Milan Kundera'nın Fransa'ya göçtükten sonra
orada yazdığı ilk roman. Bir kahvede servis yapan güzel göçmen kızı
Tamina, hiçbir şeyin, hiç kimsenin yerini tutamayacağı ölmüş kocasının
anısının giderek bulanıklaşmasına karşı umutsuz bir savaş veriyor. Onun
öyküsü, bu kitabın iki temel gerçeğini yansıtıyor: Çekoslovakya'da
yaşanan trajik deney (yani ünlü Prag Baharı, ardından Sovyet işgali) ve
Batı'daki yaşam. Kundera, kuşkulu bir bakışla dolaşıyor bu gerçekler
üzerinde. Kitabın, birbirinden bağımsız görünen yedi bölümü, bir
yolculuğun aşamaları gibi birbirini izliyor. Aynı durumlar, aynı
sorular, müzikteki kreşendo gibi bir tek görüntüde birleşiyorlar. Mizah,
yoğun bir hüzünle birlikte gelişiyor. Her an gülünç bir pantomime
dönüşebilecek erotizmin incinebilirliği ve bunun getirdiği şaşkınlık. Ve
sonuna doğru bir koşuya dönüşen tarih; unutuşun tanrılarına adanmış,
yazarın ve ülkesinin kaderi konusunda düşünceler, düşünceler.
* * *
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, birbiriyle doğrudan
bağlantısı olmayan karakterlerin yer aldığı yedi ayrı anlatıdan oluşur.
Bu karakterler ve anlatılar birbirlerine ortak izleklerle bağlanır.
Birbirini bir yolculuğun aşamaları gibi izleyen bölümlerde, bir müzik
yapıtında olduğu gibi aynı durumlar, aynı sorular yinelenir. Mizah,
yoğun bir hüzün eşliğinde gelişir. Sonuna doğru bir koşuya dönüşen tarih
ile yazarın ve ülkesinin unutuş tanrılarına adanmış yazgısı gözler
önüne serilir.
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, devletin insan belleğini ve
tarihsel gerçekleri yok etme eğilimi üstüne ironik gözlemlerden oluşan,
ideolojik öğretilerin çoğu zaman iyi ve kötü kavramlarını nasıl
saptırdığını irdeleyen bir roman.
XX. yüzyılın en önemli yazarlarından Milan Kundera, Fransa’ya
yerleşmesinin ardından yazdığı bu romanın yayımlanışından hemen sonra
Çek hükümeti tarafından yurttaşlıktan çıkarılmıştı.
İnsanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır.
Evet, kim ne söylerse söylesin, en zeki olan komünistlerdi. Göz
kamaştırıcı bir planları vardı, tümüyle yepyeni bir dünyanın planıydı bu
ve orada herkese yer vardı. Onlara karşı olanların ise, sadece yerleşik
düzenin delik deşik olmuş bir külotu andıran yapısını yamamak için
kullanmak istedikleri, eskimiş, yıpranmış, sıkıcı birkaç ahlak
kuralından başka vaat edecekleri büyük bir düşleri yoktu.
Kadınlar güzel adam aramazlardı. Onlar, güzel kadınları elde etmiş adamları ararlardı.
Gelecek
kimsenin umrunda olmayan, ilgisiz bir boşluktur, geçmiş ise yaşam
doludur, kızdırır, başkaldırtır, yaralar, o kadar ki bu yüzden onu yok
etmek ya da yeniden yaratmak isteriz. Geleceğe egemen olmak
istenilmesinin nedeni, geçmişi değiştirecek güce sahip olmaktan başka
birşey değildir.
Şeytan'ı bir kötülük yanlısı, Melek'i ise iyilik
savaşçısı olarak kabul etmek, meleklerin demagojisine ayak uydurmak
olur. Bu işler kuşkusuz çok daha karmaşık.
Barışa tutkun insan her zaman gülümser.
Çocuklarımız
bizimle ilgilenmedikleri için kitap yazıyoruz biz. Karımız, kendisiyle
konuştuğumuzda kulaklarını tıkadığı içindir ki, belli kişiliği olmayan
bir dünyaya sesleniyoruz.
İki kunduracı, dükkanları aynı sokak
üstünde olmadığı sürece, kusursuz bir uyum içinde yaşayabilirler. Ama
kunduracıların gelecekleri hakkında birer kitap yazmaya kalkmasınlar,
derhal birbirlerinden rahatsız olmaya başlayarak iu soruyu sorarlar:
Başka kunduracılar yaşarken, bir kunduracıya yaşıyor denebilir mi?
Siyaset
üstüne bir aşk kitabı, evet, çünkü dünyanın insanın ölçülerine göre
yaratılması gerek, bizim ölçümüze, bedenlerimizin ölçüsüne, senin
bedenine göre, benim bedenime göre, evet, bir gün başka türlü
sevişilsin, başka türlü sevilsin diye.
Kendi iç zavallılığımıza
karşı kullanılan en alışılmış reçete, aşktır. Çünkü gerçekten sevilen
bir kişi zavallı olamaz. Çünkü bütün zayıflıkları, aşkın sihirli
bakışıyla bağışlanır, böylece kafasını suyun üstünde beceriksizce tutan
bir kötü yüzücü kusursuz bir baştan çıkarıcı olabilir.
Bir kadın şair, iki kat kadındır.
Anlamak,
karşısındakiyle kendini karıştırmak, onda kendisini bulmaktır. Şiirin
sırrı buradadır.
Sevdiğimiz kadınla kendimizi tüketiyoruz, inandığımız
fikirlerle kendimizi tüketiyoruz, bizi heyecanlandıran bir görünüm
karşısında kendimizi tüketiyoruz.
Kendi kendisinin tutsağı olan kişi, kendi yıkılışıyla öç alır.
Aşk bir ayrıcalıktır. Ve bütün ayrıcalıklar layık olunmamış şeylerdir, bu yüzden de bunun bedelinin ödenmesi gerekir. Aşkın ayrıcalığı her zaman
cennet değildir, aynı zamanda cehennemdir de. Aşk içinde yaşam, sürekli
bir gerginlik, korku ve huzursuzluk içinde geçer.