05 Ocak 2013
Son Şeyler Ülkesinde - Paul Auster
Her türlü üretimin, her türlü yaratımın durduğu geleceksiz bir şehir ya da bir ülke. Her şeyin yok olduğu ve bir daha geri gelmediği bir yer. Elinizi attığınız şeylerin son şeyler olduğunu bildiğiniz bir ortam. Evsiz kalıp sokaklarda çöplerden bulduklarını yiyen ya da çöpten bulduklarını satarak geçinen insanların yaşadığı bir şehir. Hırsızlığın artık suç sayılamayacak kadar yaygınlaştığı, zaten suç sayacak karar mercilerinin bile kalmadığı, bütün umutların tükendiği, insanların ölümü kurtuluş olarak gördüğü, artık kimsenin çocuk doğurmadığı bir cehennem.
Paul Auster, benzersiz bir anlatımla, geleceğe göndermeler yaparak, yaşamakta olduğumuz dünyanın yozlaşması, çıkar kavgaları, savaş çığlıkları sonucunda karşılaşacağımız kâbusun izdüşümünü aktarıyor.
Seçilmiş sözler
"Burada en kolay parçalanan şey insanın yüreğidir."
"İnsan her sabah, bir önceki gün karşılaştıklarının daha kötüsüyle yüz yüze gelebileceğini bilerek güç bela kalkıyor yatağından."
"Burada neyle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliyor musun? Sorun nesnelerin ortadan kalkması değil yalnızca. Ortadan kalkan şeyin anısı da kayboluyor. Beyinde karanlık bölgeler oluşuyor, ortadan kaybolan şeyleri harlamak için sürekli bir çaba göstermezsen o nesnelerin anısı da çabucak silinip gidiyor ve bir daha asla akla gelmiyor."
"Bir şeyi görmekle, yalnızca görmekle, bir parçanı kaybediyorsun sanki."
“Ama hayat dediğimiz bunlar mı? Her şey yitip gitsin, silinip yok olsun... O zaman bakalım ne kalacak?
Soruların en ilginci de bu belki. Hiçbir şey kalmadığında ne olacak ve bizler o zaman da sağ kalmayı becerebilecek miyiz?”
"Bir dünyanın yok olması çok uzun sürüyor. Düşünebileceğinden çok daha uzun. İnsanlar yaşamayı sürdürüyor, herkes kendi küçük dramına tanık oluyor."
Çevrede görülen her şey insanı yaralayabiliyor, insanı küçültebiliyor. Bir şeyi görmekle, yalnızca görmekle, bir parçanı kaybediyorsun sanki. Çoğu kez, bakmanın tehlikeli olabileceğini seziyor, gözlerini kaçırmak, hatta sımsıkı yummak eğilimini gösteriyorsun. O yüzden de şaşkınlığa kapılmak, baktığın şeyi gerçekten görüp görmediğini kestirememek ya da gördüğünü başka bir şeyle karıştırmak, ya da daha önce gördüğün -hatta düşlediğin- bir şeyi anımsadığını sanarak bocalamak çok kolay. Bu işin ne kadar karmaşık olduğunu anlayabilir misin? Herhangi bir şeye bakıp, "Ben şuna bakıyorum," demek yetmez. Gözünün önünde duran şey bir kalem ya da bir parça ekmek kabuğuysa bu olabilir belki. Ama ölü bir çocuğa, başı ezilmiş ve kana bulanmış olan, sokakta çırılçıplak yatan küçük bir kıza baktığını fark edince ne yapacaksın? O zaman ne diyeceksin? Hiç kemküm etmeden, dümdüz bir sesle, "Ölü bir çocuğa bakıyorum," diyebilmek kolay değil. Beyin sözcükleri biçimlendirememekte diretiyor. Yapamıyorsun nedense. Bakıp geçemiyorsun…Hiçbir şeyden etkilenmeyecek kadar katılaşmak iyi olurdu herhalde. Ama -böyle olanların- sayılarının ne kadar az olduğunu bilsen şaşarsın. Ya da şöyle diyeyim: Hepimiz canavarlaştık, ama yüreğinde bir zamanlar yaşadığı hayatın kırıntısını taşımayanımız yok gibi."
Alışkanlıklar da ölümcül sonuçlar doğurur. Herhangi bir şeyle yüzüncü kez de karşılaşsan, daha önce hiç rastlamamış gibi davranman gerekir. Kaç kere karşına çıkarsa çıksın, hep ilk kez görüyormuş gibi bakmalısın. Bunun hemen hemen olanaksız sayılabileceğini biliyorum, ama öyle olması zorunlu. Kesin bir kuraldır bu...
Görünmez Kentler Italo Calvino
İki yolu var acı çekmenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.
Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay. Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.
Gözleriniz nereden geliyor? – Haydar Ergülen
– Nehirden!
Fakat gözleriniz neden yeşil değil
nehir hiç akmamış sizin gözlerinizden
nehre hiç bakmamış sizin gözleriniz
nehir de hiç bakmamış sizin gözlerinize
ya da siz hiç içinize bakmamışsınız
ağlasaydınız kıyısında gözyaşınız ona karışırdı
gözleriniz nehirle öyle barışırdı
fakat siz nehre bir göz atmamışsınız
ona güzünüzden bir gazel
saadetinizden bir nilüfer olsun bırakmamışsınız
içinizi bir kuyu gibi kupkuru bırakmışsınız
bir nehrin derinliğine hiç dalmamış gözleriniz
bir göz yalnızca baktığı değildir, gölgesi vardır
kirpiklerinizi hiç çekmemişsiniz bir gölgeye
kirpikler serinlik ister çünkü, serinlikte uzar,
gözleriniz bu kadar güneşli, bu kadar çıplak
ve bu kadar bakışlıyken kirpiklerin merhametiyle
yatışırdı belki, nehre baksaydınız yatışırdı,
suların gölgesi bile yatıştırırdı gözlerinizi,
öyle iyileşirdi, geceyi görebilirdi, içinizi
görebilirdi, rüya kuyusuna düşebilirdi
kirpikleriniz kurumuş gözlerinizin çıplaklığından,
nehirlere gözle bakılır çünkü, kuyulara sesle
kopkoyu bir ses edinir insan kupkuyu bakışlardan
nehir hiç geçmemiş sizin gözlerinizden
nehrin gölgesi bile geçmemiş,
sizin gözleriniz bir kuyuya dalmış,
insanın gözleri sevdiklerinden alır rengini
aşktan, nehirden, zeytinden, üzümden, gölgeden
sizin gözleriniz nehirden gelseydi
ruhunuz bana bakardı
nehirden gelseydi sizin gözleriniz
bana akardı
akardık birbirimize…
Sizin gözleriniz nehirden gelmiyor
belki yalnızlıktan
belki ıssızlıktan
belki kimsesizlikten
belki de gözyaşından
geliyor sizin gözleriniz…