“Ama o vakit sokaktan aşağı ruh hastaları gibi dans
ederek indiler ve ben ayaklarımı sürüyerek peşlerine takıldım, hayatım
boyunca ilgimi çeken insanların peşlerine takılmam gibi; çünkü benim
ilgimi çeken insanlar deli olanlardır, yaşamak için deli olan, konuşmak
için deli olan, her şeye aynı anda ihtiras duyan, hiçbir zaman esnemeyen
ya da sıradan bir şey söylemeyen. Ama gece boyunca maytaplar gibi
yanan.” Jack Kerouac, On the Road
Ben hayatım boyunca pranga mahkûmiyetlerinden kaçan köksüz bir ağaç
oldum. Ne durmayı ne de aynı yolu ileri geri kat etmeyi severim. Bana
sorarsanız, gerçek yaşam hiç durmadan dosdoğru denize doğru gitmektir.
Öyküler söylemek, öyküler dinlemek, öyküler yaşamak…
Benim öyküm de onlardan biri. Her zaman gizlice anlatıldığını
duyduğunuz, dünyanın ne tarafına, ne kadar uzağa giderseniz gidin, bar
olan ya da olmayan her yerde, sarhoş olan ya da olmayan herkes
tarafından anlatılan, doğruluğuna güvenilir öykülerden biri. Ölmüş tüm
sivrisineklerin hayaletlerinin toplamı gibi bir şey. Dibinden bir avuç
kum çıkarana kadar okyanusu boylamaya yetecek kadar ağır bir öykü.
Adım Kerouc. Jean-Louis Lebris de Kerouac. Ama ben kendime Jack
derim, Jack Kerouac. Jack London en sağlam adamlarımdandır, ismim
buradan geliyor. Daha on yaşına gelmeden yazar olmayı kafama koymuştum. Babam
matbaacıydı, birkaç derginin basımını yapıyordu. Sürekli yazıyordum, her
an her yerde. Yürürken bile yazdığım oluyordu. Kafama bir direk
patlayana ya da ayağıma bir taş takılıp asfalta yapışana dek yazıyordum.
Sonra ayağa kalkıp kaldığım satırdan devam ediyordum. Anneme, babama,
arkadaşlarıma uzun uzun mektuplar yazıyordum. Gün içinden fotoğraflar
çekip, her küçük ayrıntısını yazıyordum bu fotoğrafların. Yazdıklarım
satırlarla ifade edilen yaşam fotoğraflarıydı.
Ailem yarı Fransız yarı Kanadalıydı. 6 yaşına kadar evde İngilizce
konuşulmadı. Quebec Fransızcası denen o aksanı öğrendim. Büyük abim
Gerard’ ın erken ve ani ölümü kafamdaki tahtalardan bir kaçını sertçe
kanırttı. Ne yapacağımı, ne hissedeceğimi kestiremiyordum. Tek
yapabildiğim yazmak oldu. Gerard için bir roman yazdım. Babam parasal sorunlar yaşıyordu. Kurtuluşu kumarda araması işleri
iyice kötüleştirdi. Durumu toparlamaya niyetlenmiştim. Atletik bir
vücudum vardı ve futbola bayılıyordum. Bana üstün yetenekli diyenler
bile oldu ki sporculuğum sayesinde Boston Koleji ve ardından Columbia
Üniversitesi’ nden burslar kazandım. Tam her şey yoluna giriyor gibiydi
ki daha ilk sezonumda bacağım kırıldı. Beni sürekli yedek kulübesinde
bekleten kalın kafalı koçada sürekli laf anlatmaktan bıkmıştım. Sonunda
kavga ettik ve takımdan kovuldum. Bende okulun öğrenci gazetesine spor
yazıları yazmaya başladım. Futboldan daha eğlenceliydi yazmak. Kısa süre
içinde okuldan da ayrıldım ve içmeye başladım. Baya bir içiyordum. Beni
utandıran babamı utandırmıştım ya da utandıramamıştım bile. Bunun için
gurur duymuyorum, üzülmüyorum da.
Üniversite yılları fena değildi aslında. Lucien (Carr), beni Allen
(Ginsberg) ve William (Burroughs)’ la tanıştırdı. Başlarda birbirimize
uyuzlansakta kısa sürede iyi anlaşmış, takımı kurmuştuk. Beat kuşağını
oluşturmuştuk. Bizim tayfa, Beatnik’ ler…Biz öyle kendi yolumuzda kafamız kıyak adamlardık. Ülkeyi dolaşır,
caz dinler, edebiyatla ilgilenir, doğu felsefesine dalar, çıkınca güzel
kızlarla eğlenir, şiir okur, içer, çeker, savaşa karşı çıkardık. Canımız
ne istiyorsa onu yapar, kafamıza göre takılırdık.
Biz beat kuşağıydık. Harika beatnikler. Bu takımın çekirdeğini
oluşturan Lucien bir süre sonra bizden koptu aslına bakarsanız. Biz, tüm
beat tayfası Joan (Volmer)’ ın evinde -ki onun evi tüm tayfanın buluşma mekânıdır- cigaralarımızı
tüttürüp caz dinliyorduk. Ben Jack London’ dan seçme satırlar okuyordum.
Birden Lucien çıkageldi. Uzun zamandır peşinden ayrılmayan David
Kammener adında birini bıçaklamış, adam da ölmüş. Ne yapacağını
bilemiyordu. Allen ve ben kaç dedik. Ben olsam kaçardım. Ama William onu
teslim olmaya ikna etti. İki yıl hapiste kaldı Lucien, çıktığında
bizden koptu, beat’ ten de.
Bir ara çok sıkıldım. Orduya katılayım dedim. Canım istedi, o kadar.
2.Dünya Savaşı sırasında beni ordudan çıkardılar. Şizoikmişim. Laf. Bir
orduda başka nasıl davranabilir ki insan. Dünyanın en sempatik ve insani
yeri olduğunu söyleyemeyeceğim. Kendimi yazmaya verdim. 6 yıl boyunca
gece-gündüz sürekli yazdım, hiç durmadan. Cebimden bir an olsun defterim
ve kalemim eksik olmadı. Koskoca altı yıl boyunca yazdıklarımı
yayınlamaya niyetlenen kimse de olmadı. Beni ilgilendirmez, yazmaya
devam ettim. Neal Cassady’ le çıktığımız, bitmesini hiç istemediğim o sihirli
yolculuk hayatımın akışını da değiştirdi. Anlatılmaz yaşanır derler ya,
işte öyle bir şeydi. Ama ben anlatmaya karar verdim. Yolculuğun sonunda
kendimi bir otel odasına kapattım. Yanıma kafamı kıyak eden bolca
benzedrin ve kahve aldım. Daktilomun başından hiç kalkmayacaktım.
Metrelerce uzunluğunda bir rulo aldım ve daktiloma yerleştirdim. Yol
gibi yolculuk gibi yazacaktım. Yolda yolunu kaybetmiş arayışta olan bir
gezgin gibi yazacaktım. Üç hafta sonra ‘’ Yolda’’ bitti. Olması
gerektiği tarzda olması gerektiği gibi, caz gibi…
Bana ‘’Beat’ in Kralı’’ , ‘’Hippilerin Babası’’ dediler. Böyle
sınıflandırmaları sevmem. Tamam, Beat’ i biz yarattık ve hippileride
oldukça etkiledik. Ne olmuş yani? Herkes kendi yolunda yürür. Herkes
takılmasına bakmalı. Ama hep dediler, hep söylediler. Zen kaçıkları,
havalı beatnikler, gezgin aylaklar, evsiz biraderler. Belki de öyleydik…Canımın sıkıldığı bir gün bilmediğim bir gemiye atlayıp dünyanın
değişik yerlerini görmeye karar verdim. Kendime müthiş eğlenceler
düzenledim. Singapur barlarında polo sopası salladım, Avustralya’ da at
yarışı oynadım, Bombay’ da sokak serserileriyle dalaştım, pislik yuvası
Karaçi’ de keşlerle takıldım, Kahire Kasbah’ da kendi ihtilalimi yaptım
ve bunu Marsilya’ dan başlatıp öbür tarafa kadar yaydım. Hayatım boyunca
ait olduğum yeri aradım. Yaşamım ve yazdıklarımla toplumun kalıplarını
kırmaya çalıştım hep. Kafamın içindekileri yıkmak içinde çok uğraştım.
Uyuşturucuları doğru düzgün kullandığıma inanıyorum. Doğru düzgün
kullanılınca zihin özgürleştiricileri onlar. Ben de çok özgür kaldım,
çok dolaştım, çok açıldım. Zihnimin içine çöreklenmiş o eski dünyayı
yerinden söküp attım. Galiba hep mutluluğu aradım ama mutluluğun yolu,
mutluluğun harika, garip bir düş olduğunu anlamaktan geçiyor. Zaman ise
tozun bile demirden olduğu katranlı bir çukur sadece.
Her taşın altına parmağımı sokmaktan çekinmedim. Bir sürü işte
çalıştım. Spor muhabirliği, inşaat ameleliği, askerlik, yemek
dağıtıcılığı, kamarotluk, kasaplık, garsonluk, bulaşıkçılık, orman
yangın gözcülüğü, demiryolları işçiliği… Şimdi sadece takılıyorum
uyuşturucu ve caza düşkün bir gezgin budistim. Ne var yani olamaz mı?
Kalıpsız yaşayan kendini yollarda bulan evsiz bir yazarım. Olduğu gibi,
geldiği gibi yaşar ve yazarım. İlk düşünce en iyi düşüncedir, benim
düsturum da budur. Doğuş, doğuştan, doğaçlama… İç, içsel, içten… İşte
benim kelimelerim. Cazın mürekkebe dönüşmesi, yolculuğun fotoğrafı…
Şimdiki gençlerin tek derdi, üniversiteye girmek, evlilik öncesi
cinsellikte fazla ileri gitmemek, iyi bir iş, ev, araba edinmek, çocuk
sahibi olmak. Yazarken bile sıkılıyorum bunlardan. Aslında başka
insanların hayatına karışacak biri değilim. Herkes kendi kurallarına
göre yaşamalı. Ama ben daha çok çılgın insanları kale alırım. Yaşamak
için çıldıranları. İçlerindeki ateşi tutkuyla besleyenleri.
Yıldızların arasına ağ örmeye çalışan bir örümcek çılgınlığında tek
bir mumla dünyayı aydınlatmaya kalkanları severim. Neredeyse tüm hayatım
boyunca seyahat ettim ve yazdım. Günlük kaygılarla ömür tüketen
insanlar gördüm. 34 yaşına kadar araba kullanmadım hiçbir zamanda
ehliyetim olmadı. Çocukluğundan beri araba kullananlar ve ilk fırsatta
ehliyet sahibi olanlar tüm ömürlerini ev-iş arasında yol yaparak
harcarken ben dünyayı gezdim. Garip bir tezat…
Düşlerle dolu bir akşamüzeri kocaman bir şilebin körfezden süzülerek
geçişini izliyordum. Gözlerim bu uzun demir yılanın içindeki insanları,
denizcileri, bu düşsel aracı idare eden hayaletleri aradığı halde, liman
sularını yara yara giderken çelik gibi parlayan pruvasında ve dünyanın
dört rüzgârına açık burnunda hiç kimseyi, tek bir canlıyı bile
göremedim.
Kendimi çimenlerin üzerine attım sonra. Bulutları seyrederken düşünme
mekanizmamı durdurdum. Yalnız kalmaya, bilgelik kazanmaya çalışıyordum.
Yaşamın keyfini tam kalbinden yakalamaya uğraşıyordum. Bu durum beni
yangın gözcülüğüne sürükledi. Doğa koşulları altında, tamamen yalnız
başıma, ormanın tam ortasında altmış üç gün ve gece sonsuza dek ıssız
kalmaya mahkûm bir dağda sonsuzluğu aradım. Kayalara ve ağaçlara
hiçliğin anlamını sordum zaman zaman. Yanıt boşlukta kükreyen kocaman
bir sessizlikti…
Yıldızları o kadar uzun zaman izledim ki onların birer sözcük
olduğunu düşünüyorum artık. Bedenim dünyanın hangi ücra köşesine
savrulursa savrulsun doğanın hüküm sürdüğü bu evrende her şey beynimin
içinde olup bitiyor. Kafamın içindeki önyargılardan kurtuluyorum ve
yaşamı olduğu gibi seviyorum.
Annem Gabrielle ve karım Stella beni bağışlayacaklar mı bilemiyorum.
Kalıbı erken hırpalamışım. Biraz fazla içiyorum galiba. Dün karnımda
dayanılmaz bir acıyla hastaneye kaldırıldım. Ertesi gün siroz olduğum
ortaya çıktı. Şiddetli bir iç kanamaya engel olamamışlar bu sabah,
kuyruğu titretmişim. Ölmüşüm bugün. 47’ mde alkolden ölmüşüm. Bir yazar
için benim gibi bir gezgin için yakışıklı bir son…