29 Eylül 2018

Tufan Türenç 'İhanet hep vardı'

GIRTLAĞINI sıkarak Sevr’i Osmanlı’ya imzalatan işgalci devletler, Kemalciler’in başkaldırısı nedeniyle bu anlaşmanın yürümeyeceğini anladılar.

Bunun üzerine 1920 yılında Londra’da alelacele topladıkları konferansa Ankara hükümetinin temsilcilerini de çağırdılar.

Konferansa, Dışişleri Bakanı Bekir Sami Kunduk’un başkanlığında bir kurul gönderildi.

Bekir Sami görüşmeler sırasında İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla kurul üyelerinden habersiz, kabul edilemeyecek koşullar içeren anlaşmalar imzaladı.

Olay Ankara’da büyük bir infialle karşılandı. Meclis ayaktaydı.

Bekir Sami Ankara’ya döner dönmez Mustafa Kemal tarafından çağrıldı.

Dışişleri Bakanı, Mustafa Kemal’in istasyondaki lojmanına gitti ve kendisine anlaşmalarla ilgili geniş bilgi verdikten sonra şunları söyledi:

‘...Paşa hazretleri, bu savaşı sürdürürsek, bir gün mutlaka felakete uğrayacağız. Çok feci durumlara düşeceğiz. Esir ve zelil olacağız. Bunun için bir an önce barış yapmalıyız. Bu anlaşmalarla barış yolunu açtığımı sanıyorum. Eğer reddedilirse, hepimiz, tarih ve millet önünde sorumlu oluruz.’

* * *

Bekir Sami’yi hiç müdahale etmeden dinleyen Mustafa Kemal ‘Bitti mi?’ diye sordu, sonra sigarasını bastıra bastıra söndürdü:

‘...Bin zorlukla topladığımız Meclis uygar dünyadan çok basit bir şey istedi: Hür ve bağımsız yaşamak. Doğru mu?’

‘Doğru.’

‘Ben askerim.
Savaşın ne olduğunu hepinizden daha iyi bilirim. Zorunlu değilse savaş cinayettir. Ben de elbette barıştan yanayım. Çünkü yüzlerce yıllık yaralarımızı ancak barışta sarabiliriz. Ama galip devletler, hür ve bağımsız yaşama hakkımızı kabul etmiyorlar.’

Ayağa kalktı ‘Geliniz’ dedi, pencereye yürüdü ve perdeyi yırtar gibi açtı.

‘Lütfen bakınız! Bu tren az önce Eskişehir’den geldi. Vatanına kan borcunu ödeyen gazileri getirdi. Biraz sonra da şimdi yaralı arkadaşlarını taşıyan şu gencecik askerleri alıp cepheye götürecek. Bu insafsız ve vahşi savaşı, kendi vatanında garip dolaşan bu mazlum millet mi başlattı beyefendi?’

‘Hayır efendim.’

‘... Üzerine kinle, entrikayla, ateşle gelen dış düşmanlara ve içerdeki hainlere ve gafillere karşı namusunu ve vatanını savunmaktan başka ne yapıyor?
Biz bu zavallı milletin maddi ve manevi haklarını, sırf lütuflarını kazanmak için yabancılara nasıl bağışlayabiliriz? Asıl o zaman tarih ve millet önünde sorumlu olmaz mıyız? Kendimizi kurtarmak için geleceklerini satarsak bu insanlar ilerde hepimizi lanetle anmazlar mı?’

* * *

O sırada bir asker, kucağında küçük bir çocukla vagondan aşağı atladı. Bekir Sami çocuk sandığı bu insanın iki bacağı kökünden kesilmiş genç bir subay olduğunu fark etti. Gözlerinin dolmasına engel olamadı.

Mustafa Kemal son sözlerini üstüne basa basa söyledi:

‘... İmzaladığınız anlaşmaları, Misak-ı Milli’ye aykırı oldukları için reddetmesi tavsiyesiyle hükümete götüreceğim. Kişisel dostluğumuz elbette sürecektir. Ama hükümette arkadaşlık etmemize artık imkán kalmadığını sizin de teslim edeceğinizi sanıyorum.’

Bekir Sami, Mustafa Kemal
Paşa’nın bu kesin tepkisi karşısında çıplak kalmış gibi titredi ve bitmiş, tükenmiş bir halde odayı terk etti.

Yukardaki çarpıcı olayı Turgut Özakman’ın Bilgi Yayınevi’nden çıkan ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabından aktardım.

Kurtuluş Savaşı’nın elinizden bırakamayacak kadar çarpıcı öyküsünü okuyacağınız bu kitabı özellikle gençlere öneriyorum.

Turgut Özakman’ın büyük emekler vererek hazırladığı bu kitap günümüzdeki ihanetleri de tabak gibi açığa çıkaran güçlü bir projektör gibi.
 
Tufan Türenç


Yaşamak ve öğrenmek güzel şeylerdir...Miguel de Cervantes


 



Yunus Emre

Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti, 
Nice han nice sultan, tahtı bıraktı geçti, 
Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti



Hayyam




Celladına aşık olmuşsa bir millet, 
İster ezan ister çan dinlet. 
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet, 
Müstehaktır ona her türlü zillet.





Emile Zola - Germinal

Germinal , Emile Zola - Fiyatı & Satın Al | idefix

1860’larda Fransa’nın kuzeyinde maden işçileri, çetin koşullar altında yaşam mücadelesi vermektedir. Çalıştıkları ocaklarda her an iç içe oldukları göçük ya da grizu patlaması tehlikesinin yanı sıra, açlık ve sefaletle boğuşup dururlar. Son çare olarak gördükleri grev onlar için kaçınılmazdır artık. Her şeyi göze almaya hazırdırlar, içlerinde filizlenen umut en büyük destekçileridir. Ne yazık ki direnişleri acımasızca bastırılır. Şimdi geride sadece ölüm, kan, gözyaşı ve yok olan hayaller kalmıştır. Germinal dünya edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden biri. İnsanların çektiği büyük acıyı son derece gerçekçi ve evrensel olduğu kadar etkileyici bir dille de kaleme alan Zola, bu romanıyla adeta bir destan yaratmış. Her satırında okuru duygudan duyguya sürükleyen, kâh yüreğini burkan, kâh öfkelendiren, kâh umutlandıran, soluk soluğa okunacak bir eser.

 

Yıldızsız gecenin zifirî karanlığına gömülmüş dümdüz ovada bir adam, pancar tarlalarının arasından geçerek dosdoğru Marchiennes’den Montsou’ya uzanan onkilometrelik anayolda tek başına kanattığı, soğuktan uyuşmuş ellerinin ikisini birden ceplerine sokabilmek için, çıkını kâh sağ kolunun, kâh sol kolunun altına alıyordu. İşsizve yersiz yurtsuz olan bu emekçinin bomboş zihnindeki tek düşünce, güneşin doğuşuyla birlikte ayazın kırılması umuduydu. Bir saattir bu şekilde taban tepiyordu ki, solda, Montsou’ya iki kilometre kala, kızıl ateşler gördü; açık havada, sanki boşluğa asılıymış gibiduran üç mangal. Önce kaygıyla duraksadı;sonra, sızılar içindeki ellerini biraz olsun ısıtma ihtiyacına karşı koyamadı.Yol giderek çukurlaşıyordu. 

Her şey gözden kayboldu. Adamın sağında, demiryolunu gizleyen bir kazık duvarı, kaba saba bir tahtaperde vardı; solunda ise otlarla kaplı bir bayır yükseliyor, bayırın üzerinde belli belirsiz beşik çatılar, bir örnek ve basık damlı evleriyle birköy seçiliyordu. Adam iki yüz adım kadar ilerledi. Yolun bir dönemecine geldiğinde,ateşler yanı başında tekrar beliriverdi; adam, bumangalların bu ölgün gökyüzünde, hem de bukadar yüksekte, nasıl olup da tüten aylar gibi yanabildiğini hâlâ anlamış değildi. Ama yol üzerindeki başka bir manzara bir süreliğine durmasına neden oldu. Bu, arasından bir fabrika bacası karaltısının yükseldiği hantal bir kütle, bir basık binalar yığınıydı; kirli pencerelerden tek tük ölgün ışıklar sızmaktaydı, dışarıda, tahtaları kararmış devasa çatmalara, iç karartıcı bir ışık veren beş altı fener asılmıştı. 

Karanlığa ve dumana boğulmuş bu düşsel görüntünün içinden tek bir ses, gözle görülmeyen bir buhar bacasının uzun ve kuvvetli soluğu yükseliyordu.Adam o zaman, burasının bir maden ocağı olduğunu anladı. Tekrar utanca kapıldı: Madenocağı olsa ne olurdu? Nasıl olsa iş bulamayacaktı. Nihayet, binalara yönelmek yerine, işçileri aydınlatmak ve ısıtmak için üzerinde dökme kazanlarda üç kömür ateşinin yakıldığı moloz tepeciğine tırmanmaya kararverdi. Tesviyecilerin işi geç saatlere kadar sürmüş olmalıydı, hâlâ toprak döküntüsü çıkarmakla uğraşıyorlardı. 

Şimdi adam,işçilerin kızaklar üzerinde vagonları ittiklerini duyuyor, her ateşin yanında vagonları boşaltan hareketli gölgeleri seçebiliyordu.“Merhaba,” dedi kazanlardan birine yaklaşarak. Sırtını ateşe dönmüş olan yaşlı arabacı öylece ayakta dikiliyordu; üzerinde mor bir yün kazak, başında tavşan derisinden bir kasket vardı; iriyarı sarı beygiri ise, çektiği altı vagonun boşaltılmasını taş gibi kımıldamadan bekliyordu. Vagonları boşaltmakla görevli kızıl saçlı, sıska delikanlı hiç acele etmiyor, devirme koluna uyuşukça abanıyordu. Ve yukarıda,dondurucu bir rüzgâr şiddetini gittikçe artırıyor, düzenli ve güçlü soluğuyla ortalığı kasıp kavuruyordu.“Merhaba,” diye karşılık verdi ihtiyar.Bir an sessizlik oldu. Kendisine kuşkulu gözlerle bakıldığını fark eden yabancı hemen ismini söyledi.“Adım Étienne Lantier, makinistim, burada bana göre iş var mı?”Alevlerin ışığı yüzüne vuruyordu; yirmi bir yaşında olmalıydı, karayağız ve yakışıklı bir delikanlıydı, incecik kol ve bacaklarına rağmen güçlü görünüyordu.İçi rahatlayan arabacı başını salladı.“Hayır hayır, bir makiniste göre iş yok...Daha dün iki makinist iş bulamadan geridöndüler.”Sert bir rüzgâr konuşmalarını yarıda kesti. Étienne moloz tepeciğinin dibindeki kasvetli yapıları göstererek sordu:“Burası bir maden ocağı, öyle değil mi?”İhtiyar bu kez cevap veremedi. Şiddetli bir öksürük nöbetiyle soluğu kesilmişti. Sonunda tükürdü, tükürüğü kızıl renkli toprağın üzerinde siyah bir leke bıraktı.“Evet, Voreux maden ocağı... Bakın! Madenci mahallesi de hemen şurada.”Bu kez de yaşlı adam kolunu uzatmış, genç adamın çatılarını şöyle böyle seçmiş olduğu karanlık köyü gösteriyordu. Ama altı vagon boşalmıştı; yaşlı adam kamçısını şaklatmadan,romatizma yüzünden kaskatı kesilmiş bacaklarıyla arabaların peşine takıldı; iri yarı sarı beygir ise almış başını gidiyor, tüylerini diken diken eden şiddetli rüzgâr altında,arabaları raylarda ağır ağır çekiyordu.Voreux artık, düşler âleminden sıyrılmaktaydı. Perişan haldeki kanayan ellerini ocağın önünde ısıtırken dalıp giden Étienne,katranlanmış ayıklama hangarını, kuyunun üzerindeki kuleyi, kömür çıkarma makinesinin yer aldığı geniş bölmeyi, tahliye pompasının kare şeklindeki küçük kulesini, kısacası madenin her köşesini gözden geçiriyordu. Bir çukurun içine gömülmüş olan bu maden ocağı,tuğladan alçak yapıları ve ürkütücü bir boynuz şeklinde yükselen bacasıyla, dünyayı yalayıp yutmak üzere oraya çöreklenmiş, doymak bilmez bir canavarı andırıyordu. 

Çevresini incelerken, bir yandan da kendisini, sekiz gündür iş aramakla geçen başıboş yaşantısını düşünüyor; çalıştığı demiryolu atölyesi,ustasını tokatlayışı, Lille’den, her yerden kovuluşu yeniden gözünün önüne geliyordu.Cumartesi günü, demir fabrikasında işçiye ihtiyaç olduğu söylenen Marchiennes’egelmişti, ama ne demir fabrikasında ne de Sonneville’de iş bulabilmişti. Pazar gününü biraraba imalathanesinde keresteler arasında geçirmiş, gecenin ikisinde bekçi gelip onuoradan kovmuştu. Ne cebinde tek bir kuruş, nede çıkınında bir dilim kuru ekmek vardı. Sert rüzgârdan korunmak için sığınabileceği bir yerive bir hedefi olmadan bu yollarda ne yapacaktı? Evet, burası bir maden ocağıydı,sağda solda birkaç fener kömürlerin yığıldığı alanı aydınlatıyordu, aniden açılan bir kapıdan,parlak bir ışıkla aydınlanan jeneratör bölmesiniaz çok görebilmişti. 

Canavarın boğuk soluğunu andıran bu dur durak bilmeyen, uzun ve derin uğultuya, tahliye pompasından çıkan bu sese varıncaya kadar her şeyi ayırt edebiliyordu.Sırtını kamburlaştırarak vagonları boşaltan işçi Étienne’e bakmamıştı bile, Étienne yere düşürdüğü çıkınını almak üzereyken, bir öksürük nöbeti arabacının geri döndüğünü haber verdi. İhtiyarın karanlığın içinden ağır ağır çıktığı görüldü; sarı beygiri, yeniden yüklenmiş altı arabayı çekerek peşi sırageliyordu. “Montsou’da fabrika var mı?” diye sordu genç adam.Siyah bir balgam tüküren ihtiyar, rüzgâra karışan bir sesle yanıt verdi:“Ah! İstemediğiniz kadar! Orayı, üç dört yılönce görmeliydiniz! Her yana fabrikaların uğultusu yayılıyordu, işçi bulmak zordu, ozamanki kadar hiç kazanamadık... Ve şimdiyeniden kemerleri sıkmak gerekiyor. 

Ülke acınacak halde, herkesi işten çıkarıyorlar,fabrikalar peş peşe kapanıyor... Bu belki de imparatorun suçu değil; ama insanlar yetmezmiş gibi hayvanlar bile koleradan ölürken neden Amerika’yla savaşa tutuşur ki?Bunun üzerine, solukları kesilerek, kısa cümlelerle yakınmaya devam ettiler. Étienne,bir haftadır iş bulmak için nasıl boşuna koşturup durduğunu anlatıyordu; açlıktan ölmesi mi gerekiyordu? Yakında yollar dilenciden geçilmeyecekti. Evet, diye karşılık veriyordu ihtiyar, bu işin sonu kötüye varacaktı, çünkü Tanrı onca Hıristiyan’ın sokaklara düşmesini reva görmezdi. 

“Artık kimse et yiyemiyor.”

“Ekmek varsa şükretsinler!”

“Doğru, insanlar kuru ekmeğe bile razı!”Sesleri dağılıp gidiyor, fırtına, sözcüklerini kasvetli bir uğultuyla kapıp götürüyordu.“Bakın!” diye devam etti güneye doğru dönen arabacı avaz avaz bağırarak, “Montsou şurada...”Ve yeniden uzattığı eliyle karanlıkta seçilemeyen bazı noktaları işaret edip,isimlerini sıralıyordu. Orada, Motsou’da Fauvelle şeker fabrikası hâlâ faaliyetteydi, ama Hoton şeker fabrikası işçi sayısını azaltmıştı,yalnızca Dutilleul un fabrikasıyla, maden ocakları için halat imal eden Bleuze fabrikası ayakta kalmayı başarmıştı. Sonra kuzeye doğru eliyle geniş bir yay çizerek, o yöndeki ufkun yarısını işaret etti: Sonneville’deki inşaat atölyeleri her zamanki siparişlerinin üçte ikisini bile alamamışlardı; Marchiennes’deki demir fabrikasının üç fırınından yalnızca ikisi yanıyordu; nihayet Gagebois cam fabrikasında her an greve gidilebilirdi, çünkü ücretlerin duruyordu.Her şey gece karanlığının bilinemezliğinde silinip giderken, o ta uzakta yalnızca yüksek fırınları ve kok fırınlarını seçebiliyordu. Bu fırınların eğik duran yüzlerce bacasından sırasıra kızıl alevler yükseliyor; daha soldaki iki kuleden ise, devasa meşaleler misali, masmavi alevler uzanıyordu gökyüzüne. Hüzün verici bir yangın görüntüsüydü bu; tehditkâr ufukta,taşkömürü ve demir diyarlarına özgü bu gece ateşleri dışında parlayan tek bir yıldız bile yoktu.“Sanırım Belçikalısınız?” diye sordu geridönen arabacı Étienne’in arkasından.Bu kez yalnızca üç vagon getirmişti. Onları boşaltmak için yeterince zaman vardı: Asansör arızalanmış, bir cıvata kırılmıştı; bu yüzdenişler on beş dakika kadar aksayacaktı. Moloz tepeciğinin dibinde bir sessizlik oluşmuştu,kömür vagonları uzayıp giden takırtılarlar ayları sarsmıyordu artık. Maden ocağından yalnızca, sacı döven bir çekicin uzaktan yankılanan sesi geliyordu. “Hayır, güneyliyim,” diye karşılık verdi genç adam.Arıza haberine sevinen işçi, vagonları boşalttıktan sonra yere oturdu. Hâlâ o sessiz yabaniliğini koruyordu. Bunca laf kalabalığından sıkılmış gibi iri ve donuk gözlerle arabacıya bakıyordu. Aslında arabacının da fazla konuşmak gibi bir âdetiyoktu. Yabancıyı cana yakın bulmuş ve yaşlıları bazen kendi kendilerine yüksek sesle konuşmaya zorlayan bir içini dökme ihtiyacı duymuş olmalıydı.“Ben,” dedi, “Montsouluyum, güleceksiniz ama adım Bonnemort.”1“Bu bir lakap mı?” diye sordu şaşıran Étienne.Bıyık altından gülen ihtiyar, Voreux’yügösterdi:“Evet evet... Beni oradan üç kere paramparça bir halde çıkardılar, bir keresinde saçım başım tutuşmuş cascavlak kalmıştım, bir diğerinde kursağıma kadar toprakla dolmuş vaziyetteydim, üçüncüsünde ise karnım kurbağa gibi suyla şişmişti... Böylece ölmeye niyetim olmadığını anladıklarında, takılmak için bana Bonnemort ismini uygun buldular.İyice neşelendi, doğru dürüst yağlanmamış bir makaranın gıcırtısını andıran kahkahaları korkunç bir öksürük krizine dönüştü. Şimdi,ateş kazanının ışıltısı koca kafasını, seyrelmiş beyaz saçlarını, mavim tırak lekelerle kaplı solgun ve ablak yüzünü aydınlatıyordu. Ensesikalın, kısa boylu bir adamdı, baldırları ve topukları fırlaktı, uzun kollarının ucundaki kütelleri dizlerine kadar uzanıyordu. Tıpkı esen rüzgâra aldırmadan ayaklarının üzerinde kıpırtısızca dikilen beygiri gibi taştan oyulmuşa benziyordu. Ne soğuğun ne de kulaklarının dibinde ıslık çalan sert rüzgârın farkındaymış gibiydi. Öksürüp, boğazından sertçe söktüğü balgamı ateş kazanının dibine tükürdüğünde toprakta kara bir leke oluştu. Étienne ihtiyara ve balgamıyla lekelenen toprağa bakıyordu.“Madende uzun süreden beri miçalışıyorsunuz?” diye sordu.Bonnemort kollarını alabildiğine iki yana açtı.“Uzun süre mi, ah! evet!.. bakın, Voreuxmadenine indiğimde sekiz yaşında biledeğildim, şimdiyse elli sekizindeyim.Hesaplayın işte... Orada her işe koşturdum,önceleri çömezdim, kollarım güçlendiğinde vagonları ittim, sonra on sekiz yıl boyunca kazma salladım. Ardından, bu lanet bacaklarım yüzünden, tesviye, toprak yığma ve tamirat işlerinde çalıştırdılar, ta ki doktor burada ölüp gideceğimi söylediği için beni madenden yukarı çıkarmak zorunda kalacakları zamana kadar.İşte, beş yıldan beri de arabacılık yapıyorum...Kırk beşi yeraltında olmak üzere elli yılını madende geçirmek dile kolay, öyle değil mi?”O konuşurken ateş kazanından düşen tutuşmuş kömür parçacıkları solgun yüzünü kızıl bir ışıltıya boğuyordu.“Artık işi gücü bırakıp emekli olmam gerektiğini söylüyorlar,” diye devam etti. “Amaben kabul etmiyorum, beni ahmak sanıyorlar!Altmış yaşıma kadar, iki yıl daha çalışırsamyüz seksen frank emekli maaşı alacağım. Bugün ayrılacak olsam bana hemen yüz elli frank maaş bağlayacaklar. Ne hinoğluhindir bunlar!..Zaten bacaklarım dışında turp gibiyim.Anlayacağınız, ocaktaki su iliklerime kadar işledi. Bazı günler bacağımı oynatırken bas basbağırıyorum.”Ve bir öksürük nöbetiyle sözü yine yarıdakaldı.“Bu koşullar sizi öksürtüyor da sanırım?”dedi Étienne.İhtiyar, hayır anlamında başını sertçesalladı. Sonra konuşacak gücü bulduğunda:“Hayır hayır, geçen ay nezle oldum,” dedi.“Daha önce hiç öksürmezdim, ama şimdi yakamı bırakmıyor. İşin garip yanı sürekli balgam çıkarıyorum...”Gırtlağını temizledikten sonra simsiyah tükürdü.“Bu kan mı?” diye nihayet sormaya cesaretetti Étienne.Bonnemort ağzını elinin tersiyle yavaşça sildi.“Kömür... İçimde beni ömrümün sonuna kadar ısıtacak kömür var. Üstelik beş yıldır aşağı inmiyorum. Sanırım farkında olmadankömürü içimde depolamışım. Olsun! Vücudukoruyor!”Bir an sessizlik oldu. Uzaktan, madende düzenli aralıklarla inip kalkan çekicin sesi geliyor, rüzgâr gecenin derinliklerinden kopan bir açlık ve bezginlik çığlığı gibi inim inim inleyerek esiyordu. İhtiyar telaşla oynaşan alevlerin karşısında alçak sesle anılarını anlatmaya devam ediyordu. Ah! Elbette ki o veailesi madende kazma sallamaya dün başlamamışlardı! Aile, Montsou Kömür İşletmesi kurulduğundan beri yani yüz altıyıldır burada çalışıyordu. Dedesi Guillaume Maheu daha on beş yaşında bir yumurcakken Réquillart’da ana damarlardan birini bulmuştu,burası işletmenin ilk maden ocağıydı, Fauvelleşeker fabrikasının yanında bulunan bu eski ocak bugün terk edilmiş durumdaydı. Maden damarı, dedesinin ismine atfen Guillaumedamarı olarak anıldığı için tüm yöre halkı bu keşiften haberdardı. İhtiyar, söylendiğine göre iri kıyım, çok güçlü bir adam olan ve altmışında eceliyle ölen dedesini tanımamıştı. Sonra, Kızıllakaplı babası Nicolas Maheu, daha kırk yaşında var yokken, o sırada hâlâ kazılmakta olan Voreux madeninde meydana gelen bir göçüğün altında kalmıştı: Bedeni yamyassı olmuş, kayalar kanını içip kemiklerini un ufaketmişti. İki amcası ve üç kardeşi de aynı madende can vermişlerdi. Kendisi, Vincent Maheu, yalnızca bacaklarındaki rahatsızlıkla madenden tek parça halinde çıktığı için işini bilen bir adam olarak kabul ediliyordu. Zaten başka ne yapabilirlerdi ki? Çalışmak gerekiyordu. Bu iş diğer zanaatlarda olduğu gibi babadan oğula geçiyordu. Şimdi de karşıdaki madenci mahallesinde yaşayan oğluToussaint Maheu, torunları ve tüm akrabaları madende kazma sallayarak ömür tüketiyorlardı. Yüz altı yıl boyunca dededen toruna hep aynı patron için,çalışmak ha?Burjuvaların birçoğu tarihlerini bu kadar iyi bilemezdi!“Neyse ki yiyecek bir şey buluyorsunuz!”diye mırıldandı Étienne yeniden.“Söylemek istediğim de bu, yiyecek ekmek oldukça insan yaşayabiliyor.”Gözlerini ışıkların birer birer yandığı madenci mahallesine çeviren Bonnemort sustu.Montsou çan kulesinin çanı saat dördü vurduğunda hava giderek sertleşmeye başlamıştı.“Şu sizin işletme mali olarak güçlü mü?”diye sordu Étienne.İhtiyar önce silktiği omuzlarını, altın yağmuru altında kalmışçasına aşağı saldı.“Oho! Öyle tabii... Komşusu Anzin İşletmesi kadar zengin olmasa da milyonlarla oynuyor. Saymakla bitmez.... Voreux,Victoire, Crèvecoeur, Mirou, Saint-Thomas,Madeleine, Feutry-Cantel gibi kömür çıkarılanon üç ocağın yanı sıra Réquillart gibi tahliye ve havalandırma için kullandıkları altı ocak daha var. Toplam on dokuz tane!.. On bin işçi,altmış yedi bucağa yayılan işletme alanı, günde beş bin tonluk üretim, tüm maden ocaklarını birbirine bağlayan bir demiryolu, atölyeler, fabrikalar!.. Para basıyorlar anlayacağınız.”Vagonların rayların üzerinde çıkardığı takırtı üzerine, koca sarı beygir kulakları dikti.Aşağıda, asansör tamir edilmiş olmalıydı,çalışanlar işlerinin başına döndüler. Arabacı,beygirini tekrar aşağı indireceği vagonlara koşarken, hayvanın kulağına yavaşça şunlarısöyledi:“İşe yaramaz tembel, gevezeliği alışkanlık haline getirmemek gerekir! Mösyö Hennebeaunasıl oyalandığını bir bilse!”Étienne’in gözleri karanlığa dalıp gitmişti:“Demek, maden ocağı Mösyö Hennebeau’ya ait, öyle mi?” diye sordu.“Hayır,” diye karşılık verdi ihtiyar, “Mösyö Hennebeau genel müdür yalnızca. Yani o da bizim gibi ücretli çalışıyor.”Genç adam eliyle uçsuz bucaksız karanlıkları işaret etti.“O zaman, tüm bunların sahibi kim?”Ama Bonnemort yeniden, soluğunu kesecek kadar şiddetli bir öksürük nöbetine tutulmuştu. Nihayet balgam tükürüp dudaklarında oluşan siyah köpüğü temizledikten sonra, şiddetini artıran rüzgârın uğultusu arasında yanıt verdi:“Ne! Tüm bunların sahibi kim mi?.. Kimsebir şey bilmiyor. Birileri işte.”Ve karanlıkta eliyle, Maheulerin yüzyılı aşkın bir süredir onlar için kazma salladıklarıbu birilerinin yaşadığı belli belirsiz, meçhul ve uzak bir noktayı işaret etti.Sesinde ilahî bir korkuyu çağrıştıran bir tını vardı, canlarını adamalarına rağmen hiç görmedikleri, karnı tok sırtı pek bir tanrının saklandığı ulaşılmaz bir tapınaktan söz ediyordu adeta.“En azından yeterince ekmek olsaydı!” dedi üçüncü kez Étienne, ihtiyarın söyledikleriyle alakalı olmasa da.“Elbette ya! Her zaman yiyecek ekmek bulunsa, çok güzel olurdu!”Beygir yola koyulmuştu, arabacı da onun peşine takılıp, bir sakat gibi ayağını sürüyerek gözden kayboldu. Vagonları boşaltan adamın yanındaki işçi kımıldamadan duruyordu, tortop olup çenesini dizlerinin arasına gömmüş, iri donuk gözlerini boşluğa dikmişti.Étienne çıkınını yerden aldı, ama hemen uzaklaşmadı. Göğsü harlı ateşin karşısında pişerken, sırtının şiddetli kasırga altında donduğunu hissediyordu. Belki de madene iş başvurusu yapmak en doğrusu olacaktı. İhtiyar yanılıyor olabilirdi, hem zaten her şeye razıydı,ne iş olsa yapmaya hazırdı. İşsizlik ve açlıkla beli bükülmüş olan bu bölgede nereye gidebilir,ne yapabilirdi? Bir duvarın dibinde, başıboş birköpek gibi ölüp gitmesi mi gerekiyordu? Yinede tedirgin edici bir kararsızlık yaşıyordu. Zifirî karanlığa gömülmüş olan bu dümdüz ovanın ortasındaki Voreux yüreğine korku salmaktaydı. 

Rüzgâr, sanki hiç durmadan genişleyen bir ufuktan esermiş gibi etkisini artırıyordu giderek. Ölgün gökyüzünde günün yaklaştığını haber veren tek bir ışık belirmiyor,yalnızca yüksek fırınlardan ve kok fırınlarından çıkan alevler, karanlığın bilinmezliğini aydınlatmadan etrafı kızıla boyuyordu. Ve vahşi bir hayvan gibi çukurunda çöreklenmiş olan Voreux giderek daha da derine gömülüyor, insan etini sindirmekte zorlanırcasına daha derin ve uzun soluklar alıp veriyordu. 


TAMAMI

Henri de Mondeville "Kalp hükümdarlığın merkezinde bulunan bir kral gibi, oynadığı role uygun olarak tam göğsün ortasında yer alır."