22 Temmuz 2018

Leyla Erbil " Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduğuna inanıyorum. Sanatımın kaynağı da bu her insanda gördüğüm zavallılıkla, derinlikle ilgilidir. "


Hiç durmadan yaz, yaz yaz at bir köşeye, arkasını bırakma yazmanın. İşte benim tek sığındığım, tek avunduğum şiirlerden de umudum kesildi artık. Yaşamanın anlamı ne olacak artık, ölebilirim artık...Tuhaf Bir Kadın


 İçimde birçok anlar bitmek tükenmek bilmez bir yıkıntı, bir huzursuzluk var. Bulamadığım, bulamayacağım bir şeyi daima arıyor gibiyim. Nedir beni mesut edecek, ne gibi bir şeydir, onu da bilmiyorum...Mektup Aşkları

Rüya Sakinleri - Iris Murdoch



Ona ne olmuştu acaba ve neydi bütün yaşananlar; hem artık neredeyse her şey sona erdiğine göre bir önemi var mıydı ki? Hepsi bir rüya, diye düşündü, insan bir rüya içinde geçiriyor hayatı, hepsi fazlasıyla ZOR. Ölüm tümevarımı yalanlıyor. Neydi bütün yaşananlar diyebileceğin bir "şey" yok. Sadece rüya var, rüyanın yapısı, özü ve son yaptıklarımızla yalnızca başka birinin rüyasında var oluyoruz; gittikçe, gittikçe gözden kaybolan bir gölgenin içindeki gölge. Janie ve Gwen'in, annesinin ve tanıdığı kadarıyla Maureen'in dünyada başka bir yerlerde olduklarından daha güçlü, daha gerçek olarak şimdi burada, onun kafasında var olduklarını düşünmek tuhaftı. Benim yaşam-rüyamın bir parçasılar, diye düşündü, formaline batırılmış örnekler gibi bilincime batmışlar. Ben Tithonus gibi yaşlanırken hepsi de ebediyen genç kalan kadınlar. Pek yakında gerçeklikleri de kalmayacak. Bu rüya meselesi, onun böylesine yoğun olan rüyası bir an gelecek sona erip bitmiş olacaktı ve hiç kimse gerçekte neler olup bittiğini asla bilemeyecekti. Kendini yetiştirmek için göstermiş olduğu bütün çabalar, artık hiçbir amaç da kalmadığına göre, şimdi beyhude görünüyordu. Almanca öğrenmek, İtalyanca öğrenmek için nasıl da çalışmıştı. Asla yaşanmamış bir anın içinde duyulan birilerini etkileme, başarma, hayran olunma arzusu; şimdi hepsi beyhude görünüyordu. Janie öyle güzel İtalyanca konuşurdu ki. 
---Artık gökyüzü nereseyse kararmıştı; pırıl pırıl bir akşam yıldızı ve çevresinde diğer yıldızların minik noktacıkları vardı. Old Brompton Road'daki trafiğin tekdüze uğultusu geliyordu. Hep son ışıklarla ötmeye başlayan bir karatavuk yakındaki bir ağaçta yardım dileyen kuşların duasının içe işleyen, ısrarlı melodisini seslendiriyordu. Nemli hava karanlıkta soğuğa dönüşüyordu. Aşağıda soluk bir şey hareket ediyordu. Soluk elbiseli bir kadın yavaş yavaş kaldırım taşlarının üzerinden karşıya geçip biçilmiş otların olduğu yoldan kemere doğru yürüyordu. Hangisiydi acaba? Hareket eden figürü sessizce izlerken belirsizlik gözlerini bozguna uğrattı. Aniden odadaki ışık açıldı. 

---"Ölümde de olduğu gibi, dünya değişmez, son bulur." "Ölüm yaşamımızdaki bir olay değildir. Ölüm görüp geçirilmez." "Eğer ebediyetten anlaşılan, zamanın sonsuz sürekliliği değil de, zamanın olmayışı ise, bugünde yaşayan ebedi yaşar." "Mistik olan dünyanın nasıl olduğu değil, olmasıdır." "Konuşamayacağımız konularda." "Susmalıyız." 

---"Sen komik bir çocuksun Nigel. İbadet de ediyorsun değil mi, O'na inanıyorsun?" "O'na mı? Evet." "O'nun zamanla değişmesi ne tuhaf. Ben daha çok küçükken," dedi Bruno, "Tanrı'yı büyük, boş bir şey olarak düşünürdüm, daha çok gökyüzü gibiydi, aslında belki de O GÖKYÜZÜYDÜ, küçük çocuklara karşı tamamen bir iyilikseverlik, koruma, şefkat demekti. Annemin yukarıyı gösterdiğini, parmağıyla yukarıyı işaret ettiğini hatırlıyorum, muhteşem bir güvenlik ve mutluluk hissi duyardım. Hiçbir zaman İsa hakkında fazla düşünmedim, sanırım "onu" öylece kabul ettim. Benim sevdiğim, kendimi öylesine güvende ve mutlu hissetmemi sağlayan şey gökyüzünün yumurta şeklindeki o büyük boşluğuydu. Bir tür kıvrılma duygusu da veriyordu. Belki de yumurtanın içinde olduğumu hissediyordum. Daha sonraları, örümceklere bakmaya yeni başladığımda değişmişti. Biliyor musun Nigel, "Amaurobius" isminde bir örümcek vardır, bir oyukta yaşar ve yaz sonunda yavruları olur, derken donlar başlayınca ölür ve yavrular soğuklar geçene kadar annelerinin ölü vücudunu yiyerek yaşarlar. İnsan bunun rastlantı olduğuna inanamıyor. Bütün bunları Tanrı'nın düşündüğünü hayal ettim mi bilmiyorum, ama her nasılsa bu modelle bir ilgisi vardı, O, modelin kendisiydi, yaz geceleri el fenerimin ışığında izlediğim ÖRÜMCEKLERDİ O. bir fevkaladelik, bir ayrılık vardı; bu örümceklerin olağanüstü hayatlarını yaşayışlarını görmek ilahi bir şeydi. Daha sonra büyüme çağında her şey duygularla karmakarışık oldu. Tanrı'nın Sevgi olduğunu düşünüyordum, dünyayı kocaman ıslak öpücüklerle sırılsıklam edip her şeyi yoluna koyan fazla hissi kocaman bir sevgi. Kendimi dönüşmüş, arınmış, yücelmiş hissediyordum. Daha önce masumiyet hakkında hiç düşünmemiştim ama o zaman bunu yaşadım. Parlak bir gençtim. Kendimden çok fazla etkileniyordum. Tanrı'yı çok seviyordum, Tanrı'ya aşıktım ve dünya da sevginin gücüyle doluydu. O zamanlar Tanrı çoktu. Sonra azaldı, kurulaştı, önemsizleşti ve daha çok kurallar yapan bir memura dönüştü. O'na bakarak ayağımı denk almam gerekiyordu. Konrtoller yapan, sonra bir daha kontrol eden bir bürokrat gibiydi. O zamanlar ne parlaklık ne de masumiyet vardı. O'nu sevmeyi bıraktım ve O'nu iç karartıcı bulmaya başladım. Derken O büsbütün geri çekildi, kadınların yaptığı bir şey, bir tür kadın işi haline geldi, yine de nadir de olsa karşılaşıyordum O'nunla, çoğunlukla taşra kiliselerinde tek başımayken oluyordu, birdenbire ortaya çıkıyordu. Bu karşılaşmalarda yine farklıydı. Artık bir memur değildi, epeyce kafası karışmış, dokunaklı bir şeydi, belki de bir parça çıldırmıştı ve küçüktü. O'nun için üzüldüm. Eğer O'nun elini tutabilseydim, küçük bir çocuğa yol göstermek gibi bir şey olacaktı. Ama O'nu kendi yerleri vardı, kendi delikleri ve yuvaları ve O'nu oralarda bulmak hala bir tür şaşkınlık veriyordu. Daha sonrasına gelince, yok oluvermişti; entelektüel bir kurgudan, eski bir hipotezden, bir edebiyat eserinden başka bir şey değildi." 

---Lisa güldü, kolunu ablasının kolundan geçirip bir anlığına sıktı. Kısa bir süre sonra, Brompton Mezarlığı'nın içinden geçen kestirme yola girerlerken Lisa, "Bruno'yu böyle görmek bana babamı hatırlattı," dedi. "Ah Tanrım. Lisa, bazen bunu ben de düşünüyorum ama sana sormak istemedim hiç. Öldüğünde gerçekten yanında mıydın?" "Evet." "Böyle şeyleri düşünmek insanın hiç hoşuna gitmiyor. Öyle korkağım ki, ben uzaktayken olduğu için çok rahatlamıştım. Çok mu berbattı?" "Evet." "Nasıldı?" "Sanırım insan böyle sahnelerin ÖZELLİĞİNİ neredeyse tamamen unutuyor." "Acaba-korkuyor muydu?" "Evet." "Senin için çok kötüydü herhalde." "Başka hiçbir korkuya benzemiyor. Öylesine DERİN. Kişisel bir şey olmaktan çıkıyor neredeyse. Filozoflar biz kendi ölümlerimizin sahibiyiz diyorlar. Ben böyle düşünmüyorum. Ölüm sahiplenmeyi ve benliği yalanlıyor. Keşke insan bunu en başından beri bilebilse." "Sanırım insan o zamanlar bir hayvandan ibaret oluyor." "İnsan o zamanlar bir hayvanla birlikte oluyor. İkisi tam da aynı şey değil." "Hastalığının başlarında ne kadar iyiydi." "Daha başlarda inanmamıştı; şimdi biz nasıl inanmıyorsak öyle." "Onu kandırmaya çalışmıştık." "Kendimizi kandırmaya çalışıyorduk. Onun fark edişini görmek korkunçtu-gerçeği fark edişini." "Aman Tanrım. Sen ne yaptın?" "Elini tuttum, onu sevdiğimi söyledim-" "Sanırım insanın bilmek isteyeceği tek şey bu." "Berbat olan şu ki bilmek istemiyordu. Sevginin teselli ettiği düşüncesine çok alışıyoruz. Ama işte orada insan hissediyor ki sevgi bile - bir hiçmiş." "Bu doğru olamaz." "Ne demek istediğini anlıyorum. Bu doğru olamaz. Belki de insan aniden sevginin ne olması gerektiğinin boyutlarını görüyor işte - başının üzerinde açılmaya başlayan koca bir kemer gibi-" "Gidişi - zor oldu mu?" "Evet. Fiziksel bir mücadele gibiydi. Yani fiziksel bir mücadeleydi, bir şeyler yapmaya çalışması." "Bence ölüm bir tür eylem. Ama sonunda gerçekten farkında değildir bana kalırsa." "Bilmiyorum. Sonunda ne olduğunu kim bilebilir ki?" "Ne kasvetli bir konuşma. Lisa, n'oldu, ağlıyorsun sen! Aa bırak ağlamayı, canım, ağlamayı bırak, tanrı aşkına!" 

---"Kyrie eleison, Kyrie eleison, Kyrie eleison. Christe eleison. Christe eleison, Christe eleison." Kendimi bu muammadan kurtaramaz mıyım, diye düşündü Miles. Aşık olmak, "l'amour fou" tıpkı tinsel bir durum gibi. Platon herhangi bir sevginin bizi tinler dünyasına götürmeye gücü yettiğini düşünüyordu: Belki aşık olmak sıkıcı hayatın, bu hayata yabancı olan aşkın kendi gerçekliğini ve gücünü ortaya koyuyor. Fakat aşık olmak aynı zamanda açgözlü tutkulu benliğin canlanması ve büyümesini de içeriyor. Böyle bir aşk acı çekmeyi, yokluğu, ayrılığı öngörüyor, hatta bunlarla coşuyor: Fakat öngöremediği şey ölümdür, en büyük kayıp. Aşık olmanın hiçbir şekilde katlanamayacağı imgelem budur, her ne pahasına olursa olsun yolunu bulup çıkacak, dönüştürecek, gizleyecektir. Miles düşünceleriyle boğuşuyordu: Anahtar buralarda bir yerde, dedi kendi kendine, ama nerede? Bu parçalar gerçekten birbirini tutuyor mu? Pek anlamlı konuşmuyorum, saçmalıyorum, çıldırıyorum. 

---Sırtı Danby'ye yarı dönük olan Miles başını kitaptan kaldırıyordu. Önce, başı önünde olan Diana'ya, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı. Diana başını kaldırırken Miles tekrar kitabına döndü. Diana önce başı önünde olan Miles'a, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı. Lisa başını kaldırırken Diana tekrar kitabına döndü. Lisa önce başı önünde olan Diana'ya, sonra da başı önünde olan Miles'a baktı. Miles başını kaldırırken Lisa tekrar kitabına döndü. Derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. 

---Lisa'nın gittiğini biliyordu. Kempsford Gardens'a uğramış, Diana da ona boş odayı göstermişti. diana onun temelli yurtdışına gittiğini söylemişti. Danby detay sormadı. Yurtdışına yalnız gitmiş olacağını sanmıyordu. Boş odada Diana'yla suskun durdu. Danby ancak ayrıldıktan sonra Diana'nın, kendisiyle Lisa hakkındakileri biliyor göründüğünü anladı. Miles söylemiş olmalıydı. Ertesi gün ve daha ertesi gün büroya gitti. Bruno'ya her zamanki gibi bakıyordu, öğle vakti yemek yedirmek için eve gidiyordu. Üç günlük aradan sonra Nigel dönüp görevine başladı. Ne var ki Nigel artık hasım olarak vardı, zayıf, hor gören, yargılayan bir melek. Danby onunla rahatsız, özür diler gibi konuşuyordu, gülümseyişinden kaçıyordu. Adelaide eşyalarını çeşitli valizlere yerleştirmiş, sonra da ihtiyacı olan şeyleri bulmak için her gün yeniden açmıştı. Gideceğini bildirmiş ama henüz gitmemişti. Her gün zamanın büyük bir bölümünü evden uzakta geçiriyordu. Mutfak kirli kap kacak ve bozulmuş yemeklerle doluydu. Danby ne zaman Bruno'ya yemek yedirecek olsa kullanılmış bir tabağı sıcak suyun altına tutuyordu. Kendisi birahanelerde yiyordu. 

---Miles şiir yazmaya başladı. Kolay yazıyordu. Koca parçalar, büyük karmaşık parçacıklar bütünleşip geliyordu. Etrafında imgeler yüzüyordu, çoklukları onu neredeyse kör ediyordu. Aşık olmakta bir kesinlik zarafeti vardı. Sanatta bir kesinlik zarafeti vardı ama çok nadirdi. Miles bunu ilk defa şiirde kendi sesini duyduğu zaman hissetmişti. Artık kendine alçakgönüllülükle şair demenin zamanının geldiğini düşündü. Yeterince uzun süre beklemiş ve inançla beklemeye çalışmıştı. Ama şimdi nasıl beklemesi gerekirdi, bunu bilmediğini ve girmesi gereken büyük hizmet için yaptığı bütün girişimlerin yanlış olduğunu düşünüyordu. Büyük öteki seyredip gülerken o, hayatın yüzeyini germiş, çekmiş, çizmişti. Şimdi onun işine yaramış olanı, gerçek dünya bariyerinin içine onu geçirmiş olanı Miles biliyordu, ama hayatının işi başladığı için bakışını çevirmişti. Daha derinde ve daha sakin olarak biliyordu ki çılgınlık onu terk ettiğinde -uzun süremezdi- işinin bütün aletleriyle baş başa kalacaktı. 

---Adelaide evlilik hayatındaki acıları ve güçlükleri tahmin etmişti, tahminleri doğru çıktı. Yılların geçmesiyle Will'in siniri düzelmedi, düzensiz tiyatro hayatının sebep olduğu kronik bir hazımsızlık sıkça girdiği nöbetlere yardımcı olmadı. Adelaide önceleri uysalca boyun eğiyordu. Daha sonraları o da bağırıp karşılık vermesini öğrendi. Ama kavgalarından sonra utanç duyuyor ve yorgun düşüyordu. Will kavga ettiklerini bile hatırlamıyor gibiydi. Ne var ki Adelaide kötü şeyleri önceden görmede başarılı olduysa da, iyi şeyleri önceden görmekte başarılı olamamıştı. Will'le kaderiymiş gibi, köşeye sıkışmış bir ruh haliyle evlenmişti. Evliliğiyle ilgili olarak mululuk fikrini hiç aklına getirmemişti. Ama mutluluk da vardı. Adelaide Will'le yatakta olmaktan ne kadar çok zevk alacağını ve bu zevkin her ikisinin de yolunu aydınlatacağını anlayamamıştı. Ağlayıp yeni adı Adelaide Boase'u ilk defa imzalarken, daha sonra ve güzel günlerde Will'in huysuzluklarına rağmen uzun boylu ikizlerinin (çift yumurta, Benedick ve Mercutio) Oxford'da okuyacaklarını, Will'in İngiltere'nin en ünlü ve popüler aktörlerinden biri olacağını, büyük bir değişim geçiren Adelaide'ın Lady Boase olacağını hayal bile edemezdi. Daha yakın zamanda teyze ölünce karşılaştıkları sürpriz beklenmedik bir servet getirdi, mücevherleri on bin sterlin değerinde çıktı. Teyzenin anıları da İngilizce'ye çevrilince çok satar kitap oldu, aynı zamanda Çar rejiminin son günleriyle ilgilenen tarihçiler açısından da bir bilgi hazinesiydi. Adelaide'la Will Rusça öğrenip teyzenin anılarını orijinalinden okuyacaklarını söyleyip durdular hep, ama öğrenemediler. Fakat Benedick bir Rusça uzmanı oldu. Mercutio matematikçiydi. 

---Tekrar yatağına oturup tuvalet masaındaki aynada kendine baktı. Bir sürü ak saçı, oldukça iyi dişleri olan şişman bir adam. İç çekti. Keşke Lisa'yı görmemiş olsaydı, keşke o başka bir şeyin, gerçekten yaşamanın ya da her ne ise onun tadını almamış olsaydı. Adelaide'la sevişmekten oldukça memnundu, Diana'yla cilveleşmekten çok mutluydu. Bu varlıklar onun sıradan tatsız tuzsuz dünyasına ve sıradan yarı karanlık bilncine aitti. Lisa'yla karşılaşma alacakaranlıktan gün ışığına, griden renkliliğe, gölgeden madde ve cisme ani bir geçişti. Bunların ne olduğunu unutmuştu. Belki yine farklı bir şekilde ışıdığı büyük bir durgun göle çıkacaktı. Belki bir tür huzuru yakalayacaktı, yaşlı bir insanın huzurunu, meleksiz sıcak bir geri çekilişin huzurunu. Kadınsız da, diye düşündü. Şimdi başka bir kız bulabilir miydi? Lisa'yı gördükten sonra bunu hiç istemiyordu. 

---Ne hissediyorlar, diye düşündü Bruno. Sinek kanatları güçlü iplikle vücuduna ezilerek yapıştığında acı duymuş mudur? Örümcek çay fincanındayken korkmuş mudur? Hayat bu uç noktalarda ne kadar gizemliydi? Ama uç noktalardan ortalara gelindiğinde gizem azalıyor muydu? Belki Tanrı olsaydı yarattıklarına aynı merakla bakıp ne hissediyorlar diye sorardı. Ama Tanrı yoktu. Hayatımın büyük bir küresinin ortasındayım, diye düşündü Bruno, ta ki kör bir el ipliği kapıncaya kadar. Yaklaşık doksan yıldır yaşıyorum ve hiçbir şey bilmiyorum. Doğanın korkunç ritüellerini seyrettim ve kendi varlığımın basit içgüdüleri içinde yaşadım, şimdi sona geldiğimde bilgelikten eser yok. Benimle bu küçük zavallı yaratıklar arasında ne fark var? Örümcek ağını öreer, o kadar. Ben bilincimi örüyorum, bu konuşma tiryakisini, çok yakında sesi kesilecek bu aylak gevezeyi. Ama hepsi bir rüya. Gerçeklik çok zor. Hayatımı bir rüya içinde yaşadım, şimdiyse uyanmak için çok geç. 


Rembrandt " Düşünmediğim zaman, yaşamadığım zamandır. "


Rembrandt - Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi, 1632



Oruç Aruoba - Mumun


Bütün ışıklara karşı geldi
yaktığın bu mum
Neyin nereden nereye geçişiydi
aktığım o mum
Bir aydınlık geçit, bir kedi
sakladığım o kurum
Zamanın ötesinde bir şimdi
sakındığım bu durum


Ingmar Bergman Filmleri

Ingmar Bergman 


 karmaşa içinde mi yaşıyoruz?
- sen ve ben mi?
- hayır, hepimiz.
- ne anlamda bir karmaşa?
- korku, belirsizlik, budalalık, yani karmaşa. sanki tepetaklak yuvarlanma korkusuyla yaşıyoruz ve ne yapacağımızı bilmiyoruz.
- evet, sanırım öyle.




Evlilik Yaşamından Sahneler, 1973 



 Persona, 1965
 Kış Işığı, 1962
  Yedinci Mühür, 1957 
 Sessizlik, 1963 
 Yaban Çilekleri, 1957
 Genç Kız Pınarı, 1960
 Son Bahar Sonatı, 1978 
 Çığlıklar ve Fısıltılar, 1972 
 Fanny ve Alexander, 1983
 Yaz Oyunları, 1950
 Gezgincilerin Gecesi, 1953
 Monika'yla Bir Yaz, 1952 
  Zindan, 1948
  Kurtların Saati, 1967 
 Aynadaki Gibi, 1961 
Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri, 1955  
Sihirli Flüt, 1974 
 Utanç, 1968
 Bir Tutku, 1969


A’dan Z’ye Bilge Karasu

AY: “Camını ay parlatıyordu. ‘Görsen odamı şu anlarda, nasıl kocaman, nasıl küçücük görünür… Ay başucuna vurur yatağın. Her şey büyür, irileşir, her şey uzaklara kaçar.’” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

BUDALA: “bir gün, şey demişti, hatırlarım, kadınlar demişti, hayır hayır, siz kadınlar demişti de alınmıştım, kızmıştım ona, sinirlenme demişti, bağırmak istiyorsun gene besbelli, sus ama sus da dinle, bıktım usandım bu çığırmandan demişti, susmayı o anda sanki neden kabul ettim bilmiyorum, siz kadınlar derken susmayacaktım ya, budalalık ettim, bütün ömrümce ettiğim gibi zaten, bu denli budala olmasaydım, ne babasına varırdım, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın adamcağız, işte beni bir o sevdi, ona da varmadım, varamadım, o hain kaza aldı onu elimden, budala olmasaydım ne Reşit’e varırdım yani ne de,
(“Nereden De Andım Şimdi”, Troya’da Ölüm Vardı)

CAM: “Camın ardından kedilere bakıyordum. Güneşin içinde yüzüyorlardı yerde. Alaca, boylu boyunca uzanmıştı, karnı tokmuşçasına, gözlerini kırpıştırıp duruyordu bana bakarken; ağzı aralıktı, yaşlı dişlerinin uzamışlığından yorgun…”
("Anahtar", Troya’da Ölüm Vardı)

ÇAYIR: “Evin önünde uzanan çayırlık, balçık balçıktı. Ayaklarımız çamurdan ağırlaşıp yürüyemez oluncaya kadar koşmaya çalıştık. Bizim gibi öteki çocuklar da, epeydir unutulmuş bir kapalılığı anlatmak istiyordu. Toplandığımız zaman, herkes, evini yeni görmüşçesine, bilmediğimiz odaları anlatmağa çalıştı.
Durulur gibi olduk bir ara. Çayırın başına gitti gözlerimiz. Gördüklerimiz, hepimizi şaşırttı. Birbirimize nasıl şaşkın şaşkın baktığımızı hâlâ görür gibi oluyorum.” ("Şarkısız Gecelerin İlki", Troya’da Ölüm Vardı)

DOLMUŞ: “Çayın parasını verip çıktım. Dolmuşlara doğru yürüdüm. Burada duramazdım. Bağırasım geliyordu, kendimi güç alakoyuyordum.” (Kılavuz)

EV: “Yanan ev kendi evi kardeşçiğim. Gene de… Deli oluyordum hallerini düşündükçe. Ah, bir yandan da Hüseyin’i görecektin ya…" ("Kavruk", Troya’da Ölüm Vardı)

FİLM: “Saçmalıyordum. Sürücünün filmini şıpınişi çevirmiştim ya, şimdi de kaset üzerine sabukluyordum. Oysa o sabaha dek -haydi, düşleri saymayalım - kendimi akıllı uslu bir adam bilmiştim.” (Kılavuz)

GÖK: “Gök kapkaraydı. Kan gibi kokuyordu hava. Gök bile kokuyordu. Nebile bisikletten düştüğü gün de böyle bir koku vardı eczanede. Kara derisinin üzerinde kan kapkara duruyordu, kokuyordu böyle. Bir et kokusu, kanlı, yanık bir et kokusu. Gök kapkaraydı. Yağmur ne zaman yağdı, dedim. ‘Yangını söndürdüklerinde yağmaya başladı. Sahi sen uyanmadın mı hiç?’” ("Kavruk", Troya’da Ölüm Vardı)

HOROZ:
“Toprak kararıyordu altımda. Otelcinin gözlerinin Suat’ın gözlerine ne denli benzediğini birden anladım. Erdim. Bir horoz öttü… Benim de gözlerim yeşil ama su yeşili değil, yaşlı, yanmış, denizin özlemini çeken bir yeşil değil… Öteki horozlar da sıra ile ötmeye başladılar.” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

IŞIK: “Büyümenin tarihi böyle böyle yazılır. Parmaklar, başkalarının parmakları, kulağına, burnuna, gözlerine, dudaklarına, boğazına, bacaklarının arasına istediğini yapar, her yerinde gezinir. Sonra gene yatağının başına götürülür. Pencereden giren ışık gözlerini kamaştırır. Buna ışık denmez oğlum, bu güneş, anladın mı bir tanem, gözlerini kırpıştırma böyle, sonra durmadan, büyüyünce de durmadan kırpış…” (Altı Ay Bir Güz)

İLAN: “Telefon ikinci çalışta açıldı. ‘İlânınız… Ben, Bükönü’nde… Yirmiyedi yaşında…’ diyerek özet-tanıtımımı bitiremeden dingin, pes, genç bir ses, ‘Görüşelim,’ dedi, ‘saat ikiyi çeyrek geçe burada olabilir misiniz?’” (Kılavuz)

JULIO: “Julio’nun yaptığı, çerçeveyi biraz genişletmekse, kendi düşündüğü biraz daha genişletmek olurdu. Oysa bir şeyi yazmak, bölümlerin sırası okurun istediği gibi düzenleyebileceği biçime sokulsa, rastlantıya bırakılsa bile, bir şeyleri belli bir düzende tutmak olur gene de.” (Altı Ay Bir Güz)  

KİLİSE: “Taksim’de üç aydan beri oturduklarını biliyordum ama, mektup yollamasaydı, bu gece, Taksim’deki kilisenin bahçesinde buluşabileceğimiz, gelemezdi aklıma.
Geceyarısına on kala, bahçedeki tek elektrik fenerinin dibinde elini sıktım. Konuştu…
‘Boş yere kararlar verdik. Buluşacaktık nasıl olsa… Bundan sonra da…’
Sesini rüzgâr titretiyor gibi… Babasını gömdükleri günün gecesi, odama çıkmıştı. Pencerenin hemen dibindeymişçesine, yaz sesiyle akan karanlık Boğaza bakarak, babamın tabutu kiliseden çıkarken, demişti, ben de çıktım, bir daha girmemeğe karar vererek… Ama annesi, kendisini gece âyinlerine götürmesini istiyordu. Evlerinden çıkmadan iki gün önce, Noel gecesi, Yalıburnu’ndaki küçük kiliseye annesini birlikte götürmüş, dışarıda beklemiştik onu.” ("Oda Oda Dünya", Troya’da Ölüm Vardı)

LÂCİVERT: “Lâcivert keten üstlü, lâstik tabanlı pabuçları yanımda durdu. Buruşuk keten pantolonu, ince bacaklarının üzerinde, denizle çakılların önünde, bir sallantı içinde…”  ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

MERDİVEN: “Merdivenin en üst basamağında kavurtuyu da, yeşili de, loşluğu da unutmuştum. Gevşedim. Önce ışıktan sonra da sessizlikten sıyrıldım. Suat’ın oda kapısı aralıktı. Budalaca bir umutla yürüdüm. Çuhacı’ların bomboş evi birden gürüldemeğe başladı. Kapıyı ağır ağır ittim.” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

NİNE: “Eve girer ninesine seslenir ninesi o ufacık oğlunun kucağında trene bindirilen trenden indirilen ninesi vücudunu yuvarlaya yuvarlaya merdivenden aşağı inerken halası yetişir onu kucağına alır öper sıkarmış.” ("Acı Kök Yağmurun Tadında", Troya’da Ölüm Vardı)

ODA: “Sarıkum’daydım gene. Yıllar öncesi gibi. Fakat başka bir odada. Bir otel odası, yabancı, yeni bir oda. Odanın bu yeniliği, bu yabancılığıydı zaten beni baştan çıkaran. Sarıkum’a yıllardır gelmek istediğim halde burada kendime yepyeni bir oda bulamayacağım düşüncesi miydi gelişimi geciktiren? Bu otel odası yeniydi ama üç – beş günlüğüne benim olacaktı; beri yandan bu üç – beş gün içinde karşılaşacağım her dost, her ahbap beni eski günlere, eski odalara çekip götürecekti.” ("Sarıkum’a Giriş", Troya’da Ölüm Vardı)

ÖYKÜ: “İstediğim, denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini… Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için.” (Altı Ay Bir Güz)

POSTANE: “Postanede telefon ediyormuş, Norveçliler de Norveççe konuşan birini bulunca, konuşması bitesiye beklemişler. Biraz gezip havadan sudan konuşmuşlar sonra.” (Kılavuz)

RIHTIM: “Yokuşun dibine varmıştım. Karşıya geçtim. Rıhtım üzerinde gezinenler vardı tek tük. Çoğu denizden dönmüş, dondurma yalayarak, simit geverek oyalanıyordu.” (Kılavuz)

SÜNNET: “Fikret sünnet olalı bir hafta olmuştu ancak; gözümde birden büyümüştü ama bu birkaç gün içinde; büyümüş, çok büyümüş, koskoca bir adam olmuş gibiydi. Oysa bizi hiç düşündürmemişti aramızdaki yaş farkı; onunla konuşurken, altı yılı hiç getirmemiştim aklıma, o güne kadar…” ("Şarkısız Gecelerin İlki", Troya’da Ölüm Vardı

ŞAŞKINLIK: “Ama anladıktan sonra da bildiği anasının yerinde yumuşak başlı, hatır için, söyleneni yapmağa razı olan bir çocuk bulmuştu. Şaşkınlığı anasının iyileşip eve dönmesine dek sürmüştü.” (Altı Ay Bir Güz)

TREN:
“tren
bir yıkıntı gürültüsü içinde
tepemden geçmeye başladı
uzaktan gelişini duymadım
düdüğünü bile
şakaklarım atıyor tekerlerin altında
sustu sonra şakaklarım da
sustu” ("Beşinci Gün", Troya’da Ölüm Vardı)

UZUN: “Uzun, uzayıp giden bacaklarının arasından üç renk görüyordum ardında; ayak bilekleriyle baldırları arasında bir yerlerde toprağın kırmızılığı bitiyor, onun hemen üzerinde zeytinin tozlu yeşili duruyordu. Onun da üstünde mavi bir gökyüzü üçgeni.” (Altı Ay Bir Güz

ÜZÜLMEK: “Kediler geziniyordu yalnız. Ağır, düşünceli. İki üç tanesini çağıracak oldum. En gözü pek olanı, çağırışımı tartar gibi ancak durdu, kaçtı sonra. Ötekiler zaten çoktan kaçmıştı. Üzüldüm. Tanır gibi oldum kimini de. Soy ortadan kalkmamış demek.” ("Sarıkum’a Giriş", Troya’da Ölüm Vardı

VRATSİS: “Ne söylediğini bilmiyor. Dişlerini kenetlemiş; titremesi belli olmasın diye. Aleko, yahut Aleksandros Vratsis, İsa’nın kanını çevreleyenlerin gölgesinde büyümüş bir çocuk, böyle söylüyor. Yalnızlıktan, teklikten korkmadan.” ("Oda Oda Dünya", Troya’da Ölüm Vardı

YOL: “Tozlu yol sıcak. Yürümüyor; bitmiyor. Duruyor yol, kalkıp inen tozun pişen uysallığı altında.
Yol uzundur. Yalaktan yalağa, yalaktan yalağa, yalaktan yalağa sular toplanıp toplanıp yeşil yosun yumağı yalaktan yalağa birikip akan sular süzülüyor, genişliyor, yıl kısalıyor, kısalmanın bolluğu ile gürleşmenin sevinci.
Taş serinliğinden birden yolun dibine, kavuruculuğun göbeğine düşüp çekilme.”
("Doğum", Troya’da Ölüm Vardı)

ZANZALAK AĞACI: “Ağaçlar nasıl ağırdır şimdi, karın altında. Zanzalak ağacını anlatmalı ona. Geniş, ağır, yüksekmiş. Yemişi güzelmiş, çok güzelmiş. Gölgesi genişmiş, koyu, derin, sıcak. Yatak iyice ısındı. Başımı, alnımı geriyor soğuk. Zanzalak ağacının gölgesi sıcak olmalı. Yemişlerini bildiğimce anlatmalıyım ona. Elini atarmış insan, bir ısırırmış.” ("Zanzalak Ağacı", Troya’da Ölüm Vardı)



Gustav Klimt


Love Detail 1895
 Schubert At The Piano


kaynak


Rauda Jamis Frida Kahlo


Hiç mecali yoktu. Kırkıyedinci yaş günü, tükenmekte olan yaşamında eksi­len bir günden başka hiçbir anlam taşımadı. Frida bunun bilincindeydi.

Hiç mecali yoktu. Hiç ama hiç mecali yoktu. "Akciğer ambolisi. " 13 Temmuz 1954'te sabaha karşı Fri­da'yı yatağında cansız bulan doktorların son teşhisleri buy­du. Son tablosu . . . İştah açıcı, kesilmiş, kırmızı karpuzlar: Ya­şasın Yaşam adında bir natürmort. Son sözleri, güncesine yazdığı şu cümleydi: "Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceği­ mi umarım."



Bir Kadının Otoportresi