17 Şubat 2017

Louis-Ferdinand Céline - Gecenin Sonuna Yolculuk


1. Geceyi sevdiğimi söyledim…
Sustu sadece, o da seviyordu biliyordum. Bildiğimi bildiği için sustu. Açıklama ihtiyacı hissetmiyordu. Hayata diş geçirmeye çalışırken bunu sakince yapmaya çalışan iki acemiydik. Bizim bildiğimizi diğerlerinin de öğreneceğini düşünürdük kutsal bir inançla. Hem de kendimizi anlatma ihtiyacı duymadan, bizim bilincimize sahip olacaklardı. Konuşmadan anlaşacaktı bir gün tüm dünya. Tüm dünya üzerinde yaşanan derin bir sessizlik…
Biliyorduk; insan sesinin çıkardığı gürültüyü başka hiçbir canlı çıkaramazdı, fısıldama olsa bile. Çünkü insanın çıkardığı seslerin bir anlamı vardı ve zihinde kapladığı yer evrensel bir boşlukta uzayıp gidiyordu. Şekil değiştiriyordu, “acaba” oluyordu, “ya da” oluyordu, “belki” oluyordu, “hassiktir” oluyordu. Anlamını değiştiyor, değiştirdikçe zihne daha fazla basıyor, kokuyordu. Çöpler kovasına sığmıyordu.Tüm bunları bilmesi, tüm bunları bildiğini bilmem konuşmamışlığımıza dayanır.
Dünya denen dehşetli yerde en az kendim kadar şaşkın birinin daha olabilme ihtimalini bile aklımdan geçirmezken, bir ayna gibi ona bakmam, gözlerini okumam, sakinliğini duymam kadar şaşkınlık verici bir şey daha olamaz. Dünyanın dehşetengiz şaşkınlığına, birbirimizin şaşkınlığını da eklediğimizde, kafası bir ton, damıtılmış bir cesaret çıkıyor ortaya ki, cesaretin böylesi gerçekten tehlikelidir.
 
 2.     Zaten tüm dinlerde de bu böyle değil midir? Yüce Tanrısı artık papazın aklının kıyısından bile geçmeyeli sittinsene olmuşken, kilisenin ayak işlerine bakan görevli hâlâ dini bütün değil midir... Hem de imanına kadar? Gel de kusma!

3.     Gündüzün insanları sizi artık anlayamazlar.

4.     "Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir sorun bakalım hala uyuyabiliyorlar mı?"

5.     İnsan her şeyi aşmış olduğunu sanıyor ama sudan şeylere takılıyor. Fazla düş kuruyor. Sözcüklerin üzerinden kayıp geçiyor.


6.     Sizlere sesleniyorum, insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, haraca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum, bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir... Bu kesin bir işarettir... Asla şaşmaz.


7.     Halkı kıçının bezi yapıyordu.

8.     İnsan gençken ve bilmezken her şeyi gönül yarası sanıyor...

9.     Yaşın ilerlediği halde, hâlâ gülme sırasının sana gelmesini bekleyedurursun, sıra sana geldiğinde de... Tabii bunun için de çok sabırlı olmak gerek... Çoktan gebermiş ve gömülmüş olursun...

10.  Güçlü bir iç yaşam kendi kendine yeterlidir ve yirmi yıllık buzulları bile eritecek güçtedir.

11.  .ancak aramıza savaş girmişti, insanlığın yarısını mezara, muhabbet olsun olmasın, öbür yarısını mezbahaya yollamaya yönelten o rezil müthiş hınç.

12.  İnsanlar o b*ktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir türlü vazgeçmek istemezle r ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını sağlayamazsınız. Ruhlarını böyle oyalarlar. Bugün yaşadıkları haksızlıklardan intikam almak için geleceği b*kla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin derinliklerinde. Hem adil hem ödlektirler aslında. Doğaları budur.

13.  İnsan yaşamda yükselmez, alçalır.

14.  Öyle, büsbütün korkağım, Lola, savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum... Ben savaş var diye üzülmüyorum... Ben kaderime razı olmuyorum... Ben bu konuda sızlanıp durmuyorum... Onu olduğu gibi reddediyorum, içindeki insanlarla birlikte, onlarla, onunla hiçbir alışverişim olsun istemiyorum. İsterlerse dokuz yüz doksan beş milyon kişi olsunlar ve ben tek başıma kalayım, yine de haksız olan onlar, Lola, haklı olan da benim, çünkü ne istediğini bilen bir tek ben varım: Ben artık ölmek istemiyorum.

15.  Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ise ölümdür.

16.  Zamanın mahzenlerinde yitirilmiş canlılar ölülerle birlikte o kadar uyumla uyuyorlar ki daha şimdiden aynı gölge örtüyor gibi onları.
Yaşlandıkça insan kimi uyandıracağını karıştırıyor, canlıları mı, ölüleri mi.

17.  ... O zamanlar çocuktum, korkutuyordu beni hapishane. Çünkü o zamanlar daha insanları tanımamıştım. Artık asla onların laflarına, düşüncelerine kanmayacağım. Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar, daima.

18.  Bir yetişkinin çekip gitmesine asla fazla üzülmeyiz, yeryüzünden bir gıcık yaratık daha eksildi diye düşünürüz, oysa bir çocuk için, asla o kadar emin olamazsınız. Bu işin yarını da var.

19.  ...Ancak bu kapandan kurtulma şansım yok denecek kadar azdı, yırtabilmek için gerekli ilişkilerin hiçbirine sahip değildim. Tanıdıklar listemde yalnızca yoksul insanlar vardı, yani ölümleri kimsenin umrunda olmayan insanlar.

20.  Kötülükleri kendi elleriyle yapmazlar, zenginler. Parasını verirler.

21.  Her şey bir alışkanlık meselesidir.

22.  Aşktan vazgeçmek, yaşamdan vazgeçmekten daha zordu. İnsan şu dünyada tüm vaktini öldürmeye ya da tapınmaya harcıyor, hem de ikiside aynı anda.

23.  Gelecekten söz edenler alçaktır. Önemli olan şimdidir. Gelecek kuşaklardan söz etmek kurtçuklara nutuk çekmektir.

24.  Tek değerli şey yaşamdır. Bahse girerim ki on bin yıl sonra, bize ne kadar mükemmel görünürse görünsün, bu savaş tamamen unutulmuş olacak... Olsa olsa bir avuç malumatfuruş, bu savaş ve onu süsleyen belli başlı katliamların kesin tarihi konusunda sağda solda kapışırlar, o kadar... İnsanların birkaç yüzyıl, birkaç yıl, hatta birkaç saat mesafeden birbirleri hakkında anımsanmaya değer buldukları biricik şey budur... Ben geleceğe inanmıyorum, Lola...

25.  İnsan şehvet bakiri olduğu gibi, dehşet bakiri de olabiliyor. ... Savaşın gerçekten içine girmeden önce, insanların o kahraman ve tembel pis ruhunun içinde neler olabileceğini kim öngörebilirdi ki?

26.  Katletme çılgınlığı dayanılmaz bir hale gelmiş olsa gerek, öyle ya, bir konserve kutusunun çalınması bile affedilebiliyorsa artık! Affetmek ne kelime? Basbayağı unutulabiliyor! Gerçi, bolluk içinde yüzmelerini bizimle birlikte tüm dünyanın kutsadığı koskoca haydutları her Tanrı’nın günü hayranlıkla izlemeyi alışkanlık haline getirdik, kaldı ki, biraz yakından incelendiğinde onların varlıklarının kanıtı her gün yinelenen upuzun bir cürüm dizisi olarak ortaya çıkmaktadır, buna karşın bu zatlar her türlü şerefe, şana, güce layık görülüyor, işledikleri suçlar yasalar tarafından da taçlandırılıyor, oysa, tarihte ne kadar gerilere gidilirse gidilsin –ve bildiğiniz gibi bana tarihi bilmem için para veriliyor– her şey bize şunu gösteriyor ki, basit bir hırsızlık yapılmışsa, hele sıradan gıda maddeleri, bir dilim ekmek, jambon ya da peynir çalınmışsa, o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde yüzkarası olarak damgalanıyor, kesinlikle kınanıyor, en ağır cezaları hak ediyor, kendiliğinden onurunu yitiriyor ve alnındaki kara leke ömrü billah silinemiyor, bunun da iki nedeni var, öncelikle bu tür cürümleri işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına vahim bir utanç vesikasıdır, sonra da, yapmış olduğu eylem topluma karşı üstü kapalı bir tür suçlama da içermektedir. Fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hak’ka dönüşüyor, anlıyor musunuz...

27.  Eğer bu dünyanın içindeyseniz, yapılacak en iyi şey, öyle değil mi, buradan çekip gitmektir? Deli olsanız da olmasanız da, korksanız da korkmasanız da.

28.  Yaşamam için elinden geleni yaptı kadın... Asıl yapılmaması gereken doğmaktı...

29.  Yalnızca sefalet, insandaki dehayı özgür kılabilir.. Sanatçıya acı çekmek yaraşır!... bir tutamı asla kafi gelmez!... avuç avuç anca keser sanatçıyı!... çünkü sanatçı, ancak acıların bağrında doğurabilir de ondan!... ancak Acı'ya, Efendi'sine boyun eğdiği müddetçe!..

30.  Burada eğitiminiz hiçbir işinize yaramaz, evladım! Buraya düşünmeye gelmediniz, size uygulamanız emredilen hareketleri yapmaya geldiniz... Fabrikamızda düşçülere ihtiyacımız yok. Bizim ihtiyacımız olan şey şempanzelerdir... Benden size bir tavsiye daha. Bize bir daha asla aklınızdan söz etmeyin! Başkaları sizin yerinize düşünecektir dostum! Sonra söylemedi demeyin.

31.  Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar, daima.

32.  Sonuçta, ölüm biraz da evliliğe benzer.

33.  “ İnsan kadere iyice boyun eğdiğinde mutlu olmak için ufacık bir şeyler bile ona yetiyor. “
 


Yayımlanmasından tam yetmiş yıl sonra Türkçe’ye kazandırılan Gecenin Sonuna Yolculuk, edebiyat tarihinde bir dönüm noktası oluşturan, romanda konuşma dilini ve argoyu kullanarak devrim yaratmış bir başyapıt. Louis Ferdinand Céline’in, bugün hâlâ güncelliğini koruyan, insanı derinden etkileyen, içine çeken bu başyapıtı, “İşte böyle başladı” diyerek okuru Birinci Dünya Savaşı’ndan Afrika’daki Fransız sömürgelerine, oradan Amerika’ya, derken Paris’in varoşlarına ve gecenin sonuna kadar uzanan ürpertici bir yolculuğa çıkarıyor. Céline’in kullandığı dil, özellikle de konuşma dilini yazıya geçirme uğraşı, bugüne dek yapıtlarının Türkçe’ye çevrilmesinin önünde büyük bir engel ve dokunulmazlık yarattı. Yiğit Bener’in iki yılını vererek Türkçe’ye kazandırdığı bu eser, gerek çevirisiyle gerekse okurun yüzüne vurduğu gerçeklerle uzun süre konuşulacak…
 
 
 "Takdir edilmek ve saygı görmek için, yangından mal kaçırırcasına sivillerle iyi dost olmak zorunda kaldım, çünkü savaş ilerledikçe onlar, geride, gitgide daha adileşiyorlardı. Paris'e döndüğümde bu durumu hemen anladım, bunun yanı sıra, karılarının iyice kızıştığını, ihtiyarların çenelerinin düştüğünü, bir de ellerin sağda solda, onun bunun götünde, ceplerinde dolaştığını anladım. Geridekiler savaşanların mirasına konuyordu, şan şöhret ve buna kahramanca, acı çekmeden katlanmanın yolları çabucak öğrenilmişti. Kâh hastabakıcı, kâh acılı şehit anası kimliğindeki anneler artık koyu renk uzun başörtülerini takmadan, bir de belediye görevlisi aracılığıyla Bakan'ın onlara tam zamanında ulaştırdığı küçük diplomaları yanlarına almadan hiçbir yere gitmiyorlardı. Sonuçta, her şey bir şekilde düzene giriyordu. Özenle hazırlanmış cenaze törenleri sırasında da herkes pek üzgündü elbette, gelgelelim insan yine de konulacak mirası, yakın zamanda çıkılacak tatili, alımlı ve söylenene bakılacak olursa ateşli dulu düşünmeden de edemiyordu, hâlâ yaşamını sürdürmeyi de, inadına, uzunca bir süre, hatta belki asla gebermemecesineÉ Kim bilir? Cenazeyi izlerken, herkes sizi şapkasıyla göstere göstere selamlar. Hoş bir şeydir bu. Zaman artık terbiyeli davranma, saygıdeğer görünme, yüksek sesle gülmeme zamanıdır, yalnızca için için sevinebilirsiniz. Buna izin var. İçinden olursa her şey serbest. Savaş zamanında, asmakatta dans edileceğine, mahzenlerde dans ediliyordu. Savaşanlar buna daha rahat katlanıyorlardı, bu işi seviyorlardı. Gelir gelmez istedikleri buydu, kimse de bu tavırları kuşkulu bulmuyordu. Aslına bakılırsa kuşku uyandıran biricik şey kahramanlıktır. Kendi bedeniyle kahramanlık? Oldu olacak yem olarak oltanın ucuna takılan solucandan da kahramanlık yapmasını talep edin, ne de olsa o da bizim gibi pembe, soluk ve gevşek. Bana gelince, artık halimden şikâyetçi değildim. Hatta kazanmış olduğum askeri madalya, yaralanmam falan filan sayesinde özgürleşmekteydim bile denilebilir. Nekahet dönemindeyken getirmişlerdi bana madalyayı, hem de hastaneye kadar. Hemen o gün, tiyatroya, madalyamı sivillere göstermeye koştum, aralarda. Bayağı etkileyici oldu. Paris'te görülen ilk madalyalardı bunlar. Olay yaratmıştı! Hatta Opéra-Comique'in fuayesinde Amerika'dan gelen tatlı Lola'yla da bu vesileyle tanıştım, ar damarımın tamamen çatlamasını da ona borçluyum. Öyle bazı tarihler vardır ki, yaşamasaydım da olur diyeceğiniz aylar arasında öne çıkıverirler. Opéra-Comique'teki şu madalya gününün benim yaşantımdaki yerine gelince, belirleyici olmuştur. İşte onun yüzünden, Lola'nın yüzünden Amerika Birleşik Devletleri'ni bayağı merak eder oldum, ona bir çırpıda sorduğum ve doğru dürüst yanıt vermediği sorular yüzünden. İnsan kendini yolculuklara böylesine kaptırmayagörsün, ne zaman dönebiliyorsa o zaman, ne halde dönebiliyorsa da o halde dönerÉ Sözünü ettiğim dönemde herkes Paris'te kendi küçük üniformasına sahip olmak istiyordu. Üniformasız kalan bir tek tarafsızlarla casuslardı, onlar da zaten neredeyse aynı kişilerdi. Lola'nın da vardı kendi resmi üniforması, hem de gerçek, çok sevimli bir üniforma, kızıl haçlarla süslenmişti her tarafı, kol ağızları, dalgalı saçları üzerine hınzırca hep yan yatırarak yerleştirdiği minnacık polis beresi. Otel müdürüne sır verir gibi söylediğine bakılırsa, Fransa'yı kurtarmak için bize yardım etmeye gelmişti, tabii gücünün yettiği kadar, ama tüm yüreğiyle! Birbirimizi anlamakta hiç güçlük çekmedik, ne var ki tam olarak anladık da denemez, çünkü yürek gücüyle yapılan işler bana bayağı sevimsiz gelmeye başlamıştı. Beden marifetiyle yapılanları yeğliyordum, mesele bundan ibaret. Yürek gücünden olabildiğince uzak kalmakta yarar vardı, bunu bana iyi öğretmişlerdi, savaşta, hem de nasıl! Bu dersi unutmaya da hiç niyetim yoktu. Lola'nın yüreği yumuşacık, zayıf ve coşkuluydu. Vücuduysa pek tatlı, pek muhabbetliydi, haliyle ona olduğu gibi, yani tümüyle sahip olmam gerekmişti. Aslında iyi kızdı Lola, ancak aramıza savaş girmişti, insanlığın yarısını, muhabbet olsun olmasın, öbür yarısını mezbahaya yollamaya yönelten o rezil müthiş hınç. Öyle olunca, bu tür bir saplantı, kaçınılmaz olarak ilişkilerde sorun yaratıyordu. Nekahet dönemini olabildiğince uzatmaya kararlı olan ve çarpışmaların ateşli mezarlığındaki nöbet sırama dönmeye hiç niyeti olmayan bendenizin gözünde, katlimizin saçmalığı, kentte attığım her adımda daha da çarpıcı olarak belirginleşiyordu. Her tarafı inanılmaz boyutta bir hinoğluhinlik sarmıştı. Ancak bu kapandan kurtulma şansım yok denecek kadar azdı, yırtabilmek için gerekli ilişkilerin hiçbirine sahip değildim. Tanıdıklar listemde yalnızca yoksul insanlar vardı, yani ölümleri kimsenin umurunda olmayan insanlar. Lola'ya gelince, paçayı sıyırmama yardım etmek için ona güvenilemezdi. Öyle bir hemşireydi ki o, bu tatlı çocuktan daha savaşkan bir yaratık --belki Ortolan dışında-- düşlemek dahi olanaksızdı. Daha önceden kahramanlıkların çamur bulamacına batmamış olsaydım, onun o sevimli Jeanne d'Arc havası beni belki heyecanlandırır, imana gelmemi sağlardı, ancak, Place Clichy'de askere yazıldığımdan beri, her türlü sözel ya da gerçek kahramanlık bana artık dehşetengiz ölçüde itici geliyordu. İyileşmiştim, tamamen iyileşmiştim. Amerikan Askeri Birliği'nin hanımlarının rahat etmesi için, Lola'nın da dahil olduğu hemşireler grubu Paritz oteline yerleştirilmişti, üstelik ona, özel olarak da ona, daha büyük kolaylık olsun diye bizzat otelin içinde özel bir birimin idaresinin sorumluluğu verilmişti (bunu sağlayacak ilişkileri vardı), Paris hastaneleri için hazırlanan elmalı lokma tatlıları biriminin. Her sabah binlerce düzinesi dağıtılıyordu bu şekilde. Lola bu tatlı görevi, bir süre sonra bayağı tatsız şekilde sonuçlanacak olan belli bir gayretkeşlikle yerine getiriyordu. İtiraf etmek gerekir ki, aslında Lola ömründe hiç lokma tatlısı yapmamıştı. Öyle olunca da bir sürü paralı aşçı tuttu, bir iki denemeden sonra da lokmalar teslim edilebilecek hale gelebildi, tam zamanında, şuruplu, tam kızarmış, tatlı, tam ağzınıza layık. Dolayısıyla Lola'nın tek yapacağı şey, çeşitli hastanelere dağıtılmalarından önce tatlarına bakmaktan ibaretti. Lola her sabah saat on olur olmaz uyanır, banyosunu da yaptıktan sonra aşağı, mahzenlerin bitişiğinde en diplerde bulunan mutfağa inerdi. Bunu her sabah yapardı, altını çiziyorum, hem de sırtında, yola çıkmasından kısa bir süre önce San Francisco'lu bir dostunun ona hediye etmiş olduğu sarı siyah Japon kimonosundan başka hiçbir şey olmaksızın. Sonuçta her şey yolunda gidiyordu ve gerçekten de tam savaşı kazanmak üzereydik ki, günün birinde, öğle yemeği saatinde onun allak bullak olduğunu gördüm, tabağına elini bile sürmek istemiyordu. Beklenmedik bir facia, ani bir hastalık kaygısıyla telaşa düştüm. Kendisini özen dolu sevgime emanet edip içini dökmesi için ona yalvardım."
 
 *

Louis-Ferdinand Céline’in ilk ve en ünlü kitabı Gecenin Sonuna Yolculuk, yaşamın oradan oraya, Birinci Dünya Savaşı’ndan Afrika’ya, Amerika’dan Fransa’daki bir akıl hastanesine savurduğu bir anti-kahramanın, Bardamu’nün öyküsü. Sefalet, hastalık, yozlaşmışlık, delilik, ölüm her yerde. İnsanın varoluş karşısındaki çaresizliği yüzümüze tüyler ürpertici bir ritimle vuruluyor. Kapkara ama alabildiğine şiirsel, Simone de Beauvoir’ın deyişiyle “söz kadar canlı bir yazı”yla yazılmış bir senfoni.
 
Gecenin Sonuna Yolculuk iki dünya savaşı çıkarmış bir yüzyılda aynaya yansıyan insan ruhunun bir nevi yazınsal otopsisidir.
 
Gerçek Céline “mucize”sini yaratan şey okumanın yarattığı etkidir – büyüle­yici, gizemli, kopkoyu bir karanlık içinde, hoşnutsuz ama bununla birlikte yar­dım eli uzatan kahkahayla.
Julia Kristeva
 
Aslına bakarsanız Fransa’da “benim Proust’um” Céline’dir. (…) Céline çok büyük bir özgürlükçüdür, onun sesinin çağrısı beni içine çekiyor.
Philip Roth
 
Önce Céline’i okumalı, son 2000 yılın en büyük yazarı…
Charles Bukowski