08 Kasım 2015

Turgut Uyar - Büyük Ev Ablukada

  ...(ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu
......bir şey daha yoktu ama kavrayamıyordum)
işte böyle olmak en iyisidir olmakların
bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim
......(indirmiştim
......yok olan önemli bir şeydi allah kahretsin)
tüm kavgasız tüm duruk tüm başıboş
üç sayı kötü bir sayı iyi şiir dinledim
çıkıp okudular durup dinledim
bitmeseydi daha dinlerdim kötü mötü
saat kaç diye sordular birisi beş yani dedi
......(ha kavgada ha aşkta
......bu gök bomboş ha kavgada ha aşkta)
göğe baktım yerli yerinde
haydutlar dalavereciler yerli yerinde
vurguncular hayınlar vurdumduymazlar öyle
iyi dedim içim rahatladı

düzen bozulmamış dedim sevindim
tenhaca bir bölgelerinden şehre girdim
......(ben herkese varım
......başka türlü olmuyor inanmayın)

bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim
......(ekmek vardı tereyağı vardı söylemiştim önemlidir
......utanılacak bir şey yoktu kime anlatmalıyım)
ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez
bizi tutkulara çağırdı otobüse sosise buzdolabına
telefona sinemalara radyolara bir sürü kancık sevdalara
sürü sürü mutsuz alışkanlıklara
yalana dolana itliklere keten elbiselere
......(sonra karısı öldü o çocuğun
......yalnızdı güçsüzdü herkesler gibiydi
......kirlendi kötülendi sarhoşladı pis karılara dadandı
......anladık onu ölenden başkası kurtaramaz
......ölen de kurtarmamıştı)

bak ben seni nerenden kurtaracağım şaşacaksın
şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan
bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi
bu yapıları on iki kat yapmak bizim aklımızdı
biz kurduk istersek umursamayız ya
......(abluka burada başlıyordu çünkü)
ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim
sen beraber yatacağımız yatakları hazırla
sen bir onu yap yeter bak göreceksin.


Gülten Akın’dan sararmış bir hatıra

Lusin Dink'in Saroyan Ülkesi filminden yola çıkarak yazar William Saroyan'ın 1964'teki Türkiye yolculuğunun peşine düştük, bakın neler çıktı ortaya?
 
Orhan Kemal ile Sean Penn'in ortak noktası nedir derseniz, cevap verelim, en sevdikleri yazar Bitlisli William Saroyan. İstanbul Film Festivali'nin Ulusal Yarışma bölümündeki Lusin Dink'in yönettiği Saroyan Ülkesi filmi çekilmemiş olsaydı belki de bu bilgiye ulaşamayacaktık. Çünkü film Oscar ve Pulitzer ödüllü Ermeni asıllı Amerikalı Saroyan'ın Anadoluluğunu bir kez daha hatırlatıyor. Özellikle de 1964'teki Bitlis yolculuğunu... Doku- drama tarzındaki filmde Dink, öznel bir bakışla Saroyan'ın bu yolculuğunu onun metinlerinden, anılarından ilham alarak takip ediyor. 
 
AHH PARASIZLIK
Saroyan'ın ailesi, o doğmadan 1900'lerin başında Amerika'ya göç etmiş. O da Kaliforniya'da doğmuş. Ama annesinden hep Bitlis'i dinlemiş. Hiç görmediği Bitlis'e kavuşması 1964'te gerçekleşiyor. Filmden öğrendiğimiz kadarıyla da 'Ana vatanına hoş geldiniz' pankartlarıyla karşılanıyor. Ama filmin anlattıklarının dışında arşivlerden, kitaplardan bu yolculuğun izi sürüldüğü zaman kimi anekdotlara da ulaşıyoruz; ki Orhan Kemal'in Saroyan'ı sevdiğini de böyle keşfettik. Günizi Yayıncılık'tan çıkan Fikret Otyam'ın Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları kitabından öğrendiğimiz kadarıyla da Bitlis yolculuğu sırasında Saroyan'a eşlik eden Otyam, dostu Kemal ile Saroyan'ı bir araya getirmek istemiş. Ama olmamış. Neden mi? Orhan Kemal'den dinleyelim "Mr. Saroyan'ı, verdiğin telefon numarasından arayamadım. Sebep bir değil, birkaç. Önce hepsinden önemlisi PARASIZLIK! Cepte metelik yok, beşinci aydır ödenmeyen ev kirası bir yanda, öte yanda tamtakır bir ev, bomboş cepler..." Oysa Saroyan da Kemal'le buluşmayı istemiş, Bitlis yolundan kart atmış ona. Saroyan'ın Türkiye geldiğinde İstanbul'da kapısını çaldığı yazarsa Yaşar Kemal. Evinde misafir ediyor bu büyük yazarı Kemal. Otyam'ın Cumhuriyet'te yayımlanan ve sonra Aras Yayınları'ndan çıkan Amerika'dan Bitlis'e William Saroyan kitabında da yer alan röportajındansa, yazar Fakir Baykurt'un Saroyan için saz çalıp türkü söylediğini öğreniyoruz. Saroyan bu yolculukta Türkiye'de nereye gitse devlet erkanı karşılıyor. Yolu Gevaş'a düşüyor, burada bir kadın şairle karşısına çıkıyor. Kim derseniz? Gülten Akın. Çünkü o sırada Akın'ın eşi Gevaş'ın kaymakamı. Akın ile şiir üzerine konuşuyorlar. Saroyan tabii Bitlis'e gidiyor. Yıkık bir duvar kalmış evinden, hüzünleniyor... Memleketinin havasını koklayıp suyunu içiyor. Bu yolculuğun ondaki izine gelirsek kendisinden okuyalım: "Fikret Oytam, Türkiye'de yaptığım ziyareti, hayatımın en büyük tecrübelerinden biri haline getirdi. " 

Ursula K. Le Guin - Sesler

Şiddet, hoşgörüsüzlük ve yazılı söze tam bir düşmanlık karşısında sürdürülmeye çalışılan günlük hayat, hiç bitmeyecekmiş gibi duran bir işgal... Ama onları yok etmenin tek yolu bilgilerini yok etmektir ve bilgiyi koruyanlar vardır.
Ursula K. Le Guin'in devamlı okuyucuları daha önce yayımladığımız Marifetler'de tanıştıkları karakterleri de fark edecekler Sesler'de. Sırada ise Güçler var.
 
*
 
Karanlığı lanetlemeden önce bir mum yakalım. Çünkü uğruna ağlanacak çok şey var. Korumak istedikleri kitaplarla beraber yakılan, yıkılan kütüphanelerden ayrılmak istemedikleri için diri diri gömülen, fikirleri yüzünden hayatları boyunca hapislerde çürüyen insanlar, bir zamanlar sevgiyle yoğrulmuş tanrı heykelciklerinin küfredercesine tahrip edilmiş yüzleri, zafer naraları eşliğinde yerle bir edilen bir Buda heykeli… Ayaklarımızın altında İskenderiye Kütüphanesi’nden beri bilginin tahrip edildiği bir tarih uzanıyor. Ve Marifetler serisinin ikinci kitabı Sesler’de Ursula K. Le Guin, bize evimizi neyin üzerine inşa ettiğimizi öğrenmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Son olarak Bağdat Müzesi’nde yaşanan acımasız talan gibi, gün gelecek belki hepimiz için ışıklar sönecek ve hayatta kalmak için etrafımızı sarmalayan karanlığı tanımamız gerekecek. Bu da ancak yürekteki tanrının taşlardaki ve kelimelerdeki tanrıyı tanımasıyla mümkün olabilir.

Kitapta anlatılan Ansul şehrinin hikâyesi her şeyden önce kitaplardan konuşan ve taşlarda oturan binlerce tanrıyla ilgili. Şehrin sokaklarında, binalarının önünde, kavşaklarında insanların dua edebileceği minik adak yerleri var. Bazı tapınaklar ağaçlarda asılı ve kuşlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca evlerin hatta odaların içinde oranın ruhu için oyulmuş nişler var. Ansul halkı dua etmek için tapınaklara girmiyor. Onlar zaten binlerce tanrı ve ruhla koyun koyuna kalabalık bir tapınakta yaşıyorlar ve burayı hayvanlarla, bitkilerle paylaşıyorlar. Fakat bin tanrılı Ansul şehri on yedi yıl önce çölden gelen tek tanrılı Ald kuvvetleri tarafından işgal edilmiş. Yeryüzünde şeytanın dolaştığına inanan Aldlar, okumayı bilmedikleri için kitapların iblisler ve şeytani ruhlarla dolu olduğuna, bilim ve hüner merkezi olmasıyla ün salmış Ansul şehrinin de kütüphanelerinde kötülüğün biriktirildiğine inanıyorlar. Bakamadıkları yere sırtlarını da dönemedikleri için zorla ele geçirmişler şehri. Aslında bu biraz da onların tekliğe inançlarından kaynaklanıyor: tek bir tanrı ya da tek bir kral. Sabit bir fikirle hareket edebiliyor ve dünyalarını düşmanlarla doldurmaya devam edebiliyorlar. Ansul halkıysa kalabalıkları tercih ediyor, kendi topraklarında tanrıları ve ruhlarıyla barış içinde yaşıyor.

Aldlar, Ansul’u “doğru yola sokmak için” bilgilerini yok edip onları cehaletin karanlığına hapsediyorlar. Fakat bilgiyi koruyan ve içine girdikleri karanlıktaki sesleri duymayı başaran insanlar var ve bunlardan biri de bir işgal çocuğu olan (annesi Ald askerleri tarafından tecavüze uğrayıp hamile kalmış) on yedi yaşındaki Memer ve Ald işkenceleriyle sakat kalmış Seferbeyi.

“Korkmanı gerektirecek bir şey yok Memer,” diyor Seferbeyi ve hepimiz duyalım diye ekliyor: “Bazıları korkabilir, ama sen korkma.” ‘Sesler’ bize korkunun sessizliği, sessizliğin de korkuyu doğurduğunu anlatıyor; korktuğumuzun başkalarının karanlığı olduğunu. Bütün sorun ötekilerin bildiklerini bilmediğimiz için onlara delirmişler gibi bakmamızdan kaynaklanıyor. Fakat unutmamak gerekir ki, gökyüzünde tüm yıldızları ve tanrıları barındıracak kadar büyük bir karanlık var. Ve hepimiz aynı göğün altındayız.

Kitabın kapağını kapatıp Bağdat’ı düşünmemek imkânsız. Bombalandığı o ilk sabah yeni doğan güneşe, çiçek açan ağaçların güzelliğine ve kuşların cıvıltılarına rağmen ölümcül bir sessizlik şehre yayılmıştı. Las Vegas’ta hür insanlar tarafından olağanüstü bir piramit inşa ettiğine inanan bir halkın askeri, yanından geçtiği, bin yıllardır o taşlara resmedilmiş halde şehri bekleyen kanatlı aslan kabartmasının sessizliğinden olanca gücüyle haykıran sesi duymuyordu. Oysaki kitapta da dediği gibi o ses sanki sadece “Kırılanı, kırılmış onarır,” demeye çalışıyordu.

Metis Yayınları

Walter Benjamin - Son Bakışta Aşk


 Büyük insanı, bitmiş eserlerden çok, çalışmalarının ömürleri boyunca izini taşıyan fragmanlar belirler. Çünkü ancak daha zayıf, daha dağınık olan kimse bir şeyi bitirmekten kıyas kabul etmez bir sevinç duyar, hayat kendisine yeniden bağışlanmışçasına. Dahiye her çeşit kesinti, ister kaderin ağır darbeleri, ister masum bir uyku, atölyesinin durmak bilmeyen çalışması içinde kendiliğinden gelir. Ve bu atölyenin koruyucu sınırlarını çizer fragmanında. Deha çalışkanlıktır.

Edebiyatta yüzyıllardır az sayıdaki yazarın karşısında binlerce okurun bulunması gibi bir durum söz konusuydu. Fakat geçen yüzyılın sonunda bu durumda bir değişiklik meydana geldi. Okurların önüne durmadan yeni siyasal, dinsel, bilimsel, mesleki ve yerel organlar süren basının alanının gittikçe genişlemesine paralel olarak, bu okurların gün geçtikçe daha fazlası - önceleri, sıradan örneklerle - yazarlığa soyundular. Sonra günlük basında, okurlara dönük olarak 'editöre mektuplar' köşeleri açılmaya başlandı. Bugün dahi, iyi maaş alan herhangi bir Avrupalının kendi yazdıklarını ya da kendi çalışması üstüne yorumları, eleştirileri, belge niteliğindeki raporları ya da bu tür herhangi bir metni ilke olarak bir yerde yayınlatma fırsatı bulamayacağı pek akla getirilemez. Dolayısıyla, yazar ile okur arasındaki ayrım asıl niteliğini kaybetmek üzeredir diyebiliriz. Buradaki farklılık basitçe işlevsel bir niteliğe bürünmüştür ve durumdan duruma göre değişiklik gösterebilir. Okur dilediği anda bir yazara dönüşmeye hazırdır. Bir uzman olarak, çok küçük bir saygıyla ödüllendirileceğini bilse bile, bu aşırı biçimde özelleştirilmiş çalışma sürecinde ister istemez ya da istekli biçimde yer almalıydı. Böylelikle, okur yazarlığa erişmiş oluyordu.

 * * *

“Büyük şehir insanını büyüleyen aşktır,” diyecektir Benjamin, “ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk.” Nurdan Gürbilek