üzerinde hiçbir telgraf gelmeden, zeki bir önceden görüşle, bir savaşmanın sonucunu bildirse, iyi bir raslantıyla, sonradan doğru çıkabilecek bir sonucu bildirmiş olur ve az deneyli okurlannda da bir inanç doğurur. Fakat inançlannın doğru olmasına karşın bunlann bilgili olduğu söylenemez. Böylece açıkça görülüyor ki, doğru bir inanç eğer yanlış bir inançtan çıkanlmışsa bilgi değildir. Bunun gibi, doğru bir inanca, çıkanldığı öncüler doğru bile olsa, yanlış bir usavurma sonucunda çıkanlmışsa, yine bilgi denemez. Bütün Yunanlılann insan olduklannı, Sokrates'in de bir insan olduğunu bilsem ve bundan Sokrates'in Yunanlı olduğunu çıkarsam Sokrates'in Yunanlı olduğunu bildiğim söylenemez, çünkü öncüllerimizin ve çıkardığım sonucun doğru olmasına karşın, bu sonuç bu öncüllerden çıkmaz.
 
 14 FELSEFİ BlLGlNÎN SINIRLARI Felsefeyle ilgili olarak şimdiye dek bütün söylediklerimizde, filozoflann çoğunun yazılannda büyük bir yer tutan birçok konulara pek az dokunduk. Filozofların çoğunluğu ya da en azından bir çoğu, dinin temel dogmalan, evrenin temelde usa uygunluğu (rationality), özdeğin kuruntusallığı (illusoriness), kötülüğün gerçek-dışılığı v.b. gibi şeyleri a priori metafizik usavurmayla kanıtlayabileceğini öne sürerler. Birçok yaşam-boyu felsefe öğrencilerinin başlıca esin kaynağının, bu tür savlara inanmak için sebep bulma umudu olduğuna şüphe yoktur. Bu umut, kanımca boştur. Bir bütün olarak evrenle ilgili bilginin metafizikle elde edilemeyeceği ve mantık yasalarına dayanarak şöyle ve şöyle şeylerin varolmalan gerektiği, şöyle ve şöylelerinin ise olamayacaklan biçiminde önerilen kanıtlann eleştirel bir irdelemeye dayanamayacakları görülebiliyor. Bu bölümde içinde bu tür usavurmalann yapıldığı yolu, onun sağlamlığına umut bağlanıp bağlanamayacağını bulmaya çalışan bir bakışla, kısaca ele alacağız. Bizim incelemek istediğimiz görüş türünün yakın çağdaki büyük temsilcisi Hegel'dir (1700-1831). Hegel'in felsefesi çok zordur ve yorumcular onun doğru yorumunda birbirinden aynlırlar. Benim kabul edeceğim yoruma göre ki yorumculann çoğunun değilse bile bir çoğunun kabul ettiğidir ve ilginç ve önemli bir felsefe türü vermek gibi bir değeri vardır, Hegel'in başlıca savı, Bütün'ün dışmda her şeyin açıkça eksik olduğu ve dünyanın geri kalanının ona sağlayacağı tamamlık olmadan varolma olanağı bulunmadığıdır. Tıpkı bir anatomi bilgininin bir tek kemikten, bütünün ne tür bir hayvan olduğunu bilmesi gibi metafizikçi de Hegel'e göre, gerçekliğin herhangi bir parçasından, gerçeğin bütününün ne olması gerektiğini hiç olmazsa kalın çizgileriyle görür. Gerçeğin görünüşte ayn her bölümünde, sanki onu yanındaki bölüme bağlayan kancalar vardır; yandaki bölümün kendinin de kancalarıyla; bu böyle bütün evrenin yeniden kurulmasına dek gider. Özdeki bu eksiklik, Hegel'e göre, düşünce dünyasında da nesneler dünyasında da görülür. Düşünce dünyasında, soyut ya da eksik bir ideyi alsak, incelemede eğer onun eksikliğini unutursak çelişkilere düştüğümüzü görürüz; bu çelişkiler sözkonusu ideyi kendi karşıtına ya da karşı savına dönüştürür ve bundan kurtulmak için, bizim baştaki idemizle karşı-savının bireşimi olan, daha az eksik bir ide bulmamız gerekir.
 
 15 FELSEFENİN DEĞERİ Felsefe sorunlan üzerindeki kısa ve çok eksik incelememizin sonuna geldiğimize göre, felsefenin değerinin nereden geldiği ve onun niçin öğrenilmesi gerektiği üzerinde düşünmekte yarar var. Birçok insanlann, bilimin ya da yaşam uğraşlannın etkisi altında kalarak, felsefenin, ne yaran ne de zaran olan önemsiz, kılı kırk yaran ayırmalardan ve bilinmesi olanaksız konular üzerindeki çalışmalardan başka bir şey olmadığını düşünme eğiliminde olduklan olgusu gözönünde tutulduğunda, bu soru üzerinde düşünmek daha da gerekli oluyor. Felsefe üzerindeki bu görüş, bir yanıyla yaşamın amacı üzerindeki anlayıştan, bir yamyla da felsefenin gerçekleştirmeye çalıştığı yararlann türünü yanlış anlamaktan ileri gelir gibi görünüyor. Fizik bilimi, buluşlan aracılığıyla, kendisinden tümüyle habersiz olan sayısız insanlara yararlı olur; yani fizik biliminin öğrenilmesi yalnızca ya da önce, öğrenen üzerindeki etkisinden değil, fakat genellikle insanlık üzerindeki etkisi yüzünden salık verilmelidir. Bu durumda felsefeye yararlılık düşmüyor. Eğer felsefe öğrenmenin, onu öğrenenlerin dışındakier için bir yaran varsa, bu ancak dolaylı yoldan, onu öğrenenlerin yaşamları üzerindeki etkisi aracılığıyla olmalı. 

Çeviren: Vehbi Hacıkadiroğlu