30 Haziran 2017

Yusuf Atılgan - Anayurt Oteli

 Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.

Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?

Bakır küllük oradaydı; yatağa uzanıp kadının bitmeden söndürdüğü sigaralardan birini içmişti. Daha bekliyormuydu? En kötüsü kafasındaki tutarsızlıktı. Bu akşam dışarıya çıkıncaya değin kaç kere karar değiştirmişti.
 
Bir arabanın gürültüsü uzaklaşırken duyduğu ayak sesleri kapının önünde kesildi. Koltuğa tutunup doğruldu. Giren yoktu. Kapıya koşup dışarıya baktı. Sağda, ileride başı örtülü bir kadın gidiyordu. Kıvırcık saçlı bir genç geçti kaldırımdan başını çevirmeden. Gelmeyecekti anlaşılan. Ne bekliyordu bu kadından, ya da bir kadından? Yüksek sesle 'Canı cehenneme' dedi.

Beş gündür, özellikle bugün olanaklarda bir azalma olmamış mıydı?
Kaçmayacaktı. Durumunu başkalarının yargısına bırakmayacaktı.
Başka olanaklar da vardı elbet.

Garson soyulmuş, dilimlenmiş portakallarla şişini getirdi. Gözleri çakırdı bunun; elleri esmer değildi. 'Esmer elliler iyi yüreklidir, der bir arkadaşım.

 Önemli olan insanın edimleriydi. Değişmez tek bir kesinlik vardı insan için: Ölüm.

İstemeden kirleniyor insan.

Kapının üstündeki kemerde koyu yeşil üstüne ak yazılı büyük teneke levha: Anayurt Oteli. (Düşman elindeyken belirli bir direnme gostermemiş kasaba ya da kentlerde kurtuluşun ilk yıllarındaki utançlı yurtseverlik coşkusunun etkisi belki.)

İki çeşit içen vardır.Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer.Birde şu çevrendekilere bak.Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için.Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için.Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır.Sokakta hiç gülmemek için burda gülerler.Böylesi az içer.Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından...
 
Yeryüzünde canlı kalmanın birbakıma suç işlemeden olmayacağını bilemeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.

Bir oteli yönetmekle bir kurumu,  geniş bir işletmeyi, bir ülkeyi yönetmek aynı şeydi aslında. İnsan kendini, olanaklarını tanımaya, gerçek sorumluluğun ne olduğunu anlamaya başlayınca bocalıyordu, dayanamıyordu. Ülkeleri yönetenler iyi ki bilmiyorlardı bunu; yoksa bir otel yöneticisinin yapabileceğinden çok daha büyük hasarlar yaparlardı yeryüzünde. 

Bir eylemin ertesini, sonuçlarını göze alabilirse ya da bunlara kayıtsız kalabilirse, insanın yapamayacağı şey yoktu.

Yüksek sesle konuşulanlar, tartışılanlar hep bilinen şeyler olduğuna göre ülkenin yönetimini asıl etkileyen, düzenleyen şeyler bu fısıltılarda gizliydi anlaşılan.

Gelmeyecekti anlaşılan. Ne bekliyordu bu kadından, ya da bir kadından?

Bedenin dayanma gücünü zorlamak da bir çeşit kendini öldürmek değil miydi?

Kaçılır mı hep? Bu tedirginlik yaşanır mı boyuna? Bilinmeyenin tedirginliği.

29 Haziran 2017

Umay Umay "Ucu kırık kalemleri sırf bu yüzden saklarsınız"

 

Bazen hiç tanımadığımız bir insanı; onun sizden uzakta geçen zamanını belirleyen kişi olduğunuzu fark edersiniz
 
Bu aslında sanatın ve bir yumak haline gelmiş sorunlarınızın neticesidir
 
İçe dönük hayatınızın ve uslanmaz dilinizin size kazandırdığı parlak tecrübe
 
Bu insanlar kalbinize ulaşacakları her cereyanı ağır hasta olarak yanlarında taşırlar 
 
 
Tapınılacak yalnızlıklarına ortak bulmuşlardır 
 
Bir fotoğraf ya da bir şiirle yaşarlar. 
 
İşin en kötü tarafı acıyarak ya da acıtarak sevmeyi öğrendiklerinden dikkat ve zeka küpüdürler 
 
Onlara dokunmayı,teselli verici birkaç sözcüğü bulana dek duygular aşk noktasına doğru atak yapar 
 
Gördüklerine sahip olmayı arzulayan çırpınışları sessiz yanıtlar olarak karşılarsınız 
 
Bazen cesaret verici olaylar olur 
 
Kuru teşekkürünüzden daha fazlasını katarsınız sözcüklere 
 
Bir başkasının kalbini dolduran heyecanlara açık kapı bırakırsınız 
 
Ama bu sizi çocuksu talebinizden başka bir şey değildir 
 
Karşılaşmak 
 
Hayat boyu taşıyacağınız yeni bir işaret bulduğunuzu sanmak 
 
O zaman işler karmakarışık olur 
 
Görüldüğü kadar kolay değildir içinizdeki kırgınlığı bağışlamak "Yapmamalıydım" dersiniz 
 
Perdeleri açmamalıydım 
 
Bazı yolculuklara dönüşler düşünülmeden çıkılır 
 
O bazı yolculuklara her gün çıkarsınız 
 
Tanrının yabancılıkla ödüllendirdiği çocukluğunuzla yan yana yürürsünüz 
 
Çimenlere iliştirilmiş yazıyı dikkatle okursunuz “Çiçek Dalında Güzeldir” 
 
Bazen hiçbir şey olmaz 
 
Kimse yaralarıyla inleyen şiiri görmez 
 
Sesi olmayan bir kapının kapandığını fark edersiniz 
 
Umursamazlığınızı bir jilet gibi yanınızda taşırsınız 
 
İkon tarzı duruşunuz ve sertliğiniz konuşulur 
 
Başkalarının cesaretini kıran tarzınız, tanımadığınız insanların düşlerine gömülür 
 
Size ellerindeki adresler ve şiirlerle ulaşamazlar 
 
En başından kaybettiklerini düşünürler 
 
Gerçeğiniz karşısında yalancı ve çocukturlar 
 
Bazen dostluk ya da aşk yerin savaşla tanışırsınız 
 
Onlar kalplerini, zekalarıyla donattıkları bir savaş alanına dönüştürürler 
 
Birdenbire kendinizi gardınızı almış bulursunuz 
 
İki kişilik savaşın nasıl ve hangi nedenlerle başladığı bilinmez 
 
Güçlü kadın imajından kuşkulanırsınız 
 
Böyle durumlarda saçma da olsa bir nedene ihtiyacınız vardır 
 
En yakın dostunuz kahvesini yudumlarken bu nedeni söyleyiverir 
 
Sinirden yeni silahlar, yeni ve ağır karşılıklar bulmak için harekete geçersiniz 
 
Oyuna gelirsiniz 
 
Kaybetmeye alışık olduğunuzu unutursunuz 
 
Nefretten doğacak aşkı beklersiniz 
 
Nefret büyür aşk onun gerisinde kalır 
 
Bazen göz yaşlarınıza değen birini bulursunuz 
 
Silik bir anıdan içinizi saran hayaller yaratırlar 
 
Kaybolmalarından, yiyecekleri darbelerin onları sıradanlaştırmasından korkarsınız 
 
Başlayamamaktan ya da bitirememekten, gülümserken sakladıklarınızdan, elinizde kalanların boşluğundan, yeri doldurulamaz vedalardan çekinirsiniz 
 
Yine de parlak tecrübelerinizi unutup derinlere dalacak cesareti ve deliliği yakalarsınız 
 
Ucu kırık kalemleri sırf bu yüzden saklarsınız...Umay Umay 


Tahsin Saraç - Ana Öğüdü

Çiçekleri ezme yavrum 
Çiçekler bir yüreğe benzer 
Çiçek ezen, insan ezer. 
 
Sakın sen kuş vurma yavrum 
En engin bir kardeşlikte 
Uçar kuşlar gökyüzünde. 
 
Tüfekle oynama yavrum 
Şakacığı bile çirkin 
Bir canlıyı öldürmenin. 
 
Gel bir çiçek ol sen yavrum 
 Kendi ülkenin renginde 
Şu yeryüzü demetinde.


Penrose merdiveni

Penrose merdiveni veya imkansız merdiven, Lionel Penrose ve oğlu Roger Penrose tarafından oluşturulan imkansız bir nesnedir. Penrose üçgeni'nin merdiven şeklindeki varyasyonu kabul edilir. Bu yanılsamada 90 derecelik dönüşlerle yükselen (veya alçalan) bir merdiven 2 boyutlu olarak tasvir edilmiştir. Bir kişinin bu merdivenleri çıktığı hayal edildiğinde sonuçta herhangi bir yükselme ya da alçalma olmadığı hep başladığı yere döndüğü sonsuza kadar devam eden bir döngü ortaya çıkmaktadır. Üç boyutlu uzayda açıkca imkansız olan bu merdivene Penrose merdiveni denir.


26 Haziran 2017

Friedrich Nietzsche İnsanca Pek İnsanca


İnancın gerçeği
 
Kader insanların hayallerini bulmak için umut ettiği şeylerden oluşur. Fakat o nesnel gerçeklik için gerekli olan şeyler elimizde mevcut değildir. Fikir ayrılıkları burada başlar. Beynindeki inanç ve mutlulukları yakalamak için kadere inanırsın. Fakat gerçeği bulmak istiyorsan onu araştırmalısın.
 
 
 

 


Edip Cansever - Gelincikler

 
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda
işi iş kasabanın
su yüzlü çocuğun işi iş
bir de poyraza döndü mü hava
başlar masmavi damarlar fışkırmaya yanaklarından
faytonların turuncu tekerlekleri
yansır gaz tenekeleriyle çevrili bahçelerde
asılı çamaşırlarından bir tutam çivit kokusu alıp gider
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda.

saat onikilerde
postanede mektup yazan adamlara bakar bir semt delisi
durmadan bakar
ki o mektuplar nereye giderse gitsin
öylesine uzundur ki kasaba
gelinciklerden bükülmüş bir ibrişim gibi
gidip gelen mektup zarflarıyla tarif edilebilir ancak
içerinde kar serpintisi
icçerinde bozkır
içlerinde herkesin bir güneyi olan
ve marangozlar upuzun kayıklar yaparlar bunun için
kesersiz, çivisiz, elsiz
sadece ruhlarından
o kayıkları içinde domates doğranan bir akşamüstünde yüzdürürler
canlanır suya değince hemen
bordalarındaki nakışlar
bir derya gülü alıp başını gider.

yeter ki görünsün gelincikler
önce tek tek görünsün sonra topluca
usta bir doğramacı gibi kırmızılar doğrar kasaba
gelincikler indi mi çayırlardan
su bardaklarına, berber dukkanlarına girdi mi
duvarlara sicimle tutturulmuş şişelere
girdi mi bir kere
-aynaları boğacak neredeyse
-taşlıkları basacak sel gibi
o zaman...
tam o zaman
marangozlar mis gibi rakılar içerek kayıklarında
konuştukca binlerce kayık
konuştukca binlerce köpük, binlerce kıyı olurlar
ve nedense bir vapur bizi alıp götürecekmiş gibi bakarız bir-
birimize
unuturuz sonra alıp başını gitmeyi de
yeter ki iki dudak arasına konsun gelincikler
ipince bir ıslığa yerleştirilsin
türküler süzsün tüveylerinden
kahveler eski renklerine boyanır yeniden
biralar çiğ ışıkta bile parlak
yıkanır tertemiz oluncaya kadar yaşamak.

gerçekte bir sevinç, bir mutluluk yok değildir yüreklerimizde
sevgiler umutlar yok değildir
öyleyse neden çabuk küseriz birbirimize
çabuk öfkeleniriz
durup durup böyle hüzünlenmemiz neden
anlamıyoruz da ondan mı yoksa
bir bütün olduğunu mutluluğun
umudun bir bütün olduğunu
seziyor muyuz yalnızca
baktıkca gelincik tarlalarına uzaktan
öyle bir arada güzel
yaşamanın lezzetini
kanımızı tutuşturdukça gün günden
buğusunu saldıkça
bir tütün dumanı gibi yaktıkça genzimizi.


Cahit Külebi - Kayıp Sevda

 
 Bir yandan türkü söyler  
Bir yandan yürür ağlıyarak,  
Sevdası rüzgâr gibi iter  
Dere boyunca yalnayak.  
      
Nilüferler gibi solgun Ophelia!  
Yanaklarına yapışır saçları.  
Açılır etekleri suyun yüzünde,  
Seyrederdi söğüt ağaçları.  
      
İnsan kalbi o zamanlar da vardı  
Daha küçüktü, daha kırmızıydı ama şimdikinden  
Kopardılar kalbini Ophelia'nin  
Nilüferler gibi sarardı.  
      
Şimdi de kızlar sokaklarda,  
Minnacık eller, ayaklar, saçlar.  
Ama nerde onlar, nerde Ophelia  
Nerde evvel zaman içindeki aşklar.  
      
Sevdamız kayboldu zamanlarda.  
Dişi ceylânla erkek ceylân  
Ayrı yönlere koşar gider.  
Bir sevişmek kaldı romanlarda.

 

25 Haziran 2017

Umberto Eco - Günlük Yaşamdan Sanata


-Çöken ROMA İmparatorluğu'nun nedenleri, Helenizm ve Tanrı Mitra inancına kapısını açması, Hıristiyanlığın gelişmesi, yeni kabilelerin göçlerinin kabulü ve vatandaşlaştırılmasıdır. Asiller pagan tanrılarına, askerler Tanrı Mitra'ya, köleler ise Hıristiyanlığa inanmakta; Klasik Romalı ve onun pagan inanışları ortadan kalmaktaydı. Bugün BATI'DA ROMA'NIN YIKILMASINDAN ÖNCEKİ HALE BENZER DURUMLAR MEVCUTTUR: Klasik Batılı liberal/ entelektüel yok olmakta, Rönesans'ın öncüsü püriten protestan artık eş değiştirmekte ve aileyi yok etmekte, teknoloji kurum ve kavramları yıkmakta ve toplumsal yapı odakları kaybolmaktadır.
-Kapitalist sistem için alternatifler üretebilecek üniversiteler zayıflatılmakta; AŞIRI KALABALIK, AŞIRI BAĞLANTILILIK ve AŞIRI ETKİNLİK TALEBİ, sistemin ÇÖKÜŞÜNÜ yaklaştırmaktadır.
-"Kavramsal-Sosyal kuramcılar" ile "elektrotekniğin global köy tezcileri" arasındaki karşıtlık artmaktadır.
-SANAT ile ZENAAT arasındaki ayrımın silindiği, sanatsal ESER ile üretilen NESNE farkının gözetilmediği ORTAÇAĞA YAKIN bir pozisyondayız. Ortaçağ sanatında da olmayan SİSTEMATİKLİK, bugünün sanatında da ÜST ÜSTE YIĞMA, YAN YANA KOYMA şeklinde kendini göstermektedir:
-Başkan JOHNSON'un KENDİSİ İÇİN yaptırdığı ANIT-KABİR, Amerikan beğenisinin ve günün anlayışının en iyi belgelerindendir.
-ABD'de hayat, OYUN/YANILSAMA, MÜZE/TEŞHİR BARAKASI ve GERÇEK/TAKLİT geçişkenliklerinde yaşar ve herşey EN İYİSİ ve DAHA FAZLASI (non plus ultra; more to come; more and more) üzerine kuruludur.
-ABD'de Manhattan'ın Kızılderililerce Flemenklere satış sözleşmesinin ORİJİNAL metni diye İngilizce sözleşme (Flemenkçe değil) müzede sergilenmekte ve bunun da kopyaları (?) çıkışta herkese satılmaktadır.

-ABD müzelerinde GERÇEK/SANAL ve DÜN/BUGÜN fark etmeksizin, Mozart ile Tom Sawyer, Beethoven ile Alice yan yana sergilenmektedir. Hatta Michelangelo'nun Davud heykelinin siyah saçlı hali ve Louvre Müzesi'nin kolsuz Milo Venüsü'nün kollu şekli bile mevcuttur.

-Roma, Helen kültürünü yıkmak için elinden geleni yaptıktan sonra, bilinç ötesindeki vicdan azabının etkisiyle, o kültürün TAKLİTLERİNİ üretip her yerde sergileyen bir KÖPEKBALIĞI'dır. ABD bugün aynı şeyi Avrupa için yapmaktadır.

-DİSNEYLAND, ABD'nin SİSTİNE ŞAPELİ'dir; TAKLİDİN, TÜKETİMİN, YOZLAŞMIŞ ÜTOPYANIN (distopya), SALDIRGANLIĞIN ve EDİLGİNLİĞİN mabedidir.

-OSCAR ve NOBEL talihsizliktir; klişe yaratırlar.

-ABD, "İYİ-SANAT-TARİH-MASAL" dörtlüsünün ete kemiğe bürünemediği için PLASTİĞE dönüşüp İKONLAŞTIĞI bir ülkedir.

-İKTİDAR, MİKROİKTİDARLARLA yaşar ve TAMİRLERİNİ gerçekleştirir. Bu mikroiktidarlar sürdükçe, gerçekleştirilecek saldırı onu yıkmaz, aksine güçlendirir ve sürdürücüsü haline gelir.

-Bir tişörtü tasarlayan, pazarlayan, reklamını yapan, alıp-giyen; hep birlikte İDEOLOJİYİ yaymakta ve KİTLE KÜLTÜRÜNÜ oluşturmaktadır.

-Günümüzde, öncelikle dinlemek-izlemek amacıyla değil, "TOPLUCA BİR AYİNE, RİTÜELE İŞTİRAK ETMEK" için GÖSTERİLERE katılınmaktadır.

-Değişmezlikle hayatı izah etmeye çalışan ZENON ile herşeyin değiştiğinin ve hareketin savunucusu HERAKLİTOS arasındaki zıtlık bilinir. Halk isyanı sırasında Zenon'un katılmakla kalmayıp isimleri ispiyonlamamak için dilini ısırarak koparması ile Heraklitos'un halkı küçümseyerek eylemlilikten uzak kalması, HAYATIN İRONİSİ'dir.
 
 
 

Çocuk oyun oynayarak dünyayı tanır, çünkü oyun sırasında taklidini yaptığı şeyi ileride gerçekten yapmak durumunda kalacaktır. İyi bir Ortaçağ yapmak için ne gerekir? Her şeyden önce, çözülmeye yüz tutmuş büyük bir barış ortamı, dünyayı dil, gelenekler, ideolojiler, dinler, sanat ve teknoloji alanlarında bir çatı altında toplayan ve belli bir nok­ tadan sonra idare edilemeyecek kadar karmaşık yapısı nedeniyle çöken uluslararası bir güç. Bu güç çöker, çünkü “barbarlar” sınırlara dayanmışlardır. Söz konusu toplu­ lukların ille de kültürsüz oldukları söylenemez, ancak yeni gelenekler ve yeni bakış açıları getirmektedirler. Bu barbarlar, kendilerinden esirgenen zenginliği ele geçir­mek istediklerinden, ya zor kullanarak içeri girecekler, ya da yeni inançlar ve yeni dünya görüşleri yayarak hüküm süren Pax ın sosyal ve kültürel dokusuna sızacaklardır. Çöküşünün başlangıcında Roma İmparatorluğu’nu teh­dit eden, Hıristiyan etik değildir; böyle bir tehdit, impa­ratorluğun hiçbir ayrım gözetmeksizin Helenistik kültü­rü, Doğu’nun Mitra ya da Astarte kültlerini kabul etmesi ve büyüye, yeni cinsel anlayışlara, çeşitli kurtuluş, umut tasarımlarına kapılarını açmasıyla kendiliğinden oluş­muştur. Roma İmpantor'uğu yeni ırksal unsurları kabul etmiş, koşulların zorlamasıyla çok katı sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmış, yurttaş olanlarla olmayanlar arasında­ki, soylularla avam arasındaki farkı azaltmıştır. Zenginli­ğin paylaşımı konusunda belli sınıflara tanınan ayrıcalığı korumuşsa da, toplumsal roller arasındaki farkları yumu­şatmıştır, başka türlü davranması da zaten mümkün de­ğildir. Roma İmparatorluğu Roma kültürünü hızla ege­men kültür konumuna getirmiş, iki yüz yıl önce aşağı ırklar olarak değerlendirilecek ırklardan kişilere yönetici­lik görevi vermiş, birçok dinsel dogmayı ortadan kaldır­ mıştır. Aynı dönemde, yönetici sınıf klasik tanrılara, as­ kerler Mitra’ya, köleler İsa’ya tapabilmektedirler. İmpara­ torluk sezgisel olarak, sistem açısından uzun vadede teh­likeli olabileceğini gördüğü inançları kovuşturmaktadır, ancak genel olarak sisteme egemen olan hoşgörü her şe­yin kabul edilmesine olanak tanımaktadır. Gerçi Büyük Barış’ın (askerî, sivil, toplumsal ve kültürel Pax Romana’mn] çöküşü bir ekonomik kriz ve ikti­ dar boşluğu döneminin başlamasına yol açmıştır, ama “karanlık Ortaçağ”ın bu kadar “karanlık” görülmesinin tek nedeni, ruhban sınıfına karşı gösterilen haklı tepkidir. As­lında, bin yılından önceki erken Ortaçağ da [belki bin yı­lından sonraki dönemden daha çok), inanılmaz canlılıkta entelektüel etkinliklerin yaşandığı; barbar uygarlıklar, Roma kültürünün mirasçıları ve Hıristiyan-Doğulu kül­ türlerin biçim verdiği gruplar arasında hararetli diyalogla­rın sürdüğü; yolculukların ve buluşmaların gerçekleştiği; insanlara yeni düşünceler yayan, onları değişik eserleri okumaya teşvik eden, akıl almaz şeyler icat eden İrlandalı keşişlerin Avrupa’yı bir uçtan bir uca kat ettiği bir dö­ nem olmuştur...Kısacası, modem Batı insanı bu süreç içinde gelişmiştir, bu açıdan bir Ortaçağ modeli günümüz­ de neler olduğunu anlamamıza katkıda bulunabilir: Bü­ yük Barış döneminin çöküntüye uğramasıyla bir bunalım ve güvensizlik ortamı oluşur, farklı uygarlıklar birbirleriyle çatışırlar ve yavaş yavaş yeni bir insan imgesi ortaya çı­kar. Bu imge ancak daha sonra belirginlik kazanacaktır, ancak temel öğeler çoktan hazırdır ve dramatik bir kazan­ da için için kaynamaktadır. Pythagoras’ı insanlara tanıtan ve Aristoteles’i yeniden gündeme getiren Boethius, geç­mişin kültür mirasını körü körüne yinelememekte, kültür yapmanın yeni bir biçimini keşfetmektedir ve son Roma­lı rolünü oynarken, aslında barbarlar sarayındaki ilk ince­leme merkezini kurmaktadır. 
 
*
Kentin varoşlarındaki müstakil evinde oturan dik, kısa saçlı şirket çalışanı Eski Romalıların mirasçısı kimliğinde, ancak çocuğu örülü saçlarıyla Meksika pançosu giyiyor, Asya kökenli sitarı çalıyor, Budist metinleri ya da Leninist el kitapları okuyor ve çoğunlukla (tıpkı Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde olduğu gibi) Hesse’yi, yıldız falını, simyayı, Mao düşüncesini, marihuanayı ve şehir gerillası tekniklerini birbiriyle bağdaştırabiliyor. Bu konuda bir fikir edinmek için Jerry Rubin’in Do it’ini okumak ya da iki yıl önce New York’ta Marx, Küba ekonomisi ve astroloji üzerine kurslar düzenleyen ‘Alternate University’nin programlarını düşünmek yeterli olacaktır. Öte yandan, Romalı geleneğin temsilcisi olarak tanımladığımız kişi de, canı sıkıldığında, eş değiştirme oyununa katılarak püriten aile modelini temelinden sarsıyor. 
 
*
Günün birinde Amerika Birleşik Devletleri’nde kara­ yolu trafiğindeki bir tıkanıklık ile demiryolu trafiğindeki bir aksaklığın aynı zamana denk gelmesi, büyük bir hava­ alanına vardiyayı devralmaya giden personelin işyerine ulaşmasını engelleyecektir. Bir sonraki vardiya personeli­nin gelmemesi nedeniyle işe devam etmek durumunda kalan kontrol kulesi memurları yorgunluğun verdiği stres­le, iki jet uçağının bir yüksek gerilim hattı üzerine düşecek biçimde çarpışmasına yol açarlar; bu hattaki elektrik yü­künün zaten aşırı yüklü olan öteki elektrik hatlarına sıçra­ması, New York’u birkaç yıl önce de yaşamış olduğu bir blackout 1 ile karşı karşıya bırakır. Bu İkincisinin farkı, ilkine oranla daha etkili, daha uzun süreli bir kesinti olmasıdır. Kar yağdığı, yollar yer yer trafiğe kapandığı için arabalar sonu gelmeyen kuyruklar oluştururlar; insanlar ısınmak için işyerlerinde ateş yakmaya başlarlar, itfaiyecilerin yeti­şip başa çıkamadığı yangınlar patlak verir. Birbirlerine te­lefon aracılığıyla ulaşmaya çalışan, dış dünya ile ilişkileri kesilmiş elli milyon insanın aynı anda telefonu kullanma­sıyla telefon hatları çöker. İnsanlar karla kaplı yollarda iler­lemeye çalışırlar, yol boyunca ölüp kalanlar olur. Her tür ihtiyaç malzemesinden yoksun kalarak yol­lara dökülmüş bulunan insanlar meskenlere, yiyecek maddelerine el koymaya çalışırlar, Amerika’da serbestçe satılan milyonlarca ateşli silah kullanılmaya başlanır, si­lahlı kuvvetler iktidarı tamamıyla ele geçirir, ama o da her yanı saran çöküşün kurbanı olur. Süpermarketler yağmalanır, evlerde yakacak mum kalmaz, soğuktan, aç­lıktan, hastanelerdeki yiyecek kıtlığından ölenlerin sayısı giderek artar. Birkaç hafta sonra bin bir güçlükle normal yaşam yeniden tesis edildiğinde, şehirleri ve kırsal kesimi kaplayan milyonlarca ceset salgın hastalıklar yaymaya başlayacak, bu da XIV. yüzyılda Avrupa nüfusunun üçte ikisini yok eden kara vebaya eş büyük bir yıkıma yol aça­caktır. Salgın hastalıklardan kurtulma çabası toplumsal bir psikoza dönüşecek, ilkinden çok daha acımasız bir Mc Carthy’cilik hüküm sürecektir. Bunalıma sürüklenen siyasal yaşam, merkezî iktidardan bağımsız ve özerk, kendi paralı askerleri ile özerk yargı organları bulunan bir dizi alt yönetim birimine bölünecektir. Bunalım yay­gınlık kazanırken, bu bunalımı daha kolay aşmayı başa­ranlar, zaten yetersiz yaşam koşullarında yaşamaya, ek­mek parası uğruna mücadele vermeye alışmış olan azge­lişmiş yörelerin insanları olacaktır. Geniş göç hareketleri belirecek, bu göçler ırklar arası birleşme ve kaynaşmala­rın gerçekleşmesine, yeni ideolojilerin ülkeye girmesine ve yaygınlık kazanmasına yol açacaktır. Yasalar etkisini yitirdiği, kadastrolar ortadan kalktığı için, mülkiyet yal­nızca "Kim nereye yerleşmişse, orası onundur” ilkesine dayanacaktır; öte yandan, hızlı çöküş şehirleri oturulabi­lir evlerden değil, eline geçirenin yerleştiği bir dizi hara­beden oluşan yerler durumuna indirgerken, küçük yerel otoriteler, çitler ve küçük kaleler kurmak yoluyla belli bir iktidarı ellerinde tutabileceklerdir. Bu noktada bütü­nüyle feodal yapının içine girilmiş bulunulacaktır, yerel iktidarlar arasındaki ittifaklar yasaya değil, karşılıklı ta­vizlere dayanacak, bireysel ilişkiler saldırganlığı ya da dostluğun, çıkar ortaklığının getirdiği ittifakları temel alarak kurulacak, gezginlere gösterilen konukseverlikle ilgili belli başlı görenekler yeniden canlanacaktır. Bu durum karşısında, diyor Vacca, yapılacak tek şey, tam bir çöküşün yaşandığı bir ortamda, bugünden başla­ yarak, yeni bir Rönesans'ın gerçekleşmesi için gerekli bilimsel ve teknik bilgileri koruma ve gelecek kuşaklara aktarma çalışmalarına yönelecek, Ortaçağ’dakine benzer bir manastır örgütlenmesini planlamaktır. Bu bilgilerin nasıl derlenip toparlanacağı, aktarma süreci içinde yitime, değişime uğramalarının ya da bazı gruplarca özel amaçlar doğrultusunda kullanılmalarının nasıl önlenece­ği ve benzeri sorunlar Medio Evo Prossimo Venturo’nun oldukça tartışma götürür son bölümlerini oluşturur. An­cak üzerinde durulması gereken nokta, başta da belirtil­diği gibi, bu değildir. Önemli olan, Vacca’nın sunduğu bu tablonun gerçekleşmesi olası bir senaryo mu, yoksa şimdiden var olan bir durumun vurgulanarak ortaya konduğu bir betimlememi olduğunu saptamak; daha sonra da, Rönesans’ın büyüsüne kapılarak yazılmış bazı kültür kitaplarının Ortaçağ kavramına getirdiği olumsuz havadan kurtulmaktır. Öyleyse, önce Ortaçağ’dan ne an­laşılması gerektiğini belirlemeye çalışalım.

UMBERTO ECO GÜNLÜK YAŞAMDAN SANATA

 
 

Edip Cansever - Umuş

Bütün iyi kitapların sonunda
Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen
Soluğu sende olan
Yeni bir başlangıç vardır

Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
Her başlangıçta yeni bir anlam vardır.

Nedensiz bir çocuk ağlaması bile
Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.





21 Haziran 2017

İlhan Selçuk'un Anısına Saygıyla

 Birinci Ergenekon İddianamesi

İlhan Selçuk, Türk siyaset tarihinde önemli bir yer eden ünlü akrostişini Ziverbey Köşkü’nde yazmıştı. 12 Mart döneminde gözaltına alınan Selçuk, zamanın işkenceleriyle ünlü karargahı olan Ziverbey Köşkü’ne götürülmüştü. Yatağına zincirliydi ve hemen yanındaki komidinin üzerine ifadesini yazması için bir kağıt ile kalem bırakılmıştı.

Selçuk, ifadesini yazarken dışarıya da bir mesaj vermek için her cümlenin sondan ikinci sözcüğünün baş harflerini kullanarak akrostiş yaptı. Bu sözcüklerin baş harfleri yukarıdan aşağıya doğru okunduğunda “İşkence altındayım. Zincire vuruluyum. Ölüm tehdidi var. Bu yazı zorla yazdır. İşkence, zulüm var. Ölüm var. Baskı altındayım” mesajları çıkıyordu.

İşte Selçuk'un şifreli ifadesi

Selçuk'un akrostiş yöntemiyle dışarıya mesaj gönderdiği ve Ziverbey Köşkü'nde yaşananları açığa çıkardığı ifadesinin tam metni şöyleydi:

"12 Mart'a doğru Türkiye iflasa gidiyordu. Demirel iktidarı giderek yoğunlaşan şaibe altındaydı. Üniversiteli gençler sokaklarda, meydanlarda hatta üniversite binalarının çatıları altında katlediliyorlardı. Devletin güçleri, aydınları, askerleri, yargıçları, sorumluları, sağduyu sahipleri endişe içindeydiler. Gidiş normal değildi. Anayasa çerçevesi ve yönelişlerine göre davranmak isteyen devlet memurları ve sorumluların, siyasi iktidar adeta ceza tertipliyordu. Siyasi iktidar aydın yazarları ezmek amacındaydı. Toplum yaşamında anayasa uygulanmıyordu. Bazı çevrelerde bir ordu müdahalesi lüzumlu görülüyordu. Politikacı topluluğu şuursuzdu.
Memleketseverler ıstırap çekiyorlardı.

Bu durumda ne yapmalıydı? Önce bir fikir dağınıklığı vardı. Tek çıkar yolu, Atatürkçülük'te görüyorduk. Ancak Atatürkçülüğü günün koşullarına göre derinliğine ve genişliğine bütün boyutlarıyla yorumlamak gerekiyordu. İşte Devrim dergisi bu ihtiyaçtan doğdu. Ancak dergi çıkarmaya yetecek para bulmak gerçekten mesele idi".

'Bağırmamak için kendimi tutuyordum'

İlhan Selçuk, Ziverbey Köşkü adlı kitabında, o yıllarda yaşadığı işkenceyi şöyle anlatıyordu: “Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmışlar, çoraplarımı çıkarmışlardı. Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti. Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum. Öyle bir an geldi ki, bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Bir yağ mı sıvı mı sürüyorlardı tabanlarıma sonra sopa inip kalkmaya başladı. Kendimi acıya katlanabilir sanırdım (...) ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz (...) Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan. Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun. Önce hırıltı başlıyor, ardından feryada dönüşüyor, hayvanlaşıyorsun. Olayın bir de ruhsal yanı var ki, bedensel acının üstüne biniyor. Kendini aşağılanmış olarak görüyorsun..."

'İlhan Selçuk uyanıklığı'

Birinci Ergenekon iddianamesinde, Selçuk'un "Ziverbey Köşkü" kitabından alıntı yapılarak, yazılı savunmasının içine yerleştirdiği "akrostişlerle" işkence altında olduğunu kanıtlamasının, kendisinin ne kadar zeki ve uyanık olduğunu gösterdiğinin belirtildiği ifade edilmişti. İddianamedeki bu ifade eleştirilere neden olmuştu.


Ahmet Muhip Dıranas - Gölgeler ve Çıkmaz


Anısına...

 Ahmet Muhip Dıranas’ın Oyun Yazarlığı

Adam ayakları yerden kesilmiş ama ölmemiş de düşünceye dalmış gibiydi. Acındırmaktan uzak bir hal. Derken, bir damda bir karga gözüme ilişti: Gün ağarırken eğer uyanıksanız ve de etrafı seyrediyorsanız, daha çok, yukarıları, örneğin yapıların üst katlarını, saçakları bacaları görürsünüz Uzatmayayım, karga asılmış adama bakıyordu sanki. Sabah rüzgarıyla adam da sallanıyordu, karga da. O anda aklımdan geçen bakın: Şu karga, bu adamın ruhudur, dedim.

Komşu –Benim gençliğim mi? Yoksun ve mutsuz bir gönül; o kadar. Hep karşılıksız sevgiler İpleri kopmuş uçurtmalar gibi Havada Yine mutsuzum ama artık önemsiz. Mahallemizin en güzel kızı değildi  Ama sevmiştim. Bana: ‘Size mi kaldım ben? Dedi, aynaya bakmıyor musunuz hiç?

Baba – Deniz görünüyordu bir kemerin altından. Güneşli bir yaz günüydü; Tanrının insanlara cabadan verdiği günlerden biri Bir bahçede idik Çiçekler içinde. 

Şu portreye benzemesini istiyordunuz, belki

Sahne kararmaya başlar.
Bir tatlı loşluk olur. Ve ikinci bölümün camekanından bir akşam kızıllığı vurur. Baba ile Komşu karşılıklı oturmaktadırlar.
Yalnız yüzleri aydınlıktadır. Ansımalar içinde bir düşte yaşar gibidirler. Kopuk kopuk, ağır, mırıldanır gibi konuşurlar. Bir diyalog vardır aralarında, fakat uzak dünyalardan gelen uzak seslerle sürer bu diyalog

Yine susar ve artık bütün bu sahne süresince bir daha konuşmaz. Aralıklarla o eli okşar. Kısa susuştan sonra iyice kararmış salonda birden bire Delikanlı belirir. Kız Delikanlı’nın hayalini görmemektedir. Babasının dalgın ve düşünceli hâliyle ilgilidir. Şimdi yalnız yüzler aydınlıktadır

Salon bir an boş kalır. Sonra, ana girişin camlarında Baba’nın silueti belirir. Baba ağır ağır yürüyerek içeri girer. Ortalık iyiden iyiye kararmaktadır. Baba, giderek karanlığa gömülüyor gibidir. Bir koltuğa oturduğu ayırt edilebilir. Bu sırada, portrenin bulunduğu köşeden, karanlıklar
içinden, alevden bir sütun halinde nar çiçeği rengi giysili kadın belirir; aynı anda, ışığı ondan alıyormuşçasına ‘BABA’nın yüzü aydınlanır
   Sen benim aşkımın aynasında ölümsüz güzelliksin / Aşkın bir taç gibi ruhumu süslüyor
   Olmadı, olmadı / Ve bitti / Beynime asılı bir gölgeydi / Uçtu, kurtuldum / Güneşler açtı.
  Parayı, para için erdemlerine, onurlarına varıncaya kadar her şeylerini verebilenlere bırakalım.

 Hava karardıkça mangal ateşleri nasıl daha parlak görünürse, ömrün akşamına doğru anılar da öyle parlak görünüyor.

 Hayriye – (Duvardaki resimlere bakarak) Güzel resimler. Şu da çok güzel. (Bir tanesine çok dikkatli bakar) Bu ne? Ne biçim resim bu böyle? Kadın resmi mi bu?
Sabri – Sözde Şeytanın ta kendisi, (Gülerek) kadın kılığına girmiş bir günah.

 İşin içyüzü bambaşka Şuralarda bir yerde vaktiyle büyük bir ev vardı Bir gün yandı. Be o evde doğmuşum. Arada bir gelirim böyle Geçmiş günleri gözetlerim zaman çatlağından< anamı, babamı Çoktan toprak oldular ya Yaşar gibidirler, öyle, kibar kibar

Leyla – Ruhunu ne yapacaksın?

Emin – Ruhunu eğiteceğiz. Yani bir güzel binanın içini istediğin gibi dayayıp döşemek elinde.
Leyla – Sen enikonu saçmalıyorsun.
Emin – Hayır; dosdoğru konuşuyorum. Ruh bilim var mı? Var; ruh sağlığı var mı? Var; ruh iyileştiriliyor mu? Evet.
Ne diyor Yunus: Hamdım, piştim Diyor; kutsal kitaplarda özün: ruhu yüceltme O halde ruh eğitilebilir. Kadı ki iyi bir bedende, siz bozmazsanız, iyi bir ruh bulunur

Böylece Dıranas, her insanının iyilikle donatılarak dünyaya geldiğini, ruh’un sonradan çirkinleştirildiğini ileri sürmektedir.
 

20 Haziran 2017

Oğuzkan Bölükbaşı - Dostları Olmalı İnsanın

dostları olmalı insanın,
aynen gemilerin limanları gibi
zaman zaman uğradığın
yükünü boşalttığın
dalgalar dininceye kadar beklediğin koynunda

sonra açık denizlere uğurlamalı seni,
geri döneceğin günü bekleme umuduyla
bazan rüzgara o açmalı yelkenini
yanağına konan bir öpücüğün coşkusuyla
halatlarını çözmeli
seni çok
ama çok özlemeli

dostları olmalı insanın,
ermiş, bilge hayatı ezbere okuyabilen
düşünmediklerini düşündüren
seni bir cambaz ipinde güvenle tutabilen
gerektiğinde senin'çün ateşi yutabilen

yolunu ışıtan ustan olmalı,
şekillendirmeyi öğretmeli hayatın çömleğini
sana vermeli soğuk bir kış gününde
üzerindeki tek gömleğini


20. Yüzyıla Ağıt: Angelopoulos’un Sineması

Ağlayan Çayır

(The Weeping Meadow)

Yönetmen: Theo Angelopoulos.

Senaryo: Theo Angelopoulos, Tonino Guerra, Petros Markaris, Giorgio Silvagni.

Görüntü Yönetmeni: Andreas Sinanos.

Müzik: Eleni Karaindrou.

Kurgu: Giorgos Triantafillou.

Yapım Tasarımı: Costas Dimitriadis, Giorgos Patsas.

Müzik Departmanı: Marinos Athanassopoulos.

Visual Effects: David Bush (Digital effects consultant), Massimo Cipollina (CG artist), Harold Herbert (Inferno artist), Salvo Severino (CGI supervisor).

Steadicam Operatörü: Michael Tsimperopoulos.

Yapımcı: Theo Angelopoulos, Phoebe Economopoulos, Amedeo Pagani.

Executive Produced: Nikos Sekeris.

Süre: 165 dk.

Oyuncular: Alexandra Aidini (Eleni), Nikos Poursanidis (Genç Adam/Alexis), Giorgos Armenis (Kemancı Nikos), Vasilis Kolovos (Spyros), Toula Stathopoulou (The Woman at the Bar), Thalia Argiriou (Danae), Grigoris Evangelatos (Le professeur), Aliki Kamineli, Eva Kotamanidou (Cassandra), Michael Yannatos (Mishalis Yannatos).  

SİNOPSİS  

Yeni üçlemesinde, Theo Angelopoulos son derece geniş bir tarihsel panoramayı konu alıyor. Öte yandan, ona son derece kişisel öyküler anlatma fırsatı verende yine bu panorama. Alexis ile Eleni arasındaki aşk öyküsü Kızıl Ordu’nun Odessa’yı istilasının hemen akabinde, Yunan mültecilerin anavatanlarına döndükleri sırada başlar. İkisi birlikte büyümüş olmalarına rağmen, Alexis’in babası aşklarına razı göstermez, çünkü; Eleni’yi kendisine uygun bir eş olarak görmektedir. Ama Alexis ile Eleni arasındaki aşkı asıl sınayan şey, tarihi değişim ve sosyo-ekonomik güçler olur. Köylerinden utanç içinde ayrılmak zorunda kalan çift Yunanistan’da dolaşır durur. Ancak aşklarını ayakta tutma yolundaki tüm çabaları boşunadır. Sonunda Alexis ABD ye göç eder; Eleni ise rejim karşıtlarını desteklediği için hapse atılır. İkinci Dünya Savaşı patlak verir, Yunanistan Almanlar tarafından işgal edilir, savaşın ardından ülke bir iç savaşa sürüklenir ve çiftin oğulları karşı taraflarda savaşır. Eleni kendi adına, ülkesinin antik kahramanlarının –Yediler’in Thebes’e karşı yürüttüğü mücadelenin- ayak izlerinden gider...

YÖNETMEN ANLATIYOR: 

“Yeni sona eren yüzyılın şiirsel bir özetiyle zamana meydan okuyan bir aşkın içinden geçerek yaşadığımız yeni yüzyılın görsel ilişkisi.

Öykü 1919’da Odesa’da, Kızıl Ordu’nun kente girişiyle başlar ve günümüz New York’unda sona erer. Sürgün, ayrılık, ideolojilerin son bulması ve tarihin yargılanması.

Bu üç filmin isimleri: Kraliyet ve Sürgün, Ütopyanın Sonu ve Sonsuz Dönüş olabilirdi. Ama daha anlaşılır isimler koymayı tercih ettim: Ağlayan Çayır, Üçüncü Kanat ve Dönüş.

Ağlayan Çayır bu üç filmin ilki ve efsanenin temeli. Bir aşk süreci içinde bir kadının kaderini Oedipus’dan hatırlayacaksınız. 1970 yılında yaptığım Reconstruction’ dan bu yana ilk kez bir filmimin baş kahramanı bir kadın. Sürgünü ve ölümü tanıyan bir çocuk, bir aşkla çarpılmış olan bir ergen, bir anne, yalnız bir kadın. Masumiyetten acıklı bir tutkuya. Daha da ötesi insanın kaderi üzerine bir ağıt. Mitolojideki Helen, bütün mitolojilerdeki Helen’ler aşkı ararlar, aşk da onları.1945 ‘de Okinawa’daki savaş alanında ölen kocasından gelen son mektup bir rüya ile biter: “...eğildin ve elini ıslak çimenlere sürdün. Elini çektiğinde üzerinde birkaç su damlası parladı. Gözyaşları gibi...”

Bu film yönetmen Theo Angelopoulos’un, 1975 Cannes Film Festivalinde büyük başarı kazanan “Kumpanya” dan sonra yaptığı 12. uzun metrajlı filmidir ve üçlemenin ilk filmidir. Kahramanı yüzü aydınlık ve yaşla dolu olan Eleni (Helen) isimli bir kadındır. “Toprağa gözyaşları gibi çiy damlatan ıslak bir çayır gibi. Sanki çayır ağlıyormuş gibi.”

“Ağlayan Çayır hem önceki filmlerimden farklıdır, hem de onların bazı özelliklerini taşır. Bu filmde didaktik denecek kadar doğrudan anlatım kullanıldı. Eleni bir kaç Yunanlı aile ile birlikte Odesa’dan iltica etmiştir. Onun öyküsü boyunca o dönem Yunanistan’ının tüm tarihi ve siyasi olaylarını izleyebiliriz. Eleni ilticanın, sürgünün, yersiz yurtsuzluğun vücut bulduğu bir karakterdir. Çocukluğunda Odesa’dan sürgün edilmiştir. Yunanlı bir aile onu limanda tek başına ağlarken bulur ve yanlarına alırlar. Eleni karakteri, acımasız bir kaderi olan, evsiz ve ailesiz, köklerinden sökülmüş ve bir yüzyıl boyunca güvenli bir sığınak arayan bir insanı anlatır. Sonsuzluk’ dan hemen sonra gelen tarihi an yirminci yüzyılın sonudur. Çünkü bu yüzyılın sonundan bahsetmek hatta tüm yüzyıla bir göz atmak, bitmekte olan bir yüzyılı özetlemek istemiştim. Bu yüzyılı anlatan önceki filmlerim de var tabii. Örneğin Megalexandros 1900’lü yılların başında başlar. Leyleğin Ayak İzleri ise yüzyılın sonlarına doğru geçer. Ancak filmlerimde en çok yirminci yüzyıldaki Yunan tarihini görürsünüz. Yirminci yüzyıl dediğimiz şeye kameramızı çevirip bir kadının gözü ile baktığımızda, bu yüzyılı yaşayan kadının gördüğü şeyler sürgünler, evsizlik ve göçe zorlanan insanlardır.

Mülteciler konusuna sürekli dönüş, bana göre bir kimlik sorgulamasıdır. Bendeki duygu eve dönüşte şaşıran birinin duygusu. Leyleğin Ayak İzleri’nde var olan ve Ulysses’in Bakışı’nda tekrarlanan gibi bir duygu: “Sınırları geçtik ama hala buradayız. Eve ulaşmak için kaç tane sınır geçmeliyiz?”

Diğer taraftan, değişik öykülerde, değişik şekillerde Homer’in Odyssey’sindeki yolculuk, insanı evine götürmeyen yolculuk temasını defalarca tekrarladığımı düşünüyorum. Gerçekte Ulysses Ithaca’da kalmadı. Tekrar gitti ve Aetoloacharnania’da bir yerlerde, evinden uzakta öldü. Öykü aynıdır ve kendini yineler: sürgün, asimilasyon çabaları, yeni bir yere gitmek için bir yerden ayrılış. Bu ayrılışların hep bir nedeni vardır. Ancak biz bunu anlayamayız, dengeyi kuramayız ve hep bırakır gideriz.

Bir aileyi ve mutlak olan şeyleri ayıran gerçekte bir aşk vardır. Atalarımızın dediği gibi mutlak olan mücadele etmektir ve mücadeleler travmaya neden olurlar. Kötülük tohumları ekerler. Bu anlamda Ağlayan Çayır bir Yunan trajedisidir.

Filmin tamamı Yunanistan’da Kerkini Gölü’nde çekilmiştir. 1930’lu yılların Yunanistan’ı yol olmuştur. Bu nedenle 30’lu yılların binaları gerçeklerine uygun olarak yeniden inşa edilmiş, mülteci barınakları için de Selanik’te kilisesiyle, okuluyla bir köy kurulmuştur. Yunanistan sinema tarihinde sanırım inşa edilen en büyük set budur.

Filmlerimin kötümser olduklarına inanmıyorum. İçlerinde biraz melankoli olabilir ama asla pesimist değiller. İyimserlik ve kötümserlik sözcüklerinden nefret ederim. Ben daha net görmeye çalışırım. Savaş sonrasında yeni bir dünya umuduyla yaşayan benim kuşağım bir dizi hayal kırıklıklarına şahit oldu. Ortaya çıkan yenilikler ne bir çözüm getirdi, ne de umduğumuz gibi önümüzde yeni bir yol açtı.

Nedenini bilmiyorum ama kendi ülkemde kendimi içsel bir sürgünde hissediyorum. Bu tamamen kişisel bir duygu. Henüz evimi, yani kendimle ve dünyayla uyum içinde yaşayacağım yeri bulamadım.

Geçmiş geçmiş değildir. Zamanın üç boyutu; geçmiş, şimdiki ve gelecek benim için mevcut değildir. Geçmiş sadece zamanda geçmiştir, aslında bilincimizde geçmiş şimdidir. Ve gelecek dediğimiz şey, bugünkü deneyimlerimizle belirlediğimiz yarının düşsel boyutudur.

Yunan efsaneleri, Yunan mitolojisi okulda öğrendiğimiz ama günlük yaşamımızı etkileyen bir tarihtir. Yunanistan antik taşlar, eski tapınak harabeleri, yok olmuş medeniyetlerle dolu bir ülkedir. Bize bunları sevmeyi öğrettiler.

Benim yaşımda ve deneyimimde olanları ise; Büyük Savaşı da içeren bir Yunan tarihi, kuşağımdaki ideolojik çatışmalar ilgilendiriyor. Bütün bunlardan etkileniyorum. Yunanistan’da kendimi nasıl hissediyorum? Tuhaf. İçimdeki Yunanistan’ı, kendi Yunanistan’ımı henüz bulamadım.

Kendimi düşünen bir birey olarak görüyorum. Ve insanlığın sorunları dünya yaratıldığından beri aynı, insanların soruları hep cevapsız. Benim filmlerimde tüm bu sorunlar, düşünceler, dünya hakkındaki felsefi görüşler var. Eros, ölüm, doğum,düşler, daha iyi bir dünyanın perspektifi, gençlik ve yaşlılık, aşk... Kısaca insanın kaderi.

1944 yılının Aralık ayında ülkemde İç Savaş patlak verdi. Kendi ailem ikiye bölündü. Bir kısmı solcuların tarafında oldu. Babamın da dahil olduğu diğerleri eski düzeni savundular. Atina’daki savaş 33 gün sürdü. Savaştan çok bir katliamdı. Babam tarafsız kalmaya çalıştı ama boşuna. Kuzenimin başkanlığındaki solcu asiler babamı tutukladılar ve muhtemelen öldürmek üzere kent dışına götürdüler. Günlerce, çamurlar içinde yatan yüzlerce parçalanmış vücut arasında onu aradık annemle. Annemin benim elimin içinde titreyen elini hala hatırlıyorum. Asilerin yenilmesinden ve kuzeye çekilmelerinden sonra öğrendik ki babamı yüzlerce insanla birlikte rehine olarak yanlarında götürmüşler.

Anılar, antik taşlar ve kırık heykellerle dolu bir ülkede yaşıyoruz ama... 

BİYOGRAFİLER 

THEO ANGELOPOULOS 

1935 yılında Atina’da doğdu. Atina Üniversitesi’nde Hukuk, ünlü Fransız sinema okulu IDHEC’de sinema eğitimi aldı. Bir süre İnsanlık Müzesi’nde Jean Rouch ile çalıştı. 1964 de Atina’ya döndü. 1967 ye kadar film eleştirmeni olarak çalıştı. 1965 de yönetmenlik yapmaya başladı ve o tarihten bu yana filmleri sayısız uluslararası festivale katıldı ve sayısız ödül kazandı. Çağdaş film yönetmenleri arasında en etkili olanlardan biri oldu.

FİLMLERİ

“Forminx Öyküsü” (Tamamlanmamış)

“Broadcast” (Kısa metrajlı)

“Reconstraction” (İlk uzun metrajlı filmi)

Hyeres Film Festivalinde (1971) En İyi Film ödülü,

1972 “Days of 36” (uzun metrajlı)

FIPRESCI Ödülü, Berlin (1973)

“Kumpanya” (uzun metrajlı)

FIPRESCI Ödülü, Cannes (1975)

Interfilm Ödülü, Berlin (1975)

İngiliz Film Enstitüsü, En İyi Film Ödülü (1976)

İtalyan Film Eleştirmenleri Derneği, Dünyada son on yılın

(1970-1980) en iyi filmi ödülü

“Avcılar”

En iyi filme verilen Altın Hugo Ödülü, Chicago (1978)

1980 “Megalexandros” (uzun metrajlı)

Altın Ayı ve FIPRESCI Ödülleri, Venedik (1980)

“Bir Köy, Bir Köylü” (Belgesel)

“Atina, Akropol’e Dönüş” (televizyon belgeseli)

“Kitara’ya Yolculuk” (uzun metrajlı)

En İyi Senaryo ve FIPRESCI ödülleri, Cannes (1984)

Eleştirmenler Ödülü, Rio Film Festivali

“Arıcı” (uzun metrajlı)

“Sisler İçinde Bir Manzara” (uzun metrajlı)

Avrupa Yılın Filmi Ödülü (1989)

Gümüş Ayı  Ödülü, En İyi Yönetmen, Venedik (1988)

Altın Hugo ödülü, En İyi Yönetmen, Chicago Film Festivali

“Leyleğin Ayak İzleri” (uzun metrajlı)

“Ulysse’in Bakışı” (uzun metrajlı)

Özel Jüri ve FIPRESCI ödülleri, Cannes (1995)

Critics Felix ödülü, Yılın En İyi Filmi (1995)

“Sonsuzluk ve Bir gün” (uzun metrajlı)

Altın Palmiye, Cannes Film Festivali (1998)

2003 ÜÇLEME – “AĞLAYAN ÇAYIR”

ALEXANDRA AIDINI (ELENI)

1980 de Roma’da doğdu. Atiana’daki İtalyan Okulundan sonra Milli Tiyatro’nun Sahne Sanatları Okulu’nda eğitim aldı. Şu anda Modern Yunan Tiyatrosu Okulunda öğrenci. İtalyanca, İngilizce ve Fransızca biliyor.

NIKOS POURSANIDIS (GENÇ ADAM/ALEXIS)

1982 de Atina’da doğdu. Milli Tiyatro’nun Sahne Sanatları Okulu’nda ve Giorgos Armeni’nin Yeni Yunan Tiyatrosu Okulunda eğitim gördü.

GIORGOS ARMENIS (KEMANCI NIKOS)

Yeni Yunan Tiyatrosunun aktörü, yazarı, yönetmeni ve sanat yönetmeni olan Armenis Ionnina’da doğdu ve 1960’lı yıllarda Atina’ya geldi. 1967 de Karolos Koun Tiyatrosunun Drama Okuluna girdi ve 1970 de mezun oldu. 22 yıl bu tiyatro ile bütünleşti klasik ve modern repertuarlardan pek çok rol aldı, pek çok oyunu yönetti.

Dördü tek perdelik üçü de çocuk oyunu olmak üzer yedi sahne oyunu ile çeşitli televizyon oyunları yazdı. Pantelis Voulgaris’in Bu Uzun Bir Yoldur filmindeki rolüyle Selanik Film Festivalinde En İyi Oyuncu ödülünü aldı. 2001 yılında Milli Tiyatro yapımı olan Aristofanes’in Bulutlar adlı oyununda oynadı. 2003 Ekim’inden beri Yeni Yunan Tiyatrosunda Çehov’un Vanya Dayı’sını hem yönetmekte hem de baş rolde oynamaktadır.

VASILIS KOLOVOS (SPYROS)

1946 da Fthioitida’da doğdu. 4 yıl Lamia’da yaşadıktan sonra halen yaşamakta olduğu Atina’ya geldi. Atina Konservatuarı Tiyatro Okulundan 1967 de mezun oldu. Oyunculuk yaşamı 1973 de başladı. Klasik ve modern repertuarlardan bir çok oyunda oynadı. Başarılı sinema oyunculuğunun yanı sıra yetenekli bir yazardır. 1995 de yazdığı Babamı Hatırlamak adlı kitabı on baskı yapmıştır. Yannis Ritsos ve Kostas Varnalis hakkında pek çok yazı yazmıştır. Beş yıl Byron Festivalinin sanat yönetmenliğini yapmıştır.

ELENI KARAINDROU (BESTECİ)

Yunanistan’da doğdu. Atina’da Helenik Konservatuarında piyano eğitimi almaya başladı. Daha sonra Atina Üniversitesinde tarih ve arkeoloji çalıştı. 1975 de film ve tiyatro oyunlarına beste yapmaya başladı. On sekiz tane filme, otuz beş tiyatro oyununa ve on bir televizyon dizisine müzik besteledi. Theo Angelopoulos’un son altı filminin müziklerini yaptı. 1982’den sonra film müzikleri üzerine dört ödül kazandı. 1992 de Fellini ödülünü aldı.

FİLMDEKİ KARAKTERLER

ELENI: Bu filmin ve Üçlemenin baş oyuncusu. Çocukluğundan beri Spiro’nun oğluna aşık. Spiro’yla evlendikten sonra kaçıp onu Selanik’e kadar izleyecektir. Helenizm’in ve yirminci yüzyılın bütün dertlerini yaşayacaktır.

GENÇ ADAM: Spiro’nun oğlu ve beş yaşından beri Eleni’ye aşık. Babasıyla evlendikten hemen sonra Eleni’yle beraber Selanik’e kaçarlar. Burada, bölge bandosunda akordiyon çalmaktaki yeteneğini gösterme fırsatı yakalar. Diğer müzisyenlerle beraber Amerika’ya gider ve gitmeden önce Eleni’ye çok yakında daha iyi şartlarda bir araya geleceklerini vaat eder.

SPIROS: Yunan burjuvazisinden biri ve Odesa’daki Yunan cemaatının lideri. Elli yaşlarında. Filmin baş rol oyuncusu olan genç adamın babası. Patron – Baba karakterli ve oğlunun Eleni’yle olan ilişkisinde baskıcı. Onların yaşamlarında önemli olaylara neden olur.

NİKOS Anadolu’dan gelme bir mülteci. Müzisyen. Selanik’te yaklaşık elli kişilik bir bandonun başı. Eleni ve Genç adamın Delanik’e yerleşmelerine yardım eder. Spiro’nun oğluyla bir baba-arkadaş ilişkisi yaratırlar. Solcu olduğundan rejim tarafından yakalanır ve karşı ideolojiye sahip olanlar tarafından vahşice öldürülür. Bu iki genç insanla olan dostluğu Eleni’nin siyasi suçlu olarak 10 yılını hapiste geçirmesine mal olacaktır.

KATILDIĞI FESTİVALLER VE ALDIĞI ÖDÜLLER

2004 Berlin International Film Festival, Nominated, Golden Berlin Bear, Theo Angelopoulos.

2004 European Film Awards, Won, Fibresci Prize, Theo Angelopoulos.

2004 European Film Awards, Nominated, European Film Award, Best Cinematographer: Andres Sinanos, Best Composer: Eleni Karaindrou, Best Director: Theo Angelopoulos.   

“AĞLAYAN ÇAYIR” 

* * *

20. Yüzyıla Ağıt: Angelopoulos’un Sineması

24 Ocak 2012’de aramızdan ayrılan Yunanistanlı usta yönetmen Theo Angelopoulos 1935 yılında Atina’da doğmuştur. Önce hukuk alanında eğitim görmeye başlamış fakat daha sonra Fransa’ya giderek sinema eğitimini tamamlamıştır. 1964’de ülkesine döndüğünde “Democratic Change”de sinema eleştirmenliği yapmıştır. Ölümüyle yarım kalan Yüzyıl Üçlemesi’nin son filmi gibi, ilk film denemesi de yarım kalır Angelopoulos’un. 1968’de kısa metrajlı filmi Broadcast – Ekpombi’yi çeken yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi ise 1970 tarihli Tatbikat – Anaparastasi olur.

Tarihe ve topluma olan ilgi ve merakı daha ilk filminde kendini gösterir. Gazetede gördüğü bir cinayet haberinden yola çıkarak çektiği Tatbikat’ın arka planında ise o dönem Yunanistan’da oldukça yaygın olan Almanya’ya işçi göçleri vardır. Tatbikat Visconti’nin Tutku – Ossessione’sini hem konu hem de toplumsal arka plan bakımından bir hayli andırır. Yönetmen filmini “Benim gözümde bu film, sakinleri tarafından terk edilmiş, çürüyüp giden bir yere ağıttır.” sözleriyle anlatır.

Ardından görkemli Tarih Üçlemesi gelir. 36 Günleri – Meres tou ’36, Kumpanya – O thiasos ve Büyük İskender – O Magaloxandros… Bu üçlemede kendisinin de yakından tanıklık ettiği tarihi ve siyasi olayları, Yunan mitolojisi ile harmanlayarak, Brechtyen bir uslüpla anlatır. Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilen mübadele, Metaxas yönetimi, İkinci Dünya Savaşı, İtalyan ve Alman işgali, işgale karşı yapılan direnişler, iç savaş, İngilizlerin etkisi, 1967 ile 1974 yılları arasındaki askeri cunta yönetimi… Tüm bu olaylar doğrudan ya da dolaylı bir şekilde filmlerine girer ve filmlerine ruhunu verir.

Fakat verilen bunca mücadeleden geriye kalan yenilgilerdir. Yenilgilerin ardından sol da büyük oranda etkisizleşmeye başlar Yunanistan’da. Sovyetler Birliği yıkılır ve insanların uğruna mücadele ettiği o büyük düş mazinin bir parçası hâline gelir. Ardında ise savaşlar bırakır. Bu his en güzel Ulis’in Bakışı – To vlemma tou Odyssea’da verilir. Filmde yönetmen A. bir anlam bulmak ümidiyle savaşlar içindeki Balkan coğrafyasını dolaşır. Seyahatinin bir noktasında üzerinde parçalanmış Lenin heykeli olan bir gemiye biner. Lenin heykelinin üzerinde, bir inanç uğruna peşine düştüğü Manakiler’le ilgili bir kitabı okurken, nehir boyunca sürüklenir gider yönetmen. Tabii Angelopoulos’un ideolojik olarak Sovyetleri ya da Lenin’i benimsediğini söylemek güçtür. Onun hissettiği şey yenilgi, inanç yitimidir. Bunu en güzel bir röportajında dillendirir. 1988 tarihli bu röportajında “Çevremdeki her şeyin kıpırtısız durduğu duygusuna kapılırım. Ben bu hareketsizlikten kurtulmaya, yeni bir temel atmaya çalışıyorum ama çevremde beni heyecanlandıran bir şey olmuyor” der.

Bu inançsızlık ister istemez filmlerini de etkilemeye başlar. Kitera’ya Yolculuk – Taxidi sta Kythira ile birlikte, hem ülkelerini hem de dünyayı değiştirmek konusunda büyük umutları olan bir kuşağın yenilgisi anlatılır. Onların verdiği mücadelenin günümüz için bir anlamı kalmamıştır artık. Onların devri kapanmıştır. Hiçbir yere ait değillerdir. Bu film aynı zamanda kendisiyle de bir hesaplaşma filmidir. Sonrasında ise umutsuz bir hâlde yeni arayışların peşinde koşan insanları anlatmaya başlar. Bu insanlar kah Puslu Manzaralar – Topio stin omihli ‘de babalarını arayan iki küçük çocuk, kah Ulis’in Bakışı’nda yeni bir anlamın peşinde sürüklenip giden bir yönetmendir. Angelopoulos’un içinde yaşadığı yüzyıl ise ona bu anlamı vermeme konusunda ısrarcıdır. Onun filmlerinin konusu anlamsızlık içinde anlam arayışına dönüşmüştür. Kitera’ya Yolculuk filminin ardından verdiği bir röportajda bu inançsızlığı ve düşünce dünyasındaki değişimi şu sözlerle çok güzel ifade eder:

“Ben başladığımda Marx ve Freud, tıpkı Hegel ve Lenin gibi hâlâ kilit kişilerdi ve insan doğal olarak dünyayı gözlemlemek açısından onların öğretilerini kullanırdı. Yakın Yunan tarihindeki çok acı, çok zalim deneyimlerimizin bizi çevremizdeki tüm toplumsal ve estetik olguların şifresini çözmek için diyalektiğe başvurmaya teşvik ettiğini de ilave etmeliyim. Kısaca söylemek gerekirse, gerçeğin teoriyi doğruladığı, teori ile pratiğin bir olduğunu hissediyorduk. Normalleşmenin başlamasından bu yana yeni yaklaşımlar arıyoruz ve ben bir tür varoluşçuluğa döndüğümüzü hissediyorum. Sanat bir kez daha insan odaklı ve cevaptan çok soru var. Dünya insanın sadece piyon olduğu bir satranç tahtası ve olayları etkileme şansı önemsiz. Siyaset, geçmiş taahhütlerine sırtını dönmüş sinik bir oyun.”

Angelopoulos bu anlam dünyasını seyirciye aktarırken direkt anlatımlardan kaçınır. İmgelere çokça yer verir filmlerinde. “Benim gözümde sembolik ögeler, basit hikâyenin sınırlarından kaçmak, gerçek ötesi bir dünyayı araştırmaktır.” fikriyle hareket eder. Seyirciye, bu imgelemi çözüp yönetmenin anlam dünyasına ulaşmak için bir hayli iş düşer o yüzden. Neredeyse her filminde kullandığı uzun plan sekanslar ise seyirciye düşünmesi için verilen eslerdir bir anlamda. Plan sekansların anlamını şu şekilde açıklar usta yönetmen: “Benim filmlerimde seyirci yapay yollarla filme çekilmez, aynı anda hem filmin içinde hem dışında kalır, kendisine bir yargı belirtme fırsatı tanınır. Duraklamalar, ‘ölü zaman’, ona sadece filmi mantıklı bir şekilde değerlendirme fırsatı vermekle kalmayıp, bir sekansın çeşitli anlamlarını yaratma veya tamamlama şansı tanır.” Yönetmenin düşünce ve anlam dünyasındaki değişimler filmlerinin biçemine de yansır. Bunu en açık bir şekilde Tarih Üçlemesi’ndeki Brechtyen tarzı ile başka bir yazımızın konusu olan Yüzyıl Üçlemesi’ndeki Aristotelesçi biçeminde görebiliriz.

Bu yazımızda Yüzyıl Üçlemesi hariç diğer üçlemelerinden çeşitli filmlerin analizini sizlere sunuyoruz. Keyifli okumalar…

20. Yüzyıla Ağıt: Angelopoulos’un Sineması

Kumpanya – O thiasos (1975)

Angelopoulos’un Tarih Üçlemesi’nin ikinci filmi olan Kumpanya, 1974 ile 1975 yıllarında çekilmiştir. Bu döneminin kendisi başlı başına önem arz eder. Çünkü 1973’te Yunanistan’da Yoannides Darbesi gerçekleşmiştir ve ülke diktatorya ile yönetilir. Angelopoulos da bu diktatoryaya karşı aktif tavır alan kişiler arasındadır. Örneğin Politeknik Üniversitesi’nde yapılan, polis ve askerin saldırıları sonucu 300’e yakın kişinin hayatını kaybetiği anti-cunta eylemlerine katılmıştır. Bir röportajında kendisini ve o dönemki sanatçıları politik eserler ortaya koymaya iten şeyin belki de birebir soludukları bu baskıcı atmosfer olduğunu söyler. Başka koşullar altında, daha farklı filmler çekebileceğini ama yaşadığı, şahit olduğu olayların onu Yunanistan’ın tarihine, yeniden başka bir gözle bakmaya ittiğini ifade eder. Bu dönemde ortaya koyduğu eserlerle de izleyiciye bu eleştirel bakışı taşımaya çalışır. Bu sebeple olacak ki, sansür tehdidine rağmen, zorlu koşullar altında oldukça titiz bir çalışma ile Kumpanya filmini çeker.

Kumpanya, 1939 ile 1952 arasında Yunanistan’da yaşanan önemli tarihsel uğrakları gezgin bir kumpanyanın yaşadığı olaylar üzerinden anlatır. Bu alışkın olduğumuz tarihsel filmlerden değildir. Birçok şey imgesel bir şekilde anlatılmıştır ve anlamlandırabilmek için Yunanistan tarihine biraz daha aşina olmak gerekir. Yönetmen 1939 ile 1952 arasındaki tarihsel dönemi ele alırken bir yandan da Yunan kültüründe önemli yer tutan efsaneleri, o dönemki olayların içine yedirir. Fakat bu efsaneler bir anlamda hikâyenin içinde ters yüz edilir. Örneğin, filmdeki Agamemnon karakteri (filmde bu isim neredeyse hiç zikredilmez fakat senaryoda Orestes ve Elektra’nın babasının ismi bu şekilde yer alır. Filmdeki Elektra göndermeleri de buna işaret eder) ordular yöneten büyük bir kumandan değil, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından mübadele ile Türkiye’den Yunanistan’a göçmüş, zorlu şartlar altında hayatta kalmaya çalışan, yoksul bir emekçidir. Bu farklılaştırma büyük ihtimalle görkemli Yunan tarihi anlatısını sarsmak için bilinçli bir şekilde yapılmıştır. Aynı şekilde film boyunca oyuncuların sahnelemeye çalıştıkları Kadın Çoban Golfo oyunun sürekli yarıda kalmasının bir sebebi de budur. Oyun, kendi seyrinde akan, doğanın güzelliğinin vurgulandığı bir aşk hikâyesidir. Ama hayatın acımasız gerçekleri bu oyunun tamamlanmasına neredeyse hiç izin vermez. Savaşlar, ölümler sürekli oyunun akışına müdahale eder. Oyunca çizilmeye çalışılan tasvir ile hayatın acımasız gerçekliği arasındaki ironi seyirciye sürekli olarak hatırlatılır.

Film, bir tren istasyonunun önünde bekleyen gezici kumpanya oyuncularını gösteren sahne ile başlar. Sene 1952’dir. Arka planda sürekli İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki iç savaşı yöneten ve seçimlerdeki tek aday olan faşist mareşal Papagos’a oy verilmesi için propaganda yapan megafonun sesi duyulur. Oyuncular kasaba meydanına doğru yürümeye başlar. Meydana ulaştıklarında ise tarih 1939’dur. Bundan sonraki iki sahne hariç olaylar tarihsel yaşanmışlıklarına paralel bir şekilde ilerler. Angelopoulos, ele aldığı tarihsel olayları, bakış açısına uygun bir şekilde Brechtyen bir biçemle izleyiciye sunar. Bu da izleyiciyi, film bittikten sonra üzerine düşünmeye, okumaya ve tekrar izlemeye sevk eder. Angelopoulos ayrıca, seyircinin filmdeki karakterle özdeşleşmesini engellemek, perdede izlediklerinin sadece bir temsil olduğunu anlatmak için çeşitli yabancılaştırma efektleri kullanır. Oyuncular gittikleri her kasabada Kadın Çoban Golfo oyununu oynarlar. Fakat çoğu kere oyun kesintiye uğrar. Kimi sahnelerde ise tiyatro oyunu ile filmin gerçekliği birbirine karışır. Bu oyun içinde oyun hâli bile izleyiciyi düşündürmeye yeter. Bunun dışında Agamemnon ve Elektra’nın filmin bazı sahnelerinde kameraya yaklaşıp hikâyelerini seyirciye doğrudan anlatması bu yabancılaştırma efektine verilebilecek güçlü örneklerdir.

Kumpanya, Yunanistan’daki iç savaşı solun gözünden anlatan ilk film olması bakımından da bir hayli önemlidir. Ülke önce İtalyanların ardından Almanların işgaline uğramıştır. Komünistlerin öncülüğündeki Yunan Halk Kurtuluş Ordusu ise bu işgallere karşı aktif bir direnişi örgütlemiştir. Bu direniş sırasında Yunanlılar arasında iki farklı taraf söz konusu olmuştur. Bu taraflardan birinde bir Agamemnon, Orestes ve Elektra gibi karakterler, diğer tarafta ise Aegisthus, Clytemnestra gibi karakterler vardır. Orestes işgale karşı dağlarda savaşmış, anlaşma yapıldıktan sonra da silahını bırakmamış ve işbirlikçi hükümete karşı savaşmaya devam etmiştir. Elektra da dağlarda savaşmasa bile, duruşunu korumuş ve zorlu bir mücadele vermiştir. Agamemnon’un karısı ile birlikte olan Aegisthus ise Orestes ve Agamemnon’u işgal sırasında Almanlara ihbar etmiş, Agamemnon’un ölümüne sebep olmuştur. Agamemnon’un öldürüldüğü sahne bir hayli çarpıcıdır. Kendisine nişan alan Alman askerlere “Ben İyonya’dan geldim. Peki ya siz?” diye sorar. Bu, işgalin işgal olduğunu haykıran bir cümledir. Agamemnon’un önünde kurşuna dizildiği duvarda ise E.A.M. yani Ulusal Bağımsızlık Cephesi’nin ismi yazmaktadır. Agamemnon’un asaletinin karşısına, Aegisthus’un korkaklığı ise çarpıcıdır. Alman askeri tarafından esir alınan Aegistus kurşuna dizilecekleri sırada önce askerlere yalvarır, ardından ölmemek için Clytemnestra’nın ardına gizlenir. Onu kurtaran bu çaresizliği değil, Ulusal Bağımsızlık Cephesi’nin zaferidir.

İşgalin sona ermesinin ardından bir anlaşma yapılır ve partizanlar yeni kurulan hükümete silahlarını teslim eder. Bu onların kendi ölüm fermanlarını imzalamaları, solun Yunanistan’da hızla güç kaybetmeye başlaması demektir. Angelopoulos filmde bunu oldukça imgesel bir şekilde anlatır. Bir yılbaşı eğlencesinde bir tarafta faşizan bir erkek topluluğu, diğer yanda ise hem kadınların hem erkeklerin yan yana oturduğu solcu bir grup vardır. İki grup marşlar ve şarkılar eşliğinde atışmaya başlar. Solcuları alt edemeyen faşistlerden biri silahını çıkarır ve havaya bir el ateş eder. Bunun üzerine diğer gruptaki erkekler ceketlerini açarak silahlarının olmadığını gösterir ve alanı terk eder. Meydan silahlı faşistlere kalmıştır.

Angelopoulos tüm bunları ve daha fazlasını anlatırken hiçbir şekilde yakın plan kullanmaz. Bununla epik bir hava yaratarak, izleyicinin filmdeki karakterlerle özdeşlemesini engellemeyi hedefler. Bu sayede izleyici olaya hem belli bir bakış açısı ile yaklaşır hem de bunu yaparken eleştirelliğini korumaya devam eder. Ve ortaya destansı bir film çıkar.

Kitera’ya Yolculuk – Taxidi sta Kythira (1984)

Sessizlik Üçlemesi’nin ilk filmi Kitera’ya Yolculuk bir bakıma Tarih Üçlemesi’nin devamıdır. Konusunu yine Yunanistan’ın yaşadığı gerçek olaylardan alır. Fakat Kitera’ya Yolculuk’u diğer filmlerden ayıran şey yönetmenin geçmişe bakışı ve bunu anlatış biçimidir. Agora Kitaplığı’ndan çıkan ve Dan Fainaru tarafından derlenen Theo Angelopoulos başlıklı kitapta yer verilen bir röportajında, bu filmi çektiği dönemde siyasal anlamda büyük bir düş kırıklığı yaşadığını ve bu duygusal altüst oluşun kaçınılmaz bir şekilde filme yansıdığından bahseder usta yönetmen. Kitera’ya Yolculuk için içsel bir hesaplaşma filmi diyebiliriz. Film, Tarih Üçlemesi’nde yer alan yapımlara göre daha kişisel bir anlatıdır. Bu kişiselliğin filme yansıdığının en somut kanıtı yönetmen Alexandre’a ses veren kişinin bizzat Angelopoulos oluşudur. Toplumsaldan, bireysel hikâyeye geçişi kaçınılmaz bir şekilde biçemini de etkilemiştir. Usul usul Brechtyen uslüptan vazgeçmiş, özdeşleşmeye izin veren bir dil kullanmaya başlamıştır.

Yukarıda değindiğimiz gibi hikâye esinini yine Yunanistan tarihinden alır. Yunanistan’daki iç savaşın ardından yurtlarını terk etmek zorunda kalan binlerce Yunan devrimci, 1970’li yıllarda çıkan af ile birlikte ülkelerine geri dönmeye başlamıştır. Filmde, yönetmen Alexandre’ın babası olan Spiros da iç savaşta yer almış bir komünisttir. Tam 32 yıl sonra ülkesine dönmüştür. Film, bir yandan baba Spiros’un bir yandan da yönetmen olan oğlu Alexandre’ın hikâyesini anlatır. Kitera’ya Yolculuk, Kumpanya’daki oyun içindeki oyuna benzer bir şekilde film içinde filmi anlatır. İlk sahnelerin birinde Alexandre film setine gelir. Burada baba rolünü oynayacak oyuncunun seçimleri vardır. Yaşlı oyuncular sırayla seçimi yapacak ekibin önüne gelir ve “Ego ime” yani “benim” der. Yönetmen dalgın bir hâlde dışarıya çıkar. Filmdekine benzer bir kahvehanede sevgilisi olan kadın oyuncu filmin içindeki filmde Alexandre’ın kız kardeşi olan Voula’nın repliklerini söylemektedir. Derken lavanta satan yaşlı bir adamı görür yönetmen. Hayalindeki babanın o olduğunu düşünmüş olmalı ki, adama odaklanır ve yollar boyunca onu takip eder. Derken bir limana varır, o anda lavanta satan adam yok olur. Adı Ukrayna olan bir gemi limana yanaşmaktadır. Sevgilisini oynayan aynı oyuncu bu kez kız kardeşi olarak karşısına çıkar ve 32 yıl sonra Yunanistan’a geri dönecek olan babasını taşıyan geminin limana varmak üzere olduğunu söyler. Gemi yanaşır, ilk önce bir su birikintisi üzerine yansıyan silüetini gördüğümüz baba Spiros, Voula ve Alexandre’ın beklediği alana yaklaşarak “Ego ime” der.

Bu iki katmana, filmin gerçek hayatla kurduğu ilişki üzerinden üçüncü bir katman eklenir. İlk paragrafta belirttiğimiz üzere bu film aslında Angelopouolos’un bireysel hesaplaşma filmidir. En azından filmde bunun yansımalarını görmek mümkündür. Buna dair en sağlam göndermelerden birisi Spiros’un Angelopoulos’un kendi babasının ismi olmasıdır. Voula ise daha çocukken ölen kız kardeşinin ismidir. Bunun dışında Spiros karakterini canlandıran Manos Katrakis filmin çekildiği dönemde kanser hastasıdır ve ölmek üzeredir. Manos Katrakis aynı zamanda siyasi görüşleri yüzünden hapse girmiş bir devrimcidir. Filmde onun karşısına çıkan, hem dostu hem düşmanı olan sağcı Panayotis’i canlandıran oyuncu da sağcı bir geçmişten gelmektedir. Filmin çekimlerinin bitmesinden kısa bir süre sonra her iki oyuncu da birbirine yakın tarihlerde hayata veda eder.

Yönetmen Alexandre’ın her anını, zihninin her hücresini dolduran filmin ana temaları yurtsuzluk ve sürgündür. Spiros tıpkı Kumpanya’daki Agamemnon gibi mübadele zamanında Türkiye’den Yunanistan’a göç etmiş ve ilk sürgününü yemiştir. Bunu karısı Katherina’nın baygın yatarken sayıkladığı şeylerden öğreniriz. Daha sonra iç savaşta bir komünist olarak savaşmış ve ardından ikinci kez sürgün edilmiştir. Tam 32 yıl boyunca, yurdundan uzakta yaşamak zorunda bırakılmıştır. Yıllar sonra döndüğünde ise tedirgindir. Hem kendisi değişmiş, yıllar boyunca başka bir hayatı yaşamış hem de yurdu bildiği yerde karşısına neyin çıkacağını kestirememektedir. Çocukları da babalarına dair çok az şey bilmektedir. Biri daha uzun boylu sanıyordum der, diğeri ise keman çaldığını bilmediğini söyler. Karşılaştıklarında aralarında uzun yılların mesafesi ve soğukluğu vardır. İki taraf da birbirine yabancıdır. Baba tedirgin bir şekilde “Öpüşmeyecek miyiz?” diye sorar. Eve yaklaştıklarında ise bu tedirginlik yerini korkuya bırakır. Yıllardır görmediği karısı ile yüzleşecektir.

Spiros’un yokluğunda her şey değişmiştir. İç savaş ve verdikleri mücadele çok geçmişte kalmış ve hatırlanmak istenmeyen kötü bir hatıraya hâlini almıştır. Angelopoulos’un aynı röportajdaki ifadesi ile “Önceki çatışmaların lider kişisi olan devrimci, devrimi reddeden ve kendisine ihtiyacı olmayan bir ülkeye” geri dönmüştür. Bunu en net, kızı Voula’nın ağzından duyarız. Köyde hep birlikte oturdukları sofrada Voula “Boşa harcanmış bir ömür. Sen ve senin neslin başka insanları hiç umursamadınız. Dağlara çıktınız, savaştınız ve sonra da kaçtınız. Neden döndün ki?” diye sorar olanca duygusuzluğuyla. Verilen mücadelenin yeni nesil için hiçbir anlamı yoktur. Ama burada belirtmek gerekiyor ki Voula’nın anlam dünyası Angelopoulos’un anlam dünyasını yansıtmamaktadır. Voula sadece kendi kuşağının filmdeki bir yansımasıdır. Tüm anlam dünyasını yitirmiş, hayatın içinde kaybolmuştur. Yunanistan’ın yaşadığı dönüşümü köylülerin topraklarını satma hevesi üzerinden de görebiliriz. Spiros’nun yıllardır özlemini duyduğu yurdu, toprakları köylüler tarafından önemsiz bir meta olarak görülür ve oraya tatil merkezi yapmak isteyen kapitalistlere düşünmeksizin satılır. Fakat satışın tamamlanması için orada toprağı olan herkesin onay vermesi gerekmektedir. Spiros başka bir zamanın insanı olarak direnir bu satışa. Ama artık devir onun devri değildir. Panayotis’in dediği gibi silahla dağlarda kükrediği zamanlar çok geride kalmıştır. Bu uyumsuzluk ona üçüncü sürgününü getirecektir.

Hiçbir yere ait olamama hâli Spiros’nun uluslararası sulardaki bir dubanın üzerinde bekletilişiyle somutluk kazanır. Yunanistan’a dönemeyecektir. Gittiği yeri yurdu diye sahiplenememiştir. Herkes bir bekleme hâlindedir. Sonunda karısı sahile kurulmuş festival sahnesinden seslenir Spiros’ya. Onunla gitmek istediğini söyler. Filmde geçmişe sadakatle bağlanan tek kişidir Katherina. O da geçer dubanın üstüne. Ama ikisine de yer yoktur artık o ülkede. Spiros dubanın halatlarını çözer ve birlikte bilinmeze doğru giderken sislerin içinde kaybolurlar. Alexandre ise sahilden onları izlemektedir. Müdahil olmaz hiçbir şeye. Onun için de güçlü bir baba imajından ve geçmişin ağırlığından kurtuluşu ifade eder bu gidiş. Kendine, başka bir varoluşa daha fazla yer açılmıştır şimdi. Ama, filmin sonu varılan bir noktaya işaret etmez, yönetmenin arayışı yeni bir mecrada sürmektedir yalnızca. Bu bağlamda, yönetmen Alexandre, Megaloxandros’taki genç Alexandre’a benzer. O da yaşanılanların tüm ağırlığı omuzlarında, bir akşamın alacakaranlığında modern kentin kıyısına varmıştır. Varacağı yeri belli olmayan yeni bir yol vardır önünde.

Puslu Manzaralar  – Topio stin omihli (1988)

Angelopoulos Puslu Manzaralar’da yetişkinlerin dünyasından uzaklaşarak yüzünü çocuklara çevirir. Alexandre ve Voula (burada isimler üzerinden Kitera’ya Yolculuk ile bir bağ kurulur) anneleri ile yaşayan ve bir gün babalarını bulma ümidi ile yaşayan iki çocuktur. Anneleri onlara, babalarının Almanya’da yaşadığını söylemiştir. Bu sebeple en büyük hayalleri her gün ziyaret ettikleri istasyondan trene binerek Almanya’ya, babalarının yanına gitmektir.

Bu hayallerle her akşam birbirlerine hikâyeler anlatır iki kardeş. Birbirlerine kendilerinden daha yakın kimseleri yoktur. Anneleri ile yaşarlar ama filmde ne yüzünü görürüz annenin ne de sesini duyarız. Bir çeşit hayalet gibidir. Çocuklarla duygusal bir bağı da yoktur. Her akşam odalarının kapısını açar, uyuyup uyumadıklarını kontrol eder fakat ne bir sevgi sözcüğü söyler ne de tensel bir temasta bulunur. Çocuklar annelerinin onları anlamadığını düşünür. Hatta her akşam birbirlerini anlattıkları hikâyeyi böldüğü için içten içe kızarlar ona. Bu hikâye de Kumpanya’nın hiç tamamlanmayan oyunu gibi hep yarım kalır. Baba bir imge, bir idealdir onlar için. Aslında babalarının kim olduğunu anneleri dahi bilmemektedir. Almanya’da yaşayan baba annelerinin onlara söylediği bir yalandır. Bunu anne ile yıllardır görüşmeyen dayıdan öğreniriz. Fakat çocuklar bunu duyduklarında kendi kurdukları dünyanın yıkılmasına izin vermez ve dayıyı yalancılıkla suçlarlar.

Nihayet bir gün, içlerinde o gücü bulduklarında yola koyulur iki kardeş. Karşılarına çıkan ilk trene atlar ve upuzun yolculuklarına başlarlar. Bunlar bir bakıma Elektra tragedyasında Elektra ve Orestes gibidirler. Tragedyadaki kardeşler gibi annelerinden nefret etmezler ama kayıp babanın peşinde uzun bir yolculuğa çıkarlar. Voula rüyasında babası ile mektuplaşır. Hâlbuki ellerinde ne bir adres ne de gerçekten yazılmış bir mektup vardır. Voula’nın kimselere açmadığı duygu dünyasını iletir bize bu mektuplar. Masalsı bir tonu vardır. Bir mektubunda babasına “Bize bir mektup yazarsan trenin sesiyle gönder onu” demesi bu yüzdendir. İlginç, sürreal şeylerle karşılaşırlar yol boyunca. Örneğin düğünden kaçan bir gelin, ya da bir traktörün arkasından sürüklenen yaralı bir at görürler. Atın ölüşüne tanıklık ederler birlikte. Bu yolculuk onların büyüme hikâyesidir aynı zamanda. Aşkı, umudu ve umutsuzluğu deneyimleyeceklerdir.

Angelopoulos’un filmografisi ve Sessizlik Üçlemesi ile yaşadığı dönüşüm düşünülürse filmdeki olmayan baba figürünün, o kuşağın Yunanistan’ın tarihiden kopmuşluğu ya da daha doğru bir ifadeyle kopuk bırakılmışlığı ile ilintilendirebiliriz sanırım. Yollarını aydınlatan ya da onları bir hedefe götüren düşünsel araçlardan yoksundurlar. O sebeple sıkışmış hissetmekte ve bir şeylerin arayışına girmektedirler. Fakat bu yol da belirsizliklerle ve tehlikelerle doludur. Bu da bir çeşit kaybolmuşluk hissini verir. Bu kaybolmuşluk Orestes’in sözleri ile şu şekilde dillendirilir: “Sanki geçip giden zamanla ilgilenmiyor gibi yapıyorsunuz. Ama biliyorum ki aceleniz var. Sanki bir yere gitmiyorsunuz. Ama aslında bir yere gidiyorsunuz.” Aynı kuşağın bir üyesi olarak Orestes’in anlam dünyası da farklı değildir. “Ben hiçliğe doğru sürünen bir salyangozum. Nereye gittiğimi bilmiyorum ama bir zamanlar biliyordum.” sözleri ile bu dünyayı dışa vurur. Fakat geçmişten yalıtılmışlık bir çeşit hafiflik de sunar onlara. Belki de geçmiş yenilgilerin ve hayal kırıklıklarının ağırlığını göğüslerinde duymadıkları için korkusuzca yola koyulabilmişlerdir. Daha trene binerken abla sorar kardeşine: “Korkuyor musun?” Küçük Alexandre’ın yanıtı ise oldukça nettir: “Hayır, korkmuyorum!”

Puslu Manzaralar’ın yolu Kumpanya ile apansız kesişir. Yukarıda adını andığımız Orestes, uzun ve yorucu bir yolun ardından genç bir minibüs şoförü olarak karşısına çıkar iki kardeşin. Biraz tereddütten sonra çocuklar ikna olur binmeye. Genç adam tiyatrocudur. Yaptıkları tiyatroyu anlatmaya başladığında Kumpanya filmindeki akordeoncunun Golfo oyunu başlarken çaldığı müziği duyarız biz de. Derken genç adamın Kumpanya’nın genç Orestes’i olduğunu ve birlikte çalıştığı oyuncuların Kumpanya filmindeki gezgin oyuncular olduklarını anlarız. Fakat oyuncular bir hayli yaşlı ve küçük Alexandre’ın deyişiyle çok üzgün görünmektedirler. Orestes ise “Zaman değişti. Her şey değişti. İnatla hep aynı gösteriyi sergileyerek tüm Yunanistan’ı gezdiler.” diye açıklar oyuncuların durumunu. Çok eski bir zamana sıkışmış, kısır bir döngüyü tekrar eder gibi bir hâlleri vardır. Daha sonra bir prova sahnesinde tekrar görürüz onları. Fakat provasını yaptıkları oyun Kadın Çoban Golfo değil, Kumpanya filminin kendisidir. Yönetmen burada filmini oyuna çevirerek bir anlamda yarattığı gerçekliği yıkar. Buradan hareketle Kitera’ya Yolculuk filmi ile başladığı hesaplaşmasını sürdürdüğünü iddia edebiliriz Angelopoulos’un. Oyuncular yorgun ve zihnen dağılmış bir hâldedirler. Akordiyoncu ise ironik bir şekilde “genç ama deneyimli” oyuncular olarak tanıtır kumpanyanın üyelerini. Fakat daha tanıtım bitmeden, tıpkı Kumpanya filminde olduğu gibi yarıda kesilir oyun. Tuttukları salon daha çok para veren başka birine kiralanmıştır. Devir gezgin oyuncuların devri değildir.

Angelopoulos genel tarzına sadık kalacak bir sonuca götürmez bizi filmin sonunda. Çocuklar, her ne kadar acımasız gerçeklerle sarmalanmış bir hâlde de olsa filmin masalsı havasına uygun bir şekilde başka hiçbir sınırı geçmeden Almanya sınırına varırlar. Bu defa bilet parasını bir şekilde temin etmeyi başarmış, güvenle otururlar koltuklarında. Birbirlerine gülümserler. Fakat bu güven uzun sürmez ve pasaport anonsunu duyarlar. Elbette ikisinde de pasaport yoktur. Henüz beş yaşında olan Alexandre sınırın ne demek olduğunu bile bilmez. Bir kez daha trenden iner iki kardeş. Sınır boyu akan bir nehir görürler ve nehrin ötesinin Almanya olduğuna inanırlar. Buldukları kayığa atlar ve nehri geçmeye çalışırlar. Bizse “durun” ihtarını ve bir el silah sesini duyarız. Ne olduğunu anlamamıza ise olanak yoktur. Sabah puslu bir manzaraya uyanırlar. Fakat bunun düş mü gerçek mi olduğunu ayırt etmek olanaksızdır. Bu manzara daha önce Orestes’in çöpte bulup Alexandre’a verdiği film parçasındaki manzara ile aynıdır. Çocuklar kendi yarattıkları dünyanın içine girmişlerdir sanki. Bir babaya değil ama bir ağacın gövdesine sarılırlar sımsıkı. Angelopoulos, daha önce sahilde yan yana duran Voula, Orestes ve Alexandre’a uzattığı koruyucu el gibi, bu defa masalsı bir sığınak sunmuştur çocuklara.

Ulis’in Bakışı – To vlemma tou Odyssea (1995)

Ulis’in Bakışı, Angelopoulos’un Sınırsızlık Üçlemesi olarak adlandırdığı üçlemenin son filmidir. Bu yapım da Kitera’ya Yolculuk gibi çok fazla bireysel referans noktası olan bir filmdir. Başkarakter A. isminde bir yönetmendir. Uzun yıllar Amerika’da yaşayan yönetmen bir festival için ülkesine dönmüştür. Yönetmen festival ekibi ile buluşmaya gittiğinde onlarca insan yağmurlu bir havada bir projeksiyon ile duvara yansıtılan filmini izlemektedir. İzledikleri film ise Angelopoulos’un Arıcı filmidir. Fakat Yunanistan’da çok durmaz yönetmen. Bir arayışın peşinde ülke ülke gezmeye başlar. Bu bakımdan, tıpkı Kitera’ya Yolculuk’ta olduğu gibi, filmde olanca açıklığı ile Odysseus göndermesi vardır diyebiliriz. Çünkü, efsaneye göre ülkesine dönen Ulysses, İthaka’ya döner ama burada çok uzun kalamaz ve yeni bir yolculuğa başlar.

Film Angelopoulos’un önceki filmleri ile birçok ortak nokta barındırmaktadır. Örneğin Yunanistan’a olan bağlılık ve geleceğine dair umutsuzluk hissi çok baskındır. Bu his kendini en çok Yunan taksicinin sözlerinde gösterir. Taksici yönetmen A.’ya “Yunanistan ölüyor. Yunan halkı olarak ölüyoruz. Bizim devrimiz kapandı. Taşlar ve heykeler arasında yaşadığımız 3000 yıldan sonra artık ölüyoruz. Yolun sonuna geldik. Yunanistan ölecekse bir an önce ölmeli. Çünkü can çekişme ne kadar uzarsa ölüm de o kadar acılı olur.“ der. Fakat Ulis’in Bakışı’nı Angelopoulos’un diğer filmlerinden ayıran önemli noktalar da vardır. Bunlardan biri filmde ağırlık olarak İngilizce’nin kullanılmasıdır. Diğeri ise ilk defa filmin büyük bir kısmının başka ülkelerde geçmesidir. Yönetmen A.’yı yollara düşüren arayışının konusu Manaki Kardeşler’in henüz gün yüzüne çıkarılmamış üç bobinidir. Bobinleri bulabilmek için Manakiler’in ayak izlerini takip ederek Balkanlarda ülke ülke gezer. Arnavutluk’a, Yugoslavya’ya, Bulgaristan’a, Romanya’ya, Sırbistan’a ve savaşın sürmekte olduğu Saraybosna’ya gider. Daha önce Yunanistan’ın yaşadığı trajedileri anlatan Angelopoulos bu defa yüzünü daha büyük bir coğrafyaya dönmüş, Balkanların trajedisini anlatmaya koyulmuştur. Manakiler’in izini sürerken bir yandan da onları yaşadığı dönemin siyasi ve politik olaylarını Manakiler’in gözünden izler. Manakiler de yönetmene benzer bir şekilde koca bir coğrafyanın trajedisine tanıklık etmiş Balkan Savaşları’nı ve Birinci Dünya Savaşını görmüşlerdir. Gittikleri her yerde çekimler yapmış bu kayıtlara savaşlar, göçler ve mülteciler de girmiştir. İki dönemde yaşanan olaylar arasındaki benzerlik coğrafyanın bitmeyen trajedisini iyice ağırlaştırır, bir değişmezlik ve umutsuzluk hissini beraberinde getirir.

Fakat bu yolculuk aynı zamanda yönetmenin içine doğru yaptığı bir yolculuktur. Sanatsal anlamda bir yaratıcıklık krizine girmiştir. Angelopoulos yine bir röportajında “Bu bir anlamda benim de krizimdir.” der. Geoff Andrew’in bir yazısında alıntıladığı “Son yıllarda hem iç hem dış sürgün ve yolculuk fikirleriyle uğraştım. Hayallere yer bırakmayan bu yüzyılın sonunda hayal kurabilme ihtimaliyle. Şu an adeta günlük olarak yaşıyoruz ve bir şeye inanmak gerçekten çok güç.” sözleriyle açıklığa kavuşturur krizinin nedenlerini. Bu bir inançsızlık, inanacak, peşinden gidilecek bir şey bulamama hâlidir. Bu hâl, filmde de somutluk kazanır. En son olarak gittiği Saraybosna’da, üç bobini elinde tutan ve onları banyo etmek için uzun uğraşlar vermiş yaşlı adam “Her kesin kaybolduğuna inandığı bir şeyi bulmak için kendinizi tehlikeye attınız. Doğrusu inancınıza hayran oldum. Yoksa.. ümitsizliğinize mi demeliyim?” sözleriyle yönetmenin içine düştüğü hâli anlatır. Yönetmen A. için bobinler içine hapsolduğu sıkışmışlığından bir çıkış, uğruna ölümü göze alabileceği yeni bir inancı temsil eder. Yönetmen aynı zamanda aşk için de çıkmıştır bu yola. İdealindeki kadını aramaktadır. Bu kadın hep farklı karakterlerle ama hep aynı yüzle karşısına çıkar. Ama aradığı aşkı bulduğunu söylemek güçtür. Üsküp’te film arşivinde çalışan kadınla yakınlaşırlar. Ayrılacakları anda yönetmen ağlamaya başlar. Ağlayışını gerekçesi olarak ise “Ağlıyorum, çünkü seni sevemiyorum.” der.

Tarihe, yaşadığı dönemde olup biten her şeyi duygularıyla algılayıp bunu filmlerine yansıtan bir yönetmen için insanların bitmeyen savaşlarda can verdiği, sosyalizmin artık yok olup gittiği bir zamanda inanacak bir şeyi kalmamıştır. Bunu hem filmleriyle hem de yaptığı röportajlarla açıkça dile getirir. Tarih üçlemesinin ardından daha bireysel filmlere yönelişinin bir sebebi de budur belki. Ruhunu ayağa kaldıracak, destansı filmler yaptıracak hareketlilik, inanç yoktur etrafında. Angelopoulos da kaçınılmaz bir şekilde içine dönmüş ve bu çıkışsızlığın filmlerini yapmaya başlamıştır Sessizlik ve Sınırsızlık üçlemeleri ile. Daha sonra Yüzyıl Üçlemesi ile tarihe yeniden bakacaktır ama bakışı Tarih Üçlemesindeki bakışından bir hayli farklı olacaktır.                             

 filmloverss.com