31 Mayıs 2020

Dünya Sigara İçmeme Günü

Her yıl 31 Mayıs tarihinde Dünya Sağlık Örgütü üye devletlerince 1987 yılından bu yana tüm dünyada kutlanan önemli gündür. Bu günde, sigara kullanıcılarının 24 saat süreyle sigarayı bırakmaları teşvik edilmektedir.
Sigara kullanımıyla oluşan önlenebilir hastalık ve ölümlere dikkati çekebilmek için Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından etkinlik günü olarak belirlenen ‘31 Mayıs Dünya Sigarasız Günü’, örgüte üye devletler tarafından 1987 yılından beri kutlanıyor. Gün nedeniyle tüm dünyada sigaranın zararlarına dikkat çekilen etkinlikler düzenleniyor.

Sigara kullanımı, halk sağlığı için ciddi sonuçları olan küresel bir sorun. Sigara tüketiminin ve sigara dumanına maruz kalmanın, ölüme, hastalıklara ve sakatlıklara neden olduğu bilimsel bir gerçek. Dünyada 1.3 milyar kişi sigara içiyor. Başlıca tetikleyicisi sigara kullanımı olan kanserden ölen kişi sayısı yılda 7 milyon, yeni vaka sayısı 11 milyon. 25 milyon insansa kanserle yaşıyor.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, Türkiye’de 20 milyon kişi sigara içiyor. Yılda yaklaşık 100 milyon kişi sigaraya bağlı hastalıklardan hayatını kaybediyor. Türkiye’de sigara satın almak için harcanan para günde 70 milyon TL. 1960-2000 yılları arasında gelişmiş ülkelerde sigara kullanımı yüzde 23 azalırken, gelişmekte olan ülkelerde her yıl yüzde 3.4 oranında artıyor. Türkiye sigara tüketiminde Avrupa ülkeleri arasında üçüncü, dünya ülkeleri arasında da yedinci sırada yer alıyor.

Pasif içicilik sonucu dünyada 1 milyar, Türkiye’de 21 milyon çocuk evde, işyerlerinde, halka açık yerlerde tütün dumanına maruz kalıyor. Küresel Gençlik Tütün Araştırması verileri, 132 ülkede yaşayan 13-15 yaş arası çocukların yüzde 43,9’unun evde, yüzde 55,8’inin de halka açık yerlerde tütün dumanı soluduğunu gösteriyor. Verilere göre, Türkiye’de sigara kullanımı dolayısıyla yılda 110 bin kişinin öldüğü biliniyor. Türkiye’de tütün kontrolü konusunda son yıllarda önemli gelişmeler yaşandı. 3 Ocak 2008 tarihinde kabul edilen 5727 Sayılı Kanun ile, 4207 Sayılı ‘Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanun’ maddeleri önemli ölçüde değiştirilmiş ve tütün ürünlerinin zararlarından korunma adına önemli bir adım atıldı.

Sinan Cemgil "Bizim Ailenin Ömrü Hep Direnmekle Geçti."



sinan cemgil | Tumblr

sinancemgil hashtag on Twitter 


30 Mayıs 2020

Voltaire Hakkında Bilmeniz Gereken

1. Ünlü mahlasının kökenleri belirsizdir.
Voltaire’ın babasıyla ilişkisi, onu edebiyata olan arzusundan vazgeçirmeye çalışması ve hukuk alanında bir kariyere zorlamaya çalışması yüzünden gergindi. Muhtemelen babasının değerlerini reddettiğini göstermek için, ailesinin adını kullanmayı bıraktı ve 1718’de ilk oyununu tamamladıktan sonra “Voltaire” kalem adını kabul etti. Voltaire mahlasının anlamını asla açıklamamıştı, bu yüzden akademisyenler sadece isminin kökenleri hakkında sadece tahmin yürütebiliyor. En popüler teori bu ismin “Arouet” kelimesinini Latinize bir okunuşundan evrildiği yönünde ama başka teoriler bunun aile malikanesinin ismine bir gönderme ya da Voltaire’ın inatçılığına iğneli bir gönderme olarak verilmiş olabilecek “gönüllü” [volunteer] takma adına bir işaret olabileceği yönünde.

2. Yaklaşık bir yıl boyunca Bastille’de hapsedildi.
Voltaire’ın iğneleyici zekâsı ilk olarak Mayıs 1716’da, Fransız kral naibinin ailesiyle alay eden şiirler yazdığı için Paris’ten sürgün edilmesiyle başını belaya soktu. Ancak Voltaire çenesini tutamıyordu ve sadece bir yıl sonra Kral naibinin, kızıyla ensest bir ilişki içerisinde olduğunu ima eden skandal bir şiir kaleme almasıyla tutuklandı ve Bastille’e hapsedildi. Bastille’de kaldığı sürenin kendisine düşünmek için fırsat olduğunu söylüyordu ve serbest kalana kadar parmaklıkların arkasında 11 ay geçirdi. Daha sonra Nisan 1726’da kendisine hakaret eden ve döven bir aristokratı düelloya davet ettiği için Bastille hapishanesinde kısa bir süre daha geçirmek zorunda kaldı. Hapis cezasından kurtulmak için kendisini üç yıllığına gönüllü olarak İngiltere’ye sürdü.

3. Fransız piyangolarındaki bir açıktan faydalanarak çok zengin oldu.
1729’da Voltaire, matematikçi Charles Marie de La Condamine ve başkalarıyla birlikte Fransız ulusal piyangosundaki bir boşluktan yararlanmak amacıyla biraraya geldi. Hükümet her ay çok büyük ödüller veriyordu ancak hesaplamadaki bir hata, ödemelerin piyasadaki tüm biletlerin değerinden daha büyük olmasına neden oluyordu. Bunu akılda tutan Voltaire, La Condamine ve diğer kumarbazların oluşturduğu grup tekrar tekrar piyasayı ele geçirebildi ve büyük kazançlar elde etmeyi başardı. Plan, Voltaire’a neredeyse yarım milyon franklık bir kazanç sağladı, hayatı boyunca yetecek para kazandırarak kendisini sadece edebi kariyerine adamasına olanak verdi.

4. Olağanüstü üretken bir yazardı.
Voltaire, bilim, siyaset ve felsefe üzerine 50’den fazla oyun ve Rus İmparatorluğu’ndan Fransız Parlamentosuna kadar her şey üzerine çeşitli tarih kitapları yazdı. Kariyerine aynı zamanda yığınla şiir ve gerek arkadaşları, gerek çağdaşlarıyla yazışmalarından oluşan 20,000’e yakın mektup sığdırdı. Voltaire, çoğu zaman hala yataktan sekretere dikte ederek günde 18 saate kadar mesai yaparak müthiş üretimini sürdürdü. Yüksek miktarda kafein tüketmiş de olabilir; bazı kaynaklara göre günde 40 fincan içtiği söylenir.

5. En ünlü eserlerinin çoğu yasaklanmıştı.
Yazıları dini kurumlardan adalet sistemine kadar her şeyi aşağıladığı için Voltaire, Fransız hükümetinin sansürüne sık sık maruz kaldı. Çalışmalarının büyük bir kısmı engellendi ve yetkililer bazı kitaplarının devlet idaresi tarafından yakılmasını emretti. Sansürlerle mücadele etmek için, Voltaire eserlerinin çoğunu yurtdışında bastı ve yazılarını takma adlar altında yayınladı. Ünlü romanı “Candide” aslen “Dr. Ralph” e bir atıftı ve hem hükümet hem de kilise tarafından kınandıktan sonra birkaç yıl boyunca eserin kendine ait olduğunu açıklamadı. İsimsiz kalmaya yönelik oldukça üstün çaba göstermesine rağmen, Voltaire neredeyse sürekli olarak tutuklanma korkusu yaşamıştır. 1734’te “İngiliz Milletine İlişkin Mektuplar” adlı eseri yayımlandıktan sonra Fransız kırsalına kaçmak zorunda kaldı ve daha sonra hayatının çoğunu İsviçre’de gayri resmi sürgünde geçirdi.

6. Sir Isaac Newton ve elma ile ilgili ünlü hikayeyi popüler hale getirdi.
İki kişi hiç bir zaman bir araya gelmemiş olsa da, Voltaire İngiliz fizikçi ve matematikçi Sir Isaac Newton’un büyük bir taraftarıydı. Newton’un “Principia Mathematica” adlı eserinin bir kopyasını aldıktan sonra eserin önünde saygıdan diz çöktüğünü söyledi. Voltaire, Newton’un fikirlerini popülerleştirmede kilit bir rol oynadı ve Newton’ın yerçekimi üzerine kuramını nasıl geliştirdiğine dair ilk sunumu oluşturdu. Voltaire, 1727 tarihli “Epik Şiir Üzerine Deneme” adlı kitabında, Newton’un “Yerçekimi Sistemi’ne dair ilk fikirlerin, bir ağaçtan düşen bir elmayı gördüğü anda aklında oluştuğunu” yazmıştır. Voltaire, iddia edildiği gibi, “Eureka!” hikayesinde orijinal kaynak değildi, ancak onun bu hikayeyi anlatımı Newton’un biyografisinin ünlü bir parçası olmasında etkiliydi.

7. Fransız hükümeti için kısa bir süre casusluk yaptı.
Voltaire, 1730’ların sonlarında Büyük Frederick ile ateşli bir yazışmaya girdi ve daha sonra Prusya kralı ile şahsen tanışmak için birkaç yolculuk yaptı. 1743’teki bu ziyaretlerden önce Voltaire, Fransız sarayının gözündeki itibarını düzeltmek için yeni konumunu kullanmaya yönelik ihtiyatsız bir plan hazırladı. Hükümete muhbirlik yapmak için anlaşmaya vardıktan sonra, Fransızlara Frederick’in dış politikası ve ekonomik durumu hakkında birkaç mektup yazdı. Ancak Voltaire berbat bir casustu ve planı, Frederick amaçlarından şüphelenmeye başladığında çabucak suya düştü. Buna rağmen ikisi yakın arkadaş olarak kaldılar, hatta bazıları sevgili olduklarını bile iddia etti ve Voltaire daha sonra 1750’de Frederick’in sarayında daimi bir pozisyon almak için Prusya’ya taşındı. İlişkileri 1752’de Voltaire’ın Prusya Bilimler Akademisine bir dizi sarsıcı saldırı yapmasıyla bozuldu. Frederick, Voltaire’ı şiddetle azarladı ve yazdığı hiciv broşürünün kamuya açık şekilde yakılmasına karar verdi. Voltaire, iddialara göre bir arkadaşına “16 yıldır Frederick hakkında hevesliydim ama bizzat kendisi beni bu uzun hastalıktan iyileştirdi.”diyerek, 1753’te saraydan ayrıldı.

8. Hiç evlenmemiş veya çocuk babası olmamıştır.
Voltaire teknik olarak bir bekar olarak öldü ancak kişisel hayatı metresler ve uzun süreli ilişkilerle doluydu. Dahi -ve pekâla evli- Émilie du Châtelet ile 16 yıllık ünlü bir ilişkisi oldu ve daha sonra, kendi yeğeni Marie-Louise Mignot’la gizli bir birliktelik yaşadı. İkisi 1750’lerin başından ölümüne kadar evli bir çift olarak yaşadı ve hatta 1760’da Marie-Françoise Corneille adında yoksun bir genç kadını evlat edindiler. Voltaire daha sonra Corneille’in evliliğinde çeyiz parasını verdi ve pek çok kez kendisi ve Mignot’nun Corneille’in “ebeveynleri” olduğunu söyledi.

9. Yaşlılığında başarılı bir saatçilik işi kurdu.
1770’lerde İsviçre’nin Ferney kentinde yaşarken Voltaire, bir grup İsviçreli horologla birlikte, kendi evinde bir saatçilik işi başlatmaya karar verdi. Yönetici ve sermayedar olarak yetmişlerindeki Voltaire’le, bu uğraş kısa zamanda köy çapında bir endüstri haline geldi ve Ferney saatleri Avrupa’nın en iyileriyle rakip oldu. Bir defasında Vatikan Büyükelçisi’ne bir mektubunda saatleri ile ilgili “Saatlerimiz çok sağlamdır” diye yazmıştır, “Çok şık, çok iyi ve ucuz”. Voltaire, işletmeyi Ferney ekonomisini desteklemek için bir yol olarak gördü ve kaymak tabaka olan geniş çevresini olası alıcılar bulmak için kullandı. Nihayetinde saatlerini Büyük Catherine ve Fransa Kralı XV. Louis’in beğenisine sunmayı başardı.

10. Ölümü bile tartışmalara yol açmaya devam etti.
Voltaire 1778’de Paris’te, 28 sene sonra ilk kez oyunlarından birinin yapımını denetlemek için şehre döndükten birkaç ay sonra öldü. Hayatının son birkaç günü boyunca, Katolik Kilisesi yetkilileri, ömür boyu deist olan ve organize dini sık sık eleştiren Voltaire’i görüşlerini geri çekmeye ikna etmek ve ölüm döşeğinde günah çıkarması için tekrar tekrar ziyaret ettiler. Büyük yazar lakayıt bir tavırla “İzin verin huzur içinde öleyim” diyerek rahipleri başından savdı. Onun reddi, resmiyette bir Hristiyan olarak gömülmeyi de reddettiği anlamına geliyordu ama arkadaşları ve ailesi resmi emir gelmeden Fransa’nın Champagne bölgesinde gizli bir yer bulmayı başardı ve Voltaire oraya gömüldü.
Çevirmen: Büşra Tatoğlu
Kaynak: History.com

Mihail Bakunin "Bilim ve İktidar Üzerine"



Farz Edelim Bilimin En Ünlü Temsilcilerinden  oluşan bilgili bir akademi bulunmakta; farz edelim bu akademi toplum için kanun yapmakla ve onun örgütlenmesiyle görevlendirilmiş ve yalnızca hakikat aşkından ilham alarak sadece bilimin son keşifleriyle uyum içinde yasalar düzenlemekte olsun. Güzel, ama ben kendi payıma, bu şekilde kanun yapmanın ve böyle örgütlenmenin bir canavarlık olacağını ve bunun iki nedeni olduğunu iddia ediyorum: İlk olarak insan biliminin her zaman ve zorunlu olarak eksik oluşu ve keşfedilenleri keşfedilmeyi bekleyenlerle kıyaslayarak insan biliminin halen beşikte olduğunu söyleyebiliriz. İnsanın kolektif ve bireysel pratik yaşamını bilimin son verileriyle katı ve dışlayıcı bir uygunluk için tepiştirmeyi denemek için toplumu ve bireyleri Procrustes’un yatağında şehit olmaya mahkum etmeliyiz, ki bu da çok geçmeden onları alt üst ederek boğmakla sonlanacaktır, hayat bilimden sonsuz büyük bir şey olarak kalmaya hep devam edecektir.

İkinci neden ise, bilimsel bir akademiden çıkan kanunlara, bu kanunların rasyonel karakterini anladığı için değil(bu durumda akademinin varlığı yararsız olacaktı), akademiden çıkan bu kararlar anlaşılmadan yüceltilen bir bilim adına dayatıldığı için itaat etmesi gereken bir toplumun, böyle bir toplumun insanlardan değil hayvanlardan oluşacak olması…

Ama böyle bir yönetimi olanaksız kılan üçüncü bir neden daha var; yani bir egemenlik, sözün gelişi, mutlak yetki verilmiş olan bir bilimsel akademi en saygın kişilerden oluşmuş olsaydı bile çok geçmeden şaşmaz bir şekilde ahlaki ve entelektüel bozulmayla sona ererdi.

Bu ayrıcalığın ve ayrıcalıklı her pozisyonun insanların aklını ve kalbini öldürme özelliğidir. Ayrıcalıklı insan ister politik ister ekonomik olarak olsun, aklen ve kalben bozulmuş bir insandır…

Toplumun yönetimi kendisine teslim edilen bilimsel bir yapı çok geçmeden kendini bilime değil, oldukça başka bir işe adayacaktır ve bu iş, kurulu tüm iktidarlarda olduğu gibi, onun ilgisine teslim edilmiş olan toplumu çok daha ahmak ve bunun sonucunda onun yönetimine ve yönlendirmesine çok daha muhtaç kılarak kendisini sonsuza kadar idame ettirmek olacaktır.

Ama bilimsel akademiler için geçerli olan bu durum bütün kurucu ve yasamacı meclisler için de geçerlidir, bunlar evrensel oy hakkıyla seçilmiş olsalar bile. Son durumda niteliklerini yenileyebilirler, bu doğru olmakla birlikte birkaç yıl içinde, kanunen olmasa bile ayrıcalıklı olan, kendilerini sadece bir ülkenin kamu meselelerine hizmet etmeye adayan, sonunda bir tür politikacılar grubunun oluşumunu engellemez. Amerika Birleşik Devletleri’ni ve İsviçre’yi müşahade edin.

Sonuç olarak, ne harici yasama ne de otorite -hoş, biri diğerinden ayrılamaz ve her ikisi de toplumun köleliğine ve yasa koyucuların kendilerinin bozulmasına vesile olur.

Bundan her otoriteyi reddettiğim mi çıkıyor? Böyle bir düşünce benden uzak. Çizmeler konusunda, çizme yapan kişinin otoritesine başvururum; evler kanallar ya da demir yollarıyla ilgili olarak mimar ya da mühendise danışırım. O ya da bu özel bilgi için o ya da bu alime başvururum. Ama ne çizme yapan kişinin, ne mimarın ne de alimin bana otoritesini dayatmasına izin veririm. Onları özgürce, zekalarının, karakterlerinin, bilgilerinin hak ettiği saygıyı göstererek dinlerim, itiraz kabul etmez eleştiri ve sansür hakkımı daima yedekte saklı tutarım. özel bir daldaki otoriteye başvurmakla yetinmem; çeşitli otoritelere danışırım,  bunların görüşlerini mukayese ederim ve bana en makul gelen neyse onu seçerim. Ama hiçbir şaşmaz otoriteyi tanımam, özel sorularda bile; sonuç olarak o ya da bu bireyin dürüstlüğüne ve içtenliğine ne kadar saygı duyarsam duyayım, hiç kimseye mutlak güven beslemem. Böyle bir güven benim aklım, özgürlüğüm ve hatta girişimlerimin başarısı için öldürücü olurdu; beni hemen aptal bir köleye, diğerlerinin arzu ve çıkarlarının bir aracına dönüştürürdü…

Bilimin misyonu, güncel ve gerçek olguların genel ilişkisini gözlemleyerek fiziksel ve toplumsal dünyanın fenomenlerinin gelişiminde var olan genel yasaları saptamaktır; bilim, söz gelimi, çok dikkatli bir şekilde gözlemlenmesi gereken, görmezden gelinmesi ya da atlanması her zaman için ölümcül olan genel koşullara işaret ederek insanlığının genişleyen sınırlarının değişmez sınır taşlarını tespit eder. Bilim tek kelimeyle hayatın pusulasıdır, ama hayatın kendisi değildir. Bilim değişmezdir, gayri şahsidir, genel, soyut, duygusuzdur, tam da ideal üremenin yadaları gibi…Hayat tamamıyla gelip geçicidir ama kalbi gerçeklikte ve bireylikte duyarlıkta acılarda hazlarda özlemlerde ihtiyaçlarda ve tutkularda atar. Tek başına spontane bir şekilde gerçek şeyleri ve varlıkları yaratır. Bilim ise hiçbir şey yaratmaz: Hayatın yarattıklarını saptar ve teşhis eder sadece…

Bilim soyutlamalar dünyasının dışına çıkamaz. Bu açıdan sanattan çok çok aşağıdadır, ki sanat da genel türlerle ve genel durumlarla kendine özgü bir biçimde ilgilenir, ancak kendine has bir beceriyle onlara, gerçek hayat anlamında yaşamasalar bile bizim hayal gücümüzde hayatın anısını ve hissini uyandıran şekiller içinde vücut verir; sanat, bir anlamda, hayal ettiği türlere ve durumlara kişilik kazandırır; yaratmaya muktedir olduğu, etten kemikten olmayan ve bunun sonucunda kalıcı ve ölümsüz kişilikler vasıtasıyla gözlerimizin önünde beliren ve yok olan yaşayan, gerçek bireyleri zihnimize geri çağırır. Öyleyse sanat soyutlamanın hayata nüksetmesi gibidir; bilim ise aksine, alıkonulamaz, geçici ama gerçek olan hayatın sürekli olarak sonsuz soyutlamaların sunağında kurban edilmesidir.

Bilim bir insanın olduğu kadar bir tavşanın kişiliğini de kavramakta yetersizdir, her ikisine de eşit biçimde kayıtsızdır. Bunun nedeni bireylik ilkesinden bihaber olması değildir: Onu bir ilke olarak mükemmel bir biçimde kavrar, ama bir gerçek olarak değil. İnsan türleri dahil bütün hayvan türlerinin eşit şekilde firari yeni bireylere yer açmak için doğup ölen belirsiz sayıda bireyler dışında gerçek bir varlığa sahip olmadığını gayet iyi bilir. Hayvan türlerinden daha üst türlere yükselirken bireylik ilkesinin daha belirgin bir hal aldığını, bireylerin daha özgür ve daha eksiksiz ortaya çıktığını bilir. Yeryüzünün en son ve en mükemmel hayvanı olan insanın, toplumsal ve kişisel varlığının evrensel yasası gibi olan algılama , somutlaştırma, kişilik verme gücü nedeniyle en eksiksiz ve en göze çarpan bireyselliği arz ettiğini bilir. Son olarak teoloji ve metafizik, politik ya da adli kuramcılık veya dar bir bilimsel gurur tarafından lekelenmediğinde, yaşamın içgüdülerine ve spontane özlemlerine sağır olmadığında insanlığın en yüksek yasasının insana saygı olduğunu ve tarihin gerçek büyük amacının tek meşru amacının toplumda yaşayan her bireyin insanlaşması, serbest kalması, gerçek özgürlüğü, zenginlik ve mutluluğu olduğunu bilir (ve bu onun son sözüdür)…

Bilim tüm bunları bilir ama bunların ötesine ne gider ne de gidebilir. Doğası bizzat soyutlama olduğundan, gerçek ve yaşayan bireylik ilkesini yeterince iyi bir şekilde kavramakla birlikte gerçek ve yaşayan bireylerle hiç temas kuramaz; bireylerle genel olarak alakadar olur ama Peter ya da James’le değil bilim söz konusu olduğunda bir varlığa sahip olmayan, olamayan o ya da bu kişiyle değil… 
 
Kendi doğası onun Peter ve James’in varlığını görmezden gelmeye zorladığından ne ona ne de onun adına bir başkasına Peter ve James’i yönetme izni verilemez. Çünkü onlara neredeyse tavşanlara davrandığı gibi davranma kabiliyetinde olacaktır. Ya da daha doğrusu onları görmezden gelmeye devam edecektir; ama onun ruhsatlı temsilcileri, hiç de soyut olmayan aksine gayet aktif bir hayat süren ve çok değerli ilgilere sahip olan insanlar, ayrıcalığın insanlar üzerinde kaçınılmaz bir biçimde tatbik ettiği öldürücü etkiye teslim olarak, sonunda bilim adına diğer insanları soyacaktır, tıpkı bu insanların şimdiye kadar papazlar, her türden politikacılar ve avukatlar tarafından Tanrı, Devlet, hukuki Adalet adına soyuldukları gibi.

Benim bu durumda telkin ettiğim şey, belli bir dereceye kadar yaşamın bilime, daha doğrusu bilimin yönetimine başkaldırmasıdır, bilimi yıkmak değil -bu insanlığa büyük bir ihanet olurdu- bir daha asla yerini terk etmemesi için ona yerini hatırlatmak…

Bilim bir yandan toplumun rasyonel örgütlenmesi için zorunludur, diğer yandansa gerçek ve canlı olanla ilgilenme yeteneğine sahip olmadığından, toplumun gerçek ya da pratik örgütlenmesine müdahale etmemelidir.

Bu çelişki sadece bir yolla çözülebilir; bilim herkesin yaşamının dışında var olan ve bir grup kıdemli alim tarafından temsil edilen ahlaki bir varlık olarak tasfiye edilerek kitlelerin arasında yayılması gerekir. Toplumun kolektif bilincini temsil etmesi istenen bilim bundan böyle gerçekten herkesin mülkiyeti haline gelmelidir. Bu suretle, evrensel karakterinden hiçbir şey kaybetmeden – ki bilim olmaktan çıkmadığı sürece kendini bu karakterden mahrum bırakamaz- ve kendisini sadece genel nedenlerle, bireylerin ve şeylerin koşulları ve sabit ilişkileriyle meşgul ederek, tüm bireylerin mevcut ve gerçek yaşamıyla bilfiil meşgul hale gelecektir… 
 
Bilimsel soyutlamalar dünyası tecelli etmez; bu dünya yalnızca genel ya da soyut ifadesi ve temsili olduğu gerçek dünyanın tabiatında mevcuttur. Ayrı bir alan oluşturduğu sürece özellikle de bir camia olarak alimler tarafından temsil edildiğinde bu ideal dünya iyi bir Tanrı’nın gerçek dünyanın yerine geçmesiyle tehdit edecek ruhbanlık makamını da lisanslı temsilcilerine ayıracaktır. İşte bu nedenledir ki kitlelerin ayrıcalıklı papazlarca güdülüp kırpılan hayvan sürüleri olmaya son verip kaderlerinin yönünü kendi ellerine alabilmelerini sağlayacak, mevcut her şey için eşit bir genel öğrenim yoluyla alimlerin özel toplumsal örgütlenmesini tasfiye etmek gerekmektedir. 
 
Bakunin’in en çok basılan ve çevrilen yazılarından birinden God and the State(Tanrı ve Devlet) adlı denemesinden alınmıştır. Bu metin 1871’de yazılmış, Bakunin’in ölümünün ardından Carlo Cafiero ve Êlisêe Reclus tarafından 1882’de yayımlanıştır. Aşağıdaki çeviri Emma Goldman’ın Mother Earth basımevi tarafından yayımlanan 1916 tarihli İngilizce baskıdan alınmıştır. 


28 Mayıs 2020

İyi ki Doğdun! Bülent Ecevit 🍩

TAKA
takalar geçiyor allı yeşilli
takalar geçiyor dümenleri lazlı
takalar geçiyor en nazlı
yelkenlilerden de güzel
güvenli sularda işsiz dönenen
gezi yelkenlilerinden çok duyarak denizi
takalar geçiyor enginlere
yamalı göğsünü gere gere
takalar geçiyor yükle yürekle
takalar geçiyor emekle dolu
günlük güneşlik kıyılardan kopmuş
denizlerde Anadolu
kıyılar kadın olmuşaçılır gider erkeği
takalar takalar toprağın
denizde çarpan yüreği (1970)

JEOLOG
avucumda bir buhurdan bu dünya
çağlar tüter insansız
sarar beni benden uzağa
yokolmuş dağlar
yankılar beni yapayalnız
toprağın basamaklarından iner
derin dağlara yükselirim
eski ırmak izlerinde
akar yiterim kumlarla
görmez olur beni gözlerim (1976)

MAĞARA
mağaranın duvarına
hayvanları taştan oydum
kükrediler karanlıkta
türkülerle karşı koydum
karanlıktı mağara
ışığı taştan oydum
üşüyordum
bir de güneş koydum
aşk oydum mağaranın duvarına
aşk oydum
ağrıdı taşlar
yarıldı mağara
ben doğdum (1970)

TRENSİZ
trenler geçmez oldu gözlerinden artık
sallanmaz oldu ak mendili
 rayların sonu belli
en uzak yerler bile tanıdık
trenler geçmez oldu gözlerinden artık
ayrılan ayrıldı kavuştu kavuşan
duman tütmez oldu yolcu gelmez
bir tren sesi kalmış kulağında uzaktan
trenler geçmez oldu gözlerinden artık
kampana çalmaz oldu saati
istasyonda artık o bir başına
elinde bileti (1953)

AV
ormanın kuytusunda vurulan geyik
hayvanlar acınla suskun
dallar yasınla eğik
boynuzlarında çizgilerinde gözlerinde
avcının söndüremediği iyilik (1971)

PÜLÜMÜRÜN YAŞSIZ KADINI
Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu
yaşını sordum bir giz gibi güldü
kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz
yüzüne baktım bir giz gibi güldü
bir asa vardı elinde
bir solmuş kırallığın
kadifeden harmanisi üzerinde
bir hititliydi o bir selçukluydu
bir ermeniydi bir kürttü/bir türk
yaşını sordum bir giz gibi güldü
koluma girdi bir soylu kadınca
tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini
beni tek gözlü sarayına götürdü
 köy yapısı kulübesinin
Zamanı onda yitirdim ben
yitik zamanlara onda eriştim
en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında
bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim (1969)

Gözleri - Edip Cansever



Sanki hiçbir şey uyaramaz
İçimizdeki sessizliği
Ne söz, ne kelime, ne hiçbir şey
Gözleri getirin gözleri.

Başka değil, anlaşıyoruz böylece
Yaprağın daha bir yaprağa değdiği
O kadar yakın, o kadar uysal
Elleri getirin elleri
Diyorum, bir şeye karşı komaktır günümüzde aşk
Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi.

Hayal - Maya Angelou

Bana elini ver.

Bu şiir hırsının ötesinde
bir yer aç bana
hem seni götüreyim
hem de izleyeyim seni.

Bırak
dokunaklı sözcükler
ve aşkı yitirme sevdası
başkalarına
kalsın.

Sadece
Bana elini ver.

Kafesteki Kuşun Şarkısı

 

25 Mayıs 2020

Özür Ralph - Waldo Emerson

Düşünmeyin kaba, zalim olduğumu da
Yalnız yürüdüğümden vadilerde ve koruda
Ormanın Tanrı'sına gidiyorum
Sözlerini alıp getirmeye insanlar.

Tembelliğime yormayın bakıp da
Kollarımı büküp oturmama, çay kenarında
Gökyüzünde yüzen her bulut
Bir mektup olur kitabımda.

İşgüzarlar zümresi, azarlamayın beni
Görüp de, getirdiğim aylak çiçekleri
Elimdeki her yıldız çiçeğinin
Evine giderken düşüncelerdir yükleri.

Hiç var olmadı aslında gizem
Lakin budur, ancak çiçeklerde gösterilen
Tarihin gizi de olmadı asla
Kuşlardır bahçe köşklerinde dillendiren.

Senin tarlanda ilk hasat derlenir
Eve doğru öküzler güçlenir
Ve ikinci mahsül gelir de
Bir şarkıdan devşirdiğimi verir.


22 Mayıs 2020

İlber Ortaylı "Bugünün konuşma dili ezberlenemediği için kitaba mahkûmuz."






Mayıs Başı - Victor Hugo



Şimdi herşey sevmek fiilini çekiyor
O eşsiz gülleriyle işte mayıs başı
Aşk: neşeli, kederli, günücü ve yakıcı
Yanık yanık söyletiyor yeşeren ormanları
Gövdesine bir dilek kazıdığım ağaçtan
Mırıltılar geliyor ve ağaçcık doğaçtan
Yaratısı sanarak yineliyor durmadan
Geçen güzde göğsüne çizdiğin istenceyi
Alaycı alakarganın dalga geçtiği mağara
Kaşlarını oynatıp gülümsüyor ormana
Hava aşka değin titreşimlerle dolu
Öyle göklü ve körpe, seven, mis kokulu
Sevdalı yoncalarsa göğe göndermiş onu
Ve güneş adım adım dolanırken kubbeyi
Esrik çayır kokular döküyor dörtbir yana
Öpücükler açıyor dönüp gelen bahara
‘Seni seviyorum’ diyen mırıltıyla kırda
Safransarı, gökmavi, lal rengi ve erguvan
Gölcüklerin üstünde, otlaklarda, koyakta
Binbir renkte benekler oluşturuyor orda
Kokusunu savurup saklıyor çiçeğini
Sanki kırın telaşlı, tatlı iletileri
Yaygaracı aşkının yazdırdığı pus’lalar
Papyadan bir altlığa izlerini yaymışlar
İncecik sesleriyle küçük kuşlar ormanda
Şarkıcıklar söylüyor peri kızlarına
Tatlı bir sır veriliyor gölgelikte herkese
Seviyor ve söylüyor herşey bunu sessizce
Sanki yanan güneyde, batıda ve kuzeyde
Ve altın ışıklarla günün doğduğu yerde
Çiçekli çit, sarmaşık ve şakırdayan pınar
Ve tepeler ve gölgeler ve o sonsuz tarlalar
Dört rüzgarın düzdüğü bir dörtlük söylüyorlar

Eric Hoffer - Aklın Muhteris Çağı


 
 
 
Bağnazlığın ve kendini üstün görmenin köklerinin kendinden nefret, şüphe ve güvensiz yaşam koşullarında yattığını ileri sürdü.
 
 
 
 
 
 
 

Taklit, çoğunlukla güvensiz ve mütereddit benliğimizden bir ayrılma eylemidir. Taklit olmadan hiçbir dindarlık, hiçbir coşku ve hiçbir kahramanlık söz konusu olamaz.

Taklit ettiğimiz şeye, kendi ürettiğimiz şeyden daha çok inanırız. Kökleri içimizde olan bir şeyden mutlak bir kesinlik duygusu elde edemeyiz. En şiddetli güvensizlik duygusunu yalnızlık oluşturur, taklit ederken yalnız olamayız.

Küstahlık, zayıf insanın güçlü olma taklididir.

 

Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi "Güneş Ülkesi"


İtalyan Giordano Bruno 1600 yılında Roma'da diri diri yakılırken Fransız Michel de Montaigne yaşamıyordu, öleli sekiz yıl olmuştu. Ama bir başka İtalyan, Tommaso Campanella, o sırada otuz iki yaşındaydı ve Bruno'nun diri diri yakılışını gördü. Oysa, onun da başına gelecekler vardı, diri diri yakılmayacaktı ama, İspanya egemenliğine karşı çıktığından ötürü ömrünün yirmi yedi yılını Napoli zindanlarında geçirecekti.

XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla geçiyor, XVIII. yüzyıla yöneliyoruz. Görüyorsunuz ki XII. yüzyılda öldüğü sanılan ortaçağ henüz gizli gizli yaşamakta, can çekişmektedir. Bu koca karanlık çağı öyle birkaç yüzyıl içinde temizleyivermek olacak iş değildi elbet.

Kendilerini mutlu kılacak devleti yeryüzünde bulamayan insanlar, onu masallarda tasarlıyorlar. İngiliz Thomas More'un Ütopya masal devletinden sonra, İtalyan papazı Tommaso Capanella'nın (1568-1639) Güneş Ülkesi masal devleti böylesine bir düşünce ürünüdür. Örnek, Platon'dan gelmiştir. Rönesans, yeni Platonlar yaratmaktadır. Aranılan, insan mutluluğudur. Tommaso Campanella da Platon'la Tomas More gibi, bu mutluluğun, düzenli bir devletle gerçekleşebileceği kanısındadır. Her üçüne göre de kişilerin mutluluğu için devlet gereklidir. Ancak bu devletin nasıl olması gerektiği yolunda birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bununla beraber, kişiyi mutlu kılacak devletin toplumcu bir devlet olmasında birleşmektedirler.

Campanella'nın Güneş Ülkesi (Civitas Solis), Topraban adasındadır (Seylan). Ülke, yedi bölgeye ayrılmıştır ve her bölge bir yıldızın adını taşımaktadır. Tepedeki tapınağın içinde yedi şamdan yanıyor. Pythagoras'tan kalma sayı mistikliğinin Campanella'da da sürüp gittiği görülmektedir. Koyu dinci olan bu devletin başında büyük metafizikçi ya da sol adını taşıyan bir papaz vardır. Campanella, böylelikle, Mesih Monarşisi (Monarchia Messiae) adlı yapıtında savunduğu, bütün prenslerin papanın yönetimi altına girmeleri düşüncesini de gerçekleştirmektedir. Büyük metafizikçi işbaşına seçimle gelir, koltuğunu bilgeliğin gücüyle kazanmıştır. Daha açık bir deyişle, büyük metafizikçi, güneş ülkesinin en bilge kişisi olduğu için seçilir. Ömrünün sonuna kadar bu koltukta oturabilir. Ancak, kendisinden daha bilge bir kişi yetişirse büyük metafizikçiliği ona bırakmak zorundadır. Büyük metafizikçi ya da sol, memurlarını kendi seçer. Kesin ve karşı konulmaz yetkileri vardır. Kendisinden daha bilge bir kişi yetişmediği sürece bir çeşit diktatördür. Dinsel ve siyasal yönetim, tümüyle ona bırakılmıştır. Kendi seçtiği üç büyük bakan vardır. Pon (pouvoir, güç) adını taşıyan güç bakanıdır, askerlik ve savaş gibi güce dayanan bütün işleri o yönetir. Sin (sagesse, bilgelik) adını taşıyan bilgelik bakanıdır, dinsel ve eğitimsel bütün işleri o yönetir. Mor (amour, aşk) adını taşıyan aşk bakanıdır, sağlık işleriyle cinsel işleri o düzenler.,

Platon, özel mülkiyeti sadece yöneticiler için ve en iyi yönetmeyi sağlamak amacıyla yasaklıyordu. Thomas More, özel mülkiyeti eşitliği sağlamak ve kötülüklerin kökünü kurutmak amacıyla bütün vatandaşlara yasaklamıştır. Campanella bu konuda Thomas More'a katılmaktadır. Güneş ülkesinde de özel mülkiyet bütün vatandaşlar için kaldırılmıştır. Her şey devletindir. Güneş ülkeliler birlikte üretip birlikte tüketmektedirler. Thomas More'un yasakladığı lüks üretime Campanella izin vermektedir. Ona göre, kişilerin mutluluğu için lüks de gereklidir. Platon'un sekiz saat olarak yasalaştırdığı çalışma yükümü (mükellefiyet), Tomas More'da altı saat, Campanella'da dört saattir. Çalışma saatlerinin gittikçe azalmasının nedeni, planlı çalışmanın az emeği gerektirdiği düşüncesidir. Campanella'ya göre lüksü de içine alan bütün üretim için vatandaşların dört saatlik çalışmaları yetecektir. Böylelikle vatandaşlar eğlenmeye, güzel sanatlarla uğraşmaya, Tanrı'ya bağlanmaya daha çok vakit bulacaklar ve daha mutlu olacaklardır. Güneş ülkesinde tembellik suçtur ve cinsel birleşmeden yoksun bırakılmak cezasıyla cezalandırılmaktadır.

Platon, aileyi de özel mülkiyet gibi sadece yöneticiler için ve iyi yönetmeyi sağlamak amacıyla yasaklıyordu. Thomas More aileye dokunmamış, tersine, aileyi desteklemişti. Campanella bu alanda Platon'la birleşmektedir. Güneş ülkesinde aile yoktur, kadınlarla erkekler evlenmeden birbirleriyle birleşirler. Çocuklar, Platon'da olduğu gibi , toplumundur, ana babalarını tanımazlar. Devlet onları toplu olarak büyütür, eğitir ve iyi vatandaş yapar. Ancak, Thomas More özel mülkiyet yasağını Platon'a karşı nasıl bütün topluma yaymışsa, Tommaso Campanella'da aile kurmak yasağını Platon'a karşı bütün topluma yaymaktadır. Bir başka deyişle, Platon'da sınıflar vardır ve yasaklar bu sınıflar için ayrı ayrıdır; Thomas More'la Tommaso Campanella'da sınıflar yoktur, konulan yasaklar da bundan ötürü bütün toplum içindir. Güneş ülkesinde aile bulunmadığı halde cinsel birleşmeler pek o kadar kolay değildir, isteyen istediğiyle birleşemez. Kimin kiminle birleşeceğine memurlar karar verir. Bu yasa, aşk bakanının yürütmek zorunda bulunduğu başlıca görevlerden biridir. O kadar ki, aşk bakanı, sadece insanların yetkinliğiyle değil, hayvanların yetkinliğiyle de görevlidir. Bu açıdan üretim araçları olarak ele alınan insanlar ve hayvanlar, yetkin olmalıdırlar.

Aile konusunda Campanella'nın bir özelliğide, Thomas More'un özel mülkiyette bulduğu bütün kötülükleri ailede bulmasıdır. Thomas More bütün kötülüklerin (hırsızlık, kavga, öldürme, kıskançlık, yalan) kaynağını özel mülkiyetin varlığında bulmaktaydı. Tommaso Campenella da bütün bunların kaynağını ailenin varlığında bulmaktadır. Ona göre kötülüklerin tümü kadına ve çocuklara verilen değerden doğar. Bu değerler ortadan kalkarsa kötülükler çok azalacaktır. Bu noktada da More'la Campanella arasında bir ayrılık vardır. More, özel mülkiyetin kaldırılmasıyla kötülüklerin tümüyle ortadan kalkacağına inanıyordu. Campanella, ailenin kaldırılmasıyla kötülüklerin büsbütün ortadan kalkacağına inanmıyor, sadece azalacaklarını söylüyor. Bu düşüncesinin sonucu olarak da Güneş ülkesinde güçlü bir ceza hukuku ve ceza sistemi vardır.

Campanella'nın pratik etkileri, Platon'la More'a göre, çok geniş olmuştur. Öncelikle, pratik alanda hiçbir yankı uyandırmadıkları halde, Tommaso Campanella uzun bir süre gerçekleşmiştir. Kalabriya ayaklanması, Güneş ülkesinin gerçekleştirilmesi için yapılmıştır. Rinaldi adındaki bir sosyalist şefin yönetiminde yapılan ayaklanma, önceden haber alınıp bastırılmasaydı, Campanella'nın düşü, daha o yaşarken gerçekleşecekti. Bu ayaklanmaya otuz çektirmeyle Türkler de katılmışlardır.

Campanella'nın öldüğü yıl olan 1639'da, cizvit papazları, onun düşünü Paraguay'da gerçekleştirdiler. İspanya'nın olayı önemsememesinden yararlanan papazlar, Paraguay yerlilerini Güneş ülkesi örneğine uygun olarak örgütlediler. Toprak mülkiyeti, Tanrı'ya (Paraguay yerlilerinin dilinde Tupanbak) bırakılmıştı. Ülke otuz köye ayrılmıştı. Üretim, Tanrı için yapılmaktaydı, tüketimse bütün vatandaşlar içindir. Her köyde iki cizvit papazıyla bir yerli yardımcı, üretim ve tüketimi düzenliyordu. Ancak aileye dokunulmamış, aile cizvitlerce de, Thomas More'da olduğu gibi, desteklenmişti. Daha da ileri gidilerek, birtakım erdemsizlikler doğurduğundan ötürü bekarlık yasaklanmıştır. Evlenme zorunluğuna karşı, çocuklar toplumundu. Çocuk, memeden kesilinceye kadar ansında bırakılıyor, memeden kesilince toplumsal eğitime veriliyordu. Çocuklara, aileye bağlılık yerine topluma bağlılık duygusu aşılanıyordu. Çocuklar, koyu bir Katolik eğitimiyle yetiştiriliyorlardı. Esir avcılarından kaçan bütün yerliler Güneş ülkesine sığınıyorlardı. 1765 yılında ülkenin nüfusu yüz elli bine çıkmıştı. Paraguay Güneş ülkesi 1773 yılına kadar, yüz otuz yıl yaşadı. 1767 yılında, dinsel nedenler yüzünden, İspanyollar Paraguay'dan cizvit papazlarını kovdular. Yerliler, alıştıkları düzeni bir süre daha uyguladılarsa da sağdan soldan gelen baskılara dayanamıyarak dağılmak zorunda kaldılar. Tupanbak, topraklarını koruyamamıştı. Böylece, Tommaso Campanella'nın Katolik egemenliği ütopyası da tarihin derinliklerine karışmış oldu.

 

Honoré De Balzac "Kendini arasına dahil etmediğin iki fikri bir araya getiremem."


 

   Sevgili meleğim,
Neredeyse delirmek istediğim kadar, sana kızgınım: Kendini onların arasına sokmadığın iki fikri bir araya getiremem. Artık senden başka hiçbir şey düşünemiyorum. Kendime rağmen, hayal gücüm beni taşıyor. Seni yakaladım, seni öpüyorum, seni okşuyorum. En aşk dolu okşamaların binlercesi beni ele geçiriyor. Her zaman içinde olacağın kalbim gibi… Şu anda da fazlasıyla oradasın. Orada sana dair nefis hislerim var. Ama Tanrım, beni nedenimden mahrum edersen, benim için ne olacaksın? Bu, bu sabah beni korkutan bir monomania (sabit fikir, saplantı). Her an ayağa kalkıp kendime şunu söylüyorum, “Gel, oraya gidiyorum!”. Sonra yükümlülüklerimin duygusuyla hareket edip tekrar oturuyorum. Korkunç bir çatışma var. Bu bir hayat değil. Daha önce hiç böyle olmadım. Her şeyi mahvettin. Seni düşünürken kendimi aptal ve mutlu hissediyorum. Bir anda bin yıl yaşadığım lezzetli bir rüyada koşuşturuyorum. Ne korkunç bir durum! Sevgiyle aşmak, her bakışında sevgiyi hissetmek, yalnızca sevgiyle yaşamak ve kendini kederlerin tükettiğini görmek ve binlerce örümceğin ağına takılmak… O, sevgilim Eva, bunu bilmiyordun. Kartını aldım. Benden önce orada ve şimdi sanki buradaymışsın gibi konuştum. Seni dün gördüğüm gibi görüyorum, çok güzel, şaşırtıcı derecede güzel. Dün, bütün akşam boyunca kendi kendime “O benim!” dedim. Ah! Cennet’te melekler benim dün olduğum kadar mutlu değiller!

Haziran, 1835
 

18 Mayıs 2020

İnsan hayatta isterse her şeyi yapabilir. Ben olumsuz şeylere hiç yokmuş gibi bakarım. Hep olumlu şeyler üzerinde yaşadığım için olumsuzluklar beni etkileyemez...Türkan saylan




Ya sırtımıza alıp taşıyoruz, ya ayağımızın altına alıp çiğniyoruz; Öğrenemedik bir türlü yan yana yürümeyi...Ömer Hayyam



Toprak halıda çok uyuyanlar gördüm               Altında yerin ne saklananlar gördüm
Yokluk çölüne baktığımda ben heyhat              hiç gelmemiş ile gitmiş olanlar gördüm


Hayyam eğer şarapla sarhoşsan hoş ol             Ay yüzlü güzelle oturmuşsan hoş ol
Zira ki cihanın sonu yokluktur yok,                  yoksun diyelim eğer ki varsan hoş ol


Birliktelik elini bir birine koymalıyız               Neşe tekmesini bu hüzne biz vurmalıyız
Kalkıp tan atmadan soluk almalıyız                  yoksa tan atar bizse soluksuz kalırız


Dün çarşıda bir testici gördüm ben de               Bir parça çamura vururdu hep tekme
O parça çamur kendi diliyle söylendi                bir gün ben de senin gibiydim etme


Ne zamana değin günlük usun esiri oluruz        Dünyada yüz yıllık ya ki bir günlük oluruz
Ver bir kâse şarap geç olmadan                          Yarın testicilerin işliğinde testi oluruz


Ölünce beni badeyle şarapla yıkayın                  Kulağımda katıksız şarap fısıltısı adayın
Mahşer günü şayet bulmak ister iseniz               Beni meyhanenin toprağında arayın


Eğer tanrı gibi elimde olsaydı felek                    Yok ederdim onu kalmasında ne gerek
Sonra yeni bir felek ederdim inşa                        Azadeler onda hep bulsunlardı erek


Ey göz kör değilsen mezarı bir dem gör              Bu fitne figan coşku dolu âlem gör
Şahlar da çamur altındadır nice başlar da             ay yüzlüyü köstebeğe bir yem gör


İç şarabını ölümsüz ömür işte budur                     gençlikten elinde kalan işte budur
Çiçekler ve şarap vaktidir dostlar sarhoş               hoş ol ki bütün yaşam işte budur


Bir testçinin işliğine gittim dün                              gördüm binlerce testi konuşkan, suskun
Aniden bir testi haykırdı ki hani                             nerde testi yapan testi alan testi satan


 *


Dünyanın sırları defterimizde, kimse bilemez
boynumuzun vebalidir o söylenemez
Bu cahil insanlarda bulunmadıkça bir ehli
hatırımızda kalandır asla dillenemez


Bir süre çocuktuk sonra üstat olduk
bir an üstatlığımızdan nice şen şâd olduk
Sözün sonrasını dinle n’oldu bize bak
topraktan gelmiş idik sonunda barbâd olduk


Bir testiciden testiyi aldım bâri
o testi açık etti bütün esrarı
Altın kadehi tutan elim vardı benim
şimdi testiyim beklerim o hummâri


Ey müftüsü şehrin senden daha çalışkanız
bu sarhoşlukla bile senden ayığız
Sen halkın kanını içersin biz asma kanı
insaf ile söyle hangimiz kan emeniz?


Bir kadehtir akıl yaratan ki vurur o
sevgi öpücükleri alnımıza kondurur o
Dünyanın testicisidir bu narin kadehi
yapar ancak yere vurur savurur o


Ey dost gel yarını gam etmeyelim
ömrün bu kısa demin ganimet bilelim
Yarın bu fani diyardan göçünce hepimiz
binlerce seneliklerle yoldaşlık edelim


Biz, mey, çalgıcı bir de bu güşe harap
can, yürek, bir de kadeh dolusu bu şarap
Rahmet umudu azap korkusundan kurtulmuş
bağlamaz bizi toprak ne yel ne od ne de ab


O saray ki Cemşit onda cam aldı
ahu yavruladı tilki onda kam aldı
Bir ömür av yakalardı Behram
gördün nice av ki Behram aldı


Var olandan yok elde rüzgardan başka
var ise ne varsa eksik ve kırıklardan başka
Varların tümü yok alemindedirler sanki
yoklarsa yok sanki bu alemde olandan başka


Olur biz olmayız dünya olacaktır
Bizden ne bir ad ne bir nişan kalacaktır
Bundan önceleri yoktuk bir eksiklik yoktu
bundan sonra olmasak da aynı olacaktır


Han Duvarları - Faruk Nafiz Çamlıbel

 
Ey Dante
Üç yüz altmış beşe bölmüşler azâb ejderini; 
Senenin her günü, bir pençesi olmuş kaderin.. 
Bir cehennem ki, yakar ruhu da, yanmaz alevi: 
Böyle bir hâile görmüş mü senin şaheserin?... Rubailer


Van Gogh
Kâinatından eser kalmadı bir zelzelede; 
Ey yanardağ, ki kesilmezdi başından alevin. 
O kadar senden uzaklaştı ki herkes, her şey, 
Milletin yalnız eşindir, vatanın yalnız evin... Rubailer


Bertrand Russel

 

 

Hayatla baş edebilmek için bir inanca ya da dine bağlanmaları gerektiğini düşünen insanlar bence korkaklık ediyorlar; aynı tavrı başka bir konuda gösterseler bu aşağılanacak bir durum olurdu. Fakat konu din olunca bu hayranlıkla karşılanıyor ama ben hangi konuda olursa olsun korkaklığa hayranlık duyamıyorum.

Bir kişinin benimsediği din birkaç istisna haricinde toplumun kabul ettiği dinle aynıdır ve bu da kişinin söz konusu dini benimsemesine çevresel etkilerin sebep olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.


Isaac Albeniz - Asturias



17 Mayıs 2020

Aşık Mahzuni Şerif "Cumhuriyet ve Getirdikleri"



29 Ekim 1923 te Cumhuriyet'in ilanıyla, büyük önder Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçiliyor ve Türkiye devleti hukukta, kültürde ve ekonomide uyguladığı siyasetle dünyada eşi görülmemiş reform ve yeniliklere dönülmez imzalar atılıyordu. O atılan imzalar ki, bugün memleketin bekasını sağlayan devrimlere de temel hazırlamaktaydı. Anadolu topraklarında, halifeler tarafından biçare kılınmış kocaman bir halk, kurtuluş aşkıyla en ağır şerait karşısında dahi bil fiil işgal edilmiş topraklarından düşmanı söküp atmıştır.

Ne için atmıştır, bundan böyle hiçbir manda kabul etmeyecek, özgür, bağımsız, kudretli bir devlet adına söküp atmıştır. 3 Mart 1924 te hilafete son verilip padişah cenderesi ortadan kaldırılmış, buna bağlı olarak da, 2 Eylül 1925 te de tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştır. Kıyafet kanunları tanzim edildi, uluslararası takvim, saat ve ölçü birimleri aynı yıl içerisinde resmi tasnif kazandı. Takip eden yıllarda da, Türk Medeni Kanunu, Harf devrimi, Kadınlara seçme seçilme hürriyeti, soyadı kanunu, dil devrimi gibi bugün hayatımızı ayakta tutan çok önemli Cumhuriyet umdeleri var edildi.

Durum böyleyken, kendi atalarının dedelerinin mirasında yaşayan Büyük Türkiye Cumhuriyeti'nin evlatları, hala bu Uranyum çağında padişahların korkusuyla titreyen şeyhülislamların, kadıların, düşman yardakçısı yobaz softaların kalıntılarıyla yaşamak ve bu bağımsız ülkeyi gelecek tehlikelere hazırlamak istemektedirler. Türkiye Devleti'nin büyük hamisi Mustafa Kemal, o efsanevi söylevinde:

"Memleket bilfiil işgal edilmiş olabilir, iktidarda bulunanlar gaflet ve dalalet, hatta ihanet içinde bulunabilirler." demektedir. Herkesçe bilinmelidir ki, bu unutulmaz sözler yalnız kurtuluş yıllarına ait değildir. Aslında bugün için ve bundan sonra gelecek bütün yıllar için söylenmiştir.

Bir memleketin topraklarında yabancı kültür at oynatıyor, kendi kültürüyle alay ediliyorsa, hazinesi yabancı paralarla, daha doğrusu gırtlağına kadar borç paralarla ayakta kalmaya çalışıyorsa, madenlerinde yabancı patronlar bayrak açmışsa, binlerce yıllık gelenek ve görenekleri batı uygarlığı adına ayaklar altına alınmış, folklorü, türküsü, şarkısı, rak, rok, sirtake gibi batı uygarlıklarının şımarık ve kokuşmuş havasına ramak kalmışsa, para değeri yabancı paralar karşısında durmadan erimekteyse, insan siyasetinin en yakışır en münasip en layik hakkı olan Cumhuriyet yaşamının getirdikleri, ona muhalif olan fanatik, bağnaz, şeriatçı, padişahcı, hünkarcı, ümmetçi illegal gizliliklerle tehdit altındaysa, şeyhler, müritler, muskacılar, falcılar, Ana hatunlar, Şıh babalar ortalığı kasıp kavuruyorsa, bu memleket daha nasıl işgal edilsin, üstelik iktidarlar gaflet içindeyseler.

Aslında demokratik parlâmenter ve özgürlükçü yasaları bünyesinde yaşatan bir devletin, dine yaslanan en ufak bir fısıltısı dahi olmamalı. Hatta din bir kurum değil, bir milli maneviyat imgesi olmalıdır. Devlet dinliye dinsize aynı uzaklıkta kalmalıdır bence. Diyanet İşleri başkanı sayın Mehmet Ali Yılmaz bu konuda muhterem bir açıklama yaptı. İnsanların kimlik belgelerinde, din ve mezhep işlenmemelidir. İnsan tercihi dünya ülkelerinin tümünde uyulması gereken en üst hak olmalıdır. Dinlidir dinsizdir, Alevidir, Sünnidir, Kürttür, Türktür, İslam ya da gayrimüslim ne fark eder ki tanrının kulu için. Örneğin ben yalnız Müslüman değilim. Misyonum ve geldiğim kök kültürüm nedeniyle, ben yeryüzü insanlarının inandığı dört büyük dinin dördüne de saygılıyımdır. Başka bir deyimle, ben dört dinli Mahzuniyim. Bu özgürlük bana aittir, beni sıkarsanız hiç birinden de olmam, sorumlu olduğum tek kaynak beni yaradandır.

Hani bir söz vardır: "Herkes kendi kapısını süpürse bir şehir bir saatte temizlenir." Demokrasiyle yaşayan ülkelerde, insan haklarına yeteri kadar önem verilirse, suçlular müsamaha görmese, mazlum ezilmese, uluslararası insan hakları mahkemesine lüzum kalır mı? Aslında muhterem bir insan suç işlemez. İşlendikten sonra da bu suçun başyargıcı başta suçu işleyen olmalıdır. Kendi kendisini en azından vicdanen yargılamalıdır. Çünkü zaman zaman hakimler de suç işler. Türkiye yazarlarının Abant toplantılarındaki nihai bildiride "Dinler demokrasi önünde engel değildir" ibaresi yer aldı.

Bu ne derece doğrudur? Bilmiyorum. Bir imam bir vaazında, camide cumhuriyeti övsün de görün. Bir imam hatip öğrencisi ramazanda oruç yesin de akıbetini görün. Bir memur cuma namazına gitmiyorum işim var desin de görün. En azından bir insan ben dinlere değil Allah’a ve insanlara inanıyorum desin de görün. Burada hepsine engel olan bir şey var. İşte buna açıklık getirmek istedi sanıyorum Diyanet başkanı. Aslında bunlara mani olan İslam dini değildir, yıllardır sürüp gelen karanlık ve geri geleneklerimizdir. Bu gelenekler, yalnız demokrasiye değil, kendi özelliğini yaratan bütün bir sisteme ters, herkes için engeldir. Anadolu kültürü zaten yoz bir kültür değildir ki gelenekleri de yoz olsun. Bu engeller zinciri içinde bulunan bütün radikal gelenekler, Suudi gelenekler, Acemî geleneklerdir.

Anadolu Bektaşi Kültürü adı geçen demokrasi muhalifleriyle taban tabana çakışır. Çünkü bu kültürde kadın erkek hakları milimi milimine aynıdır, hatta kadın çok kutsaldır.(doğurganlığı nedeniyle) İnsan unsuru, Hakk'ın öz parçasıdır, onun hukukunu istismar eden her zat düşkün edilir. Paylaşım, sevgi, imece, yardımlaşma, muhabbet bu inançta uyulması gereken insani farzlar içindedir. Bu kültürde kayıp bilimciliği, müneccimlik, ilim düşmanlığı, ikilik , bölücülük, adam kayırıcılığı, kusur ayıplama, iftira, irtikap kesin olarak yasaktır. Zaten demokrat bir sıfata da bu tanım yakışır.

Bütün dinlerde insan hakları baş haktır, en büyük haktır. Din adına cürüm işleyenler, dine küfredenlerdir. Kafası bilim, gönlü muhabbet , yüreği dürüstlük, vidanı merhamet dolu bir dinsiz, benim indimde yalancı, sahtekar, zalim ve merhametsiz bir dinliden çok üstündür. Benim anladığım demokrasi benim anladığım cumhuriyet en azından böyle düşünmeyi sundu bana.

Ben bir Cumhuriyet ozanıyım. Ömrüm vefa ettikçe bu anlayışımı ölünceye kadar koruyacağımı sanmaktayım. İnsanı kıble edinmiş, gönlü kabe olmuş, ülkesini ve başka ülke insanlarını seven, bütün halklara saygıyla bakanlara saygım olsun.

Nurullah Ataç "6 ayda bir yıkanırım."



Nurullah Ataç'ın eşi Leman Ataç Uysal'ın karşısına "Vallahi evladım, Nurullah Beyi çekiştireceksem konuşurum" diye geçiyor ve söyleşi boyunca dediğini bol bol yapıyor. İşte ilginç olduğu kadar eğlenceli söyleşiden bazı bölümler: - Hanımefendi sizin tesirinizle eşinizin değişen huyları oldu mu?
- Yok yok, ne oyunundan, ne aşık olmasından vazgeçirebildim.
- Eşiniz en çok neyi sever?
- Kavgayı!
- Eşinizin batıl intikatları var mıdır?
- Ah sadece 'Gavurum', der gezer!..
Nurullah Ataç: Gavur değil dinsizim!..
- Eşinizin hoşlanmadığı şey?
- Temizlik.
Nurullah Ataç: Doğru evlenmeden evvel hiç yıkanmazdım. Şimdi altı ayda bir yıkanıyorum.


Erik Satie - Gymnopédies & Gnossiennes (Full Album)


00:00:00 3 Sarabandes (1887): No. 1 00:05:33 3 Sarabandes (1887): No. 2 00:10:33 3 Sarabandes (1887): No. 3 00:14:47 3 Gymnopédies (1889): No. 1: Lent et douloureux 00:18:27 3 Gymnopédies (1889): No. 2: Lent et triste 00:21:45 3 Gymnopédies (1889): No. 3: Lent et grave 00:24:38 Gnossiennes 1-3 (1890): No. 1 00:28:45 Gnossiennes 1-3 (1890): No. 2 00:30:45 Gnossiennes 1-3 (1890): No. 3 00:34:11 Gnossiennes 4-6 (1889-1897): No. 4 00:37:02 Gnossiennes 4-6 (1889-1897): No. 5 00:39:53 Gnossiennes 4-6 (1889-1897): No. 6 00:41:27 2 Préludes du nazaréen (1892): No. 1, assez lent 00:46:09 2 Préludes du nazaréen (1892): No. 2, assez lent 00:49:15 2 Prélude de la porte Héroique du ciel (1894) 00:53:00 2 Pièces froides (1897), No. 1: Airs a faire fuir: D’une manière très particulaire 00:55:59 2 Pièces froides (1897), No. 1: Airs a faire fuir: Modestemente 00:57:42 2 Pièces froides (1897), No. 1: Airs a faire fuir: S’inviter 01:00:45 No 2: Danses de travers: En y regardent à deux fois 01:01:39 No 2: Danses de travers: Passer 01:02:25 No 2: Danses de travers: Encore 01:03:47 Petite ouverture à danser (1900)

 
 

15 Mayıs 2020

Emily Dickinson'ın bahçıvanlığı, bahçesi, herbaryumu, çiçeklerin dizelerindeki mecazi anlamları

Emily Dickinson’un çocukluk yıllarında beri oluşturduğu herbaryumu, bilim ve şiirin buluştuğu nadir eserlerden biri sayılıyor. Botanikle erken yaşta tanışmış; yaşamı boyunca bahçecilik -bahçıvanlık bilgisini geliştirmekle uğraşmış ve bu, ömür boyu süren ve şiirle iç içe geçen bir bağlılığa dönüşmüş.

Amerikalı şair Emily Dickinson’ın -aynı zamanda “kendi şiir evrenini” oluşturan- kurduğu bahçesini; herbaryumunu, kimi dizelerinde metafor olarak çiçekleri nasıl kullandığını anlatıyoruz. Dickinson şiirlerini de “beyinde açmış çiçekler” diye tarif ediyor. 1800’lerin sonunda, -bugün müzeye dönüşmüş olan, New England Amherst’taki evinde- bir “münzevi” olarak yaşar ömrü boyunca. Elleriyle diktiği, çiçeklerle dolu bahçesi “sığınağı”; sembolik anlamlarla yüklü dizelerini damıttığı bir yerdir onun için…

Şairin yaşadığı dönemi ve içinde bulunduğu sınıfı düşünürseniz, bahçeye olan ilgisi anlaşılabilir bir durum. Bilim kurumlarının kadınlara kapılarını kapattığı bir çağda yaşıyordu Dickinson. Bahçeyle, botanikle ya da bitki çizimiyle ilgilenmek Viktoryen kadınların bilim dünyasına en azından sanat yoluyla girebilmesinin yollarından biridir o zaman. Atlantik’in ötesinde, botanik ve şiiri buluşturan, bu sanat-bilim macerasının en tutkulu uygulayıcılarından biri de Emily Dickinson (1830-1886) olur. İlginç olan şu ki yaşadığı dönemde şair olarak değil, bahçecilikteki ustalığıyla biliniyor. Hayattayken sadece yedi şiiri yayımlanır; onu tüm zamanların en ilham verici şairlerinden biri yapan yüzlerce şiiri ancak o öldükten sonra basılır.
Şiir yazmaya başlamadan çok daha önce bitkileri toplamaya, yetiştirmeye, preslemeye başlayan Dickinson’ın bu merakı, şiire aslında hiç de uzak olmayan bir uğraş. Amherst’teki baba evinin hem vahşi çiçekler hem de egzotik kültür bitkileri, ağaçlar ve çalılarla dolu bahçesi, ilham perisinin gerçek dünyadaki tezahürüdür. İnsanın doğayla kurduğu “ezeli ilişkinin” bahçede ete kemiğe büründüğünü söyler Aristo da. Onun ifadesiyle: “Bahçe, insanın doğayla fiziksel ve zihinsel dayanışmasının sergilendiği yerdir. Bahçe insanlaştırılmış evreni görünür ve anlaşılır kılar; bu görünen, hissedilen ve üzerinde düşünülen bir birlikteliktir.” 
Avustralya’nın genç kuşak felsefecilerinden Damon Young Bahçede Felsefe kitabında, Emily Dickinson’ı ölümsüzlüğü arayan ve her nisanda yeniden açan çiçek soğanlarında umudunu tazeleyen biri olarak tarif ediyor. “Doğa ile insan bilmecesi bahçede bir araya gelir. Bu sebeple bahçenin felsefede bir karşılığı vardır,” diyor yazar, “Bahçe evrene ve varoluşa dair fikirlere esin kaynağı olur; tarihi değerler, politik fikirler ve günlük hayat akışıyla şekillenir. Bahçe, doğanın insanlaştırılmış halidir. Fakat ona baktığımızda kendimizden başka bir şey de görürüz. Onda insan olmayan bir şeyin, bilince sığmayan, düşünmeyen bir evrenin gizli imasını da görürüz. Bu bizim dışımızdadır ve Aristoteles’in de şaşkınlıkla ifade ettiği gibi bitkilerin gizli yaşamında saklıdır.”
Brainpickings.org’da Maria Popova, Emily’nin botanikle ilgilenmeye başladığında sadece dokuz yaşında olduğunu, ona ve kardeşi Lavinia’ya bahçecilik sevgisini aşılayan kişinin -onunla aynı adıyan- anne Emily Dickinson olduğunu yazıyor. Homestead’da, çiftlik evlerinin bahçesinde Emily, Lavinina ve anneleri Bayan Dickinson, çalı türleri, tırmanıcı sarmaşıklar, yıllık bitkiler, çok yıllık olanlar ve soğanlı bitkilerden farklı türlerde birçok bitki yetiştirir. Bahçe, Dickinson’un şiirleri ve mektuplarında da bolca kendini gösteren leylaklar, şakayıklar, hüsnüyusuf çiçekleri, papatyalar, yüksük otları, gelincikler, Latin çiçekleri, zenyalar ve daha birçok çiçekle doludur.
11 yaşındayken bir arkadaşına “Bitkilerim çok güzel büyüyor” diye yazar hem Amherst Akademisi hem de Mount Holyoke’ye devam edip botanik hevesine bilimsel kesinlik kazandırmayı düşündüğünde henüz yirmi yaşında bile değildir. Mount Holyoke Okulu’nun kurucusu ve ilk yöneticisi Mary Lyon da bahçecilik eğitimi almış sıkı bir botanikçidir; okulundaki bütün kız öğrencilerini bulundukları yerde yetişen çiçekleri toplayıp inceleme, araştırma ve kurutup herbaryum yapma konusunda özendirmiş. Emily, kelimenin tam anlamıyla şairane bir duyarlılık ve titizlikle ta o zamanlar başlamış bu albümüne.
Herbaryum bugün Harvard Üniversitesi’nde; Houghton Nadir Eserler Kütüphanesi’nde Emily Dickinson Salonu’nda korunuyor ama çok hassas olduğu için araştırmacıların incelemesine izin verilmiyor. Tıpkı basım kitabın da baskısı tükendiği için ulaşılamayacak kadar pahalı, o yüzden bu nadir eser pek geniş bir kitleye ulaşamamış haliyle.  Ama bütünüyle dijital platforma aktarılmış.
Emily Dickinson’ın Herbaryumu, ilk kez Morgan Library’de düzenlenen bir sergide göz önüne çıktı. Herbaryum sergisi, aynı zamanda bahçıvan olan efsanevi bir şairin özellikle gençlik dönemine ışık tutuyordu. Yaşamı boyunca neredeyse hiç çıkmadığı, Amherst bölgesinden toplanmış -Dickinson’ın “baharın güzel çocukları” dediği- 424 çiçek, 66 sayfalık büyük deri ciltli bir albümde bitkiler, Dickinson’un zarif el yazısıyla -o bitkilerin yerel ya da bilimsel adlarının yazılı olduğu- incecik etiketlerle sayfalara tutturulmuş.
“Benim çiçek demetlerim tutsaklar içindir
Donuk – beklentiyle dolu uzun bakışlar
Çiçek koparması yasaklanmış parmaklar
Sabırla cenneti bekliyor”
Orta yaşa geldiğinde, babasının Homestead’a eklediği serasında çiçeklerle ilgilenme fırsatı bulmuş Emily Dickinson. Dickinson’un sarı ve beyaz Greville gülü dahil- annesinin de çok sevdiği aileye ait gülleri 1828’de Monson’dan Amherst’e getirip Homestead’da yetiştirdiği biliniyor. Pek ziyaretçi kabul etmez; yetişkin hayatının yarısını çiftlikte geçirir. Otuzlu yaşlarının sonunda “Babamın arazisinden çıkıp başka bir eve ya da kasabaya gitmem” diye yazar ve boş zamanlarının çoğunu Main Street’e bakan penceresinin kenarındaki küçük masada yazarak geçirirmiş. Pek çok yazar yazabilmek için belli oranda bir yalnızlığa ihtiyaç duyar ama Emily -insanlarla yakın olmak yerine kendi hapishanesini tercih eden -tam bir ev kuşudur. Üst kattaki odasından düzenli olarak çıkarabilen bir tek şey vardır, o da bahçe… “Ben bahçede yetiştim” dediği söylenir. Profesör Joseph Chickering’e 1885 yılında yazdığı bir mektubunda şöyle yazar: “Çocukluğumda uzun ömürlü olmayan hiçbir tohumu ekmemiştim; Bahçemin uzun ömürlü olması da bundandır.”
New England’ın yerel gazetesi Express’de yayımlanan bir yazıda, Emily Dickinson’un hassas bitkileri yetiştirme konusundaki özel becerisinden; bu bölgenin ikliminde yetiştirmeyi başardığı, o yöre için nadir sayılan “lezzetli olgun incirler”den de bahsedilmiş. “Çiçeklerim hem yakın hem uzak, ama yine de Baharat Adaları standına ulaşmak için mekânın öteki ucuna geçmem gerekiyor” diye yazan Dickinson, serasında sık rastlanan ya da nadir bulunan yabancı tohumlardan eklektik bir koleksiyon da oluşturmuş. Çiçekler özellikle kutsaldır onun için. Burada Asya’dan gelen kamelyalardan sıradan karanfillere kadar her türlü çiçek vardır. Şairin bahçesi üzerine yaptığı ayrıntılı çalışmada Judith Farr, “Dickinson’un kamelya, gardenya ve yaseminlerde elde ettiği başarının, sulama, gübreleme, bitki köklerini korumak için toprağı yaprak tabakasıyla örtme, dikkatlice saksılara yerleştirme ve böceklere karşı koruma gibi evreleri olan karmaşık ve titizlikle sürdürülmesi gereken bir sürecin sonucu olduğuna” işaret ediyor.
Her ne kadar aristokrat eğilimleri olsa da Emily, bahçede ellerini kirletmekten çekinmezmiş. Çiçek tarhlarının tam bulunduğu yer bilinmese de kuzeni Martha, Emily Dickinson International Society Bulletin dergisinde yayımlanan yazısında, kızkardeşi Lavinia’nın “karmakarışık” bahçesinin aksine, Emily’nin bahçesindeki çiçeklerin, çok yıllık bitkilerin ve çiçek soğanlarının belli bir düzen içinde durduğunu yazmış: “… ana bahçeyi dolduran uzun çiçek tarhları vardı; baharda ardı sıra açan sümbüller, çiğdemler, nergisler arasından krizantemlere kadar yürüdüğünde şükran ve neşe koka; onlarla sadece kadife çiçekleri keskin kokularıyla yarışabilirdi.” Ölümünden sadece birkaç gün önce yazdığı bir mektupta Dickinson’un bu büyülü bahçeyi yaşatmak için hep çalışması gerektiğini anımsatıyor: “Gülhatmiler oraya buraya elbiselerini çıkarırken, onların dallarını, tepeciklerini toplayıp durmakla meşguldüm.”
Emily Dickinson’un kendine ait bir sembolizmi vardır ve kendisini ifade etmek için de çoğunlukla bahçeden yararlanıyordu. Bahçede Felsefe kitabından aktarıyorum: Sözgelimi orkide bir katedral kubbesiyken, cırcır böcekleri bir Kelt ayini yapıyordu. Zambak ölümsüzlüğü anlatırdı. “Hafıza, solmasına izin verilmeyen bir şebboydu” diye yazmıştı. Kendisiyse “menekşe, gül ve dalından koparılmış bir papatya”ydı.
“Bir çanak yaprak -taçyaprak -ve bir diken
Sıradan bir yaz sabahında –
Bir matara Çiy -Bir iki Arı-
Bir Meltem -ağaçlarda bir oynaklık
Ve bir Gülüm ben!”
Yasemin çiçeğinin de sembolik bir anlamı vardır; dizelerinde “ulaşılamayan” aşkları bolca dillendiren, püritan disipliniyle büyümüş şair için “tutkunun” çiçeğidir. Belki de o yüzden, herbaryumun ilk sayfasında, yerel floraya ait bir bitkiyi değil de zamanın egzotik bitkisi yasemini seçmiş olmalı… -Harper’s and the Atlantic Monthly dergisinde okuduğu kadarıyla Brezilya, Zanzibar, İtalya gibi subtropik ya da tropik iklimlere özgü- New England’a yeni gelmiş bu egzotik çiçeği ilk gördüğünde çok ilgisini çekmiş. Yaseminin ana vatanından çok uzakta bir yerde, New England’ın soğuk iklimine alışmış olması ilham verici olur onun için. Düğünçiçekleri, yonca, anemonlar ve yılan otları yalınlığı ve aleladeliği dillendirirken, yabancı egzotik çiçekleri bilinmezliğe, eşine az rastlanır ve maceraperest olanı anlatır. Usta bir bahçıvan olarak havayı, değişen mevsimleri, günün döngüsünü ve çiçeklerini mesken tutmuş arıları, böcekleri ve kuşları da gözlemlemiş; bunu şiirlerinden de anlıyoruz.
“Sabahlar eskisinden daha da uysal –
Cevizler daha da kahverengi gittikçe –
Kızılcığın yanağı daha da tombul-
Şehir dışında Güller açmış bile”
***
“Hokkabazın Şapkasıdır Ülkesi-
Katırtırnağıdır -Arınınkisi-”
***
“Neşeli küçük Yürek!
Kahkahaçiçeği gibi!
Rüzgâr ve Güneş -donatır giysin!”
(Çeviri: Selahattin Özpalabıyıklar)
Şiirlerini “beyinde açan çiçekler” olarak tanımlar Emily Dickinson; çiçek soğanıyla ise şiirin özünü ifade etmek istiyordu. Şiirselleştirdiği bir başka şey de çiftliğin kendisiydi; onun güzelliği, ahengi ve sahne olduğu oyunlar; hepsi de babasının arazisinin içine sığan sıkıca örülmüş bir evren olarak tanımlar. Giderek daha münzevi bir hayat yaşamaya başladığında, eve hiç misafir kabul etmemiş ama arkadaşlarına ve yakınlarına doğum günlerinde, yaşlılara ve hastalara, çocuklara ve yeni annelere binlerce “çiçek buketi” göndermiş. Bugün inanması zor ama Emily Dickinson’un çiçekleri, yaşadığı dönemde dizelerinden daha ünlüdür. 1886’da öldüğünde şiirleri değil; çiçekleriyle anılıyormuş. Gözü gibi baktığı bahçe, şairin ölümünden sonraki kuşaklar tarafından gitgide küçültülmüş ve sonunda da tamamen yok olmuş.
Ancak 2003 yılında müze olarak ziyaretçilere açılan Çiftlik Evi’nde bu yıl şairin anısına ailesi tarafından saklanan hatıra tohumları ekilmiş ve küçük bir elma ve armut bahçesi oluşturulmuş. Emily Dickinson’ın şiir ve mektupları kadar o satırları bezeyen bitkiler ve bitkilere olan sevgisi de kuşakları etkilemeye devam ediyor.
acikradyo.com.tr

11 Mayıs 2020

Bouquet - Salvador Dali


1924 
Dali, güllerin yaprakları, pencere panjurlarının yönlü düzlemleri ve vazonun sudaki yansımaları arasında resmi bir analoji çiziyor. 
 

Bob Marley


Asıl adı Robert Nesta Marley olan Jamaikalı reggae şarkıcısı Bob Marley, 6 Şubat 1945’te siyahi bir anne ve beyaz bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi.
Babası beyaz bir kaptan olduğu için Jamaika’da çevresindekiler onu "beyaz çocuk" olarak çağırırdı.
130'un üzerinde plağı, yüzlerce şarkısı bulunan, bir reggae efsanesi olarak kabul edilen Marley, 11 Mayıs 1981’de öldüğünde 36 yaşındaydı.
Reggae müziğin kralı Bob Marley, profesyonel anlamda müziğe The Wailers grubu ile başladı. İlk hitleri ‘Simmer Down’ şarkısı oldu.
Marley, The Wailers'dan ayrıldıktan sonra, üç kadın reggae sanatçısının oluşturduğu The I-Threes adlı gruba müzikal alanda yardım etti. Topluluğun elemanlarından Juddy Mowatt, tecrübeli sanatçı için şu ifadeyi kullanmıştı: "Bob Marley’in şarkı sözü ve müzik altyapısı öylesine gelişmiş ki, kendisi bir müzik ansiklopedisi gibi."
Şarkılarında politik ancak basit bir içerik olan Marley, "Catch A Fire"ı 1972 yılında yayımladı. Bu çalışmayı; 1973 çıkışlı "Burnin’", 1975'te kaydedilen "Natty Dread" ve 1975 tarihli "Live" albümleri izledi. İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde hatrı sayılır bir dinleyici kitlesine sahip oldu.
En popüler şarkılarından biri olan "Get Up, Stand Up" sosyal karmaşayı konu edinirken; Marley, "No, Woman No Cry" gibi politik olmayan içerikte şarkılar da yazdı. "No, Woman No Cry" şarkısı, hala dünyanın birçok ülkesinde bebeklere ninni olarak söylenir. "I Shot The Sheriff" ve "Get Up, Stand Up" gibi şarkıları ünlü sanatçı Eric Clapton tarafından yıllar sonra yeniden düzenlendi.
Birleşmiş Milletler "Barış Madalyası", 1978'de Afrika insanına yapılan insancıl yardımlara şarkılarıyla destek olduğu için Bob Marley'e verildi.
Bob Marley çok az kişinin inandığı Rastafarianizm dinine mensuptu. Bu din eski Etiyopya topraklarından çıkmıştı. Saçını "rasta" yapmasının nedeni de dini inancıydı.
Reggae tarzının kilit noktası olan Rastafari hareketinden olan Marley, Ital adı verilen inancı gereği et yemezdi, yani vejetaryendi.
Gençliğinde el falında çok iddialı olan Marley için çevresindekiler, geleceği görebildiği yorumunu yapıyordu. Ünlü sanatçı, müziğe adım attığında fal bakmayı bıraktı.
7 farklı kadından 10 çocuğu olan Marley'in bir de evlatlık çocuğu bulunuyor. Marley, “Bir çocuğun bana ait olup olmadığını anlamanın yolu konuşmasına bakmaktır” demişti.
Sporla yakından ilgili olan Marley tam bir futbol tutkunuydu. Aynı zamanda ping-pong oynamayı da severdi.
1977 yılında futbol oynarken ayak başparmağında açılan bir yaradan dolayı deri kanseri (melanoma) olduğu ortaya çıktı. Parmağının kesilmesini istemedi. Çünkü Rastafarianizm inancında mezara tek parça halinde girilmek istenir. 1981 yılında ağırlaşan Marley, son günlerini yaşamak için Almanya'dan ülkesi Jamaika'ya uçakla dönerken durumu kritikleşti. Uçağı acil tıbbi yardım için Miami'ye iniş yaptı. Miami, Florida'daki Cedars of Lebanon Hastanesi'nde, 11 Mayıs 1981 sabahı 36 yaşında hayatını kaybetti.
Marley’in son sözleri oğlu Ziggy'ye, "Para hayatı satın alamaz" oldu.