Sigara, yağlı yemekler, çaylar, kahveler gibi sözde zararlı değil, gerçekten zararlıdır insan sağlığına. İşin komik yanı, birçok başka zararlı şey gibi Amerika’dan gelen bu bitkinin on yedinci yüzyılda sağlığa yararlı sanılmasıdır.
Örneğin, ünlü oyun yazarı Ben’ Jonson, toprağın insanlara bağışladığı bitkiler arasında, en şifalısının tütün olduğunu ileri sürer. Aynı dönemin başka bir şairi “O medicinal Tobacco!” diye coşarak, yeni keşfedilmiş bir mucize ilaçmış gibi över bu zehirli otu. Gene aynı yüzyılda, İngiliz edebiyatının en ilginç ve en şaşırtıcı kitaplarından biri olan The Anatomy of Melancholy1nin yazarı Robert Burton, “divine” (tanrısal) deyimini kullanarak tütünü yüceltir; “a sovereign remedy to all diseases” (bütün hastalıklara mükemmel bir ilaç) sayar. Ama fazla içilirse, tütün tiryakiliğinin bir felâketle sonuçlanacağını da bilir: “Hellish, devilish and damned tobacco, the ruin and overdose of body and soul” (cehennemsi, şeytanımsı ve lânetli tütün, bedenin ve ruhun mahvolması ve yıkılması.)
Gençliğimde başlayan kronik bronşiti hâlâ çektiğim için, sigaranın ne denli zararlı olduğunu herkesten iyi ben bilirim. Yoğun bir anti-tütün propagandası yaparım her fırsatta. Bir polis kıza bile yaptım bu propagandayı: Yedi yıl önce uçakla Adana’ya gittim. Havaalanında polis kız üstümü aradı. Bu kontrol biter bitmez, bir sigara yaktım. Polis kız, ne zamandan beri sigara içtiğimi ve kaç yaşında olduğumu sordu. “On beş yaşında başladım. Şimdi yetmiş beş yaşındayım” deyince, o emniyet mensubu, üstüme atıldı, büyük bir şefkatle boynuma sarılıp beni öptü. Her şey aklıma gelirdi de bir polisin, kız ya da erkek, beni bağrına basıp öpeceği aklıma gelmezdi. Meğer yirmi beş yaşında olan bu kıza hekimler, sigaradan vazgeçmezse, yakında öleceğini söylemişler. Kız da beni o yaşta hâlâ dinç bir durumda gördüğü için, sigaraya devam edebileceğini düşünüp sevinmiş. Ama ben, ayaküstü küçük bir söylev vererek, sigara içmenin zararlarını gene de anlattım.
Kendim sigarayı bırakamam ama, bırakanlara büyük bir hayranlık duyarım; ikide birde kutlarım onları. Bırakmayı kaç kez denedim. Bir ay bıraktım, iki ay bıraktım, sonra gene başladım. Çünkü bırakınca, fena halde manyaklaşıyorum. Okuyamıyor, yazamıyor, beş karış surat asıyor, hayata küsüyor, sigaradan başka hiçbir şey düşünemez hale geliyorum: Sözün kısası sağlığım açısından sigaradan bin beter bir strese giriyorum. Sonunda, günde sadece on sigara içmemi sağlayan bir yöntem icat ettim: Gerçek tütün ihtiyacının ilk üç dört nefes olduğunu; ondan sonra insanın otomatik olarak sigarayı bitirdiğini anlamıştım. O ilk üç dört nefesi perişan ciğerlerime derin derin çektikten sonra, yanımda her zaman taşıdığım küçük makasla sigaranın kül olmuş ucunu kesiyorum. Bir süre sonra o kesik sigarayı yeniden yakıyorum. Daha şık bir davranış, üç dört fırt çekip, o sigarayı küllükte ezmek olur elbette. Ne var ki, yirmilik bir paketin nerdeyse iki yüz bin liraya çıktığı bir dönemde, benim gibi emekli maaşlarıyla geçinenlerin böyle şık davranışlarda bulunmalarının yolu yoktur. İcat ettiğim yöntemi birçok tiryakiye salık verdim, ama hiç kimse bu çok parlak buluşumu benimsemedi her nedense.
Yaşamım boyunca birçok yanılgıya düştüm. Bana çok acı çektiren yanlış işler yaptım. Hiçbirinden pişman değilim; çünkü yapılması gereken yanlışlardı bunlar. O yanlışları ancak yaptıktan sonra onlardan kurtulabilirdim. Ama sigaraya alışmama çok pişmanım. Çünkü sigara bir keyif değil, kötü bir alışkanlıktır sadece. Sigara, paket bile taşımadan, güzel bir manzara karşısında ya da iyi bir yemekten sonra kahvelerini içerken coşup “ver bana bir sigara” diyenler için bir keyiftir ancak. Tıpkı ara sıra akşamlan bir iki kadeh içen adama alkol bir keyif olduğu gibi. Ama, o adam sabahın köründe içki içmeye başlar ve bütün gün boyunca içerse, alkol bir keyif olmaktan çıkar, insanı mahveden bir bağımlılığa dönüşür.
Gelgelelim, tütünün zararını çok iyi bildiğim halde, sigara içme yasağının bir çeşit faşistçe zorbalığa dönüşmesini kabul etmiyorum. Bu zorbalığın ilk örneklerini beş altı yıl önce New York’da gördüm. Ariel Dorfman’m güzel oyunu Ölüm ve Genç Kız’a gitmiştim. Glen Close, Gene Hackman ve Richard Dreyfus oynuyorlardı. Oyunun metni de, oyuncular da olağanüstüydü. Kendimden geçmiş bir halde, on beş dakikalık arada dışarı çıkınca, fena halde bozuldum: O koskocaman tiyatro binasında, barlar vardı, kafeteryalar vardı, bir yığın salon vardı; ama sigara içenler için bir küçük oda yoktu. Tiryakiler binanın dışına çıkıyorlardı. Paltoları da vestiyerde kaldığı için, soğuk sokakta titreyerek, aynı suçu işlemiş zavallılar gibi birbirlerini gizlice dikizliyerek, avuçlarının içine sakladıkları sigaralarını içiyorlardı. Ne acıdır ki, aynı sigara faşizmi bizim tiyatrolarda da uygulamaya konuldu artık. İstanbul kadar havası kirli bir kentte bu sigara yasağının gülünç bir yanı da var. Sorarım size: Akşamları beşle sekiz arasında Rumeli Caddesi’nde egzost kokuları arasında yürümek mi daha zararlı insanın ciğerlerine, temiz havada bir iki sigara içmek mi? Sorarım size: Bir insanın, başkalarına zarar vermeden kendi bronşlarını ve kalp damarlarını harap etmeye ya da kansere çağrılar yapmaya hakkı yok mu? Bunu engellemek İnsan Hakları Beyannamesinin bir ihlâli değil mi? Ne var ki, dramatik bir tonla sorduğum bu retorik sorular (retorik soru, söylemi salt süslemek uğruna yapılan ve yanıt beklenmeyen sorulardır) kendimi aldatmaktan başka bir şey değildir elbette. Çünkü sigara içmek, kirli havada da zararlıdır, temiz havada da.
Bunu çok iyi bildiğim halde, kendimi aldatmaya devam ediyorum. Örneğin, kışın Bodrum’dayken (zaten yaz ayları ayak basmam oraya) gece yarısı bir uyandım ki, nefes alamıyorum. “Tamam! Kalp krizi!” dedim kendi kendime. Evde yalnızdım. Fazla telâşlanmadan, bir battaniyeye sarılıp, avluya çıktım. Komşularımın cesedi çabuk bulabilmeleri için, avlu kapısını ardına kadar açtım. Bir bahçe koltuğuna oturdum. Böyle kolay can vereceğime biraz da sevinerek, ölümümü beklemeye başladım. Ama kalp krizi değil, bronşitin neden olduğu bir astım kriziymiş meğer. Bir hafta hiç sigara içemedim. Sigarayı yakıyordum, ama içemiyordum. Ciğerlerim reddediyordu. Arkadaşlarım, “şu cenabeti bırakmak için tam bir fırsat” dediler. Ama ben, çok parlak bir süper-mantık yürüttüm: “Sigara içebilmek sağlığımın bir göstergesidir” dedim. “Ancak yeniden sigara içebilirsem bu solunum hastalığımın üstesinden geldiğimi, sağlığıma kavuştuğumu kanıtlayabilirim kendi kendime. Sigarayı bırakırsam, kendimi hep hasta hissedeceğim.”
Bu zararlı alışkanlığımdan bir türlü kurtulamamamın nedeni, Şahap Dayımın bana çok eskiden anlattığı bir öyküdür belki de. Şahap Dayımın ne içki alışkanlığı vardı ne de sigara tiryakiliği. Onun alışkanlığı bunlardan beterdi. İflah olmaz bir kumarbazdı. Bu çok sevimli ve çok dürüst adam, babasından kalan serveti Avrupa’nın çeşitli kumarhanelerinde bitirip meteliksiz kalınca, kırkma yakın Tekel’de küçük bir memur oldu. Kırkaltı yaşında kanserden ölünceye kadar orada çalıştı. Tekel’de yaşlı bir müdürü varmış dayımın. Adamcağız otuz yıl önce sigarayı bırakmış. Ama bir paket sigarayla bir kutu kibrit hep varmış masasının üstünde. Onlara sevgiyle hep bakar dururmuş. Dayım günün birinde, “Hüseyin Bey, ne iyi yaptınız da şu pis sigarayı otuz yıl önce bıraktınız” deyince, gözlerini sigara paketine diken Hüseyin Bey, başını kaldırmış, acı dolu bir sesle “sen ne diyorsun, oğlum Şahap Bey” demiş, “daha dün bırakmış gibiyim.” İşte bu lâf beni mahvetti. “Tiryakiler otuz yıl sonra bile sigarayı özlüyorlarsa, ben nasıl bırakabilirim” diye düşündüm. Arkadaşım Nail Çakırhan’ın da sigarayı bıraktıktan neredeyse yirmi yıl sonra düşlerinde hâlâ sigara içmesi, “ne güzel! Sigara içiyorum! Aman kimse görmesin!” diyerek uykudan uyanması da beni bir hayli sarstı. Sigarayı şu kadar yıl önce bıraktıklarını ve hiç özlemediklerini söyleyenlere inanmaz oldum.
Sigarayı bir türlü bırakamamamın bana verdiği aşağılık duygusundan ancak yaşlanınca kurtuldum. Çünkü Profesör Dr. Süleyman Velioğlu bana dedi ki: “Mîna hanım, daha genç olsaydınız, sigarayı bırakmanız için size korkunç baskı yapardım. Ama artık yaşlanmaya başladınız. Ve bir insan, alışkanlıklarıyla birlikte yaşlanmalı.” Ayağa kalktım, Süleyman Beyi bağrıma bastım, öptüm. O ne doğru lâf! Ruh doktoru dediğin böyle konuşmalı işte!
İnsanlar gerçekten de alışkanlıklarıyla birlikte yaşlanmalı. Zaten bu alışkanlıklar, bir çeşit “rituel” yani kutsal bir tören gibi bir şey olur ihtiyarların gözünde: Sabahları pencereye bitişik salıncaklı koltuğunuza oturacaksınız. Denize bakarken, mutlaka, ama mutlaka cam bir bardakta (porselen fincan kesinlikle olmaz) şekersiz çayınızı içerken, sallana sallana ilk sigaranızı yakacaksınız. (Nâzım Hikmet, “sabah sabah aç karnına içilen sigaraların acı tadından” söz eder. Bu tad, Nâzım’a ölümü çağrıştırır. Çünkü bu dizenin hemen arkasından “ölüm yanıma kendinden önce yalnızlığını yolladı” diye ekler.
Bir Dinozorun Anıları