02 Eylül 2016

Atatürk'ün Çocukları


Mutsuz bir evlilik... Bu da yetmezmiş gibi çocuk sahibi olamamak... Oysa o çocukları o kadar çok seviyordu ki!...
    "-Bir çocuğum olsa idi, büyük sevinç duyacaktım. Milletime, benden sonra benim soyumdan, bana benzer bir çocuk bırakmayı çok isterdim. Profesör, bunun çıkar yolu yok mudur?"

    Prof. Dr. Neşet Ömer'in (İrdelp) Atatürk'ün bu sorusuna verecek bir yanıtı yoktu.

    Bir çocuk sahibi olamamak hep bir sızıydı yüreğinde. Bu acısını hiç gizlenmeyecekti de. Bir baloda Asaf İlbay, on altı yaşındaki kızını Atatürk'le tanıştırdığında yine nasıl da açığa vurmuştu bu acısını:
    "-Asaf ile bir mahallenin çocuğuyuz. Belki aynı yaştayız da. Demek ben de vaktiyle evlenmiş olsaydım, on altı yaşında bir çocuğum olacaktı!..."

    Gözleri yaşarmıştı.

    Ama Asaf İlbay'in eşi atılacaktı hemen:

    "-Paşam, bütün millet sizin çocuklarınızdır."

    "-Doğru, işte ben de bununla avunuyorum..."

    Yaşamının bir gerçeği de bu olacaktı hep: Başkalarının çocuklarını sevmek, okşamak, kendi çocuğuymuşçasına bağrına basmak... Böylece avutacaktı kendini.

    "-Belki benim çocuğum olmadığında bir gizli neden vardır. Çok sevdiğim bir tayımın ölümünden o kadar duygulanmıştım ki, günlerce acısını unutamadım, yemek yiyemedim. Ya çocuğumu kaybetmiş olsaydım, ne olurdum bilemem..."

    Kendi çocuğu olmaması karşısında, olsaydı ama onu kaybetseydim bu acıya dayanamazdım, iyi ki olmadı, diyecek kadar çocuk sevgisi ile dopdoluydu.

    Bu duygular içinde, gittiği her yerde gördüğü, karşılaştığı çocukları sevecek, kollayıp gözetecek, olanakları bulunmayanları alıp okutacak, çevresinden, evinden çocukları hiç eksik etmeyecekti.

    "-Öpeyim mi?"

    Atatürk, bu soruyu bir düğünden ayrılırken gördüğü yedi sekiz yaşındaki bir kız çocuğunun anne ve babasına soruyor, kızı öpebilmek için onlardan izin istiyordu.

    Çocuğu iki eliyle kaldıracak, öpecek ve usulca yere bırakacaktı. Ama çocuk karşılıksız bırakmak istemeyecekti bu sevgiyi:

    "-Ben de öpeyim, ne olursunuz Atatürk, ben de sizi öpeyim!"

    Çocuğu yeniden kucaklayan Atatürk'ün gözleri nemli...
    Bir akşam da İstanbul'da Park Otel'de müşteriler arasında bulunan bir subayın dokuz on yaşlarında oğlu gözlerini dikmiş hep Atatürk'e bakıyor. Atatürk'ün dikkatini çekecek bu dirençli bakışlar. Çağıracak çocuğu yanına:

    "-Büyüyünce ne olacaksın?"

    "-Atatürk olacağım!"

    Bu sözün ödülü, Atatürk'ün yelek cebinden çıkarıp verdiği platin saat...

    "-Büyüyünce kullanırsın."

    Bu, 15 Mayıs 1922'de, düşmanın yaptığı zulmü dile getiren şiiri okuyan altı yaşındaki Gültekin'e cebinden çıkarıp verdiği altın saatten  bu yana çocuklara armağan ettiği kaçıncı saat acaba?

    Ama onun çocuklara asıl armağanı, onları alıp okutmak olacak. Bursa'nın Demirtaş köyünden İbrahim bunlardan biri. Atatürk, 4 Ocak 1931'de Bursa'ya geldiğinde İbrahim kalabalığı yarmaya çalışarak bağıracak:

    "-Gazi Baba, dur!..."

    Seslenen, üstü başı nerdeyse çullar içinde, yoksul bir köylü çocuğu...

    "-... dur, sana diyeceğim var!..."

    Atatürk bu. Bir çocuk ona seslenir de dinlemez olur mu?

    "-Beni burada bırakma. Memlekette mektep yok. Nereye başvurdumsa almadılar. Sen benim babamsın. Sana evlât olayım."

    İbrahim artık Gazi Babası'nın korumasında ve okullu...

    Mustafa ise Yalova'nın bir köyünden. Atatürk, Baltacı Çiftliği'nin oralarda atla gezintiye çıktığı bir gün rastlayacaktı ona. Sığırtmaçlık yapıyordu. Beti benzi sapsarı, sıska ve sıtmadan karnı şiş.

    Atatürk, duracak ve Mustafa'ya yol soracak, bu arada biraz da konuşacak, durumunu soruşturacak. 10 lira verecek Mustafa'ya, ama o almayacak. Büyük para. Ama bu parayı hak edecek bir şey yapmış değildi ki... Atatürk üsteleyince parayı bu kere alacak ama karşılığında kuşağının içinden çıkardığı birkaç cevizi verecek.

    Mustafa da artık Atatürk'ün koruması altında. Ama önce hastahaneye yatırılması gerekiyor. Çünkü adamakıllı hasta.

    Mustafa hastahanede yattığı sırada Atatürk ziyaret edecek onu.

    Mustafa, Kuleli Askerî Lisesi öğrencisi, arkasından Harp Okulu, Türk ordusunda subay

    Mustafa, 1938 yılının Kasım'ında Dolmabahçe Sarayı'nda Atatürk'ün katafalka konulmuş naşı önünde sırtında üniforması ile selâm duracak.

    Sabiha da Atatürk'ün alıp okutacağı, büyüteceği çocuklardan biriydi. Soyadı yasası çıktığında ona "Gökçen" soyadını veren de o olacaktı.

    Sabiha Gökçen: Türkiye'nin ilk kadın pilotu, ilk kadın askeri!...

    Sabiha'nın annesi de, babası da ölmüştü. Kimi zaman ağabeyisinin, kimi zaman ablasının yanında kalıyor, ama onlara yük olduğu düşüncesiyle kıvranıyordu. Ah bir yatılı okula kapağı atabilse! Ama nasıl? Ablasına, ağabeyisine, onları kırarım korkusuyla bu isteğini açamıyordu. Kendisi de yol yordam bilmiyordu ki? Olsa olsa onu Gazi Paşa kurtarabilirdi!... Ve 10 yıllık yaşamında ilk kez talih kendisine gülecekti: 1925 yılının o ilkbahannda Gazi Mustafa Kemal Paşa, Bursa'daydı ve şu işe bakın ki kaldıkları evin hemen yanıbaşındaki köşkte konaklayacaktı!...

    Ah ona bir ulaşabilse, derdini anlatabilse!...

    Kendisi anlatsın bize Gazi Paşa'yı ilk kez nasıl gördüğünü, onun "manevî evlâdı" olmak yolunda ilk adımını nasıl attığını:
    "İşte yine bahçede dolaşıyor, çiçekleri seviyor, onları kokluyor, onlarla konuşuyor... Çiçek seven, doğayı seven insanlar çok ince ruhlu olurlarmış... Kuşku yok ki Gazi Paşa da ince ruhlu, soylu bir insan. O halde niçin ağabeyimin beni köşke götürmesini bekleyelim? Bundan daha iyi fırsat olur mu? Bizim evle Gazi Paşa'nın konakladığı köşk arasında küçücük bir tabii çitten başka bir şey yoktu.. Bütün mesele cesaretimi toplayarak o çiti aşabilmekti. Bunu yapmalıydım... Çocukken de cesur bir kızdım. Öyle olur olmaz şeylerden korkmaz, öyle olur olmaz şeylerden kaçmazdım.

    Göz açıp kapayıncaya kadar merdivenlerden inip dışarıya çıkarak çiti aşıverdim. Bunu yaparken yüreğimin yerinden fırlayacakmışçasına çarptığını hissediyorum... Ama artık olan olmuş, ok yaydan fırlamıştı. Dönüşü yoktu bu yolun. Birden etrafımı üç muhafız çeviriverdi. Daha fazla ileri gitmeme engel oldular...."

    Ne ki Sabiha vaz geçecek bir çocuk değildi. Muhafızlara direnecek, Gazi Paşa'yı görmek için ısrar edecekti:
    "-İki yıldır yolunu gözlüyorum Gazi Paşa'nın... Şimdi elini öpeceğim, başka zaman istemem... Geri dönmeyeceğim..."

    Muhafızlarla aralarındaki bu konuşma sürerken Sabiha'nın sesi de perde perde yükseliyordu.

    "-..Geri dönmeyeceğim!"

    "Bunu söylerken gözlerim Gazi Paşa'yı aramıştı. Dediğim gibi o da bize bakıyordu. Savaş kartalının yüzü bir peygamber yüzü kadar yumuşak ve cana yakındı. Eliyle muhafızlarına beni bırakmalarını işaret etti. İşte önümdeki setler, engeller yıkılmıştı nihayet... Şimdi ne yapacaktım? Dizlerimin bağı çözülüyordu... Heyecandan bütün vücudumun titrediğini hissediyordum. Gazi Paşa beni bekliyordu çiçeklerin arasında.

    Durumu hissetmiş olacak ki, yumuşacık, kadife gibi, son derece içtenlikli bir sesle:

    'Gel bakalım çocuğum! Diye seslendi. 'Madem beni görmek istiyordun, niçin orada duruyorsun?"

    Dünyanın ilk kadın savaş pilotunun öyküsü o gün işte böyle başlayacaktı.

    Gazi, tüm yaşamı boyunca kimsesiz, çaresiz çocuklara kol kanat germiş bir insan:
    "Yolda 12 yaşında Ömer adlı bir öksüz çocuk gördüm. Bunu yanıma aldım. Bu görülünce daha 3 tane daha böyle anası babası ölmüş yetimler getirdiler; onlara da para vermekte iktifa ettim."

    Bu satırlar onun hatıra defterinden. Daha 16 Kasım 1916'da Bitlis'e giderken yazmış. 2 Aralık 1916'da yine defterine düştüğü nottan bu kere İhsan adında bir çocuğu da koruması altına aldığını anlıyoruz.

    Atatürk, Cumhurbaşkanı olduktan sonra daha birçok çocuğu okutacak, bunlardan kimileri Çankaya Köşkü'nün konukları da olacak.

    Çocukları korumasına almak, manevî evlâdları olarak görmek, yetiştirmek bir "tutku"ydu onda.
    Ama bu çocuklar arasında biri vardı ki, Atatürk'ün Öz çocuğundan farksızdı. Atatürk, onunla çocuk özlemini giderecek, çocuk sahibi olma duygusunu tadacaktı. Onu kendi yanında tutacaktı hep, gezilerinde birlikte olacaklardı. Hastalandığında,

    "-Ne yaparsanız yapın kurtarın bu çocuğu, eğer ölecek olursa yaşayamam ben!..." diyecek kadar sevecek, bağlanacaktı ona.

    "Ülkü" idi çocuğun adı.

    O, Atatürk'ün ülküsüydü.
 
Prof.Dr.Çetin Yetkin


Wolfgang Borchert - Okuma Kitabından Öyküler

İki adam konuşuyordu
Ne var, ne yok?
Pek idare etmiyor artık.
Ne kadar daha var elinizde?
Her şey yolunda giderse dörtbin.
Bana kaçını verebilirsiniz?
En fazla sekizyüzünü.
Olmaz, onları hemen yok ederler.
Pekiyi, bin olsun.
Sağolun.
İki adam ayrıldı birbirinden.
Konu insanlardı.
Konuşanlar generaldi.
Savaş sürüp duruyordu.

İki adam konuşuyordu birbiriyle,
Gönüllü müsün?
Tabii.
Kaç yaşındasın?
On sekiz, ya sen? Ben de.
İki adam ayrıldı birbirinden.
İkisi de askerdi.
Tam o sırada biri pat diye düştü yere, ölmüştü.
Savaş sürüyordu.


Hayyam

Çayda akan su gibi , çölde esen yel gibi
İşte bir günü daha kayboldu ömrümün.
Ben ben oldukça iki günün gamını bir çekmem.
Biri geçip giden gün biri gelecek gün.



Edgar Allan Poe - Akşam Yıldızı

Yaz ortasındaydı
Ve geceyarısı,
Ve yıldızlar yörüngelerinde
Ölgün ölgün pırıldarken,
Daha parlak ışığında
Kendisi göklerde
Köle gezegenlerin arasında,
Işığı dalgalarda olan soğuk ayın.
Soğuk tebessümüne dikmiştim gözlerimi
Fazlasıyla - fazlasıyla soğuktu benim için
Derken kaçak bir bulut,
Geçti örtü niyetine,
Ve ben sana döndüm,
Mağrur akşam yıldızı.
Senin ışığın daha değerlidir benim için.
Çünkü yüreğime mutluluk verir
Göklerdeki gururun geceleri,
Ve daha çok beğenirim
O alçaktaki daha soğuk ışıktan
Senin uzaktaki ateşini.