10 Şubat 2019

Bin Kuş Ayışığında - Refik Durbaş

Şimdi senin soluğunda akşam

çiçekler ve sular kadar yalnızım

bir o kadar da esmer saçların

bin kuş esiyor sanki ayışığından


Montesquieu ve Kanunların Ruhu


MONTESQUIEU'nun Toplumsal Düzen Anlayışı

Montesquieu'ya göre insanları, dolayısıyla toplumları pek çok şey yönetir: iklim din, kanunlar, hükümet ilkeleri, tarihten alınan dersler, ahlâk, örf ve âdetler. Bunların hepsi bir toplumun "Genel Ruhu"nu, yani millî karakter özelliklerini oluşturur. "Her millette bu sayılanlardan bir veya birkaçı kuvvetli olabilir, diğerleri ise daha zayıf kalabilir. Örneğin vahşiler (ilkel ya da yerli diye nitelendirilen toplumlar anlamına) üzerinde iklim tek başına hükmederken, Çinlileri örf-âdet yönetir; Japonları kanunlar baskı altında tutar, İsparta'da bir zamanlar ahlâk etkindi; Romanın özelliklerini belirleyen ise hükümet ilkeleri ile eski gelenekler idi.
Montesquieu böylece insan karekterinin biçimlenmesinde ve dolayısıyla toplumsal müesseselerin ve toplumların biçimlenmesinde ve farklılaşmasında iklim gibi doğal etkenler ile dinj örf-âdet, ahlâk yönetim biçimi gibi toplumsal müesseseleri sıralarken, bunların arasına kanunları da katar. Böylece toplumsal düzenin sağlanmasında kanunların tek başına etkili olmadığını da vurgulamaktadır. Ona göre aklen bulunabilecek en mükemmel kanunlarla bile bir toplumu istenilen biçime sokmak mümkün değildir. Toplumsal yaşamı düzenlemede kanun koyucuların rolü vardır; fakat bu| sınırsız değildir. Kanun koyucu da içinde bulunduğu koşullara bağımlıdır. Görüldüğü üzere Montesquieu, toplumsal düzenin sağlanrhasında hukukun dışında kalan türlü düzen tiplerinin varlığına da dikkati çekmektedir.

Montesquieu ve Kanunların Ruhu


Kış Şiiri - Boris Pasternak


Kapı açıldı, buharla doldu mutfak,
Soğuk, yuvarlana yuvarlana daldı içeri.
Her şey eskisi gibi oluverdi bir anda
Çocukluk yıllarındaki o akşamlar gibi.

Hava kupkuru ve tertemiz
Ve dışarda, beş adım ötede
Süklüm püklüm duruyor kış
Yüzü tutmuyor içeri girmeye.

Kış. Ve işte her şey ilk kez başlıyor sanki.
Ağarmış uzaklıklarına doğru kasımın
Uzaklaşıyor aksöğütler
Değneksiz ve rehbersiz körler gibi..

Nehir buz tutmuş, donmuş sepetçi söğütü.
Ve konsol üstünde bir ayna gibi
Bir buz tabakasına, enlemesine
Yerleşmiş kara gök kubbesi.

Ve karşısında onun, yol kavşağında,
-Yarı yarıya kara gömülmüş kavşakta-
Seyrediyor bu aynada kendini
Kayın ağacı, saçında bir yıldızla.

Ve gizlice sezmektedir ki o
Kış, harikalarla doldurmuştur her yeri;
Kır evini, uzakta görülen,
Ve kendi tepelerini...

Çeviri:Ataol Behramoğlu


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin - Sen ve Siz

 
Ruhsuzca siz'i, yürekten sen'le. 
Karıştırıverdi dili sürçerek. 
Ve sevdalı gönüldeki, 
Tüm mutlu düşlere, 
Yeniden can verdi. 
Öyle düşünceli, dururken önünde, 
Ve alamazken ondan gözlerimi, 
Dudaklarımdan dökülen: 
"Siz ne kadar hoşsunuz!", 
Oysa yüreğimdeki: 
"Nasıl seviyorum seni!"

Dört Aşk Şarkısı - Bertolt Brecht

1.
Senden ayrıldığımda
O güzel günün sonunda
Açılınca gözlerim
Ne çok sevinçli insan varmış dedim.

İşte o akşamdan sonra
Sen bilirsin ya
Daha güzel dudaklarım
Çekirge gibi çevik bacaklarım

Ben böyle olalı beri
Daha yeşil ağaç, fidan ve tarla
Daha bir güzel suyun serinliği
Başımdan aşağı boşaltınca
2.
Beni sevindirdiğinde
Bazen düşünürüm:
Şimdi ölüversem
Mutlu kalırım
Sonsuza kadar.

Sonra yaşlanıp
Beni düşündüğünde
Tıpkı bugünkü gibi görünürüm sana
Bir sevdiceğin olur
Henüz gencecik.
3.
Küçücük dalda yedi gül
Altısını rüzgar alır
Ama biri kalır
Bulayım diye onu

Yedi kez çağıracağım seni
Altısında gelme
Ama söz ve yedincisine
Tek sözümle gel.
4.
Bir dal verdi bana sevgili
Üzerinde sarı yapraklarda

Yıl dediğin geçer gider
Aşk ise hep yeni başlar.

Çeviri:Turgay Fişekçi
 
 

Dostoyevski " Bana gelince, sizlerin ancak yarıya kadar getirmek yürekliliğini gösterdiğiniz şeyleri ben sonuna dek götürmekten başka bir şey yapmadım yaşamımda. "



  




Alice Walker "Kölelikten çok şey öğrendik"


1944 yılında yoksul bir siyah ailenin sekizinci çocuğu olarak dünyaya gelen Alice Walker, ABD'de 1960'lı yıllardan günümüze insan hakları hareketinin ayrılmaz bir parçası olan bir şair - yazar. 1982 yılında yazdığı Amerikan Kitap ve Pulitzer Ödülünü alan "Renklerden Mor" adlı kitabı, sinemaya "Mor Yıllar" adıyla uyarlandı. Yazarın "Devrimci Petunyalar" adlı şiir kitabı Türkçede Günışığı Kitaplığı'ndan çıktı. Sözkonusu kitabın çevirisini yapan ikiliden Ahmet Nazım, Alice Walker ile California'daki evinde bir söyleşi yaptı.

Kadınlar üzerindeki baskının evrensel olduğu bir gerçek. Bu ataerkil baskı nasıl başladıysa, yine öyle ortadan kaldırılabilir.
Ahmet Nazım

  *Yapıtlarınızda güçlü bir evrensellik var. Son şiirlerinizin birinde, "...Ey şairler / şarkıcılar / dünya / çocukları / birleşin..." diyorsunuz. Bilinçli olarak ortaya koyduğunuz bir tavır mı bu, yoksa kültür mirasınızın doğal olarak sözcüklere dökülmesi mi?
       Kuşkusuz hepimiz aynı dünyanın insanlarıyız. Bunun aksini söyleyenlerin gerçekten de gizli bir amacı olmalı. Yalnızca görüntülerimiz farklı. Önderimiz olarak ortaya çıkanlardan, şimdiye dek yaptıklarından daha iyisini beklemek safdillik olur. Çok kötü işler becerdiklerini gördük. Elimizden geldiğince bizi, bizim temsil etmemiz gerekli. Barışı bizim sağlamamız gerekli.
       * "Renklerden Mor" romanınızın filmi, "Mor Yıllar" adıyla Türkiye'de gösterildi. Roman mektuplardan oluşuyor. Güney'li bir kadın olan Celie'nin, çoğunlukla Tanrı'ya, ara sıra da evden kaçan kızkardeşi Nettie'ye yazdığı mektuplardır bunlar. Celie'nin niye Tanrı'ya yazdığını açıklar mısınız?
       Bir yönden bakıldığında Tanrı'yla konuşmak. O'na yazmak, sansür edilmeyen tek iletişim yolu. İnsanları ruhen sömürgeleştirmek için büyük yatırımlar yapıldı. Bu nedenle size verdikleri(!) Tanrı'ya yazmanın zararı yok. Buraya kadar, çok güzel. Ama bütün bunların ardından, mektupları gönderdiğiniz kişinin o adreste olmadığını keşfetmek de size kalmış bir şey. O posta kutusunun ardında kimsenin olmadığını... Bu kitapta olan da bu zaten. Celie, bu ruh sömürgeciliğinin kurbanı. Eline tutuşturulmuş(!) bu Tanrı'yla yazışmaları sırasında (ki, bu yazışmalar kendi içinizde bir meditasyondan başka bir şey değildir!) Tanrı'nın onlar için çalıştığını (gerçekten de onlar adına çalıştığını) ve kendisine hiçbir yararı olmadığını yavaş yavaş anlıyor. "Benim durumum korkunç, o taraftan bana gelecek yardım yok" diyor kendi kendine.
       *Roman 1900'lerin başında Güney'deki yaşamı anlatıyor. Yalnızca beyazların baskısını değil. Güney'li kadınların kişisel çabalarını, onların erkeklerle olan ilişkilerini de resimliyor. Bu roman ve filmi nasıl tepkiler uyandırdı?
       Aramızda, siyah toplumun dünyadaki her kötü şeyden bağışık olduğuna inananlar vardı. Bizde ne machismo vardı, ne kadınlara baskı yapılırdı, ne de çocuklarımız, kadınlarımız dövülürdü. Kuşkusuz bütün bunlar çok saçma. Hatta komik. Bu tavrın değişmesi yıllar aldı, hala da bu uğraş sürüyor. Ama şimdilerde insanların daha açık davrandıklarını görmek kıvanç verici. Bu sorunlar nasıl bütün toplumlarda varsa, bizim çevremizde de olduğu artık kabulleniliyor. Çünkü, kadınlar üzerindeki baskının evrensel olduğu bir gerçek. Bu ataerkil baskı nasıl başladıysa, yine öyle ortadan kaldırılabilir.
       *1960'larda İnsan hakları Hareketi'nin içinde yer aldınız. Günümüzde bu uğraşı nasıl değerlendiriyorsunuz?
       Çok şey kazanıldı, özellikle bireyin saygınlığı yönünde. Lokantalarında yemek yiyemediğiniz, kütüphanelerine gidemediğiniz bir ülkede yaşamanın iyi bir yanı olabilir mi? İkinci ya da üçüncü sınıf bir vatandaş olduğunuzu duyumsamamak olanaksız. Çocuklarımıza verilen büyük ziyan bu. Siyahlar için ayrılan her şey aşağı, adiydi. Bu kökünden değişmek zorundaydı. Ve çok seviniyorum ki bunu başardık.
       Öte yandan, ayrımcılık döneminde, hatta köleliğin kaldırılmasından başlayarak 1960'lara kadar, siyahlar sımsıkı dokunmuş, destekleyici bir ortam yaratmıştı. Bugün bu ortam inanılmaz bir darbe yemiş durumda. Bir yol ayrımındayız, karar vermek zorundayız. Bu kültürün bir parçası olarak yaşamayı sürdürecek miyiz, yoksa bir yolunu bulup bağımsızlaşabilecek, uğrunda canlar verdiğimiz, hapislere girdiğimiz, eziyetler çektiğimiz hakları koruyabilecek miyiz? Tam kaynaşmadan biraz da olsa geriye adım atmak. Bu delilikten biraz da olsa uzaklaşmak. Yaşadığmız ikilem bu işte.
       *Dini bağnazlık konusunda, hangi yönden gelirse gelsin, ödün vermez bir tavrınız var. Şu dizeleriniz aklıma geliyor. ".. Pranga diye kutsal / yazılar / sinek gibi inançlar / kilitler / ve yalanlar gibi / gülümsemeler.."
       Dinsel bağnazlık kadınlar hakkında hiç hayırlı olmamıştır. Erkekler için de aslında, çünkü sevdikleri insanlara karşı katı davranmak zorunda kalıyorlar. Zor bir durum gerçekten. En az sizin kadar özgür davranmak hakkına sahip bir kadına, kendi isteklerinizi kabul ettirmeye çalışıyorsunuz. Dinsel dogma, insanları istediklerinden çok daha dar bir alana sıkışmak zorunda bırakıyor. Benim annem, babam Katolik, ya da Baptist, ya da Protestan, ya da Yahudi ve ben de dolayısıyla öyleyim diyorsunuz? Yok böyle şey.
       Gerçekten de hiç oturup düşündünüz mü? Belkide bunlardan hiçbiri değilsiniz, bütün bunların çok ötesindesiniz. Çoğumuz bunların çok ötesindeyiz aslında. Sürekli birbirleriyle didişen dinler değil bizi bir arada tutan.
       *Kadın haklarından söz edildiğinde sizin ortaya attığınız bir sözcük var: Womanist. bunu biraz açıklar mısınız? Feminizm bağlamında ne ifade ediyor?
       Siyah feminizmle aynı anlama geliyor, womanizm. Ancak, feminizme bir de siyah sözcüğünü eklemek hoşuma gitmedi, çünkü o zaten bir bütünü simgeliyor benim için. Bizim için yalnızca bir renk sorunu değil bu, bir tavır sorunu.
       Köleliğimiz sırasında çok şey öğrendik. Şükürler olsun ki, boşa gitmedi bu yıllar. Biz beyazlardan kötü muamele gördüğümüz için, kendi aramızda seksizmi bir kenara itebildik, birlikte çalışmayı, kadınların da erkekler kadar güçlü olduklarını öğrendik.
       Siyah kadının gördüğü Amerika ile beyaz kadının gördüğü Amerika aynıymış gibi davranmanın hiç gereği yok.
       * Son romanınız "Sevincin Gizine Sahip Olmak"ta işlediğiniz konu, Afrika'da uygulanan biçimiyle kadın sünneti. Sizin deyiminizle "kadınların cinsel açıdan köleleştirilmesi."
       Bir tür işkence bu aslında. Yaşadığınız sürece sizinle kalan bir işkence. Ve yalnızca Afrika ile sınırlı bir uygulama da değil, her yerde karşınıza çıkabiliyor. Böyle şeyleri Atlanta'da, San Fransisco'da bile yaptıklarını öğrenince şok geçirdim diyebilirim.
       *Üzerinde çalıştığınız roman...
       Adı, "Babamın Gülüşünün Aydınlığında". Ekimde yayımlanacak, Radom House tarafından. İki yıldır bitirmeye çalışıyorum. kitapta, babaların kızlarını onaylamaları, tanımaları ve onların cinselliğini kabullenmeleri gerektiği teması üzerinde duruyorum.