20 Eylül 2020

Şiirler Türküler - Ruhi Su

Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı, ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum. Ben yalnız türkü söylemiyorum ki. Bu söylediğim türkülerle, aynı zamanda, çağdaş Türk toplumunun lied'lerini söylüyorum. Ben türkü söylerken sazım ne benimle yarışır, ne de türkülerle. Bize yalnızca eşlik eder, bizi tamamlar. Halkımızın büyük ustalarında da saz böyle saygılı bir uyum içindedir. Bu açıdan bakınca, türküleri bir besteci gibi ele aldığım daha iyi anlaşılır. Bundan önceki plaklarımda olduğu gibi, bu plağımda da halk ozanlarının yolunu izleyerek bazı sözleri bağlı oldukları ezgilerle söyledim. Bazı Mevlana'da, Nâzım'da, Melih Cevdet'te, Hasan Dağı'nda olduğu gibi bazı sözler içinde yeni ezgiler düşündüm. Kimileri icracı, kimileri de yorumcu diyor bana, sanatta yorumsuz icra olmaz ya, ikisinin de başımın üstünde yeri var. İcracıyı kalıcı ve yaratıcı saymamak bizim ülkemizin yarı-aydınına vergi.Oysa özellikle müzik, bestecisi ile icracısı ile bütünlük içinde olan bir sanat. Yaratmanın gerçekleşmesi ikisininde var olmasına bağlı. Kaldı ki, icracının yaptığı iş de kalıcı ve yaratıcı bir iştir. Paganini bestelerinden çok icracılığı ile kaldı dünyamızda, Şalyapin de öyle Oyştrah da, Münir Nurettin de. Zamanımızın belgeleyici teknik olanakları daha da çok kanıtlayacak bunun böyle olduğunu. Bir işi geliştiriyor, ileri götürüyorsa, ister besteci, ister icracı olsun, ikiside kalıcıdır. 
 
Burada bir şeye daha değinmek istiyorum. sanatçı da tıpkı bir çiftçi, bir demirci gibi işini anlatabilmelidir. Hem diliyle hem de hüneriyle. Bir başka deyişle, kendi toplumu içinde sanatı ile ekmek yiyebilmelidir. "Beni bu halk anlamaz" demek,en azından boş bir kendini beğenmişliktir. İnsan kendini beğenmede bile yalnız kalmamalı. Halkın sanatta anlamadığı bir yer bulunabilir,sanatçı bunu umursamazlık edemez. Çünkü tüketicisi olmayan bir üretim yaşamaz. Hani hükümet zoruyla da yaşayamaz demek istiyorum. Elli yıllık değil, yüzelli yıllık deney var önümüzde.Bazı sanat kurumlarının gittikçe yozlaşması, kuruyup gitmesi bundandır. Halktan kopuk hiçbir işten, hiçbir insandan hayır gelmez.
Ağıt 
Yaratan Bizleri İnsan Yarattı 
Üç Kız Bir Ana 
Üç Selvi 
Şeyh Bedreddin Destanı'ndan 
Ninni 
Kul Hüseyin'den Bir Türkü 
Bir Asker Türküsü 
Allı Turnam 
Mahsusmahal 
Hasan Dağı 
 

 

Ağaca Tüneyen Baron - Italo Calvino


Italo Calvino’nun en sevilen kitaplarından biri olan Ağaca Tüneyen Baron, daha sonra yazarın Atalarımız üçlemesinde bir araya getirdiği kitaplardan ikincisidir. Birinci kitap İkiye Bölünen Vikont, üçüncü kitap ise Varolmayan Şövalye’dir. Ağaca Tüneyen Baron, soylu bir aileden gelen, on iki yaşındayken babasına isyan edip ağaca çıkan Cosimo üstüne yazılmış bir ütopyadır… Bir daha yeryüzüne ayak basmayacağını söyleyip bütün ömrünü ağaçların üstünde geçiren, bütün ihtiyaçlarını orada gideren; ağaçların üstünde yemek yiyen, temizlenen, okuyan, öğrenen, hatta âşık olan Cosimo, toplumdışı yaşayışına rağmen insanlarla birlikte hareket etmekte, onların yapıp ettiklerine müdahil olmaktadır. O, dünyayı değiştiremese de tanımaya ve anlamaya çalışmaktadır. Cosimo’nun biraz komik, biraz hüzünlü ve pek tuhaf bir şekilde son bulan hikâyesi, aslında insanlık tarihinin kazanma ve kaybetmesi üstüne bir hikâyedir. 

Bir Daha Aşağı İnmeyeceğim 

 15 Haziran 1767, ağabeyim Cosimo Piovasco di Rondò’nun, aramızda oturduğu son gün oldu. Dün gibi hatırlıyorum. Ombrosa’daki villamızın yemek odasındaydık, pencereler korudaki büyük pırnalın sık dallarını çerçeveliyordu. Tam öğle vaktiydi, eski bir geleneği sürdüren ailemiz o saatte sofraya otururdu. Rüzgârın denizden estiğini hatırlıyorum, yapraklar kımıldıyordu. Cosimo, “İstemiyorum dedim, istemiyorum!” diyerek salyangoz yemeği tabağını itti. Böylesi bir itaatsizlik hiç görülmemişti. Babamız Baron Arminio Piovasco di Rondò, pek çok şeyi gibi modası geçmiş, kulaklarına dek inen perukası kafasında, başköşedeydi. Ağabeyimle benim aramda, ailemizin rahibi, bizim öğretmenimiz Rahip Fauchelafleur oturuyordu. Karşımızda da annemiz, Bayan General Corradina di Rondò ve üstünde rahibe giysisiyle ablamız Battista vardı. Masanın diğer ucunda, babamızın karşısında, çiftliklerimizin yöneticisi ve su işlerine bakan, Türk usulü giyinmiş Şövalye Avukat Enea Silvio Carrega yer alıyordu. Cosimo on iki, bense sekiz yaşını henüz tamamlamıştık, aile büyüklerimizin topluca yemek yediği masaya birkaç aydır kabul ediliyorduk; zamanından önce, ağabeyimle aynı terfiden yararlanmıştım, çünkü tek başıma yemek yememe gönülleri razı olmamıştı. Yararlanmayı lafın gelişi söylüyorum: Aslında Cosimo ile benim için keyif çatılan günlerin sonu gelmişti, Rahip Fauchelafleur’le baş başa geçirdiğimiz öğünlerin yokluğunu hissediyorduk. Rahip, kabuğunda kurumuş, buruş buruş bir ihtiyarcıktı, hoş gençliğinde de böyle olsa gerekti; artık ihtiyarlamıştı, yorgundu, küçücük de olsa her zorlukta bile karşı koymanın gerek olmadığı bir kadercilik görürdü.

Orhan Kemal: Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir

 
ORHAN KEMAL SOKAĞI - K A D İ R Y Ü KS E L
 
 
Gözlediği, dinlediği, söyleştiği, soluk alıp verdiği, yaşadığı sokakları yazar Orhan Kemal. “Ben çok iyi bildiğimi yazmak isterim... Yazmak için, görmeliyim, yaşamalıyım... Ve içimdeki o hız beni itmeli...” 

Orhan Kemal’de sokak hem yazdırandır, hem de yazılan. “Ben, masa başından çok, fazlaca gezer dolaşırım. Yani iş, masa başına geçip yazmaya kaldığı zaman, mesele çoktan hallolmuştur. Gezer dolaşırım. Gezip dolaşırken kafam boyuna çalışır. Ya, yıllarca önce beni şiddetle ilgilendirmiş bir konuyu düşünmekteyimdir, ya da hemen o gün kafama bir şey takılmıştır. (...) Öz ve biçim çözümlenmişse, hele bir de nasıl başlayacağım kafamda satırlaşıvermişse, değme keyfime. Bir kol çengi, sırasına göre canımın o an çektiği İstanbul’un artık hangi lokanta, ya da meyhanesiyse, atarım kapağı. (...) Bir iki duble içilirken, konu kendini yazar da yazar.”

Babasının milletvekilliği sırasında çocukluğunun bir bölümünün geçtiği Ankara denince “...yanık, çürük, paslı tahtalar ve kerpiç kalabalığı içinden alt alta, üst üste evleri, bozuk, dar sokaklarda vizyersiz kalpaklarıyla askerleri, kalpaklı subayları, Hakimiyet-i Milliye gazetesi satan çocukları” hatırlar.

Hastalandığı yıllarda bile kendini sokaklara at-madan duramaz: “Düştüm yine İstanbul sokakla-rına ağır aksak... Cebimde başta trinitrine, çeşitli ilaçlar... Hiç acele etmeden, sağı solu kollayarak yürüyorum.(...) hastalıktan sonra nekahetimi kısa kesip, yollara düşmek, kapılar çalmak, merdivenler inip, merdivenler çıkmak zorundayım."

Sokaklar da bu iflah olmaz sokak tutkununa ardı-na dek açar kapılarını. “Beni çoğunlukla gündüzleri sokakta görürler. Ben devamlı bir yerlere giderim. Bir yerlere uğrar, bir yerlerden bir yerlere göçer dururum. Yıllardır her sabah, yaz demez, kış demez sabahın dördünde kal-karım yataktan. Ve sabah dokuza kadar yazımı yazarım. Sonra sokağa çıkarım. İkbal’e uğrar kahvemi içerim... Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir... Bir yazı için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek ve halkın değişimini algılamak. Eskimemek için... Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek gerekmektedir. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu ara halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler...”

Öykü kitaplarından birine Arka Sokak adını verecektir. Kentin kenar mahallelerinin, gecekondu mahallelerinin sokaklarıdır buralar. Büyük caddelerden söz etse bile, öyküsünü, o büyük caddelere bağlanan ara sokaklara ya da o büyük caddelerin arka sokaklarına taşıyacaktır. “Yıkıldım yıkılacak evlerin karanlık pencereleri kor-kuyla bakıyorlardı bozuk parkeli, dar sokaklara.”(Üçüncü) “Ağır, eski taşlarla örülü, karanlık bir sokakta, yan yana kayboldular.” (Parkta)“Çıktı sokağa. Sokak güneş dolu. Güneş göz alıcı, güneş sımsıcak, güneş patlamamış yeşil yaprakların kokusuyla yüklü. (...) Ahşap evlerin tahtaları kara kara ama gülüyorlar gene de, bozuk parkeler gülüyor, kuru ağaç dalları...” (Ürok Ninile)“Ahşap evlerin arasındaki bozuk parkeli, daracık sokağa gölgeler inmişti.” (Kenar Mahalle)“Dar, eğri, çamurlu sokaklardan ağır ağır dönüyor u m .” (Pırıl Pırıl)Sadece üç öyküsünde “asfalt cadde”den söz ediyor. (Telefon, Yerli Turist, Hemşerim)“Doğduğum memleketteki işim elimden alınmış, çaresiz, büyük şehre itilmiştim. Büyük şehrin beton, asfalt ihtişamını gözlerim görmüyor, tabanları delik pabuçlarımla her gün kilometreler tepiyordum. Ama ne dünyadan, ne de insanlardan ümidimi kesmemiştim, kesemiyordum.” (Hemşerim) “Abidin Paşa Caddesi üzerindeki küçük apartmanlardan birisinin duvarına sırtını dayamıştı. Başında asaletini kaybetmiş, yer yer havı dökülmüş, kepaze bir melon şapka, kaldırımdan gelip geçenleri aşağıdan yukarıya, bir tilki gibi kolluyor, gözüne kestirdiğine gür ve tertemiz sesiyle: “Allah rızası için” diye başlıyordu.” (Propagandacı)

Özellikle Çukurova’nın “kanlı topraklarını”anlattığı romanlarında karşımıza çıkan konakları, çiftlik evlerini öykülerinde pek göremeyiz. Sadece 8 öyküsünde zengin evi, konak anlatılır. Öyküsünün o kendine özgü küçük alanının, bozuk parkeli, çamurlu, dar Orhan Kemal Sokağı’nın içerisinde konakların yeri olmaz, konaklar daha geniş ve katmanlı hikâyelerin mekânları olacaktır. “Ev, tek gözden ibaretti, damı saz örtülüydü, kerpiç duvarları da kambur kambur.” (Teber Çelik’in Karısı)     “İstanbul’un çok büyük, çok süslü yapılarla ünlü semtlerinden birinin kıyısındaydı gittiğim ev. Eski İstanbul ahşap evleri biçiminde, şahnisli, cumbalı, kiremitli, saçakları dantela gibi oymalı. (...) alt katta daracık bir dehliz. Loş, dört beş metre uzunluğunda. Sonda, sağlı sollu ufacık ufacık iki oda. Herhalde o mutlu uşaklar otururdu bu odalarda.”(Yandan Çarklı)

En çok vapurla (10 öykü) yolculuk ediyor Orhan Kemal’in öykü kişileri. Sonra otobüs (8 öykü) ve ardından dolmuş (6 öykü) geliyor. Taksi, tramvay, kamyon ve tren birer ikişer öyküde yer alıyor. “Haliç vapurlarından birinin en alt aynalı salonundayım. Önümde kocaman ayna. Sağımda, Haliç kıyılarını, hırçın denizi gören geniş pencere. Salon kalabalıktı. Bütün sıralar omuz omuza. Bir an, can sıkıntısıyla önümdeki aynaya gözlerimi tam çevirmiştim ki, iri, simsiyah bir çift göz!” (O Kadın)

Öykücülüğünün en nitelikli öyküleri ara-sında yer alacaktır bu tür öyküler. (Çocuk, Aslan Tomson, Tarzan, Sevinç, Delibozuk, Uyku, Harika Çocuk, Kahya, Fırlama)“Ayağında babasının kocaman postalları, başında kulaklarına geçmiş kasketi, boynuna kınnapla asılı işportasıyle evden çıktı. Çoluğu çocuğu etrafını almış, gaileli bir ev erkeği hesaplılığıyle sokağı geçti. Caddedeki tütüncünün bulunduğu köşeye işportasını her zamanki gibi yerleştirdi.” (Aslan Tomson)

Sokakta oynayan çocukların anlatıldığı öykülerin nerdeyse tamamında futbol oynanır. Bazen Orhan Kemal de futbol oynayan çocukların topuna vuracaktır.“Bir arsadan geçerken, top oynayan çocuklara rastlıyorum. Onlar gibi, onlardan biri gibiyim. Ceket-lerden yaptıkları kaleye penaltı atıyorlar. Pervasızca sokuluyorum. (...) Topu on sekize dikerek geriniyorum ve sol açıyı gösterip sağ açıya müthiş bir dış, gol!” (Kırk Yaş)

 Orhan Kemal Sokağı, kendine özgü bir öykü damarı kurabilmiş, öykücülüğümüzün köşe taşlarından biri olan Orhan Kemal’in yazın dünyasına ve kendinden sonra öykü yazacak olanlara bıraktığı en büyük mirastır. Sokağı temizleyip çıkmayalım dolaşmaya, o parkesiz, çamurlu sokakların bugün nasıl bir sokağa dönüştüklerini, o sokağın insanlarının bugün hangi yoksulluklarla boğuşup ekmek kavgası verdiklerini görüp öyle dolaşalım. Orhan Kemal Sokağının hepimize söyleyeceği, öğreteceği çok şey var.yenie.net