AY: “Camını ay parlatıyordu. ‘Görsen odamı şu
anlarda, nasıl kocaman, nasıl küçücük görünür… Ay başucuna vurur
yatağın. Her şey büyür, irileşir, her şey uzaklara kaçar.’” ("Çatal",
Troya’da Ölüm Vardı)
BUDALA:
“bir gün, şey demişti, hatırlarım, kadınlar demişti, hayır hayır, siz
kadınlar demişti de alınmıştım, kızmıştım ona, sinirlenme demişti,
bağırmak istiyorsun gene besbelli, sus ama sus da dinle, bıktım usandım
bu çığırmandan demişti, susmayı o anda sanki neden kabul ettim
bilmiyorum, siz kadınlar derken susmayacaktım ya, budalalık ettim, bütün
ömrümce ettiğim gibi zaten, bu denli budala olmasaydım, ne babasına
varırdım, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın adamcağız, işte beni
bir o sevdi, ona da varmadım, varamadım, o hain kaza aldı onu elimden,
budala olmasaydım ne Reşit’e varırdım yani ne de,
(“Nereden De Andım Şimdi”,
Troya’da Ölüm Vardı)
CAM: “Camın ardından kedilere bakıyordum. Güneşin
içinde yüzüyorlardı yerde. Alaca, boylu boyunca uzanmıştı, karnı
tokmuşçasına, gözlerini kırpıştırıp duruyordu bana bakarken; ağzı
aralıktı, yaşlı dişlerinin uzamışlığından yorgun…”
("Anahtar",
Troya’da Ölüm Vardı)
ÇAYIR:
“Evin önünde uzanan çayırlık, balçık balçıktı. Ayaklarımız çamurdan
ağırlaşıp yürüyemez oluncaya kadar koşmaya çalıştık. Bizim gibi öteki
çocuklar da, epeydir unutulmuş bir kapalılığı anlatmak istiyordu.
Toplandığımız zaman, herkes, evini yeni görmüşçesine, bilmediğimiz
odaları anlatmağa çalıştı.
Durulur gibi olduk bir ara. Çayırın
başına gitti gözlerimiz. Gördüklerimiz, hepimizi şaşırttı. Birbirimize
nasıl şaşkın şaşkın baktığımızı hâlâ görür gibi oluyorum.” ("Şarkısız
Gecelerin İlki",
Troya’da Ölüm Vardı)
DOLMUŞ: “Çayın parasını verip çıktım. Dolmuşlara doğru yürüdüm. Burada duramazdım. Bağırasım geliyordu, kendimi güç alakoyuyordum.” (
Kılavuz)
EV:
“Yanan ev kendi evi kardeşçiğim. Gene de… Deli oluyordum hallerini
düşündükçe. Ah, bir yandan da Hüseyin’i görecektin ya…" ("Kavruk",
Troya’da Ölüm Vardı)
FİLM:
“Saçmalıyordum. Sürücünün filmini şıpınişi çevirmiştim ya, şimdi de
kaset üzerine sabukluyordum. Oysa o sabaha dek -haydi, düşleri
saymayalım - kendimi akıllı uslu bir adam bilmiştim.” (
Kılavuz)
GÖK: “Gök
kapkaraydı. Kan gibi kokuyordu hava. Gök bile kokuyordu. Nebile
bisikletten düştüğü gün de böyle bir koku vardı eczanede. Kara derisinin
üzerinde kan kapkara duruyordu, kokuyordu böyle. Bir et kokusu, kanlı,
yanık bir et kokusu. Gök kapkaraydı. Yağmur ne zaman yağdı, dedim.
‘Yangını söndürdüklerinde yağmaya başladı. Sahi sen uyanmadın mı hiç?’”
("Kavruk",
Troya’da Ölüm Vardı)
HOROZ: “Toprak
kararıyordu altımda. Otelcinin gözlerinin Suat’ın gözlerine ne denli
benzediğini birden anladım. Erdim. Bir horoz öttü… Benim de gözlerim
yeşil ama su yeşili değil, yaşlı, yanmış, denizin özlemini çeken bir
yeşil değil… Öteki horozlar da sıra ile ötmeye başladılar.” ("Çatal",
Troya’da Ölüm Vardı)
IŞIK: “Büyümenin
tarihi böyle böyle yazılır. Parmaklar, başkalarının parmakları,
kulağına, burnuna, gözlerine, dudaklarına, boğazına, bacaklarının
arasına istediğini yapar, her yerinde gezinir. Sonra gene yatağının
başına götürülür. Pencereden giren ışık gözlerini kamaştırır. Buna ışık
denmez oğlum, bu güneş, anladın mı bir tanem, gözlerini kırpıştırma
böyle, sonra durmadan, büyüyünce de durmadan kırpış…” (
Altı Ay Bir Güz)
İLAN: “Telefon
ikinci çalışta açıldı. ‘İlânınız… Ben, Bükönü’nde… Yirmiyedi yaşında…’
diyerek özet-tanıtımımı bitiremeden dingin, pes, genç bir ses,
‘Görüşelim,’ dedi, ‘saat ikiyi çeyrek geçe burada olabilir misiniz?’” (
Kılavuz)
JULIO: “Julio’nun yaptığı, çerçeveyi biraz genişletmekse, kendi düşündüğü biraz
daha genişletmek
olurdu. Oysa bir şeyi yazmak, bölümlerin sırası okurun istediği gibi
düzenleyebileceği biçime sokulsa, rastlantıya bırakılsa bile, bir
şeyleri belli bir düzende tutmak olur gene de.” (
Altı Ay Bir Güz)
KİLİSE:
“Taksim’de üç aydan beri oturduklarını biliyordum ama, mektup
yollamasaydı, bu gece, Taksim’deki kilisenin bahçesinde
buluşabileceğimiz, gelemezdi aklıma.
Geceyarısına on kala, bahçedeki tek elektrik fenerinin dibinde elini sıktım. Konuştu…
‘Boş yere kararlar verdik. Buluşacaktık nasıl olsa… Bundan sonra da…’
Sesini
rüzgâr titretiyor gibi… Babasını gömdükleri günün gecesi, odama
çıkmıştı. Pencerenin hemen dibindeymişçesine, yaz sesiyle akan karanlık
Boğaza bakarak, babamın tabutu kiliseden çıkarken, demişti, ben de
çıktım, bir daha girmemeğe karar vererek… Ama annesi, kendisini gece
âyinlerine götürmesini istiyordu. Evlerinden çıkmadan iki gün önce, Noel
gecesi, Yalıburnu’ndaki küçük kiliseye annesini birlikte götürmüş,
dışarıda beklemiştik onu.” ("Oda Oda Dünya",
Troya’da Ölüm Vardı)
LÂCİVERT: “Lâcivert
keten üstlü, lâstik tabanlı pabuçları yanımda durdu. Buruşuk keten
pantolonu, ince bacaklarının üzerinde, denizle çakılların önünde, bir
sallantı içinde…” ("Çatal",
Troya’da Ölüm Vardı)
MERDİVEN: “Merdivenin
en üst basamağında kavurtuyu da, yeşili de, loşluğu da unutmuştum.
Gevşedim. Önce ışıktan sonra da sessizlikten sıyrıldım. Suat’ın oda
kapısı aralıktı. Budalaca bir umutla yürüdüm. Çuhacı’ların bomboş evi
birden gürüldemeğe başladı. Kapıyı ağır ağır ittim.” ("Çatal",
Troya’da Ölüm Vardı)
NİNE: “Eve
girer ninesine seslenir ninesi o ufacık oğlunun kucağında trene
bindirilen trenden indirilen ninesi vücudunu yuvarlaya yuvarlaya
merdivenden aşağı inerken halası yetişir onu kucağına alır öper
sıkarmış.” ("Acı Kök Yağmurun Tadında",
Troya’da Ölüm Vardı)
ODA:
“Sarıkum’daydım gene. Yıllar öncesi gibi. Fakat başka bir odada. Bir
otel odası, yabancı, yeni bir oda. Odanın bu yeniliği, bu yabancılığıydı
zaten beni baştan çıkaran. Sarıkum’a yıllardır gelmek istediğim halde
burada kendime yepyeni bir oda bulamayacağım düşüncesi miydi gelişimi
geciktiren? Bu otel odası yeniydi ama üç – beş günlüğüne benim olacaktı;
beri yandan bu üç – beş gün içinde karşılaşacağım her dost, her ahbap
beni eski günlere, eski odalara çekip götürecekti.” ("Sarıkum’a Giriş",
Troya’da Ölüm Vardı)
ÖYKÜ:
“İstediğim, denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını;
ağaçların tarihsizliğini… Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını
ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin
öyküleri yoktur bir kara adamı için.” (
Altı Ay Bir Güz)
POSTANE:
“Postanede telefon ediyormuş, Norveçliler de Norveççe konuşan birini
bulunca, konuşması bitesiye beklemişler. Biraz gezip havadan sudan
konuşmuşlar sonra.” (
Kılavuz)
RIHTIM:
“Yokuşun dibine varmıştım. Karşıya geçtim. Rıhtım üzerinde gezinenler
vardı tek tük. Çoğu denizden dönmüş, dondurma yalayarak, simit geverek
oyalanıyordu.” (
Kılavuz)
SÜNNET: “Fikret
sünnet olalı bir hafta olmuştu ancak; gözümde birden büyümüştü ama bu
birkaç gün içinde; büyümüş, çok büyümüş, koskoca bir adam olmuş gibiydi.
Oysa bizi hiç düşündürmemişti aramızdaki yaş farkı; onunla konuşurken,
altı yılı hiç getirmemiştim aklıma, o güne kadar…” ("Şarkısız Gecelerin
İlki",
Troya’da Ölüm Vardı)
ŞAŞKINLIK:
“Ama anladıktan sonra da bildiği anasının yerinde yumuşak başlı, hatır
için, söyleneni yapmağa razı olan bir çocuk bulmuştu. Şaşkınlığı
anasının iyileşip eve dönmesine dek sürmüştü.” (
Altı Ay Bir Güz)
TREN:
“tren
bir yıkıntı gürültüsü içinde
tepemden geçmeye başladı
uzaktan gelişini duymadım
düdüğünü bile
şakaklarım atıyor tekerlerin altında
sustu sonra şakaklarım da
sustu” ("Beşinci Gün",
Troya’da Ölüm Vardı)
UZUN:
“Uzun, uzayıp giden bacaklarının arasından üç renk görüyordum ardında;
ayak bilekleriyle baldırları arasında bir yerlerde toprağın kırmızılığı
bitiyor, onun hemen üzerinde zeytinin tozlu yeşili duruyordu. Onun da
üstünde mavi bir gökyüzü üçgeni.” (
Altı Ay Bir Güz)
ÜZÜLMEK:
“Kediler geziniyordu yalnız. Ağır, düşünceli. İki üç tanesini çağıracak
oldum. En gözü pek olanı, çağırışımı tartar gibi ancak durdu, kaçtı
sonra. Ötekiler zaten çoktan kaçmıştı. Üzüldüm. Tanır gibi oldum kimini
de. Soy ortadan kalkmamış demek.” ("Sarıkum’a Giriş",
Troya’da Ölüm Vardı)
VRATSİS: “Ne
söylediğini bilmiyor. Dişlerini kenetlemiş; titremesi belli olmasın
diye. Aleko, yahut Aleksandros Vratsis, İsa’nın kanını çevreleyenlerin
gölgesinde büyümüş bir çocuk, böyle söylüyor. Yalnızlıktan, teklikten
korkmadan.” ("Oda Oda Dünya",
Troya’da Ölüm Vardı)
YOL: “Tozlu yol sıcak. Yürümüyor; bitmiyor. Duruyor yol, kalkıp inen tozun pişen uysallığı altında.
Yol
uzundur. Yalaktan yalağa, yalaktan yalağa, yalaktan yalağa sular
toplanıp toplanıp yeşil yosun yumağı yalaktan yalağa birikip akan sular
süzülüyor, genişliyor, yıl kısalıyor, kısalmanın bolluğu ile gürleşmenin
sevinci.
Taş serinliğinden birden yolun dibine, kavuruculuğun göbeğine düşüp çekilme.”
("Doğum",
Troya’da Ölüm Vardı)
ZANZALAK AĞACI:
“Ağaçlar nasıl ağırdır şimdi, karın altında. Zanzalak ağacını anlatmalı
ona. Geniş, ağır, yüksekmiş. Yemişi güzelmiş, çok güzelmiş. Gölgesi
genişmiş, koyu, derin, sıcak. Yatak iyice ısındı. Başımı, alnımı geriyor
soğuk. Zanzalak ağacının gölgesi sıcak olmalı. Yemişlerini bildiğimce
anlatmalıyım ona. Elini atarmış insan, bir ısırırmış.” ("Zanzalak
Ağacı",
Troya’da Ölüm Vardı)