05 Ocak 2013

Henry de Montherlant " Kadınlar sevdikleri zaman gerçekte sevdikleri biz değilizdir. Ama bir sabah vakti birini sevmediklerini anlayıverirlerse, işte o bizizdir."

 




Son Şeyler Ülkesinde - Paul Auster

  Son Şeyler Ülkesinde - Paul Auster Kitabı ve Fiyatı - Hepsiburada 
Paul Austerin yarattığı Son Şeyler Ülkesi, geniş yığınların evsiz barksız yaşadıkları, hırsızlığın suç sayılmayacak kadar yaygınlaştığı, kendi canına kıymak ya da başkalarınca öldürmek yoluyla ölümün tek kurtuluş yolu durumuna geldiği kent. Anna Blume, bu adsız kente ağabeyini aramak için gelmiştir... 

Her türlü üretimin, her türlü yaratımın durduğu geleceksiz bir şehir ya da bir ülke. Her şeyin yok olduğu ve bir daha geri gelmediği bir yer. Elinizi attığınız şeylerin son şeyler olduğunu bildiğiniz bir ortam. Evsiz kalıp sokaklarda çöplerden bulduklarını yiyen ya da çöpten bulduklarını satarak geçinen insanların yaşadığı bir şehir. Hırsızlığın artık suç sayılamayacak kadar yaygınlaştığı, zaten suç sayacak karar mercilerinin bile kalmadığı, bütün umutların tükendiği, insanların ölümü kurtuluş olarak gördüğü, artık kimsenin çocuk doğurmadığı bir cehennem. 

Paul Auster, benzersiz bir anlatımla, geleceğe göndermeler yaparak, yaşamakta olduğumuz dünyanın yozlaşması, çıkar kavgaları, savaş çığlıkları sonucunda karşılaşacağımız kâbusun izdüşümünü aktarıyor. 

Seçilmiş sözler

"Burada en kolay parçalanan şey insanın yüreğidir."

"İnsan her sabah, bir önceki gün karşılaştıklarının daha kötüsüyle yüz yüze gelebileceğini bilerek güç bela kalkıyor yatağından."

"Burada neyle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliyor musun? Sorun nesnelerin ortadan kalkması değil yalnızca. Ortadan kalkan şeyin anısı da kayboluyor. Beyinde karanlık bölgeler oluşuyor, ortadan kaybolan şeyleri harlamak için sürekli bir çaba göstermezsen o nesnelerin anısı da çabucak silinip gidiyor ve bir daha asla akla gelmiyor."

"Bir şeyi görmekle, yalnızca görmekle, bir parçanı kaybediyorsun sanki."

“Ama hayat dediğimiz bunlar mı? Her şey yitip gitsin, silinip yok olsun... O zaman bakalım ne kalacak?
Soruların en ilginci de bu belki. Hiçbir şey kalmadığında ne olacak ve bizler o zaman da sağ kalmayı becerebilecek miyiz?”

"Bir dünyanın yok olması çok uzun sürüyor. Düşünebileceğinden çok daha uzun. İnsanlar yaşamayı sürdürüyor, herkes kendi küçük dramına tanık oluyor."


Ayrıntıları sorma bana. Anlattıklarım yeter. Yeter de artar bile. Senin ne düşündüğünü bilmiyorum, ama gerçek sorun acımasızlık değil asla. Burada en kolay parçalanan şey insanın yüreğidir...

Kent de böyle işte. Herhangi bir sorunun yanıtını biliyorum, diye düşündüğün anda, artık sorunun bir anlamının kalmadığını fark edersin....

Çevrede görülen her şey insanı yaralayabiliyor, insanı küçültebiliyor. Bir şeyi görmekle, yalnızca görmekle, bir parçanı kaybediyorsun sanki. Çoğu kez, bakmanın tehlikeli olabileceğini seziyor, gözlerini kaçırmak, hatta sımsıkı yummak eğilimini gösteriyorsun. O yüzden de şaşkınlığa kapılmak, baktığın şeyi gerçekten görüp görmediğini kestirememek ya da gördüğünü başka bir şeyle karıştırmak, ya da daha önce gördüğün -hatta düşlediğin- bir şeyi anımsadığını sanarak bocalamak çok kolay. Bu işin ne kadar karmaşık olduğunu anlayabilir misin? Herhangi bir şeye bakıp, "Ben şuna bakıyorum," demek yetmez. Gözünün önünde duran şey bir kalem ya da bir parça ekmek kabuğuysa bu olabilir belki. Ama ölü bir çocuğa, başı ezilmiş ve kana bulanmış olan, sokakta çırılçıplak yatan küçük bir kıza baktığını fark edince ne yapacaksın? O zaman ne diyeceksin? Hiç kemküm etmeden, dümdüz bir sesle, "Ölü bir çocuğa bakıyorum," diyebilmek kolay değil. Beyin sözcükleri biçimlendirememekte diretiyor. Yapamıyorsun nedense. Bakıp geçemiyorsun…Hiçbir şeyden etkilenmeyecek kadar katılaşmak iyi olurdu herhalde. Ama -böyle olanların- sayılarının ne kadar az olduğunu bilsen şaşarsın. Ya da şöyle diyeyim: Hepimiz canavarlaştık, ama yüreğinde bir zamanlar yaşadığı hayatın kırıntısını taşımayanımız yok gibi."

Alışkanlıklar da ölümcül sonuçlar doğurur. Herhangi bir şeyle yüzüncü kez de karşılaşsan, daha önce hiç rastlamamış gibi davranman gerekir. Kaç kere karşına çıkarsa çıksın, hep ilk kez görüyormuş gibi bakmalısın. Bunun hemen hemen olanaksız sayılabileceğini biliyorum, ama öyle olması zorunlu. Kesin bir kuraldır bu...


Görünmez Kentler Italo Calvino

Leggete Calvino per capire la crisi di governo - NonSoloWork BLOG  
Modern dünyanın masal anlatıcısı Italo Calvino'nun Türkçede uzun süredir görünmeyen kitabı Görünmez Kentler, tekrar elimizin altında... Kubilay Han'ın atlasında yolculuk eden Marco Polo... Batının doğuyu gören gözünün kurduğu hayaller bir yanda, modern kentin içinden çıkılmazlığı ve geleceği öte yanda...
"Kitap bir alan; okur içine girmeli, dolanmalı, belki kendini kaybetmeli, ama belli bir noktada bir çıkış hatta birçok çıkış bulmalı. Kitap, dışarı çıkabilmek için bir yola koyulma olanağı."
 
Okur, kitabı eline aldığında, yazarın kentleri arasında dolanacağından, önüne altın harflerle sunulan olasılıkları yutacağından, sonunda okuduklarını kendi zihnindeki ideal kentlere ekleyeceğinden emin olmalı. Okur, kitabı, mümkünse, büyük bir caddenin kenarına dizilmiş kahve masalarından birine ilişerek, okumalı; göz önündeki gerçekle, göz önündeki kurguyu daha iyi görebilmek için...
 
"Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayız ve Görünmez Kentler, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya."
 
 - - - - - -
 
Calvino edebiyatının masalla gerçek arası dinamiği, ütopya ile ilişkisi, "çöp ve karıncalarla" kaplı bir dünyanın ortasına açtığı labirent, Saussure'ün "göstergenin nedensizliği" ilkesinden yola çıkarak, Claude Lévi-Strauss ve Barthes'ın öğretisi çerçevesinde insan-hakikat ilişkisini edebiyatın baş kişisi yapar, Chomsky'nin izinde onu durallıktan kurtararak korkunç bir devinimin öznesi kılar. Calvino, Apollinaire'in "Düzene Karşı Serüven" denklemini "Düzen İçinde Serüven" olarak yeniden kurar. Schopenhauer'in "bunalım"ı, denklemin üçüncü "bilineni"dir. Bu üç bilinenli denklemi çözmek için seçtiği biçim ve üslup onu öncü edebiyatın önemli üyelerinden biri yapacaktır. Öncü sanatsal ereğe politikadan arınmışlığı da eklersek, savaş sonrası İtalyan kültür arenasında kişinin ödeyeceği bedel marjinallik ve sorumsuzluk damgasıydı; çünkü o yıllarda edebiyatın en büyük değeri bulduğu borsa politikaydı. Calvino'nun bir daha ayrılmamak üzere masal ve düş boyutuna yöneldiği Atalarımız'dan başlayarak, Yenigerçekçi iklimin dayattığı politik sorumluluğu giderek reddetmesi, tıpkı Hermetikler gibi, onu da büyük saldırıların hedefi yaptı. Bilinçsiz de olsa, İtalyan aydını o âna dek bir saray adamı, sanat koruyucularının sanat danışmanı olmuş, ancak kendisine özel bir alay ve küçümseme adası ayırarak, özgürlüğünü bu alanda korumaya çalışmıştı. Yeni Kapitalizm, saray şairlerini şirket yönetimlerine çağırıyor, ayrıcalıklı ve yüksek maaşlı Machiavelli modelleri öneriyordu. İtalyan gerçeği hızlı bir değişimle yüz yüzeydi; bir tarım toplumu sanayi toplumuna dönüşüyordu: en güvenli yol "sistemin bir parçası" olmaktı. İkiye Bölünen Vikont'un kahramanı genç Medardo gibi İtalyan aydını, yazar ve sanatçısı, kafasının bir yarısıyla "patron"a hizmet ediyor, diğer yarısıyla da bu durumu protesto ediyordu. Uzlaşma, üstesinden gelinemez bir nevroz çıkarmıştı ortaya. Calvino bu nevrozu kendince şöyle çözümlüyordu: Keşke her şey böyle ikiye bölünebilse . . . böylece herkes bön ve cahil bütünlüğünden kurtulabilse. Bir bütündüm ben ve her şey doğal, karmakarışık ve anlamsızdı gözümde; her şeyi gördüğümü sanıyordum, oysa gördüğüm bir kabuktu yalnızca. Eğer bir gün kendinin yarısı olabilirsen, ki bunu bütün gönlümle dilerim, bütünlüğü olan beyinlerin sıradan zekâsını aşan şeyleri anlayacaksın. Kendi yarını ve dünyanın yarısını yitirmiş olacaksın, ama geride kalan o yarı, bin kez daha derin, daha değerli olacak. Hatta her şeyin sana benzer şekilde ikiye bölünüp parçalanmasını isteyeceksin, çünkü güzellik, bilgelik ve adalet parçalardan oluşan şeyde vardır. (1952: 51-52) Bütünlüğünü korumak isteyenler için politik ve sosyal alanda demirleyecek en sağlam liman İtalyan Komünist Partisi'ydi. Faşizmin ardından gelen müthiş bir coşku ve özgürlük ortamı, İtalyan Komünist Partisi'ni aydın için şaşmaz bir kimlik aracı haline getirmiş ve edebiyat, tarih ve politikayla içli dışlı bir ilişki içinde, özyaşamsal öykülerin hücumuna uğramıştı. Edebiyat, dil ve politikanın işlevleri kördüğüm olmuş, ideal birey ve aydın tanımı gitgide zorlaşmıştı. Gerçek İtalyan aydınlarının ilgilendiği belli başlı konu birey, toplum ve dil sorunları ile aydının "doğru" yeriydi. Marksçı ideolojinin revizyonunu talep eden Nuova Officina, sanayi ile edebiyat arasındaki zorlu ilişkiyi irdeleyen Menabò ve Politecnico gibi dergiler, Calvino'nun "Risorgimento'yu bile geride bırakan en büyük halk dayanışması" olarak tanımladığı ussal, sosyal, kolektif ve özyaşamöyküsel Yenigerçekçilik ikliminin labirentlerini yepyeni bir yazıyla zorluyorlardı. Pier Paolo Pasolini, ustası Carlo Emilio Gadda'nın izinde, edebiyatı dil ve lehçe çeşitlemeleriyle bir tür deneyimciliğe açıyor, Vittorini "Politikayla kronik yazılır, tarihi yapan şey edebiyattır" sloganıyla, edebiyatı politikaya araç kılmak isteyen Togliatti'ye karşı müthiş bir savaş sürdürüyordu.
 
Görünmez Kentler

İki yolu var acı çekmenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.

Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay. Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.

Oysa kent geçmişini dile vurmaz, çizik, çentik, oyma ve kakmalarında zamanın izini taşıyan her parçasına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, merdiven tırabzanlarına, paratoner antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini bir elin çizgileri gibi barındırır içinde.
  
Anılardan akıp gelen bu dalgayı bir sünger gibi emer kent ve genişler. Zaira'nın bugün olduğu biçimiyle bir anlatısı, Za- ira'nın tüm geçmişini içermeli. Oysa kent geçmişini dile vur­ maz, çizik, çentik, oyma ve kakmalarında zamanın izini taşıyan her parçasına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, mer­ diven tırabzanlarına, paratoner antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini bir elin çizgileri gibi barındırır içinde. 
 

Gözleriniz nereden geliyor? – Haydar Ergülen

Nereden geliyorsunuz?
– Nehirden!
Fakat gözleriniz neden yeşil değil
nehir hiç akmamış sizin gözlerinizden
nehre hiç bakmamış sizin gözleriniz
nehir de hiç bakmamış sizin gözlerinize
ya da siz hiç içinize bakmamışsınız
ağlasaydınız kıyısında gözyaşınız ona karışırdı
gözleriniz nehirle öyle barışırdı
fakat siz nehre bir göz atmamışsınız
ona  güzünüzden bir gazel
saadetinizden bir nilüfer olsun bırakmamışsınız
içinizi bir kuyu gibi kupkuru bırakmışsınız
bir nehrin derinliğine hiç dalmamış gözleriniz
bir göz yalnızca baktığı değildir, gölgesi vardır
kirpiklerinizi hiç çekmemişsiniz bir gölgeye
kirpikler serinlik ister çünkü, serinlikte uzar,
gözleriniz bu kadar güneşli, bu kadar çıplak
ve bu kadar bakışlıyken kirpiklerin merhametiyle
yatışırdı belki, nehre baksaydınız yatışırdı,
suların gölgesi bile yatıştırırdı gözlerinizi,
öyle iyileşirdi, geceyi görebilirdi, içinizi
görebilirdi, rüya kuyusuna düşebilirdi
kirpikleriniz kurumuş gözlerinizin çıplaklığından,
ve rüyalarınız silinmiş uykusuzluğundan…

Siz bir nehre değil bir kuyuya bakmışsınız
nehirlere gözle bakılır çünkü, kuyulara sesle
kopkoyu bir ses edinir insan kupkuyu bakışlardan
nehir hiç geçmemiş sizin gözlerinizden
nehrin gölgesi bile geçmemiş,
sizin gözleriniz bir kuyuya dalmış,
insanın gözleri sevdiklerinden alır rengini
aşktan, nehirden, zeytinden, üzümden, gölgeden
sizin gözleriniz nehirden gelseydi
ruhunuz bana bakardı
nehirden gelseydi sizin gözleriniz
bana akardı
akardık birbirimize…

Sizin gözleriniz nehirden gelmiyor
belki yalnızlıktan
belki ıssızlıktan
belki kimsesizlikten
belki de gözyaşından
geliyor sizin gözleriniz…

Eugenio Montejo 'Dünya Bizi Birbirimize Yaklaştırmak İçin Döndü'

Dünya bizi birbirimize yaklaştırmak için döndü, 
Üstüne doğru, üstümüze doğru döndü,
Tıpkı Symposion'da denildiği gibi;
Sonunda bizi bu rüyada buluşturabilmek için döndü.
Geceler geçti, karlar, gündönümleri;
Dakikalarca, milenyumlarca zaman geçti.
Ninova'ya doğru giden bir at arabası,
Nebraska'ya vardı.
En az yedi soyumuzun bulunduğu yerden,
bir horoz öttü, alemimizin ötesinden.
Dünya döndü, müzikal bir biçimde,
Bizi güverteye davet ederek;
Ve bir an bile durmadan, devam etti dönmeye,
Sanki onca aşk, onca mucize,
Symposion'un parçalarının arasına sıkışıp kalmış,
Birkaç adagio'dan ibaretmiş, yıllar evvel yazılmış.
 
Venezuelalı şair yazar Eugenio Montejo'nun "Dünya Bizi Birbirimize Yaklaştırmak İçin Döndü" adlı şiiri, 21 Gram filminin en iyi özeti gibi duruyor.