02 Aralık 2012

Jack Kerouac Kendini Anlatıyor

  
“Ama o vakit sokaktan aşağı ruh hastaları gibi dans ederek indiler ve ben ayaklarımı sürüyerek peşlerine takıldım, hayatım boyunca ilgimi çeken insanların peşlerine takılmam gibi; çünkü benim ilgimi çeken insanlar deli olanlardır, yaşamak için deli olan, konuşmak için deli olan, her şeye aynı anda ihtiras duyan, hiçbir zaman esnemeyen ya da sıradan bir şey söylemeyen. Ama gece boyunca maytaplar gibi yanan.” Jack Kerouac, On the Road
 
 
Ben hayatım boyunca pranga mahkûmiyetlerinden kaçan köksüz bir ağaç oldum. Ne durmayı ne de aynı yolu ileri geri kat etmeyi severim. Bana sorarsanız, gerçek yaşam hiç durmadan dosdoğru denize doğru gitmektir. Öyküler söylemek, öyküler dinlemek, öyküler yaşamak… 

Benim öyküm de onlardan biri. Her zaman gizlice anlatıldığını duyduğunuz, dünyanın ne tarafına, ne kadar uzağa giderseniz gidin, bar olan ya da olmayan her yerde, sarhoş olan ya da olmayan herkes tarafından anlatılan, doğruluğuna güvenilir öykülerden biri. Ölmüş tüm sivrisineklerin hayaletlerinin toplamı gibi bir şey. Dibinden bir avuç kum çıkarana kadar okyanusu boylamaya yetecek kadar ağır bir öykü.

Adım Kerouc. Jean-Louis Lebris de Kerouac. Ama ben kendime Jack derim, Jack Kerouac. Jack London en sağlam adamlarımdandır, ismim buradan geliyor. Daha on yaşına gelmeden yazar olmayı kafama koymuştum. Babam matbaacıydı, birkaç derginin basımını yapıyordu. Sürekli yazıyordum, her an her yerde. Yürürken bile yazdığım oluyordu. Kafama bir direk patlayana ya da ayağıma bir taş takılıp asfalta yapışana dek yazıyordum. Sonra ayağa kalkıp kaldığım satırdan devam ediyordum. Anneme, babama, arkadaşlarıma uzun uzun mektuplar yazıyordum. Gün içinden fotoğraflar çekip, her küçük ayrıntısını yazıyordum bu fotoğrafların. Yazdıklarım satırlarla ifade edilen yaşam fotoğraflarıydı.

Ailem yarı Fransız yarı Kanadalıydı. 6 yaşına kadar evde İngilizce konuşulmadı. Quebec Fransızcası denen o aksanı öğrendim. Büyük abim Gerard’ ın erken ve ani ölümü kafamdaki tahtalardan bir kaçını sertçe kanırttı. Ne yapacağımı, ne hissedeceğimi kestiremiyordum. Tek yapabildiğim yazmak oldu. Gerard için bir roman yazdım. Babam parasal sorunlar yaşıyordu. Kurtuluşu kumarda araması işleri iyice kötüleştirdi. Durumu toparlamaya niyetlenmiştim. Atletik bir vücudum vardı ve futbola bayılıyordum. Bana üstün yetenekli diyenler bile oldu ki sporculuğum sayesinde Boston Koleji ve ardından Columbia Üniversitesi’ nden burslar kazandım. Tam her şey yoluna giriyor gibiydi ki daha ilk sezonumda bacağım kırıldı. Beni sürekli yedek kulübesinde bekleten kalın kafalı koçada sürekli laf anlatmaktan bıkmıştım. Sonunda kavga ettik ve takımdan kovuldum. Bende okulun öğrenci gazetesine spor yazıları yazmaya başladım. Futboldan daha eğlenceliydi yazmak. Kısa süre içinde okuldan da ayrıldım ve içmeye başladım. Baya bir içiyordum. Beni utandıran babamı utandırmıştım ya da utandıramamıştım bile. Bunun için gurur duymuyorum, üzülmüyorum da.

Üniversite yılları fena değildi aslında. Lucien (Carr), beni Allen (Ginsberg) ve William (Burroughs)’ la tanıştırdı. Başlarda birbirimize uyuzlansakta kısa sürede iyi anlaşmış, takımı kurmuştuk. Beat kuşağını oluşturmuştuk. Bizim tayfa, Beatnik’ ler…Biz öyle kendi yolumuzda kafamız kıyak adamlardık. Ülkeyi dolaşır, caz dinler, edebiyatla ilgilenir, doğu felsefesine dalar, çıkınca güzel kızlarla eğlenir, şiir okur, içer, çeker, savaşa karşı çıkardık. Canımız ne istiyorsa onu yapar, kafamıza göre takılırdık.

Biz beat kuşağıydık. Harika beatnikler. Bu takımın çekirdeğini oluşturan Lucien bir süre sonra bizden koptu aslına bakarsanız. Biz, tüm beat tayfası Joan (Volmer)’ ın evinde -ki onun evi tüm tayfanın buluşma mekânıdır- cigaralarımızı tüttürüp caz dinliyorduk. Ben Jack London’ dan seçme satırlar okuyordum. Birden Lucien çıkageldi. Uzun zamandır peşinden ayrılmayan David Kammener adında birini bıçaklamış, adam da ölmüş. Ne yapacağını bilemiyordu. Allen ve ben kaç dedik. Ben olsam kaçardım. Ama William onu teslim olmaya ikna etti. İki yıl hapiste kaldı Lucien, çıktığında bizden koptu, beat’ ten de.

Bir ara çok sıkıldım. Orduya katılayım dedim. Canım istedi, o kadar. 2.Dünya Savaşı sırasında beni ordudan çıkardılar. Şizoikmişim. Laf. Bir orduda başka nasıl davranabilir ki insan. Dünyanın en sempatik ve insani yeri olduğunu söyleyemeyeceğim. Kendimi yazmaya verdim. 6 yıl boyunca gece-gündüz sürekli yazdım, hiç durmadan. Cebimden bir an olsun defterim ve kalemim eksik olmadı. Koskoca altı yıl boyunca yazdıklarımı yayınlamaya niyetlenen kimse de olmadı. Beni ilgilendirmez, yazmaya devam ettim. Neal Cassady’ le çıktığımız, bitmesini hiç istemediğim o sihirli yolculuk hayatımın akışını da değiştirdi. Anlatılmaz yaşanır derler ya, işte öyle bir şeydi. Ama ben anlatmaya karar verdim. Yolculuğun sonunda kendimi bir otel odasına kapattım. Yanıma kafamı kıyak eden bolca benzedrin ve kahve aldım. Daktilomun başından hiç kalkmayacaktım. Metrelerce uzunluğunda bir rulo aldım ve daktiloma yerleştirdim. Yol gibi yolculuk gibi yazacaktım. Yolda yolunu kaybetmiş arayışta olan bir gezgin gibi yazacaktım. Üç hafta sonra ‘’ Yolda’’ bitti. Olması gerektiği tarzda olması gerektiği gibi, caz gibi…

Bana ‘’Beat’ in Kralı’’ , ‘’Hippilerin Babası’’ dediler. Böyle sınıflandırmaları sevmem. Tamam, Beat’ i biz yarattık ve hippileride oldukça etkiledik. Ne olmuş yani? Herkes kendi yolunda yürür. Herkes takılmasına bakmalı. Ama hep dediler, hep söylediler. Zen kaçıkları, havalı beatnikler, gezgin aylaklar, evsiz biraderler. Belki de öyleydik…Canımın sıkıldığı bir gün bilmediğim bir gemiye atlayıp dünyanın değişik yerlerini görmeye karar verdim. Kendime müthiş eğlenceler düzenledim. Singapur barlarında polo sopası salladım, Avustralya’ da at yarışı oynadım, Bombay’ da sokak serserileriyle dalaştım, pislik yuvası Karaçi’ de keşlerle takıldım, Kahire Kasbah’ da kendi ihtilalimi yaptım ve bunu Marsilya’ dan başlatıp öbür tarafa kadar yaydım. Hayatım boyunca ait olduğum yeri aradım. Yaşamım ve yazdıklarımla toplumun kalıplarını kırmaya çalıştım hep. Kafamın içindekileri yıkmak içinde çok uğraştım. Uyuşturucuları doğru düzgün kullandığıma inanıyorum. Doğru düzgün kullanılınca zihin özgürleştiricileri onlar. Ben de çok özgür kaldım, çok dolaştım, çok açıldım. Zihnimin içine çöreklenmiş o eski dünyayı yerinden söküp attım. Galiba hep mutluluğu aradım ama mutluluğun yolu, mutluluğun harika, garip bir düş olduğunu anlamaktan geçiyor. Zaman ise tozun bile demirden olduğu katranlı bir çukur sadece.

Her taşın altına parmağımı sokmaktan çekinmedim. Bir sürü işte çalıştım. Spor muhabirliği, inşaat ameleliği, askerlik, yemek dağıtıcılığı, kamarotluk, kasaplık, garsonluk, bulaşıkçılık, orman yangın gözcülüğü, demiryolları işçiliği… Şimdi sadece takılıyorum uyuşturucu ve caza düşkün bir gezgin budistim. Ne var yani olamaz mı? Kalıpsız yaşayan kendini yollarda bulan evsiz bir yazarım. Olduğu gibi, geldiği gibi yaşar ve yazarım. İlk düşünce en iyi düşüncedir, benim düsturum da budur. Doğuş, doğuştan, doğaçlama… İç, içsel, içten… İşte benim kelimelerim. Cazın mürekkebe dönüşmesi, yolculuğun fotoğrafı…

Şimdiki gençlerin tek derdi, üniversiteye girmek, evlilik öncesi cinsellikte fazla ileri gitmemek, iyi bir iş, ev, araba edinmek, çocuk sahibi olmak. Yazarken bile sıkılıyorum bunlardan. Aslında başka insanların hayatına karışacak biri değilim. Herkes kendi kurallarına göre yaşamalı. Ama ben daha çok çılgın insanları kale alırım. Yaşamak için çıldıranları. İçlerindeki ateşi tutkuyla besleyenleri.

Yıldızların arasına ağ örmeye çalışan bir örümcek çılgınlığında tek bir mumla dünyayı aydınlatmaya kalkanları severim. Neredeyse tüm hayatım boyunca seyahat ettim ve yazdım. Günlük kaygılarla ömür tüketen insanlar gördüm. 34 yaşına kadar araba kullanmadım hiçbir zamanda ehliyetim olmadı. Çocukluğundan beri araba kullananlar ve ilk fırsatta ehliyet sahibi olanlar tüm ömürlerini ev-iş arasında yol yaparak harcarken ben dünyayı gezdim. Garip bir tezat…

Düşlerle dolu bir akşamüzeri kocaman bir şilebin körfezden süzülerek geçişini izliyordum. Gözlerim bu uzun demir yılanın içindeki insanları, denizcileri, bu düşsel aracı idare eden hayaletleri aradığı halde, liman sularını yara yara giderken çelik gibi parlayan pruvasında ve dünyanın dört rüzgârına açık burnunda hiç kimseyi, tek bir canlıyı bile göremedim.

Kendimi çimenlerin üzerine attım sonra. Bulutları seyrederken düşünme mekanizmamı durdurdum. Yalnız kalmaya, bilgelik kazanmaya çalışıyordum. Yaşamın keyfini tam kalbinden yakalamaya uğraşıyordum. Bu durum beni yangın gözcülüğüne sürükledi. Doğa koşulları altında, tamamen yalnız başıma, ormanın tam ortasında altmış üç gün ve gece sonsuza dek ıssız kalmaya mahkûm bir dağda sonsuzluğu aradım. Kayalara ve ağaçlara hiçliğin anlamını sordum zaman zaman. Yanıt boşlukta kükreyen kocaman bir sessizlikti…

Yıldızları o kadar uzun zaman izledim ki onların birer sözcük olduğunu düşünüyorum artık. Bedenim dünyanın hangi ücra köşesine savrulursa savrulsun doğanın hüküm sürdüğü bu evrende her şey beynimin içinde olup bitiyor. Kafamın içindeki önyargılardan kurtuluyorum ve yaşamı olduğu gibi seviyorum.

Annem Gabrielle ve karım Stella beni bağışlayacaklar mı bilemiyorum. Kalıbı erken hırpalamışım. Biraz fazla içiyorum galiba. Dün karnımda dayanılmaz bir acıyla hastaneye kaldırıldım. Ertesi gün siroz olduğum ortaya çıktı. Şiddetli bir iç kanamaya engel olamamışlar bu sabah, kuyruğu titretmişim. Ölmüşüm bugün. 47’ mde alkolden ölmüşüm. Bir yazar için benim gibi bir gezgin için yakışıklı bir son…