19 Kasım 2020

İlhan Berk - Bu dünyada en güzel şey

 

Bir sabah daha dağlarda sular dağlarda daha nice güzel şey uyurdu
Hakir yoldaydı.
Ne biliyorsak güzel diye ne biliyorsak
Yoldaydı.
Bir cumartesi ver elini dedim ver elini dağlara taşlara
Dünya güzeli elini bir sabah
Uzattı Çamlıbel.
Bu dünyada en güzel şeyler bu gökyüzü, bu sular, bu topraklar değil mi sizce
Değil işte.
Bu dünyada en güzel şey
Zulüm üstüne seferdi.
Ben birçok krallar gördüm
Padişah mendilleri kullandım.
Cihanda en güzel şey
Kulluğu yok etmekti. 

 Köroğlu

 

Aydınlık - Paul Eluard


Hiçbir vakit tam karanlık değil gece.
 Kendimde denemişim ben,
 Kulak ver, dinle.
 Her acının sonunda açık bir pencere vardır,
 Aydınlık bir pencere.
 Hayal edilecek bir şey vardır,
 Yerine getirilecek bir istek,
 Doyurulacak açlık,
 Cömert bir yürek,
 Uzanmış açık bir el,
 Canlı canlı bakan gözler vardır.
 Bir yaşam vardır yaşam
 Bölüşülmeye hazır.



Guermantes Tarafı - Marcel Proust


Kendi seçimimizle, iki güçten birine teslim olabiliriz: biri, kendi içimizden, derin duygularımızdan kaynaklanır, öteki dışardan gelir. Birinci güç, beraberinde doğal olarak bir mutluluk, yaratan insanların hayatından yayılan mutluluğu getirir. Dışımızdaki insanları harekete geçiren dürtüyü bizim içimize sokmaya çalışan diğer kuvvet ise, beraberinde haz getirmez... Zaafları, kaygıları, tutkularıyla bir madlende canlanan burjuvazi...

 "Guermantes Tarafı", dev yapıt "Kayıp Zamanın İzinde"nin bir başka bölümü.

 

Sait Faik Abasıyanık - Mahalle Kahvesi


Yazın bu küçük mahalle kahvesinin bahçesine sık sık gittiğim için, karayelin, tipinin çılgınca savrulduğu akşam, içeriye girdiğim zaman yadırganmadım. Kahve sapa bir yerdeydi. Yapraklarını dökmüş iki söğüt ağacı ile üzerinde hâlâ üç dört kuru yaprak sallanan bir asmayı kar öyle işlemişti ki bahar akşamları, yaz geceleri pek sevimli olan bahçenin mora kaçan beyaz bir ışıkla dibinden aydınlık haldeki güzelliğine şöyle bir göz attığım halde, camın kenarına yerleşip de buğuları silince uzun zaman daldım, hem sevdalandım. Bu mor ışık o kadar çabuk koyulaştı ki, kahve daha ışıkları bile yakmamıştı. İnce belli çay bardaklarının en güzelini bırakıp giden kahveci:

"Kışın da güzel değil mi, bahçe?" dedi.

Bahçedeki mavi boyalı kasımpatılarının üzerine birikmiş karları gösterdi.

"Morukların söylenmeyeceğini bilsem, ışıkları daha yakmazdım ya" dedi, "neredeyse homurdanmaya başlarlar."

Kahve, ışıklarını yakınca dışarıdaki karın ışığı söndü. Sekiz kişi ya var, ya yoktu. Küçük kapağının içinden alevler atarak yanan saç sobanın sağ tarafının neredeyse kıpkırmızı kızaracağını biliyor, bekliyor, bekliyordum. Yanımda tavla oynayanlar vardı. Bir zaman onlara daldım. Ara sıra camı silerek alnımı camlara yapıştırıp dışarıyı seyrettim.

Evimden çıkınca ortalığın sessizliğini, bu sessizliğe lapa lapa kar yağdığını görmüş, yürümek hevesine kapılmış; ana caddeleri, arkadaş tesadüflerini, malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha tez, daha temiz biriktiği, insanların az geçtiği bir semte gitmek üzere tenha tramvaya atlamış, buraya gelmiştim. Ama ben gelirken yarım saat içinde hava değişmiş, karayel kudurmuş, lapa lapa yağan kar, küçücük küçücük soğuk darı taneleri halinde kaynaşmaya başlamıştı.

Kahveciye:

"Bugünkü gazete var mı? "diye sordum.

Elime bir gazete tutuşturdu. Bir taraftan kafamdaki havadislere dalmaya çalışıyor, öte yandan kahveciyi dinliyordum. Maişet derdi münakaşalarından öte insanlar bir şey konuşmuyorlardı. Bir ara kahvenin kapısı rüzgârla, bir adamla beraber açılıyor, avuçlarını üfleyerek o adam içeriye dalıyor, sobanın önünde karnını, göbeğini, göğsünü, dizini iyice ısıttıktan sonra bir tarafa ilişiyor, ya kendi kendine hülyaya dalıyor, yahut da bir tavla partisinin iki kişilik eğlencesine, oyuncuların itirazlarına rağmen bir üçüncü olarak katılıyordu.

Sedirde oturan ihtiyarların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum, ama yüzlerinde hüzünlü bir şeyler vardı. Uzun uzun susuyorlardı. Artık epey bir zamandır kahveye insan gelmediğini farkettim. Küçücük yuvarlak saat, kahveciden yana dönük olduğu için, saatin kaç olduğunu kestiremiyordum. Epey bir zaman geçti. Birçok insan gitti. Kahveci, nihayet saatini benden yana çevirdi. On buçuktu. Öyle bir uyuşukluk içinde idim ki kalkıp gidemiyordum. Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci:

"Eviniz yakınsa acele etmeyin." dedi "Biz, bire kadar açığız. Buradan iyi yer mi bulacaksınız?"

"Ya?" dedim. "Bana bir çay daha yap öyleyse.. Bir dilim de limon."

Tam bu sırada içeriye birisi girdi. Kaşına, kirpiğine kar dolmuş, üstüne beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru yürüdü. Üstünü başını süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdı. Yüzündeki karlar eriyince beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıktı.

Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken, o girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarını şakırtı ile kapatıp çıkıp gittikten sonra bu sükût büsbütün arttı, uzadı.

Genç adama baktım. Bir sandalyenin üzerinde oturmuş, önüne bakıyordu: İhtiyarlar sakin, ciddi, âdeta haindiler. Kahveci, başını iki eli arasına almış, kahve ocağında oturuyordu. On dakika bir mecliste insanların susması korkunç bir şeydir: Dehşetli bir sükût uzuyordu.

Genç adam ayak ayak üstüne atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Belinden yukarısı, imtihan olan bir talebeyi andırıyordu, korkak korkak bakıyor, ayakları ise imtihan heyeti masa altından ayak ayak üstüne attığını göreceklermiş korkusu içinde gibi, bir inip bir kalkıyordu. Ayağının birisine altında kırmızı yamalar sallanan bir lastik artığı geçirmiş, bunu iple de bağlamıştı. Ötekisinde, torik ağzı gibi açılmış, altından hâlâ ızgaraları sallanan bir futbol ayakkabı eskisi vardı.

Kahvede sessizlik uzadıkça uzuyordu. Şaşırmıştım. Neredeyse birinin, ya:

"Şeytan geçti!" yahut da: "Kız doğdu!" diyeceğini bekliyordum. Hepimiz gülüşecektik.

Hâlâ kimse bir şey söylemiyordu. Tekrar gözüm adama ilişti. Yüzünü değil, geniş alnını görüyordum: Kırışıksızdı, manasızdı. Üstünde ceket yoktu. Yalnız siyah çizgili beyaz bir mintan vardı. Kirli beyaz renkli bol bir kazağa bürünmüştü. Kazağın ön zaviyesini bir çengel iğne ile tutturmuştu.

Meraklanmış, şaşırmıştım. Bir hareket bile yapamıyordum. Bu sırada kahvenin kapısı açıldı. İçeriye bir adam girdi. İhtiyarlara doğru yürüdü:

"Sizi çağırıyor"dedi. "Aklı yerinde ama, sabaha çıkamayacağına kalıbımı basarım. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Ali Ağa. Seni de Mahmut Çavuş. İstersen sen de gel Hasan. Seni çok severdi."

Orada oturan üç kişi ayağa kalktılar. Soba kenarında oturana en küçük bir göz atmadan, ama ona dik dik bakarmış gibi bir halde geçip gittiler. Sanki gözlerini mahsus ondan çeviriyorlardı. Genç adam, büyük gözlerini açmış, gidenlere yalvarır gibi bakıyordu.

Kahveci yeni gelene bir çay olsun getirmiyordu. Az sonra yerinden kalktı. Önümdeki fincanı kaldırırken:

"Şu zavallıya da, benden bir çay yap"dedim.

Bana, yalnız gözkapaklarını kaldırıp indirerek bir tuhaf baktı. Çay getirmeye gittiğini sandım.

Önümden geçerken çocuk birden ayağa kalktı. Kahvecinin önüne dikilmişti. Kahveci farkında değilmiş gibi yan dönerek uzaklaşırken:

"Babam, değil mi? " dedi-. "Ölüyormuş değil mi?"

Kahveci susuyordu. Bu hain, kötü, acı bir sükûttu. Sonra sanki buzlar erimiş gibi oldu. Ama cevap yine benim için manasız, çocuk için de acı idi:

"Senin baban değil o." Genç adam bir şey söylemedi. Bir şeye karar vermiş gibi hızla yürüdü. Kapıyı bir türlü açamıyordu.

Kahveci:

"Sakın eve gideyim deme. Kapıda teyzenin oğlu bekliyor, gebertir seni!"

Çocuk düşündü. Bütün kararları uçmuştu. Yüzünde iradesiz hatlar belirdi. Kendisini içeriye iten rüzgârı deler gibi gitti.

Bir zaman bir şey soramadım. Kahvecinin arkası bana dönüktü. Gürültü ile bir şeyler yıkıyordu. Yüzünü benden yana döndürmesini bekledim. Ama bir türlü işini bitiremiyordu. Nihayet döndü.

Ben:

"Nedir bu Allah aşkına? "dedim.

Belindeki önlüğü çıkarmaya uğraşıyor, cevap arıyor gibi, düşünüyordu. Kapı açıldı. Bir ihtiyarla beraber deminki adam girdi. Daha kapıdan girerken:

"Ruhunu teslim etti" dedi, "öteki savuştu mu?"

Kahveci elleri önlüğünün arkadaki bağlarında, donmuş gibiydi. Onu çözeceğine tekrar bağladı. Masama doğru geldi. Sanki bana açıklaması lazımmış gibi:

"Arabacı Kâmil Ağa" dedi, "öldü de.. O deminki it, oğlu idi. Kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası reddetmişti."

Sonra öteki adamlara döndü:

"Namussuzum" dedi, "pişmanlığından değil, miras vururum diyedir." İhtiyarlardan biri, bu söze taraftar olmadığını gösteren bir yüzle:

"Pişman olsa da affedilmez o!" dedi.

Ben dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl sorduğumu, niçin sorduğumu bilmiyorum. Bu tesiri yapacağını hiç düşünmeden budalaca sordum:

"Kız ne oldu?"

Tuhaf bir şey oldu. Birbirlerine bakmadan, halleriyle bakar gibi yaptılar. Ses seda çıkmadı. Deminki sükûtun bir başka türlüsü içine düştük. Hatta gözlerle değil ama, sükûtta ve sükûtun hareketsizliğinde:

"Bunu niye sordun?"

"Ne lüzumu vardı?"

"Başka soracak şey yok muydu?"

"Ne de meraklı imişsin!.." diyen bir hal vardı.

Kimse cevap vermedi, parayı masanın üzerine bıraktım. Kahveciye baktım. Başı önünde düşünüyordu. Sapsarı idi. Elleri hâlâ önlüğünün bağlarını çözmeye çalışıyordu. Kapıyı açtım. Çekip gittim. Kızın ne olduğunu öğrenemedim ama, onu kahvecinin kötü hayattan çekip aldığını mı anladım nedir?


Yıldız Kenter "Tiyatro, benim hep insan kalmamı sağladı. En büyük üzüntüm tiyatro, en büyük zevkim de gene tiyatro!"


Yaşlanıyoruz. Hepimiz yaşlanıyoruz. Yaşlanmayı ben ne hayallerimden, ne sevinçlerimden ne de dünyanın güzelliklerinden uzaklaşmak olarak almıyorum.

*

Sahneye çıkıp şöyle bir baktığım zaman bütün dünyayı kucaklıyormuşum gibi geliyor!

Sahne ve hayat, birbirinin yansımasıdır.

*

Hatalı olduğunu anlayan bir insanın bunu telafi etme çabasını gördüğümde özür beklemem,bu bana özürden daha samimi gelir, bana samimiyet yeter.

*

İnsanın ortak kaderi, doğum, ölüm ve o aradaki zaman; yaşam!

Doğmak, ölmek isteğe bağlı değil.

Ölmek belki bazen.

Bize düşen; yaşamak! Koşullar ne olursa olsun yaşamak!

Ayakta kalmak!

Haydi sıyırttın sıyırttın,

hayatta kalabildin zar zor. Uzun yaşamak, bir ayrıcalık. İyi güzel!..


Özgürlük, Adalet ve Kardeşlik Türkülerinin Ozanı Âşık Mahsuni Şerif

17 Kasım1939 da Kahramanmaraşın Afşin ilçesinin Berçenek köyünde doğdu. Filmlere konu olacak bir hayat Ankara Ordu Donatım Teknik Okulunu başarıyla bitiren ve Kuleli Askeri Lisesini kazanan ozan, 1961de okuldan atıldı. Eserleriyle dinlerin, mezheplerin ve ulusların eşitliğini savunan; adalet, özgürlük, aşk gibi temaları işleyen ozan, kimi zaman bunun bedelini ağır ödedi. 1962 - 1988 sürecinde defalarca saldırıya uğradı, evi yakıldı, arşivi kül oldu, mahkemelere düştü, tutuklandı, hapse atıldı ama o bildiğini okumaya devam etti. Çilehanenin yanına gömülecek 8 çocuk ve 4 torun sahibi olan Âşık Mahsuni Şerifin cenazesi, vasiyeti üzerine Nevşehirin Hacıbektaş ilçesindeki Çilehane Mezarlığında toprağa verilecek. Geride Cem Karacadan Selda Bağcana pek çok sanatçıyı besleyen 20 bin kadar türkü, ilkini 1962de yayınladığı 453ü 45lik, 11i uzun çalar olmak üzere 464 plak, 59 kaset ve 6 kitap bırakan Âşık Mahsuni Şerif, bu yönüyle kırılması güç bir rekora imza attı.............Basın(Arşiv)
 
 

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş - José Saramago



 
 
Oysaki dünyayı anlayamadılar ve ne yaparlarsa yapsınlar anlayamayacaklar, çünkü yaşamlarındaki her şey geçici, eğreti ve çaresiz bir şekilde yok olup gidiyor, insanlar, tanrılar, her şey yok oluyor, hatta ben bile, mektupla ya da alışıldık yöntemlerle öldüreceğim kimse kalmadığında ben de yok olacağım, diye düşündü ölüm...José Saramago