22 Temmuz 2018

A’dan Z’ye Bilge Karasu

AY: “Camını ay parlatıyordu. ‘Görsen odamı şu anlarda, nasıl kocaman, nasıl küçücük görünür… Ay başucuna vurur yatağın. Her şey büyür, irileşir, her şey uzaklara kaçar.’” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

BUDALA: “bir gün, şey demişti, hatırlarım, kadınlar demişti, hayır hayır, siz kadınlar demişti de alınmıştım, kızmıştım ona, sinirlenme demişti, bağırmak istiyorsun gene besbelli, sus ama sus da dinle, bıktım usandım bu çığırmandan demişti, susmayı o anda sanki neden kabul ettim bilmiyorum, siz kadınlar derken susmayacaktım ya, budalalık ettim, bütün ömrümce ettiğim gibi zaten, bu denli budala olmasaydım, ne babasına varırdım, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın adamcağız, işte beni bir o sevdi, ona da varmadım, varamadım, o hain kaza aldı onu elimden, budala olmasaydım ne Reşit’e varırdım yani ne de,
(“Nereden De Andım Şimdi”, Troya’da Ölüm Vardı)

CAM: “Camın ardından kedilere bakıyordum. Güneşin içinde yüzüyorlardı yerde. Alaca, boylu boyunca uzanmıştı, karnı tokmuşçasına, gözlerini kırpıştırıp duruyordu bana bakarken; ağzı aralıktı, yaşlı dişlerinin uzamışlığından yorgun…”
("Anahtar", Troya’da Ölüm Vardı)

ÇAYIR: “Evin önünde uzanan çayırlık, balçık balçıktı. Ayaklarımız çamurdan ağırlaşıp yürüyemez oluncaya kadar koşmaya çalıştık. Bizim gibi öteki çocuklar da, epeydir unutulmuş bir kapalılığı anlatmak istiyordu. Toplandığımız zaman, herkes, evini yeni görmüşçesine, bilmediğimiz odaları anlatmağa çalıştı.
Durulur gibi olduk bir ara. Çayırın başına gitti gözlerimiz. Gördüklerimiz, hepimizi şaşırttı. Birbirimize nasıl şaşkın şaşkın baktığımızı hâlâ görür gibi oluyorum.” ("Şarkısız Gecelerin İlki", Troya’da Ölüm Vardı)

DOLMUŞ: “Çayın parasını verip çıktım. Dolmuşlara doğru yürüdüm. Burada duramazdım. Bağırasım geliyordu, kendimi güç alakoyuyordum.” (Kılavuz)

EV: “Yanan ev kendi evi kardeşçiğim. Gene de… Deli oluyordum hallerini düşündükçe. Ah, bir yandan da Hüseyin’i görecektin ya…" ("Kavruk", Troya’da Ölüm Vardı)

FİLM: “Saçmalıyordum. Sürücünün filmini şıpınişi çevirmiştim ya, şimdi de kaset üzerine sabukluyordum. Oysa o sabaha dek -haydi, düşleri saymayalım - kendimi akıllı uslu bir adam bilmiştim.” (Kılavuz)

GÖK: “Gök kapkaraydı. Kan gibi kokuyordu hava. Gök bile kokuyordu. Nebile bisikletten düştüğü gün de böyle bir koku vardı eczanede. Kara derisinin üzerinde kan kapkara duruyordu, kokuyordu böyle. Bir et kokusu, kanlı, yanık bir et kokusu. Gök kapkaraydı. Yağmur ne zaman yağdı, dedim. ‘Yangını söndürdüklerinde yağmaya başladı. Sahi sen uyanmadın mı hiç?’” ("Kavruk", Troya’da Ölüm Vardı)

HOROZ:
“Toprak kararıyordu altımda. Otelcinin gözlerinin Suat’ın gözlerine ne denli benzediğini birden anladım. Erdim. Bir horoz öttü… Benim de gözlerim yeşil ama su yeşili değil, yaşlı, yanmış, denizin özlemini çeken bir yeşil değil… Öteki horozlar da sıra ile ötmeye başladılar.” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

IŞIK: “Büyümenin tarihi böyle böyle yazılır. Parmaklar, başkalarının parmakları, kulağına, burnuna, gözlerine, dudaklarına, boğazına, bacaklarının arasına istediğini yapar, her yerinde gezinir. Sonra gene yatağının başına götürülür. Pencereden giren ışık gözlerini kamaştırır. Buna ışık denmez oğlum, bu güneş, anladın mı bir tanem, gözlerini kırpıştırma böyle, sonra durmadan, büyüyünce de durmadan kırpış…” (Altı Ay Bir Güz)

İLAN: “Telefon ikinci çalışta açıldı. ‘İlânınız… Ben, Bükönü’nde… Yirmiyedi yaşında…’ diyerek özet-tanıtımımı bitiremeden dingin, pes, genç bir ses, ‘Görüşelim,’ dedi, ‘saat ikiyi çeyrek geçe burada olabilir misiniz?’” (Kılavuz)

JULIO: “Julio’nun yaptığı, çerçeveyi biraz genişletmekse, kendi düşündüğü biraz daha genişletmek olurdu. Oysa bir şeyi yazmak, bölümlerin sırası okurun istediği gibi düzenleyebileceği biçime sokulsa, rastlantıya bırakılsa bile, bir şeyleri belli bir düzende tutmak olur gene de.” (Altı Ay Bir Güz)  

KİLİSE: “Taksim’de üç aydan beri oturduklarını biliyordum ama, mektup yollamasaydı, bu gece, Taksim’deki kilisenin bahçesinde buluşabileceğimiz, gelemezdi aklıma.
Geceyarısına on kala, bahçedeki tek elektrik fenerinin dibinde elini sıktım. Konuştu…
‘Boş yere kararlar verdik. Buluşacaktık nasıl olsa… Bundan sonra da…’
Sesini rüzgâr titretiyor gibi… Babasını gömdükleri günün gecesi, odama çıkmıştı. Pencerenin hemen dibindeymişçesine, yaz sesiyle akan karanlık Boğaza bakarak, babamın tabutu kiliseden çıkarken, demişti, ben de çıktım, bir daha girmemeğe karar vererek… Ama annesi, kendisini gece âyinlerine götürmesini istiyordu. Evlerinden çıkmadan iki gün önce, Noel gecesi, Yalıburnu’ndaki küçük kiliseye annesini birlikte götürmüş, dışarıda beklemiştik onu.” ("Oda Oda Dünya", Troya’da Ölüm Vardı)

LÂCİVERT: “Lâcivert keten üstlü, lâstik tabanlı pabuçları yanımda durdu. Buruşuk keten pantolonu, ince bacaklarının üzerinde, denizle çakılların önünde, bir sallantı içinde…”  ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

MERDİVEN: “Merdivenin en üst basamağında kavurtuyu da, yeşili de, loşluğu da unutmuştum. Gevşedim. Önce ışıktan sonra da sessizlikten sıyrıldım. Suat’ın oda kapısı aralıktı. Budalaca bir umutla yürüdüm. Çuhacı’ların bomboş evi birden gürüldemeğe başladı. Kapıyı ağır ağır ittim.” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

NİNE: “Eve girer ninesine seslenir ninesi o ufacık oğlunun kucağında trene bindirilen trenden indirilen ninesi vücudunu yuvarlaya yuvarlaya merdivenden aşağı inerken halası yetişir onu kucağına alır öper sıkarmış.” ("Acı Kök Yağmurun Tadında", Troya’da Ölüm Vardı)

ODA: “Sarıkum’daydım gene. Yıllar öncesi gibi. Fakat başka bir odada. Bir otel odası, yabancı, yeni bir oda. Odanın bu yeniliği, bu yabancılığıydı zaten beni baştan çıkaran. Sarıkum’a yıllardır gelmek istediğim halde burada kendime yepyeni bir oda bulamayacağım düşüncesi miydi gelişimi geciktiren? Bu otel odası yeniydi ama üç – beş günlüğüne benim olacaktı; beri yandan bu üç – beş gün içinde karşılaşacağım her dost, her ahbap beni eski günlere, eski odalara çekip götürecekti.” ("Sarıkum’a Giriş", Troya’da Ölüm Vardı)

ÖYKÜ: “İstediğim, denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini… Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için.” (Altı Ay Bir Güz)

POSTANE: “Postanede telefon ediyormuş, Norveçliler de Norveççe konuşan birini bulunca, konuşması bitesiye beklemişler. Biraz gezip havadan sudan konuşmuşlar sonra.” (Kılavuz)

RIHTIM: “Yokuşun dibine varmıştım. Karşıya geçtim. Rıhtım üzerinde gezinenler vardı tek tük. Çoğu denizden dönmüş, dondurma yalayarak, simit geverek oyalanıyordu.” (Kılavuz)

SÜNNET: “Fikret sünnet olalı bir hafta olmuştu ancak; gözümde birden büyümüştü ama bu birkaç gün içinde; büyümüş, çok büyümüş, koskoca bir adam olmuş gibiydi. Oysa bizi hiç düşündürmemişti aramızdaki yaş farkı; onunla konuşurken, altı yılı hiç getirmemiştim aklıma, o güne kadar…” ("Şarkısız Gecelerin İlki", Troya’da Ölüm Vardı

ŞAŞKINLIK: “Ama anladıktan sonra da bildiği anasının yerinde yumuşak başlı, hatır için, söyleneni yapmağa razı olan bir çocuk bulmuştu. Şaşkınlığı anasının iyileşip eve dönmesine dek sürmüştü.” (Altı Ay Bir Güz)

TREN:
“tren
bir yıkıntı gürültüsü içinde
tepemden geçmeye başladı
uzaktan gelişini duymadım
düdüğünü bile
şakaklarım atıyor tekerlerin altında
sustu sonra şakaklarım da
sustu” ("Beşinci Gün", Troya’da Ölüm Vardı)

UZUN: “Uzun, uzayıp giden bacaklarının arasından üç renk görüyordum ardında; ayak bilekleriyle baldırları arasında bir yerlerde toprağın kırmızılığı bitiyor, onun hemen üzerinde zeytinin tozlu yeşili duruyordu. Onun da üstünde mavi bir gökyüzü üçgeni.” (Altı Ay Bir Güz

ÜZÜLMEK: “Kediler geziniyordu yalnız. Ağır, düşünceli. İki üç tanesini çağıracak oldum. En gözü pek olanı, çağırışımı tartar gibi ancak durdu, kaçtı sonra. Ötekiler zaten çoktan kaçmıştı. Üzüldüm. Tanır gibi oldum kimini de. Soy ortadan kalkmamış demek.” ("Sarıkum’a Giriş", Troya’da Ölüm Vardı

VRATSİS: “Ne söylediğini bilmiyor. Dişlerini kenetlemiş; titremesi belli olmasın diye. Aleko, yahut Aleksandros Vratsis, İsa’nın kanını çevreleyenlerin gölgesinde büyümüş bir çocuk, böyle söylüyor. Yalnızlıktan, teklikten korkmadan.” ("Oda Oda Dünya", Troya’da Ölüm Vardı

YOL: “Tozlu yol sıcak. Yürümüyor; bitmiyor. Duruyor yol, kalkıp inen tozun pişen uysallığı altında.
Yol uzundur. Yalaktan yalağa, yalaktan yalağa, yalaktan yalağa sular toplanıp toplanıp yeşil yosun yumağı yalaktan yalağa birikip akan sular süzülüyor, genişliyor, yıl kısalıyor, kısalmanın bolluğu ile gürleşmenin sevinci.
Taş serinliğinden birden yolun dibine, kavuruculuğun göbeğine düşüp çekilme.”
("Doğum", Troya’da Ölüm Vardı)

ZANZALAK AĞACI: “Ağaçlar nasıl ağırdır şimdi, karın altında. Zanzalak ağacını anlatmalı ona. Geniş, ağır, yüksekmiş. Yemişi güzelmiş, çok güzelmiş. Gölgesi genişmiş, koyu, derin, sıcak. Yatak iyice ısındı. Başımı, alnımı geriyor soğuk. Zanzalak ağacının gölgesi sıcak olmalı. Yemişlerini bildiğimce anlatmalıyım ona. Elini atarmış insan, bir ısırırmış.” ("Zanzalak Ağacı", Troya’da Ölüm Vardı)