1944 yılında yoksul bir siyah ailenin sekizinci çocuğu olarak dünyaya gelen Alice Walker, ABD'de 1960'lı yıllardan günümüze insan hakları hareketinin ayrılmaz bir parçası olan bir şair - yazar. 1982 yılında yazdığı Amerikan Kitap ve Pulitzer Ödülünü alan "Renklerden Mor" adlı kitabı, sinemaya "Mor Yıllar" adıyla uyarlandı. Yazarın "Devrimci Petunyalar" adlı şiir kitabı Türkçede Günışığı Kitaplığı'ndan çıktı. Sözkonusu kitabın çevirisini yapan ikiliden Ahmet Nazım, Alice Walker ile California'daki evinde bir söyleşi yaptı.
Kadınlar üzerindeki baskının evrensel olduğu bir gerçek. Bu ataerkil baskı nasıl başladıysa, yine öyle ortadan kaldırılabilir.
Ahmet Nazım
*Yapıtlarınızda güçlü bir evrensellik var. Son şiirlerinizin birinde, "...Ey şairler / şarkıcılar / dünya / çocukları / birleşin..." diyorsunuz. Bilinçli olarak ortaya koyduğunuz bir tavır mı bu, yoksa kültür mirasınızın doğal olarak sözcüklere dökülmesi mi?
Kuşkusuz hepimiz aynı dünyanın insanlarıyız. Bunun aksini söyleyenlerin gerçekten de gizli bir amacı olmalı. Yalnızca görüntülerimiz farklı. Önderimiz olarak ortaya çıkanlardan, şimdiye dek yaptıklarından daha iyisini beklemek safdillik olur. Çok kötü işler becerdiklerini gördük. Elimizden geldiğince bizi, bizim temsil etmemiz gerekli. Barışı bizim sağlamamız gerekli.
* "Renklerden Mor" romanınızın filmi, "Mor Yıllar" adıyla Türkiye'de gösterildi. Roman mektuplardan oluşuyor. Güney'li bir kadın olan Celie'nin, çoğunlukla Tanrı'ya, ara sıra da evden kaçan kızkardeşi Nettie'ye yazdığı mektuplardır bunlar. Celie'nin niye Tanrı'ya yazdığını açıklar mısınız?
Bir yönden bakıldığında Tanrı'yla konuşmak. O'na yazmak, sansür edilmeyen tek iletişim yolu. İnsanları ruhen sömürgeleştirmek için büyük yatırımlar yapıldı. Bu nedenle size verdikleri(!) Tanrı'ya yazmanın zararı yok. Buraya kadar, çok güzel. Ama bütün bunların ardından, mektupları gönderdiğiniz kişinin o adreste olmadığını keşfetmek de size kalmış bir şey. O posta kutusunun ardında kimsenin olmadığını... Bu kitapta olan da bu zaten. Celie, bu ruh sömürgeciliğinin kurbanı. Eline tutuşturulmuş(!) bu Tanrı'yla yazışmaları sırasında (ki, bu yazışmalar kendi içinizde bir meditasyondan başka bir şey değildir!) Tanrı'nın onlar için çalıştığını (gerçekten de onlar adına çalıştığını) ve kendisine hiçbir yararı olmadığını yavaş yavaş anlıyor. "Benim durumum korkunç, o taraftan bana gelecek yardım yok" diyor kendi kendine.
*Roman 1900'lerin başında Güney'deki yaşamı anlatıyor. Yalnızca beyazların baskısını değil. Güney'li kadınların kişisel çabalarını, onların erkeklerle olan ilişkilerini de resimliyor. Bu roman ve filmi nasıl tepkiler uyandırdı?
Aramızda, siyah toplumun dünyadaki her kötü şeyden bağışık olduğuna inananlar vardı. Bizde ne machismo vardı, ne kadınlara baskı yapılırdı, ne de çocuklarımız, kadınlarımız dövülürdü. Kuşkusuz bütün bunlar çok saçma. Hatta komik. Bu tavrın değişmesi yıllar aldı, hala da bu uğraş sürüyor. Ama şimdilerde insanların daha açık davrandıklarını görmek kıvanç verici. Bu sorunlar nasıl bütün toplumlarda varsa, bizim çevremizde de olduğu artık kabulleniliyor. Çünkü, kadınlar üzerindeki baskının evrensel olduğu bir gerçek. Bu ataerkil baskı nasıl başladıysa, yine öyle ortadan kaldırılabilir.
*1960'larda İnsan hakları Hareketi'nin içinde yer aldınız. Günümüzde bu uğraşı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok şey kazanıldı, özellikle bireyin saygınlığı yönünde. Lokantalarında yemek yiyemediğiniz, kütüphanelerine gidemediğiniz bir ülkede yaşamanın iyi bir yanı olabilir mi? İkinci ya da üçüncü sınıf bir vatandaş olduğunuzu duyumsamamak olanaksız. Çocuklarımıza verilen büyük ziyan bu. Siyahlar için ayrılan her şey aşağı, adiydi. Bu kökünden değişmek zorundaydı. Ve çok seviniyorum ki bunu başardık.
Öte yandan, ayrımcılık döneminde, hatta köleliğin kaldırılmasından başlayarak 1960'lara kadar, siyahlar sımsıkı dokunmuş, destekleyici bir ortam yaratmıştı. Bugün bu ortam inanılmaz bir darbe yemiş durumda. Bir yol ayrımındayız, karar vermek zorundayız. Bu kültürün bir parçası olarak yaşamayı sürdürecek miyiz, yoksa bir yolunu bulup bağımsızlaşabilecek, uğrunda canlar verdiğimiz, hapislere girdiğimiz, eziyetler çektiğimiz hakları koruyabilecek miyiz? Tam kaynaşmadan biraz da olsa geriye adım atmak. Bu delilikten biraz da olsa uzaklaşmak. Yaşadığmız ikilem bu işte.
*Dini bağnazlık konusunda, hangi yönden gelirse gelsin, ödün vermez bir tavrınız var. Şu dizeleriniz aklıma geliyor. ".. Pranga diye kutsal / yazılar / sinek gibi inançlar / kilitler / ve yalanlar gibi / gülümsemeler.."
Dinsel bağnazlık kadınlar hakkında hiç hayırlı olmamıştır. Erkekler için de aslında, çünkü sevdikleri insanlara karşı katı davranmak zorunda kalıyorlar. Zor bir durum gerçekten. En az sizin kadar özgür davranmak hakkına sahip bir kadına, kendi isteklerinizi kabul ettirmeye çalışıyorsunuz. Dinsel dogma, insanları istediklerinden çok daha dar bir alana sıkışmak zorunda bırakıyor. Benim annem, babam Katolik, ya da Baptist, ya da Protestan, ya da Yahudi ve ben de dolayısıyla öyleyim diyorsunuz? Yok böyle şey.
Gerçekten de hiç oturup düşündünüz mü? Belkide bunlardan hiçbiri değilsiniz, bütün bunların çok ötesindesiniz. Çoğumuz bunların çok ötesindeyiz aslında. Sürekli birbirleriyle didişen dinler değil bizi bir arada tutan.
*Kadın haklarından söz edildiğinde sizin ortaya attığınız bir sözcük var: Womanist. bunu biraz açıklar mısınız? Feminizm bağlamında ne ifade ediyor?
Siyah feminizmle aynı anlama geliyor, womanizm. Ancak, feminizme bir de siyah sözcüğünü eklemek hoşuma gitmedi, çünkü o zaten bir bütünü simgeliyor benim için. Bizim için yalnızca bir renk sorunu değil bu, bir tavır sorunu.
Köleliğimiz sırasında çok şey öğrendik. Şükürler olsun ki, boşa gitmedi bu yıllar. Biz beyazlardan kötü muamele gördüğümüz için, kendi aramızda seksizmi bir kenara itebildik, birlikte çalışmayı, kadınların da erkekler kadar güçlü olduklarını öğrendik.
Siyah kadının gördüğü Amerika ile beyaz kadının gördüğü Amerika aynıymış gibi davranmanın hiç gereği yok.
* Son romanınız "Sevincin Gizine Sahip Olmak"ta işlediğiniz konu, Afrika'da uygulanan biçimiyle kadın sünneti. Sizin deyiminizle "kadınların cinsel açıdan köleleştirilmesi."
Bir tür işkence bu aslında. Yaşadığınız sürece sizinle kalan bir işkence. Ve yalnızca Afrika ile sınırlı bir uygulama da değil, her yerde karşınıza çıkabiliyor. Böyle şeyleri Atlanta'da, San Fransisco'da bile yaptıklarını öğrenince şok geçirdim diyebilirim.
*Üzerinde çalıştığınız roman...
Adı, "Babamın Gülüşünün Aydınlığında". Ekimde yayımlanacak, Radom House tarafından. İki yıldır bitirmeye çalışıyorum. kitapta, babaların kızlarını onaylamaları, tanımaları ve onların cinselliğini kabullenmeleri gerektiği teması üzerinde duruyorum.