22 Kasım 2021

Tekliğin Türküsü Sevgi Soysal, İpek Şahbenderoğlu (Derleyen), Funda Soysal (Derleyen)

 Tekliğin Türküsü, Sevgi Soysal’ın kitaplarına girmemiş hikâye, çeviri, eleştiri yazısı gibi edebi metinleriyle kendisiyle yapılmış söyleşi ve soruşturmalardan oluşuyor. Bu farklı türdeki metinler arasında bütünlük ve devamlılık kurmak başta zor gibi görünse de, dikkatli bir okumayla, bu yazıları Sevgi Soysal’ın bir tür edebi biyografisi gibi değerlendirmek mümkün. Okur, kitap boyunca yazarın ilham kaynaklarına, etkilendiği sanatçı ve düşünürlere, imge dünyasının oluşumuna şahit oluyor, böylece onun eşsiz birikiminin ve etkisi bugüne dek uzanan eserlerinin ortaya çıkış sürecini izleyebiliyor.

Genç yaşından itibaren Ankara’nın 1960’lardaki canlı edebiyat dünyasının içinde çevirileri ve öyküleriyle yer alan Sevgi Soysal, ilk kitabı Tutkulu Perçem’i 1962 yılında yayımladı. 12 Mart’ın ardından uzaklaştırılmasına değin TRT Ankara Radyosu’nda program uzmanı olarak çalıştı. Radyo için yazdığı öyküleri kitaplaştırdığı Tante Rosa (1968) farklı üslubuyla edebiyat çevrelerini şaşırttı. Çocukluktan itibaren biçimlenen yönleriyle kadın-erkek ilişkilerini işlediği ilk romanı Yürümek’le (1970) TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü’nü kazandı. 1973’te yayımlanan Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, 12 Mart ile bastırılmaya çalışılan gençlik hareketi ile Ankara’nın gündelik yaşamını devrilen bir kavağın etrafında kesiştirmesiyle büyük ilgi gördü ve 1974 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. Adana’da sürgünde bulunan bir kadının gözünden 12 Mart’ı eleştirdiği romanı Şafak, 1975’te yayımlandı. Önce Politika gazetesinde tefrika olarak yayımlanan cezaevi anıları, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adıyla kitaplaştırıldı (1976). 1968 ile 1976 yılları arasında yazdığı öykülerini Barış Adlı Çocuk (1976) kitabında bir araya getirdi. Bu kitaptaki “Bir Ağaç Gibi” adlı öyküsüne de yansıttığı hastalığı nedeniyle, son romanı Hoş Geldin Ölüm’ü tamamlayamadan, 22 Kasım 1976’da hayatını kaybetti. Politika, Yeni Ortam ve Yenigün gazetelerinde yazdığı yazılar, Bakmak (1977) ve Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri (2014) adlı kitaplarda toplandı. Londra’dayken BBC Türkçe Servisi için yazdığı konuşmalar Radyo Sohbetleri (2005) ve TRT’de çalışırken kaleme aldığı radyo oyunları Venüslü Kadınların Serüvenleri (2017) adıyla  kitaplaştırıldı.


Üç Nokta Bir de Noktalı Virgül

Birinci Koşut

En sevdiği böcekleri doldurmuştu şişenin içine. En seçtiği böcekler. Onları bir araya getirmek ne denli zor olmuştu. İşte doldurmuştu ama onları bir şişenin içine. Artık toplaması, bir araya getirmesi bitmişti. En sevilen böceklerin toplanıp bir seyir şişesinin içine doldurulması belki güzel bir bitimdir ya da güzel bir başlangıç – öyle sanmıştı. Oysa onlar, o bir araya getirdiği en sevdikleri, bu seçimden hoşnut değildiler. Yenişip duruyorlardı şişenin içinde. Her biri, herhangi birinin yok oluşu için buradaydı sanki. Yenişip duruyorlardı bir ölüme. Onları birlikte istemişti oysa. Onları tek tek birlikte olsunlar diye seçmişti. Birini, herhangi birini nasıl olsa bulurdu, ama hepsini, hepsini bir arada? Olmuştu işte. Şişenin içindeydiler tümü. Bir yok ediş, bir kanlı savaş için yapmamıştı bunu ama. Yapmadığını sanmıştı. Sonuç değişmezdi yine de. Sonuç tekti: En sevdiği böcekler bir savaş için şişedeydiler, tümünün ölümü olan bir savaş için vardılar. Birinin ya da herhangi birinin geriye kalması olmayan bir savaş için. Hep aynı güçteydiler – her biri hem öldürüp hem de ölebilecek güçteydiler – nedense en sevdiği böcekler hep aynı güçteydiler – bir birlik ölümün birlik gücünde. Ama uzun süreler geçecekti bu savaşla. Bu çok üzünçlü seyirler olacaktı ona. O yitirmişti beklemelerini. O yitirmişti başlamalarını. En sevdiği böcekleri toplarken yitirmişti bir şeylerini. Bir seyre hazırlamıştı kendini – nasıl olacağını belki bilemediği,ama yine de bildiği, bu şişenin savaşına benzemediğini bildiği bir seyre. Bir yere varmıştı. Bu şişeye varmıştı. Böceklerin savaşı saçmalığını mı söylüyordu varmanın? Varmaların başlamalarla uyumsuzluğunu mu? Artık varmaların dışında kaldığını mı? Artık bir şeyleri bir araya getirmenin, yeni seçmeler yapmanın anlamsızlığını mı?

Bir önceye almak, bir karışmak duygusuydu en son. Bu en sevilenlerin, en beklenmedik davranışına karışmaktı. Bu nasıl olsa gelecek bitimi kendi yapmaktı. Son çabasıydı. O çok sürelerde topladığı, o çok sürelerde topladığı, o çok sürelerde bir araya getirdiği en sevdiği böceklerin seçilmiş şişesini böyle kırıverdi işte, böcekleri ayakları altında böyle eziverdi işte.

İkinci Koşut

Dokuz oda. Bir adam ve dokuz oda. Adam biliyordu dokuz odası olduğunu. Birdenbire değil tabii. Sırayla bitmişti odaları. Odaları, odaların verebileceği, odaların kapsadığı ve kapsamadığı şeyleri tek tek yaşamıştı. Odalar vardı; o vardı; o odaları biliyordu; odaları bitirmişti; oysa odaları, odaların verebildiği, odaların kapsadığı ve kapsamadığı şeyleri yeniden ve yeniden yaşamaya en azından zorunluydu. Odalar var dedik, bir de adam var dedik, şimdi odaların yaşamı olsun da adamın olmasın mı? Bir de kendi vardı: Odaların yaşamı dışında kendi yaşamı. Bir uyumsuzluk olduğu bu iki yaşam arasında açık; bence açık, sizce? Sizce de açık. On odası olsa iyiydi bakın. On odası olsaydı tamamdı. Bir odalık yaşamı artıyordu işte – bildik mi? Bildik. Birisi, kim olduğunu ne onun, ne de bizim bildiğimiz birisi, salakça bir hata yapmıştı. Ufak bir sayı hatası. Kim olduğunu ne onun ne de bizim bildiğimizden olacak, suçlanamayan birisi bir sayı hatası yapmıştı. İşte adam, “On oda olsaydı, on oda olsaydı,” diye diye ve belki de bizim böyle dememizi duya duya, on odası olduğuna, tabii önce olması gerektiğine, sonra da olduğuna inanıverdi. Bir gün onuncu odayı varsaydı. Başka bir gün onuncu odayı vargördü. Bu sevincin çılgınlığıyla o ah! Nasıl da usandığı dokuz odaya işedi önce. Sonra açtı onuncu odanın olmayan kapısını. Güzel olabilirdi! El çırptık, güzel olabilirdi.


Ama olmayan bir oda olsun mu şimdi? Elbette adam boşluğa – onuncu odanın yokluğuna düştü.

Üçüncü Koşut

Biri baktı ki hayvanlar gülmüyor, hemen düşündü ve dedi ki: Gülmek doğal bir davranış değildir. Ah nasıl da inanıyordu doğaya! Ey nasıl da tapıyordu doğaya! İnsanların doğaya aykırı gülmelerini yok etmek onun işiydi artık. Onları bu gülmelerden arıtmak elbette onun işiydi. Bütün gülmeleri insanlarından toplamak çok yorucu oldu doğrusu. Bu hiç de kolay olmadı bakın. O yaptı bunu. Bir tanrı saydığı için kendini, bir şeye tapan ilk Tanrı saydığı için kendini, yapabildi bu işi galiba. Sonra bitti gülmeler. Doğa burada karıştı işe. Bu tapmayı tanrılığa vardıran adama kızan doğa, hayvansal yani doğasal bir gülüş veriverdi insanlara. Aykırı gülmelerinden arınan insanlara özünden kopardığı hayvansal gülmeleri verdi. Biri döndü, biri baktı. Baktı her şeyler tam doğal, her şeyler tam hayvansal, bir keyiflendi bir keyiflendi;bir gülme geldi içinden, bir gülme geldi içinden – o an işte,o an kendi gülmesi olmadığını anladı. “Ey taptığı, ey inandığı Tanrı! Ey doğa! Bana oyun oynadın sen! Bir ben kaldım doğaya aykırı! Hani benim tapmalarım? Hani benim tapma tanrılığım? Aşkolsun sana!” diye ağlayarak biri sırtını döndü doğaya küskün.


Dördüncü Koşut

Üç deli noktayı bastırdılar hemen. Ben akıllıyım. Noktalı virgülü bilirim ben. Bilirim ama söylemem. Onlara da söylemedim işte. Hah hah hay! Onlara söylemedim işte!


Aldous Huxley "“Ben ağaçların hepsini severim, ama zeytin ağacı bir başka. Her şeyden önce onun simgeledikleri: yapraklarıyla barış, altın sarısıyla mutluluk”


 
 
Aldous Huxley; The Olive Tree
 

Ataol Behramoğlu - Bir ülke nedir?

 

Bir ülke nedir diye sordum
Düş kuranın birine
Ülke düşlerdir dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Kırda açan çiçeğe
Ülke kokumdur dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Gökte uçan şahine
Ülke avımdır dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Yerde sürünen yılana
Ülke yuvamdır dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Cebi dolu birine
Ülke paramdır dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Cebi delik birine
Şöyle bir süzdü beni
Dedi ki git işine

1983