65+’lar ve kronik hastalığı olanlar bizim burada hemen evlere hapsedildi. Hepsi değil tabii. Önemli karar alıcılar istisna tutuldu. Giderek, hapsedilenlere 2000’den sonra doğanlar da eklendi. Çünkü, denildi, Covid-19’dan ölenlerin çoğu 65+ yaş grubuna mensup, 2000’den sonra doğanlar ise fazla hareketli, fazla virüs taşıyorlar. Yanlış mıydı bu gerekçeler? Yalan mıydı yani?
Bir süre ses çıkmadı, yalnızca sosyal medyada “yaşçılık/ yaş ayrımcılığı (ageism)” adlı ayrımcılık türünü, bunun da diğer ayrımcılık türleri gibi insan haklarına aykırı olduğunu hatırlatanlar çıktı. Tabii hatırlamak için, önceden biliyor olmak gerekir, hiç değilse böyle bir bilgiyle karşılaşmış olmak. Hatırlayan hukukçulardan İbrahim Kaboğlu, yasağın Anayasa’ya aykırı olduğunu açıkladı.
Gerontolog Özgür Arun da yaşlılık bilimi açısından bakarak konuya hakkıyla sahip çıkan açıklamalarda bulundu...
Mahpusların günde en az on beş dakika açık havaya çıkarılma hakkı vardır. Bunu kırk yıl önce darbe dönemlerinin cezaevlerinde öğrenmiştik. Beş tarafı beton bir avluya, işkence altında da olsa “havalandırma”ya çıkarılırdınız. Disiplin cezası olarak tabutluklara attıklarında orada en fazla dokuz gün tutulurdunuz, sınır buydu, fazlası kalıcı hasar bırakma tehlikesi taşıyordu. Bu ceza için ayrıca mahkeme kararı gerekliydi. Gerçi mahkeme kararının uygulama sonrasında alındığı da oluyordu, “Önce öl, sonra öde” dediği gibi şairin.
Meslek hastalığı mı, algıda seçicilik mi? Uzun yıllar çevirmenlik yaptıysanız, önemsediğiniz eski yeni bazı çeviri metinler sizde özgün metne bakmak ihtiyacını doğurur. Bazen atlatırsınız bu itilimi, bazen atlatamazsınız. Camus’nün Veba’sını milyon yıl önce okumuştum. Aklımda sokak kuytularındaki fare ölüleri kalmış. Covid-19 günlerinde herkes gibi benim de arada bir aklımdan gelip geçerken üçüncü ayın başlarında bir gün romanın Türkçesini açtım, alınlık sayfasında Daniel de Foe imzalı şu cümleyi gördüm:
“Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan her-hangi bir şeyle göstermek kadar mantığa uygundur.”
Pek anlaşılmayan bu cümleyi Foe’ya yakıştıramayıp Fransızcasına baktım: “Il est aussi raisonnable de représenter une espèce d’emprisonnement par une autre que de représenter n’importe quelle chose qui existe réellement par quelque chose qui n’existe pas.”
Şöyle diyordu aslında Foe: “Gerçekte var olan herhangi bir şeyi var olmayan bir şeyle göstermek akla ne kadar uygunsa, hapsedilmenin bir türünü bir başka türüyle göstermek de o kadar uygundur.” Camus bu cümleyi alınlık yapmakla şunu demiş oluyordu kısaca: Elinizdeki kitap bir metafor olarak da okunabilir.
Çevirinin devamına bakmadım.
Besbelli hapsedilmek evinin bahçesi olanları daha az etkilemektedir. Balkon ne derece işe yarıyor, bilmiyorum, biraz hava alsanız bile balkonda volta atamazsınız. Belki güneşlenmek için pencereden daha iyidir, Fransız balkonu bile olsa. Ama zaten kapatılmış olma gerçekliğini bunların hiçbiri ortadan kaldıramaz. Hem de herkes gibi, herkesle birlikte değil, yalnızca ölümün eşiğindekiler olarak kapatılmışsanız.
Bir süre sonra birileri uyarmış olmalı ki yetkilileri, para cezaları başlamadan önce gidip parklarda oturan yaşlılara saygısızlık eden kendini bilmezlere de hitaben, büyüklerimizi ne kadar çok sevdiğimizi, onların bizim kıymetlilerimiz olduğunu, bu yasağı onları korumak için getirdiklerini vurgulamaya başladılar ve bir bakan ekleyiverdi: “Allah sizi başımızdan eksik etmesin”.
Bunu söyleyen, 65+ değildi ve böyle derken herhalde kategoriye dahil olan herkesi kastetmiyordu.
Yanlışım yoksa, “yaşlılar” yerine “büyüklerimiz” demeye o zaman başladılar. “Yasak” sözcüğünün yerini “kısıtlama”nın alması da aşağı yukarı aynı zamanlara denk geldi. “Sokağa çıkma yasağı”nın hangi dönemleri çağrıştırdığını birden hatırlamış olmalılar. “Kısıtlama” sözcüğü öbürünün kötü çağrışımlarından kurtaracak gibiydi. İşe bakın ki tv habercileri canlı yayında hızla haber aktarırken alışkanlık (ve gerçeklik) sonucu “sokağa çıkma yasa...” diye başlayıp telaşla düzeltiyorlardı: “Sokağa çıkma kısıtlamasının...”
Kısıtlanmıştık. Aslına bakarsanız neredeyse bir dil sürçmesiydi bu. “Kısıtlı” sıfatı hukukta, ilgili kişinin “aklî melekeleri”ndeki yetersizlik nedeniyle, sonuç doğurucu işlemleri kendi iradesiyle yapamaması, bunları o kişinin yerine atanacak birisinin ya da birilerinin yapması anlamına gelir. Ancak bu durumun hekim raporu ve mahkeme kararı gibi resmî belgelerle hükme bağlanması şartı vardır.
Derken bir iki hafta daha geçti, kapatılmanın ne gibi ruhsal ve bedensel sorunlara yol açabileceğini bilenler televizyonlarda güllabici söylemlerine başladılar. Bu söyleme bütün baskıcı dönemlerde rastlanır: Karar makamlarında oturanları biraz olsun yumuşatabilmeye yönelik, merhamet uyandırmaya çalışan, yarı yağla, yarı ricayla, keşkelerle dolu tonlar kullanılır.
Kimileri annesiyle babasının, kimileri kayınvalidesinin durumunu anlattı, kimileri de yaşlıların yavaşlığından, hayatlarında değişiklik yapma yetisinden ne kadar uzak olabildiklerinden dem vurdu. (Tanrım dedim içimden, kastettikleri yaş grubunda ülkemizin ve toplumumuzun, hatta dünyanın yazgısını teslim ettiklerimiz de var! Hem de bir değil iki değil! Onlar tabii istisnalara dahil, kamu hizmeti vb. deyip kurtarıyorlar, gelgelelim, istisnalar yavaşlığı ya da yeniliğe kapalı oluşu düzeltemez ki!?)
Rica minnet, sonuçta bir “izin” koparılabildi. Saygı sevgi tamam olsun diye Anneler Gününe denk getirilerek, herkes için sokağa çıkma yas.., pardon kısıtlaması olan bir pazar gününde, yalnızca 65+’larla kronikler birkaç saatliğine tahliye edildi. Mahalle aralarında, kapkaççıların yalnız gezecek ihtiyarlar konusunda ellerini ovuşturmakta olduğu fısıltıları dolaştı...Gerçi izin, refakatçileri de kapsıyordu. Tam vesayet!
Günü geldiğinde, söylenen saatlerde pencereden baktım, televizyona baktım, “walker” manzaraları. Oysa filmdeki “walker”lar aslında her yaştandırlar...
Karar vericilerin reel mantığı: Salgında son kurtarılacak olanları ayırıp kapatmak. Yaşlı ya da kronik hasta, bunlardan ne işçi olur, ne asker ne de anne (işte bütün mesele!). Fazladan yatak işgal edecek, yüksek yüzdelerle ölüp istatistikleri yükseltecekler. Vergi verip bağış yapmadıkları gibi, kendileri boyuna kaynak tüketenlerdir bunlar. (Tanrım! Aslında bugünlerin vergisini çoktan ödemediler mi, hayat boyu, sigorta kesintileriyle birlikte? Ve şimdi emekli maaşı olanların maaşlarından da kesilmiyor mu zaten o vergiler?)
Yaşlılar, kronik hastalar, güçsüzler denince tarih bilenlerde kaçınılmaz çağrışım toplama kamplarıdır, yani kapısında “Çalışmak Özgürleştirir“ yazılı olan, zayıf düşenlerin sapır sapır öldüğü o kamplar.
Bu konuda en uç deneyimlerin sahibi olan ve yüzleşmede de pek fena sayılmayan Avrupa halklarından güçlü sesler yükseldi. Nilgün Cerrahoğlu salgının en ağır geçtiği ülkelerden İtalya’daki tartışmaları 23 Nisan 2020 tarihli Cumhuriyet’te bir güzel yazdı.
Evet, kimlerin ölmeye yakın olduğunu her gün sabah akşam ilan eden, kırk beş gün sonra verilen sokağa çıkma “izni”nde de sıfatın taşıyıcılarını afişe etmekten çekinmeyen politikalara yol vermeyenler de var şu dünyada, en azından şimdilik. Ya da hâlâ ve her şeye rağmen.
Bilgisel engel, yaşlılık konusunda da işliyor (teşekkürler Bachelard!). Ömürler uzamadan önceki zamanlarda uzun yaşamak bir tür mucizeydi ve tanrının bu sevgili kulları, radyo, tv, internet türünden bilgi kaynaklarının henüz hayat bulmadığı, okulun kıt, kitabın da fazlasıyla sınırlı olduğu o çağlarda, sırf aktaracakları şarkı türkü ve deneyimler, anlatacakları masal ve efsaneler itibariyle bile kültürün neredeyse tek taşıyıcı, aktarıcı, yol gösterici kanalı olarak değerliydiler.
Ve “ihtiyar” sözcüğünün eski anlam alanına özerklik fikri de dahildi. “İhtiyar”, “muhtar (=özerk)” sözcüğüyle aynı köktendir. İlk anlamı, topluluğu ilgilendiren konularda karar verme, seçim yapma ve irade gösterme yetkisinin verildiği kimse’dir. “İhtiyarlar Heyeti” kurumunun aslı esası da bu... Sınai hayatta ise, anlamın aslı silinip gitti, yalnızca ikincil olan “yaşlı” kısmı kaldı. Eski kavram tıpkı sanayinin “limon misali sıkıp posasını çıkardığı” emekçiler gibi, içeriğini yitirdi. Yaşlılar ömürlerinin modern tıp sayesinde uzamış son birkaç yılını ihtiyarlık kalıbının içinde geçiriyor ama, kalıbın içi çoktandır boş. İkinci üçüncü bir uğraş ya da merak edinmeye ne enerji bırakılmış ömrünce, ne de zaman. Cikslerden ve magandalardan kolaylıkla “walker” muamelesi görebiliyor. Ve devletten, kısıtlı kesim muamelesi. Kendisini duruma doğrudan karşı çıkamayacak kadar da hiçleşmiş hissediyor. Tıpkı “çocuk” gibi ya da “genç” gibi mutlaklaştırılmış, birey dışı düşürülmüş bir damga, kategori, klişe. Bayramlarda seyranlarda tv reklamlarında gelenekseli hatırlatma aracı.
Düşünsel planda, mezarlıkların bekleme odasına dönüşmüş huzurevlerinin çeşitli kategorileriyle tanımlı: Hepimiz aynı değiliz, yaş grubu var, yaş grubu var.
Çok eskiden, Tohum adlı bir roman okumuştum, Eskimolarla ilgili. Çeviri bir romandı ama, yazarı kimdi, çevirmeni kim, hatırlamıyorum. Aklımda yalnızca o olağandışı Eskimo geleneği kalmış: Ölmeye yaklaşan ihtiyar, götürülüp uzak bir yere bırakılıyor, buzun üzerinde, kulübe filan da yok, öylece bir başına bırakılıyor, kısa sürede donup ölebilmesi için. Gelenek gereği o süreçte kimse feveran etmiyor, açıktan veda da etmiyor, hiçbir olağanüstülük yokmuş gibi davranılıyor. İhtiyarın da öylece vakur davranması gelenek olmuş. Tersine bir duygu belirtmek, ekşimek, sızlanmak ayıplanıyor, görgüsüzlük olarak yorumlanıyor, İngilizlerdeki gibi biraz. Onur, saygınlık, bazen de düpedüz insanlık dediğimiz değerin korunması böyle bir şey olabilir mi? Belki. Çünkü gidenin kendi iradesi devrede. En azından, ilke olarak.
Sağlık çalışanları etik sınavın tartışılmaz birincileri oldular. Eşit sağlık hakkı için faydacı mazeretler (“onlar da torunlara bakıyor, bütçeye katkıları büyük” vb.) bulmak, savunmacı kiplere başvurmak gereğini duymuyorlar. İlgili bakan da belki hekim olmasının da getirdiği erdemle, hiç değilse sağlık çerçevesine sadık konuşmalar yapıyor. Karar vericiler ise, lütuf gösterilerinden, fırsatı seçim nutuklarına çevirmekten hiç geri durmuyorlar. Ve ben bu satırları yazarken, onların türlü hınk deyicileri tv’lerde hekimlerin yerini almaya başlamışlardı bile.
Ben en iyisi o büyük şairle ilgili okumalarıma döneyim. Ne diyordu son yıllarında, 65+15’ken? “Biz” şiiri, Gülten Akın, Beni Sorarsan’da.
Necmiye Alpay