Medeni Kanun’un kabulü (17 Şubat 1926) ile sosyal alanda tam bir eşitlik anlayışı gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı Devleti döneminde uygulanan ve din kuralları ile yürütülen hukuk işleri, çağdaş bir uygarlığa adım atmış Türk toplumunun gereksinimlerini karşılayamaz görüntüsü veriyordu.
İlk olarak Tanzimat döneminde hazırlanan Mecelle ile bir takım yenilikler getirilmiş ancak yeterli olmamıştı. Kişilerin aile kurumu, mülkiyet ilişkileri, miras sorunları, hak ve borçları, satın alma, kiralama gibi bir çok konuda eksiklikler taşıdığından, tam bir Medeni Kanun sayılamazdı.
İşte bu sebeplerden dolayı, İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak hazırlanan Medeni Kanun TBMM’de kabul edilerek 17 Şubat 1926 yürürlüğe konmuştur. Medeni Kanunun Kabulü ile Türk aile yapısında olumlu değişikliler meydana gelmiştir.
Türk Medeni Kanunu’nun getirdiği yenilikler:
Ailede kadın erkek eşitliği sağlanmıştır.
Yapılacak evliliklerde resmi nikah yapma zorunluluğu getirilmiştir.
Tek eşle evlilik yapılması esası getirildi.
Kadınlara toplum yaşayışı içerisinde istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanınmıştır.
Mahkemelerde tanıklık yapma ve miras ile boşanma konularında kadın ve erkek eşit hale getirilmiştir.
17 Şubat 2017
Leo Rosten "Hayatın amacının ‘mutlu’ olmak olduğuna inanmam. "
Hayatın amacının ‘mutlu’ olmak olduğuna inanmam. Bence hayatın amacı: yararlı, sorumlu ve şefkatli olmaktır. En önemlisi fark yaratmaktır; katkıda bulunmak, bir şeyi temsil etmek, yaşamış olmakla bir değişim meydana getirmektir.
Louis-Ferdinand Céline - Gecenin Sonuna Yolculuk
1. Geceyi sevdiğimi söyledim…
Sustu sadece, o da seviyordu biliyordum. Bildiğimi bildiği için sustu. Açıklama ihtiyacı hissetmiyordu. Hayata diş geçirmeye çalışırken bunu sakince yapmaya çalışan iki acemiydik. Bizim bildiğimizi diğerlerinin de öğreneceğini düşünürdük kutsal bir inançla. Hem de kendimizi anlatma ihtiyacı duymadan, bizim bilincimize sahip olacaklardı. Konuşmadan anlaşacaktı bir gün tüm dünya. Tüm dünya üzerinde yaşanan derin bir sessizlik…
Biliyorduk; insan sesinin çıkardığı gürültüyü başka hiçbir canlı çıkaramazdı, fısıldama olsa bile. Çünkü insanın çıkardığı seslerin bir anlamı vardı ve zihinde kapladığı yer evrensel bir boşlukta uzayıp gidiyordu. Şekil değiştiriyordu, “acaba” oluyordu, “ya da” oluyordu, “belki” oluyordu, “hassiktir” oluyordu. Anlamını değiştiyor, değiştirdikçe zihne daha fazla basıyor, kokuyordu. Çöpler kovasına sığmıyordu.Tüm bunları bilmesi, tüm bunları bildiğini bilmem konuşmamışlığımıza dayanır.
Dünya denen dehşetli yerde en az kendim kadar şaşkın birinin daha olabilme ihtimalini bile aklımdan geçirmezken, bir ayna gibi ona bakmam, gözlerini okumam, sakinliğini duymam kadar şaşkınlık verici bir şey daha olamaz. Dünyanın dehşetengiz şaşkınlığına, birbirimizin şaşkınlığını da eklediğimizde, kafası bir ton, damıtılmış bir cesaret çıkıyor ortaya ki, cesaretin böylesi gerçekten tehlikelidir.
2.
Zaten tüm dinlerde de bu böyle değil midir?
Yüce Tanrısı artık papazın aklının kıyısından bile geçmeyeli sittinsene
olmuşken, kilisenin ayak işlerine bakan görevli hâlâ dini bütün değil midir...
Hem de imanına kadar? Gel de kusma!
3.
Gündüzün insanları sizi artık anlayamazlar.
4.
"Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara
öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir sorun bakalım hala uyuyabiliyorlar mı?"
5.
İnsan her şeyi aşmış olduğunu sanıyor ama sudan
şeylere takılıyor. Fazla düş kuruyor. Sözcüklerin üzerinden kayıp geçiyor.
6.
Sizlere sesleniyorum, insancıklar, yaşamın
salakları, dövülen, haraca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum,
bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş
salamına çevireceklerdir... Bu kesin bir işarettir... Asla şaşmaz.
7.
Halkı kıçının bezi yapıyordu.
8.
İnsan gençken ve bilmezken her şeyi gönül
yarası sanıyor...
9.
Yaşın ilerlediği halde, hâlâ gülme sırasının
sana gelmesini bekleyedurursun, sıra sana geldiğinde de... Tabii bunun için de
çok sabırlı olmak gerek... Çoktan gebermiş ve gömülmüş olursun...
10. Güçlü bir iç yaşam kendi kendine yeterlidir ve yirmi yıllık
buzulları bile eritecek güçtedir.
11. .ancak aramıza savaş girmişti, insanlığın yarısını mezara,
muhabbet olsun olmasın, öbür yarısını mezbahaya yollamaya yönelten o rezil
müthiş hınç.
12. İnsanlar o b*ktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir
türlü vazgeçmek istemezle r ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını
sağlayamazsınız. Ruhlarını böyle oyalarlar. Bugün yaşadıkları haksızlıklardan
intikam almak için geleceği b*kla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin
derinliklerinde. Hem adil hem ödlektirler aslında. Doğaları budur.
13. İnsan yaşamda yükselmez, alçalır.
14. Öyle, büsbütün korkağım, Lola, savaşı ve içinde ne varsa
hepsini reddediyorum... Ben savaş var diye üzülmüyorum... Ben kaderime razı
olmuyorum... Ben bu konuda sızlanıp durmuyorum... Onu olduğu gibi reddediyorum,
içindeki insanlarla birlikte, onlarla, onunla hiçbir alışverişim olsun
istemiyorum. İsterlerse dokuz yüz doksan beş milyon kişi olsunlar ve ben tek
başıma kalayım, yine de haksız olan onlar, Lola, haklı olan da benim, çünkü ne
istediğini bilen bir tek ben varım: Ben artık ölmek istemiyorum.
15. Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın
gerçeği ise ölümdür.
16. Zamanın mahzenlerinde yitirilmiş canlılar ölülerle birlikte
o kadar uyumla uyuyorlar ki daha şimdiden aynı gölge örtüyor gibi onları.
Yaşlandıkça insan kimi uyandıracağını karıştırıyor, canlıları mı, ölüleri mi.
Yaşlandıkça insan kimi uyandıracağını karıştırıyor, canlıları mı, ölüleri mi.
17. ... O zamanlar çocuktum, korkutuyordu beni hapishane. Çünkü
o zamanlar daha insanları tanımamıştım. Artık asla onların laflarına,
düşüncelerine kanmayacağım. Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar,
daima.
18. Bir yetişkinin çekip gitmesine asla fazla üzülmeyiz,
yeryüzünden bir gıcık yaratık daha eksildi diye düşünürüz, oysa bir çocuk için,
asla o kadar emin olamazsınız. Bu işin yarını da var.
19. ...Ancak bu kapandan kurtulma şansım yok denecek kadar
azdı, yırtabilmek için gerekli ilişkilerin hiçbirine sahip değildim. Tanıdıklar
listemde yalnızca yoksul insanlar vardı, yani ölümleri kimsenin umrunda olmayan
insanlar.
20. Kötülükleri kendi elleriyle yapmazlar, zenginler. Parasını
verirler.
21. Her şey bir alışkanlık meselesidir.
22. Aşktan vazgeçmek, yaşamdan vazgeçmekten daha zordu. İnsan
şu dünyada tüm vaktini öldürmeye ya da tapınmaya harcıyor, hem de ikiside aynı
anda.
23. Gelecekten söz edenler alçaktır. Önemli olan şimdidir.
Gelecek kuşaklardan söz etmek kurtçuklara nutuk çekmektir.
24. Tek değerli şey yaşamdır. Bahse girerim ki on bin yıl
sonra, bize ne kadar mükemmel görünürse görünsün, bu savaş tamamen unutulmuş
olacak... Olsa olsa bir avuç malumatfuruş, bu savaş ve onu süsleyen belli başlı
katliamların kesin tarihi konusunda sağda solda kapışırlar, o kadar...
İnsanların birkaç yüzyıl, birkaç yıl, hatta birkaç saat mesafeden birbirleri
hakkında anımsanmaya değer buldukları biricik şey budur... Ben geleceğe
inanmıyorum, Lola...
25. İnsan şehvet bakiri olduğu gibi, dehşet bakiri de
olabiliyor. ... Savaşın gerçekten içine girmeden önce, insanların o kahraman ve
tembel pis ruhunun içinde neler olabileceğini kim öngörebilirdi ki?
26. Katletme çılgınlığı dayanılmaz bir hale gelmiş olsa gerek,
öyle ya, bir konserve kutusunun çalınması bile affedilebiliyorsa artık!
Affetmek ne kelime? Basbayağı unutulabiliyor! Gerçi, bolluk içinde yüzmelerini
bizimle birlikte tüm dünyanın kutsadığı koskoca haydutları her Tanrı’nın günü
hayranlıkla izlemeyi alışkanlık haline getirdik, kaldı ki, biraz yakından
incelendiğinde onların varlıklarının kanıtı her gün yinelenen upuzun bir cürüm
dizisi olarak ortaya çıkmaktadır, buna karşın bu zatlar her türlü şerefe, şana,
güce layık görülüyor, işledikleri suçlar yasalar tarafından da taçlandırılıyor,
oysa, tarihte ne kadar gerilere gidilirse gidilsin –ve bildiğiniz gibi bana
tarihi bilmem için para veriliyor– her şey bize şunu gösteriyor ki, basit bir
hırsızlık yapılmışsa, hele sıradan gıda maddeleri, bir dilim ekmek, jambon ya
da peynir çalınmışsa, o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde
yüzkarası olarak damgalanıyor, kesinlikle kınanıyor, en ağır cezaları hak
ediyor, kendiliğinden onurunu yitiriyor ve alnındaki kara leke ömrü billah
silinemiyor, bunun da iki nedeni var, öncelikle bu tür cürümleri işleyen kişi
genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına vahim bir utanç vesikasıdır,
sonra da, yapmış olduğu eylem topluma karşı üstü kapalı bir tür suçlama da
içermektedir. Fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hak’ka dönüşüyor, anlıyor
musunuz...
27. Eğer bu dünyanın içindeyseniz, yapılacak en iyi şey, öyle
değil mi, buradan çekip gitmektir? Deli olsanız da olmasanız da, korksanız da
korkmasanız da.
28. Yaşamam için elinden geleni yaptı kadın... Asıl yapılmaması
gereken doğmaktı...
29. Yalnızca sefalet, insandaki dehayı özgür kılabilir..
Sanatçıya acı çekmek yaraşır!... bir tutamı asla kafi gelmez!... avuç avuç anca
keser sanatçıyı!... çünkü sanatçı, ancak acıların bağrında doğurabilir de
ondan!... ancak Acı'ya, Efendi'sine boyun eğdiği müddetçe!..
30. Burada eğitiminiz hiçbir işinize yaramaz, evladım! Buraya
düşünmeye gelmediniz, size uygulamanız emredilen hareketleri yapmaya
geldiniz... Fabrikamızda düşçülere ihtiyacımız yok. Bizim ihtiyacımız olan şey
şempanzelerdir... Benden size bir tavsiye daha. Bize bir daha asla aklınızdan
söz etmeyin! Başkaları sizin yerinize düşünecektir dostum! Sonra söylemedi
demeyin.
31. Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar, daima.
32. Sonuçta, ölüm biraz da evliliğe benzer.
33. “ İnsan kadere iyice boyun eğdiğinde mutlu olmak için
ufacık bir şeyler bile ona yetiyor. “
*
Yayımlanmasından tam yetmiş yıl sonra Türkçe’ye kazandırılan Gecenin
Sonuna Yolculuk, edebiyat tarihinde bir dönüm noktası oluşturan, romanda
konuşma dilini ve argoyu kullanarak devrim yaratmış bir başyapıt. Louis
Ferdinand Céline’in, bugün hâlâ güncelliğini koruyan, insanı derinden
etkileyen, içine çeken bu başyapıtı, “İşte böyle başladı” diyerek okuru
Birinci Dünya Savaşı’ndan Afrika’daki Fransız sömürgelerine, oradan
Amerika’ya, derken Paris’in varoşlarına ve gecenin sonuna kadar uzanan
ürpertici bir yolculuğa çıkarıyor. Céline’in kullandığı dil, özellikle
de konuşma dilini yazıya geçirme uğraşı, bugüne dek yapıtlarının
Türkçe’ye çevrilmesinin önünde büyük bir engel ve dokunulmazlık yarattı.
Yiğit Bener’in iki yılını vererek Türkçe’ye kazandırdığı bu eser, gerek
çevirisiyle gerekse okurun yüzüne vurduğu gerçeklerle uzun süre
konuşulacak…
"Takdir edilmek ve saygı görmek için, yangından mal kaçırırcasına
sivillerle iyi dost olmak zorunda kaldım, çünkü savaş ilerledikçe onlar,
geride, gitgide daha adileşiyorlardı. Paris'e döndüğümde bu durumu
hemen anladım, bunun yanı sıra, karılarının iyice kızıştığını,
ihtiyarların çenelerinin düştüğünü, bir de ellerin sağda solda, onun
bunun götünde, ceplerinde dolaştığını anladım. Geridekiler savaşanların
mirasına konuyordu, şan şöhret ve buna kahramanca, acı çekmeden
katlanmanın yolları çabucak öğrenilmişti. Kâh hastabakıcı, kâh acılı
şehit anası kimliğindeki anneler artık koyu renk uzun başörtülerini
takmadan, bir de belediye görevlisi aracılığıyla Bakan'ın onlara tam
zamanında ulaştırdığı küçük diplomaları yanlarına almadan hiçbir yere
gitmiyorlardı. Sonuçta, her şey bir şekilde düzene giriyordu. Özenle
hazırlanmış cenaze törenleri sırasında da herkes pek üzgündü elbette,
gelgelelim insan yine de konulacak mirası, yakın zamanda çıkılacak
tatili, alımlı ve söylenene bakılacak olursa ateşli dulu düşünmeden de
edemiyordu, hâlâ yaşamını sürdürmeyi de, inadına, uzunca bir süre, hatta
belki asla gebermemecesineÉ Kim bilir? Cenazeyi izlerken, herkes sizi
şapkasıyla göstere göstere selamlar. Hoş bir şeydir bu. Zaman artık
terbiyeli davranma, saygıdeğer görünme, yüksek sesle gülmeme zamanıdır,
yalnızca için için sevinebilirsiniz. Buna izin var. İçinden olursa her
şey serbest. Savaş zamanında, asmakatta dans edileceğine, mahzenlerde
dans ediliyordu. Savaşanlar buna daha rahat katlanıyorlardı, bu işi
seviyorlardı. Gelir gelmez istedikleri buydu, kimse de bu tavırları
kuşkulu bulmuyordu. Aslına bakılırsa kuşku uyandıran biricik şey
kahramanlıktır. Kendi bedeniyle kahramanlık? Oldu olacak yem olarak
oltanın ucuna takılan solucandan da kahramanlık yapmasını talep edin, ne
de olsa o da bizim gibi pembe, soluk ve gevşek. Bana gelince, artık
halimden şikâyetçi değildim. Hatta kazanmış olduğum askeri madalya,
yaralanmam falan filan sayesinde özgürleşmekteydim bile denilebilir.
Nekahet dönemindeyken getirmişlerdi bana madalyayı, hem de hastaneye
kadar. Hemen o gün, tiyatroya, madalyamı sivillere göstermeye koştum,
aralarda. Bayağı etkileyici oldu. Paris'te görülen ilk madalyalardı
bunlar. Olay yaratmıştı! Hatta Opéra-Comique'in fuayesinde Amerika'dan
gelen tatlı Lola'yla da bu vesileyle tanıştım, ar damarımın tamamen
çatlamasını da ona borçluyum. Öyle bazı tarihler vardır ki, yaşamasaydım
da olur diyeceğiniz aylar arasında öne çıkıverirler. Opéra-Comique'teki
şu madalya gününün benim yaşantımdaki yerine gelince, belirleyici
olmuştur. İşte onun yüzünden, Lola'nın yüzünden Amerika Birleşik
Devletleri'ni bayağı merak eder oldum, ona bir çırpıda sorduğum ve doğru
dürüst yanıt vermediği sorular yüzünden. İnsan kendini yolculuklara
böylesine kaptırmayagörsün, ne zaman dönebiliyorsa o zaman, ne halde
dönebiliyorsa da o halde dönerÉ Sözünü ettiğim dönemde herkes Paris'te
kendi küçük üniformasına sahip olmak istiyordu. Üniformasız kalan bir
tek tarafsızlarla casuslardı, onlar da zaten neredeyse aynı kişilerdi.
Lola'nın da vardı kendi resmi üniforması, hem de gerçek, çok sevimli bir
üniforma, kızıl haçlarla süslenmişti her tarafı, kol ağızları, dalgalı
saçları üzerine hınzırca hep yan yatırarak yerleştirdiği minnacık polis
beresi. Otel müdürüne sır verir gibi söylediğine bakılırsa, Fransa'yı
kurtarmak için bize yardım etmeye gelmişti, tabii gücünün yettiği kadar,
ama tüm yüreğiyle! Birbirimizi anlamakta hiç güçlük çekmedik, ne var ki
tam olarak anladık da denemez, çünkü yürek gücüyle yapılan işler bana
bayağı sevimsiz gelmeye başlamıştı. Beden marifetiyle yapılanları
yeğliyordum, mesele bundan ibaret. Yürek gücünden olabildiğince uzak
kalmakta yarar vardı, bunu bana iyi öğretmişlerdi, savaşta, hem de
nasıl! Bu dersi unutmaya da hiç niyetim yoktu. Lola'nın yüreği
yumuşacık, zayıf ve coşkuluydu. Vücuduysa pek tatlı, pek muhabbetliydi,
haliyle ona olduğu gibi, yani tümüyle sahip olmam gerekmişti. Aslında
iyi kızdı Lola, ancak aramıza savaş girmişti, insanlığın yarısını,
muhabbet olsun olmasın, öbür yarısını mezbahaya yollamaya yönelten o
rezil müthiş hınç. Öyle olunca, bu tür bir saplantı, kaçınılmaz olarak
ilişkilerde sorun yaratıyordu. Nekahet dönemini olabildiğince uzatmaya
kararlı olan ve çarpışmaların ateşli mezarlığındaki nöbet sırama dönmeye
hiç niyeti olmayan bendenizin gözünde, katlimizin saçmalığı, kentte
attığım her adımda daha da çarpıcı olarak belirginleşiyordu. Her tarafı
inanılmaz boyutta bir hinoğluhinlik sarmıştı. Ancak bu kapandan kurtulma
şansım yok denecek kadar azdı, yırtabilmek için gerekli ilişkilerin
hiçbirine sahip değildim. Tanıdıklar listemde yalnızca yoksul insanlar
vardı, yani ölümleri kimsenin umurunda olmayan insanlar. Lola'ya
gelince, paçayı sıyırmama yardım etmek için ona güvenilemezdi. Öyle bir
hemşireydi ki o, bu tatlı çocuktan daha savaşkan bir yaratık --belki
Ortolan dışında-- düşlemek dahi olanaksızdı. Daha önceden
kahramanlıkların çamur bulamacına batmamış olsaydım, onun o sevimli
Jeanne d'Arc havası beni belki heyecanlandırır, imana gelmemi sağlardı,
ancak, Place Clichy'de askere yazıldığımdan beri, her türlü sözel ya da
gerçek kahramanlık bana artık dehşetengiz ölçüde itici geliyordu.
İyileşmiştim, tamamen iyileşmiştim. Amerikan Askeri Birliği'nin
hanımlarının rahat etmesi için, Lola'nın da dahil olduğu hemşireler
grubu Paritz oteline yerleştirilmişti, üstelik ona, özel olarak da ona,
daha büyük kolaylık olsun diye bizzat otelin içinde özel bir birimin
idaresinin sorumluluğu verilmişti (bunu sağlayacak ilişkileri vardı),
Paris hastaneleri için hazırlanan elmalı lokma tatlıları biriminin. Her
sabah binlerce düzinesi dağıtılıyordu bu şekilde. Lola bu tatlı görevi,
bir süre sonra bayağı tatsız şekilde sonuçlanacak olan belli bir
gayretkeşlikle yerine getiriyordu. İtiraf etmek gerekir ki, aslında Lola
ömründe hiç lokma tatlısı yapmamıştı. Öyle olunca da bir sürü paralı
aşçı tuttu, bir iki denemeden sonra da lokmalar teslim edilebilecek hale
gelebildi, tam zamanında, şuruplu, tam kızarmış, tatlı, tam ağzınıza
layık. Dolayısıyla Lola'nın tek yapacağı şey, çeşitli hastanelere
dağıtılmalarından önce tatlarına bakmaktan ibaretti. Lola her sabah saat
on olur olmaz uyanır, banyosunu da yaptıktan sonra aşağı, mahzenlerin
bitişiğinde en diplerde bulunan mutfağa inerdi. Bunu her sabah yapardı,
altını çiziyorum, hem de sırtında, yola çıkmasından kısa bir süre önce
San Francisco'lu bir dostunun ona hediye etmiş olduğu sarı siyah Japon
kimonosundan başka hiçbir şey olmaksızın. Sonuçta her şey yolunda
gidiyordu ve gerçekten de tam savaşı kazanmak üzereydik ki, günün
birinde, öğle yemeği saatinde onun allak bullak olduğunu gördüm,
tabağına elini bile sürmek istemiyordu. Beklenmedik bir facia, ani bir
hastalık kaygısıyla telaşa düştüm. Kendisini özen dolu sevgime emanet
edip içini dökmesi için ona yalvardım."
*
Louis-Ferdinand Céline’in ilk ve en ünlü kitabı
Gecenin Sonuna Yolculuk, yaşamın oradan oraya, Birinci Dünya
Savaşı’ndan Afrika’ya, Amerika’dan Fransa’daki bir akıl hastanesine
savurduğu bir anti-kahramanın, Bardamu’nün öyküsü. Sefalet, hastalık,
yozlaşmışlık, delilik, ölüm her yerde. İnsanın varoluş karşısındaki
çaresizliği yüzümüze tüyler ürpertici bir ritimle vuruluyor. Kapkara ama
alabildiğine şiirsel, Simone de Beauvoir’ın deyişiyle “söz kadar canlı
bir yazı”yla yazılmış bir senfoni.
Gecenin Sonuna Yolculuk iki dünya savaşı çıkarmış bir yüzyılda aynaya yansıyan insan ruhunun bir nevi yazınsal otopsisidir.
Gerçek Céline “mucize”sini yaratan şey okumanın yarattığı etkidir – büyüleyici, gizemli, kopkoyu bir karanlık içinde, hoşnutsuz ama bununla birlikte yardım eli uzatan kahkahayla.
Julia Kristeva
Aslına bakarsanız Fransa’da “benim Proust’um” Céline’dir. (…) Céline çok büyük bir özgürlükçüdür, onun sesinin çağrısı beni içine çekiyor.
Philip Roth
Önce Céline’i okumalı, son 2000 yılın en büyük yazarı…
Charles Bukowski
Gecenin Sonuna Yolculuk iki dünya savaşı çıkarmış bir yüzyılda aynaya yansıyan insan ruhunun bir nevi yazınsal otopsisidir.
Gerçek Céline “mucize”sini yaratan şey okumanın yarattığı etkidir – büyüleyici, gizemli, kopkoyu bir karanlık içinde, hoşnutsuz ama bununla birlikte yardım eli uzatan kahkahayla.
Julia Kristeva
Aslına bakarsanız Fransa’da “benim Proust’um” Céline’dir. (…) Céline çok büyük bir özgürlükçüdür, onun sesinin çağrısı beni içine çekiyor.
Philip Roth
Önce Céline’i okumalı, son 2000 yılın en büyük yazarı…
Charles Bukowski
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)