27 Şubat 2013

"Tanrı, size istediğiniz insanları değil, ihtiyacınız olan insanları verir. Öyle ki bu insanlar size yardım edecek, sizi inciticek, acı verecek, sizi terkedecek, sizi sevecek ve olmanız gereken insan olabilmenizi sağlayacaktır." Lao Tzu




Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü


 Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiiri sembolist bir ifade üzerine kurulmuştur. Aynı anlatım tarzı romanlarına da zaman zaman sirayet eder. Ancak muhteva açısından metafizik eğilimleri ile estetik endişelerini şiire ayırdığı halde, sosyal temalar için nesri seçmiştir. Romanları, zengin hayat hikayesinden taşarak Türkiye meselelerine kendine has yorumlar getirir.
 

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

İmparatorluktan cumhuriyete geçiş döneminde Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük şair ve yazarlardan olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı eseri, modern Türk romanının kilometre taşları arasında yer alıyor. Yazarın büyük ses getiren Huzur adlı yapıtından sonra ikinci romanı olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, dönem Türkiye’sinin bir yansıması olarak günümüzde de edebi ve tarihi değerini koruyor.

Tanpınar’ın Edebi Dehasının Bir Yansıması

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında sıklıkla ele alınan Doğu - Batı kültür çatışmasını işleyen Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın usta kalemiyle benzersiz bir değer kazanıyor. Modern Türk edebiyatının en güçlü örneklerinden olan eser, ilk yayımlandığı 1961 yılından günümüze pek çok baskısıyla geniş bir kitleye ulaşıyor. Eleştirel bağlamda güncelliğini bugün de koruyan Saatleri Ayarlama Enstitüsü; ışık tuttuğu toplumsal sorunlarla ülkemizde sadece Türk edebiyatına değil, sosyal bilimlerin birçok dalına da kaynak oluşturuyor.

Bir Hayat Hikayesiyle Temsil Edilen Toplum Tarihi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün olay örgüsü, fakir bir ailede büyüyen ve saatlere büyük bir ilgi duyan Hayri İrdal adlı genç bir adamın çevresinde şekilleniyor. Kalabalık bir şahıs kadrosuna sahip olan romanda, başkahraman Hayri İrdal’dan sonra en baskın karakteri ise Halit Ayarcı oluşturuyor. Öyle ki başkahraman da kendi yaşamını, Halit Ayarcı ile tanışmadan öncesi ve sonrası olmak üzere iki farklı şekilde değerlendiriyor. 

“Büyük Ümitler”, “Küçük Hakikatler”, “Sabaha Doğru” ve “Her Mevsimin Bir Sonu Vardır” adlı dört bölümden oluşan romanın ilk kısmında Hayri İrdal, çocukluğundan başlayarak yaşamını ayrıntılı bir şekilde okurla paylaşıyor. Halit Ayarcı ile eserin ikinci bölümünde tanışan başkahraman, sonrasında onunla birlikte Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün temellerini atıyor. Eserin son bölümünde ise enstitünün beklenmedik akıbeti, o dönemden günümüze devam eden sorunların bir habercisi olarak okurlarını düşünmeye sevk ediyor.

"Sözler"
Saatin kendisi mekan , yürüyüşü zaman , ayarı insandır...Bu da gösterir ki zaman ve mekan, insanla mevcuttur!

Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz.

Belki bu iyi gelir!" diyordum. Elbette birinden biri iyi gelecek ve ben de etrafımdakilere benzeycektim. Muhakkak benzemeliydim. Benzemezsem yaşamak çok güçtü.

Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz;fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?

İnsanların saadet anlayışları da gariptir.Kitaplara bakarsanız,kendilerini dinlerseniz,insanoğlunun esas vasfı aklıdır.Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır.Beylik sözüyle,hayata hükmeder.Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz.

Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder.

Fakat arada bu uçurum daima kalacaktı. Ara sıra onun üstünden ellerimiz birbirine uzanacak, sonra ben küskün, o ümitli kendi dünyalarımıza dönecektik. Biliyordum, bu düşünceler sade bu akşamın düşünceleriydi. Yarın sabah ben kibrit kutularımı bir sepete tıkıp enstitüye gittiğim zaman başka bir adam olacaktım.

Kafamda ancak gölgesi geçen bir düşüncenin iki dakika sonra böyle cezasını çekeceğimi nereden bilebilirdim? Biz fakirler böyleyizdir. Kader sarayında bizim işlere bakan büro hiç şaşmaz, ihmal etmez. Zihnimizden geçen en uzak, en masum ihtimallerin, sadece şiddetle ret için düşündüğümüz şeylerin bile ceremesini öderiz.

Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu insanoğlununun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.

 “Fakat ne çıkardı? Hangi meseleyi hallederdi? Sadece talihin hediye ettiği bu üç günü, bir başka mesele ile daha zehirlemekten başka hiçbir işe yaramazdı. En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.”

“Hayat kelimesi ile çalışma kelimesi arasında kafamda hiçbir münasebet kalmamıştı. Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı.”

“Hem aleyhinizde yazmayacaklar, hem de ölçülü şekilde methedecekler... Ne âlâ şey! Bulursanız bana da gönderin böylesini... Hayır azizim, herkesin hürriyeti var!”

“Niçin eskilerden bahsederken başımızı sallarız? Bu bir âdet mi, gelenek mi, yoksa bir hastalık mı?”

“Ve ben kendime geliyordum. Kararlar, yeminler, ahitler, karanlıkta dökülen göz yaşları birbirini kovalıyordu. Fakat ne faydası vardı? Ne yaşadığım hayatı beğeniyor, ne yenisine gidebilecek kudreti kendimde buluyordum. Her şeyden düpedüz kopmuştum. Çocuklarıma karşı beslediğim acıma hissinden başka etrafımla hiçbir bağım yoktu. Her şeye, herkese sadece katlanıyordum. Sokağa adımımı atar atmaz, kendimi bir yığın muvazaanın, gafletin esîri görüyordum ve bulunduğum yerden, yaptığım işten gayri her yer, her şey bana erişilmez şekilde güzel ve harikulade görünüyordu.”

“Hiç boks maçına gitmediniz mi? İlk önce bakamayız bile!Sonra birdenbire heyecanlanırız,bir taraf tutarız.Bir an evvel,kafi derecede kuvvetli olmamasına kızarız.Haydi!... deriz,daha kuvvetli!Daha müthiş!...deriz ve öyle olmadığı için üzülürüz.Fakat hangimiz o esnada o adamı yerinde bulunmayı isteriz?Hiçbirimiz,değil mi?Bunlar da öyle işte...Mücadeleyi bizim tarafımızdan seyrettiler.Ve bizi alkışladılar.O anda çok samimi idiler.Fakat "Ringe buyurun!" deyince işler değişti.Burada kendi menfaatler,emniyetleri var!”

“Hayır bu iş bir yalan gerçek meselesi değil, bir olmak ve olmamak meselesiydi.”

“Herkes hayatının bir devrinde şu veya bu şekilde talihinin şuuruna erer. Babam, ve hepimiz, onunla en zalim şekilde karşılaşmıştık. Babam bunu o kadar iyi biliyordu ki, bütün bu olan biten şeylerde kendi sabırsızlığının, kendi ihtiyatsızlığının payını bile düşünmeye lüzum görmüyordu. Garip bir sükunete kavuşmuştu. Kendi köşesinde sessiz sedasız oturan bir adam olmuştu. Yalnız ara sıra, bilmem niçin sofanın duvarına astığı ve bir daha oradan kaldırılmasına razı olmadığı saat rakkasına bakar ve sonra acayip ve mazlum bir gülüşle gülümseyerek yerinden fırlardı.”

“-Evet hastalığınız anlaşıldı, dedi. Sizde tipik bir baba kompleksi var. Babanızı beğenmemişsiniz. Bu o kadar mühim değil. Reşit olmak için belki de en kısa yoldur”

“Hayata inanmak lazım Hayri Bey. Siz hayata değil Acemaşiran'a inanıyordunuz.”

“Uvek je tako. Događaji se ne zaboravljaju sami od sebe. Uvek neki drugi potisne prethodne, oslabi utiske, a ako je postojala krivica, ublaži je.”

“Eski şapkalarımız, ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı? Onları sık sık değiştirmek isteyişimiz de bu yüzden değil midir? Yeni bir elbise giyen adam az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin arasından bakmak ihtiyacı, yahut “Ben artık bir başkasıyım!” diyebilmek saadeti.”

“Ah, bu küçük teferruat...İki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat...Tevekkeli değil eskiler sadece şiir söylemişler!”

“İnsanların saadet anlayışları da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insan oğlunun asıl vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik sözüyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz.”

“Yanımdan biraz sürtünerek geçen her adamın peşine takılan, ondan ayrılır ayrılmaz, iki kedi yavrusu gibi birbirine sokulan, birbirinin kucağında gülen, ağlayan, bilhassa ağlayan iki çocukla çapaçul, biçare bir gölge… Gül! dedikleri yerde gülen, ağla ve konuş dedikleri yerde konuşan, ağlayan, enteresan buldukları zaman enteresan olan, yüzüne bakmadıkları gün mevcut olmayan biri.”

Leylâ Erbil’den Dünya Öykü Günü İçin Saptamalar



 Bügün Dünya Öykü Günü

PEN Öykü Ödülü'nü kazanan Leyla Erbil'in 2013 Dünya Öykü Günü Bildirisi:

Bu yıl bildiri Leylâ Erbil'den

1954-55 yılları olmalı. Taksime doğru ilerliyoruz, Galatasaray Lisesi önlerindeyiz ve Onat’la yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanları anlatmakta yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştireceğimi söylüyorum. Onat’sa “Ben de o dili madrigallere dönüştüreceğim…” diyor.

Bu ülkede düşünceyi doğrulukla açıklamak, gerçekleri ortaya dökmek, “kendi için varlık olma” durumu, hayatını ortaya koymakla eşittir.

Ataerkil dünyanın kadına biçtiği rol bilinçdışı belki ana rahminden başlayarak algılanıyor. Cinsiyet ayrımını ilkin bilinçsiz de olsa yaşıyorsunuz. Çok yakıcı bir şey, aşağılanma! Bu durumun dışına çıkma, özgürleşme, birey olma, “kendi için varlık” olma şansı, çok sayıda eril kategorileri aşmaktan geçiyor.

1960’larda televizyon evlere girdiğinde biraz daha demokrattı bilgi, şimdi ise insanlar arasındaki uçurum büsbütün derinleşiyor. Neredeyse eş dili konuşmaz oluyoruz.

Medya daha da devleşip, denetimsiz bir boyuta vararak, dünyamızı bir baştan bir başa, Medeia’nın alevden giysisiyle kaplayacaktır.

Önerilen ödünü; ünü, gücü, saltanatı görmezden gelebiliriz diyor gibiyim zaman zaman. Bir yazar gücü ne yapsın ki! Gerçek yazar güçten de ünden de utanır; nasıl bir dünyanın kendisine onun sunduğunun bilincindedir…

Halkın bildiği ise hüzünden çok ızdırap, çile, kahır ve zulümdür.

Bir yazarın yaşadıklarıyla sanatının birbirini yalancı çıkarmaması, iyi bir sanat ürününün ölçülerinden biridir. Tek ölçü olmasa da…

İnsan yaralıdır. Hasta ve deli dendiğinde içine “demon” olanı da alacaktı. O vakit artık sizin bu yeni insanla ne yapacağınıza sıra gelmiştir. Yeteneğinize göre, parçalanmayı, yabancılaşmayı (cinselliği de içine alarak) kapitalizmin nesnel gerçeğine dayanarak anlatabilmek; asıl temelde hepimizi güden ölüm korkusuyla cebelleşerek kendi dilini yaratabilmek… Yazarken asla okuyucuyu düşünmedim. Kendi dilimi, metnini yaratmaktan başka; okuru eğlendirmeyi, kaç satacağımı, beğenilip beğenilmeyeceğimi, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı falan hiç düşünmedim.

Ölümler gördüm: Dostlarımın, yakınlarımın ölümlerini, halkın acılarını, işkenceye dönüşen yaşamlarını, iktidarların soysuzluklarını. Seyretmekten tiksindiğim bir dünyayla karşı karşıya kaldım. İnsanlarda doymak bilmez morarmış bir tutku, şimdiden küçük düşmüş hırslar, tam bilemiyorum bir uzaklaşma, insanı açıklamak kolay mı!... Gene de duramadım, yazdım. Evet öyküler, şiirler ve roman…

Ben sadece sesli düşünüyorum, yani yazarak…

Not: Bu metin, Sayın Leylâ Erbil’in ağır hastalığı nedeniyle eline kalemin uzak düştüğü koşullarda, PEN yönetimine verdiği yetki ve izin sınırları içinde yapıtlarından yapılan alıntılarla Sabri Kuşkonmaz tarafından oluşturulmuştur.

Tomris Uyar " nasılsa şairlerin ‘aşk’ı dile getirme yordamının kendilerine özgü olduğuna ve aşk-nesnesine göre değişmeyeceğine inananlardanım. "

Cemal Süreya bana yazdığını söylediği şiirlerini bir kızgınlık anında geri almış, başka birine ithaf etmişti. Doğrusu, benim için büyük bir yıkım değildi, nasılsa şairlerin ‘aşk’ı dile getirme yordamının kendilerine özgü olduğuna ve aşk-nesnesine göre değişmeyeceğine inananlardanım. İthafsız aşk şiirlerini yeğlerim zaten. Ama son yıllardaki karşılaşmalarımızdan birinde Cemal, kitabın yeni basımında şiirlerini yeniden bana adayacağını söylediğinde tepem attı.

Okurlarını keyfince yanıltmayı kendine nasıl yedirebiliyordu?

Kahramanca karşı çıktım bu öneriye, nedenlerini sıralayarak. Sonra haince ekledim: “bilirsin, ben ıskarta mal sevmem.”

Tomris Uyar