08 Mayıs 2020

Bir Delinin Anıları - Gustave Flaubert

VII
Peki, bütün sefahatler, zihin, beden ve ruh sefahatleri tarafın­dan piçleştirilmiş bu toplum ne zaman son bulacak? 

 O zaman, dünya üstünde şüphesiz neşe olacak, medeniyet adı verilen o yalancı ve ikiyüzlü vampir sonunda öldüğünde; kraliyet kaftanı bırakılacak, asa, elmaslar, çöken saray, düşen şehir bırakılıp akıncılara ve kurda katılınacak 

Hayatını saraylarda geçirdikten ve ayaklarını büyük şehirlerin kaldırım taşlarında eskittikten sonra, insan ölmek için ormaniara gidecek. 

Toprak, onu yakan yangınlardan ötürü kurumuş ve her yeri kavgaların tozuyla kaplı olacak; insanların üstünden geçmiş olan umutsuzluk soluğu onun da üstünden geçmiş olacak ve artık sa­dece acı meyveler ve dikenden güller verecek ve ırklar daha beşik­teyken sönecek, rüzgarların dövdüğü ve çiçek açmadan önce ölen bitkiler gibi..

Zira her şeyin helbet bitmesi ve üstünde yürünmekten yeryü­zünün eskimesi gerekecek; zira enginlik nihayetinde, bu kadar gü­rültü yapan ve hiçliğin ihtişamını rahatsız eden bu toz zerresinden sıkılmış olmalı. Altın, elden ele geçmekten ve yoldan çıkarmaktan illa ki yorulacak; bu kan buharı illa ki durulacak, saray, içindeki zenginiikierin ağırlığına dayanarnayıp yıkılacak, orji illa ki bi tecek ve uyanacağız.

İnsanlar bu boşluğu gördüklerinde devasa bir umutsuzluk kah­kahası kopacak; ölüme, yiyen, her daim aç olan ölüme gitmek için hayatı terk etmek gerektiğinde ... Ve her şey, hiçliğin içine doğru çökmek için çatırdayacak; ve erdemli adam erdemini lanetleyecek ve günah ellerini çırpacak. 

Çöle dönmüş bir dünyada hala dolanan birkaç insan birbirine seslenecek; birbirine doğru gidecek ve kendisinden korkarak deh­şet içinde gerileyecek ve ölecek. O zaman insan ne olacak, o ki ha­lihazırda yırtıcı hayvanlardan daha kıyı cı ve sürüngenlerden daha hain? Sonsuza kadar elveda, ışıltdı arabalar, bandolar ve şöhretler; dünyaya elveda, bu saraylara, bu anıtkabirlere, suçun haziarına ve ahlaksızlığın neşelerine! Taş aniden düşecek, kendi kendini ezecek, ve üstünde ot bitecek! Ve saraylar, tapınaklar, piramitler, sütunlar, kralın mezarı, fakirin tabutu, itin leşi, bütün bunlar, yeryüzünün çimeni altında aynı yükseklikte duracak. 

O zaman, mendireği olmayan deniz kıyılara vurup dinlenecek ve dalgalarını götürüp şehirlerin hala tüten külleri üstünde yıka­yacak; ağaçlar büyüyecek, onları okşayacak ya da kıracak bir el ol­madan yeşillenecek; ırmaklar,  mineli çayırlarda akacak; doğa, kendisine karşı gelen insan olmayınca özgür olacak, ve bu ırk sö­necek zira daha çocukluğundan beri lanetliydi. 

Hazin ve tuhaf çağ bizimki! Bu büyük haksızlık çağlayanı hangi okyanusa doğru dökülüyor? Bu kadar dipsiz bir gecede nereye gi­diyoruz? Bu hasta dünyayı yoklamaya kalkanlar, bağırsaklarında kıpraşan ahlaksızlıktan korkarak hemen geri çekiliyor. 

Roma ölmekte olduğunu hissettiğinde, hiç olmazsa bir umudu vardı: Kefenin arkasından bakınca, ebediyetin üstünde parlayan, ışıltılı haçı görüyordu. Bu din iki bin sene sürdü ve işte tükeniyor, yeterli gelmiyor ve ciddiye alınmıyor; işte yıkılan kilise leri, üst üste ölülerle dolu ve taşan mezarlıkları. Ya biz, bizim nasıl bir dinimiz olacak? Bizim olduğumuz kadar yaşlı olmak ve hala Mısır' dan kaçan İbraniler gibi çölde yürümek. Vaad Edilmiş Topraklar neresi olacak?


Her  şeyi denedik ve her şeyi, umutsuzca inkar ediyoruz; ve sonra, tuhaf bir tamahkarlık, ruhumuzla ve insanlığımızla bizi ele geçirdi; içimizi kemiren devasa bir endişe var, kalabalığımızda bir boşluk var; etrafımızda bir kabir soğukluğu hissediyoruz.

İnsanlık kendini makineleri d öndürmeye kaptırdı ve bunlardan oluk oluk akan altını görünce çığlığı bastı: "Tanrı bu!" Ve bu Tanrı'yı yiyor insanlık.  Ölmeden önce -çünkü her şey bitti, elveda! elveda! -şarap var! Herkes, içgüdüsünün onu sürüklediği yere doğru koşturuyor, dünya, üstü böcek dolu bir kadavra gibi kala­balık,  şairler düşüncelerini biçimlendirmeye zaman bulamadan geçip gidiyor, düşüncelerini kağıtların üstüne ancak atıyorlar ki kağıtlar uçuşuyor; günübirlik krallıkların ve karton asaların altın­daki bu maskeli baloda her şey parlıyor ve ses getiriyor; altın saçı­lıyor, şarap oluk gibi akıyor, soğuk sefahat elbisesini kaldırıyor ve oynatıyor, dehşet! dehşet! 

Ve üstelik, bütün  bunların üstünde, herkesin kendi ucunu çe­kiştirdiği ve elinden geldiğince örtündüğü bir  örtü var. Acı  ko­medya! dehşet! dehşet!
Aç gözlerini zayıf ve kibir dolu insan, toz zerreciğinin üstüne güçlükle tırmanan karınca; kendi kendine özgür ve büyük olduğunu söylüyorsun, kendi kendine saygı duyuyorsun, hayatı süresince o kadar aşağılık olan sen, ve kuşkusuz alay etmek için, gelip geçen çürük bedenini selamlıyorsun. Ve sonra sanıyorsun ki, büyüklük adını verdiğin bir miktar gurur ve 'Toplumun' özü olan bu alçak çıkar arasında çalkalanan bu kadar güzel bir hayat, ölümsüzlükle taçlanacak.