11 Temmuz 2018

Son Kitabı " Ben Demokrat Değilim " Ahmet Taner Kışlalı

ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Gazetemiz yazarı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı yaşamını yitirdiği bombalı suikasttan bir gün önce baskıya gönderdiği son kitabıyla aydınlanma mücadelesini sürdürüyor.

    Kışlalı, ''Cumhuriyet mi, demokrasi mi'' tartışmasına tepkisini kitabına verdiği ''Ben Demokrat Değilim'' adıyla ortaya koyuyor. ''Demokrasi uğruna Cumhuriyet'in yıkılmasına izin verilmeli mi'' sorusuna ''Hayır'' yanıtını veren Kışlalı, ''Çünkü eğer Cumhuriyet'i koruyabilirseniz, yitirdiğiniz demokrasiye bir gün yeniden kavuşabilirsiniz. Ama eğer Cumhuriyet'i yitirirseniz, demokrasiyi de zaten yitirmişsiniz demektir'' açıklamasını yapıyor. ''Türkiye'nin gündeminde yerleri değişmeyen'' konuların ana başlıkları oluşturduğu kitabında Kışlalı, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazılarının yanında bir bilim adamı olarak ''Asker ve Siyaset'' üzerine kuramsal bir çalışma yapıyor.

    Kışlalı, basılmış halini göremeyeceği son kitabında, ''Ordu ve Siyaset, Atatürk ve Kemalizm, Demokrasi, Laiklik ve Türban, Güneydoğu Sorunu, Sol, Kültür ve Yazın'' ana başlıklarıyla Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu tarihsel gelişim sürecinde irdeliyor.

Kışlalı, 9. kitabına yazdığı önsözde, demokrasisi köklü olan ülkelerde ''çok özel durumlar dışında'' ordunun, ''duyar, görür, düşünür'' ama konuşmaz olduğuna dikkat çekerek ''Ama gelişmişlik sürecinde geride kalmış olan ülkelerde niçin konuştuğu da önemlidir. Ve bu arada, Türkiye'de eskiden konuşmazken niçin şimdi konuştuğu ise ayrıca önemlidir'' diyor.

Kışlalı, kitabında kendi sıraladığı şu soruların yanıtlarını bilimsel duyarlılıkla ortaya koyuyor: ''Ordu niçin ve ne zaman siyasete karışır? Hangi koşullar üst üste eklendiğinde darbe yapar?

Siyasal iktidara doğrudan ya da dolaylı olarak el koyduğunda, yönünü belirleyen etkenler nelerdir? Ordunun ideolojisi nasıl oluşur, nasıl değişir? 27 Mayıs'ın ordusu ile 12 Eylül'ün ordusu niçin düşman kardeşlerdir? Bugünün ordusu niçin 12 Eylül'ün ordusu değildir? 28 Şubat'ın anlamı nedir? Daha başka türlü sormak gerekirse: Eğer Türk ordusu her zaman Atatürkçü ise toplum yaşamında kısa sayılabilecek aralıklarla yaptığı darbelerdeki tutum farkları, nasıl açıklanabilir?''

    Kışlalı, Türkiye'de yaratılan kavram kargaşasına tepkisini, kitabına adını verdiği ''Ben Demokrat Değilim'' yazısında şöyle gösteriyor:

    ''Eğer Çiller'ler, Birdal'lar, kara kitapların yazarları, numaracı cumhuriyetçiler demokrat ise...

     Ben demokrat değilim!

   Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise... Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise...

    Ben demokrat değilim!

   Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye'nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise... Eğer demokrasi buysa...

    Ben demokrat değilim!

    Eğer demokrasi adına Cumhuriyet'in temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise...

    Ben demokrat değilim!

    Ve onların demokrat yaftasını taşıdıkları bir yerde ben demokrat olmak istemiyorum...

    Çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum!''


Nikola Tesla "O kadar cahilsiniz ki dininiz var diye ahlaka ihtiyacınız kalmadığını sanıyorsunuz"


 
Kutsal kitapları okuyup anlamayan dindar, okuyup anlayan ateist olur.


Marcel Proust - Okuma Üzerine

Bizim için büyülü anahtarları olan içimizdeki derin, nüfuz edemeyeceğimiz yerlerin kapılarını açan yol gösterici olduğu sürece, okumanın yaşamımızdaki rolü sağıltıcıdır.


Okuma bir dostluk biçimidir. Ama en azından dostluğun samimi bir biçimidir ve bir ölüye, olmayan birine yönelik ona çıkarsız, neredeyse dokunaklı bir hava verir. Dahası o, öteki bütün dostluk biçimlerini çirkinleştiren her şeyden bağımsız bir dostluktur. Biz yaşayanlar, henüz göreve başlamamış ölülerden başka bir şey olmadığımız için bütün bu nezaket, bir evin holünde giriştiğimiz bütün o selamlaşmalar ki adına saygı, minnet ya da bağlılık deriz ve içine onca sahtekarlık karıştırırız, bunların tümü bezdirici ve kısırdır. Dahası ilk yakınlık duygusu, hayranlık, tanışma ilişkilerinden sonra ağzımızdan çıkan ilk sözcükler, yazdığımız ilk mektuplar, sonraki dostluklarımızda kurtulacağımız bir alışkanlık ağının, tam bir varoluş biçiminin ilk ipliklerini etrafımızda örer; söylemeye gerek bile yok, bu süre içinde dile getirdiğimiz aşırı laflar ödememiz gereken vaat mektupları olarak kalır ve karşı çıkılmalarına izin verdiğimiz için bütün yaşamımız boyunca acı vererek bize daha pahalıya mal olur. Okumada, dostluk aniden başlangıçtaki saflığına kavuşur. Kitaplarda sahte sevimlilik yoktur. Geceyi bu dostlarla geçiriyorsak, bu, gerçekten istediğimiz içindir. En azından kitaplar söz konusu olduğunda dostlarımızı genellikle üzülerek terk ederiz. Ve onları bir kere terk ettiğimizde, “Bizim hakkımızda ne düşündüler?”, “Densizlik etmedik ya?”, “Bizden hoşlandılar mı?” türünde dostluğu bozan bu düşüncelerden hiçbiri olmadığı gibi, başka biri yüzünden unutulmuş olma korkusu da yoktur. Bütün bu dostluk endişeleri, okuma denen bu katışıksız ve dingin dostluğun eşiğinde son nefeslerini verir. Saygı da gereksizdir; Moliere’n söylediğine tam tuhaf bulduğumuz ölçüde güleriz; bizi sıktığında, sıkılmış görülmekten korkmayız ve onunla birlikte olmakta gına geldiğinde ne dehası ne de ünü onu aniden yerine koymaktan bizi alıkoyamaz. Bu katışıksız dostluğun atmosferi, sözden daha katışıksız olan sessizliktir. Çünkü başkaları için konuşuruz ama kendimiz için susarız.


Bir kitap güçlü bir bireyselliğin aynası olmadığında bile, zihnin tuhaf hatalarının aynasıdır. 
….Kitap zevki zeka ile birlikte artıyorsa, görüldüğü gibi, bu zevkin tehlikeleri de zekayla birlikte azalır. Özgün zeka, okumayı kendi kişisel işleyişine bağlı kılmayı bilir. Okuma, onun için eğlencelerin en soylusundan, özellikle en soylulaştırıcısından başka bir şey değildir, çünkü sadece okuma ve bilme yoluyla zihin “en görgülü hali”ne kavuşur. Duyarlılığımızın ve zekamızın gücünü ancak kendi içimizde, ruhsal yaşamımızın derinliklerinde geliştirebiliriz. Ama bizim zihinlerimizin “görgüsünün” eğitilişi öteki okumuş zihinlerle ilişki içinde olur.


Ali İsmail Korkmaz


Ben hep 19 yaşımdayım...

Nazım Hikmet "Bir ölü yatıyor on dokuz yaşında bir delikanlı gündüzleri güneşte geceleri yıldızların altında"


Metin Altıok - İnsan Kirlenmesi

Koca derya kirlenir mi hiç! Akarsu pislik tutmaz. İşte size kulağınızda yer etmiş çocukluğumdan kalma bazı sözler. O zamanlar bu sözlere tartışılmaz doğrular olarak bakılırdı. Ama günümüzde koca derya bakın nasıl da kirlendi. Akarsu pislik tuttu alabildiğine. Çevre kirlenmesi öyle büyük boyutlara ulaştı ki, bu konuda en duyarsız kişileri bile kaygıya düşürdü. Kirlilik önlem alınması gereken en yaşamsal sorunu haline geldi dünyamızın. Bugün aklı başında herkes çevreyi koruma konusunda yıllar önce gösterilmesi gereken bir duyarlılığın bayraktarlığını yapıyor. Zararın neresinden dönülürse kardır ama, böylesine küçük bir kar payıyla dönülen zarar görülmemiştir herhalde.

Çevre kirliliğini önemsemediğim ya da hafife aldığım sanılmasın sakın. Ama bu yazının konusu çevre kirlenmesi değil. Bir bakıma ondan daha vahim sonuçlar doğurabilecek olan, henüz tam fark edilememiş, bu nedenle de önlemi alınmamış başka bir kirliliktir. Geleceğe olduğu kadar, geçmişe de yönelik bu kirliliğe ben "insan kirliliği" diyorum. Düşünsel ve duygusal planda beşeri diye bildiğimiz hemen her değerin içini boşaltan ve bu değerleri anlamsızlaştıran insan kirliliği, bir yandan geçmişi silip unuttururken, diğer yandan insan ne getireceği belli olmayan karanlık bir gelecek hazırlamaktadır. Bugün toplumun büyük çoğunluğu giderek artan bu kirlenmeyle iç içe yaşıyor.

Sözünü ettiğimiz bu insan kirlenmesinin kaynağı insanın öz değerlerine yabacılaşmasıdır. Ama burada faturayı bireye kesmek insafsızlık olur. Çünkü yabancılaşmanın temelinde, insanın toplumsal yaşam içinde yürekten inandığı değerlerin geçerliliğini yitirip erimesi yatmaktadır. Yani sorun bireysel olmaktan çok toplumsal bir düzen kirliliği olarak çıkmaktadır karşımıza. İşte bu düzen kirliliği, içindeki insanı da kirletmektedir. Emeğin değil paranın para kazandığı, dürüstlüğün değil sahtekarlığın prim yaptığı bir düzende, insandan saf ve temiz kalması beklenemez. Çünkü herşeyden önce, karnını bile doyuramayan, emeğine yabancılaşan insana kirlenmekten başka yol kalmamaktır.

"Tanrı olmasaydı herşey mübah olurdu" diyor Dostoyevski. İşte günümüzde, bize özgü ilkesiz bir pazar ekonomisinde yaşanan budur. Gerçi Tanrı'nın varlığını yadsıyan yoktur ortada. Ama mukaddesatçıların da katılımıyla gerçekleştirilen bir by-pass operasyonuyla Tanrı sanki devre dışı bırakılmış gibidir. Çünkü herşey garip bir biçimde mübah olmuş, en utanılacak işler bile herkesin gözü önünde yapılmaya başlanmıştır. İşte böylesine çarpık bir çıkar ortamında aşk bile alınır satılır olmuş, insan onuruna fiyat konmuştur. Artık insanlar kaygan bir zeminde birbirlerinin ayağını yerden kesmek için itişip durmaktadır. Yani insan kirletilmiş, dahası bunun iyi olduğuna inandırılmıştır.

Sözün burasında medyaya bir atıfta bulunmak gereği vardır. Çünkü medya bu kirlenmenin en büyük destekçisidir. Televizyon kanalları yarışma programlarıyla, 900 900'lü telefon hatlarıyla insanı küçültme ve kirletme yarışına girmişlerdir. Her gün yüz binlerce Ali'den topladıkları paranın bir kısmını verdikleri Veli'lerle halkın önünde bir kurtarıcı edasıyla çıkan bu kanallar, bir yandan milyarları bulan cirolarıyla keselerini doldururken, diğer yandan kirlenme sürecinde üstlerine düşen görevi yapmanın sinsi keyfini yaşamaktadırlar. Şu bir gerçektir ki, günümüz insanı medyaya çok gafil yakalanmış ve şimdiye kadar hiç görmediği bu tuzağa biraz da gönüllü olarak düşmüştür.

İşte burada aydına düşen görev.. Boş versenize; hangi aydın, hangi görev! O aydın bugün medyada kendine yer açmaya bakıyor.