28 Şubat 2021

Deniz Gezmiş 74 yaşında

 

 Vatan, onu parsel parsel satanların değil; uğrunda darağacına gidenlerin vatanıdır.

 

Öteden beri arz etmiş olduğum gibi, bu ülkede anayasayı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasayı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasanın uygulanmasını isteyen gene bizleriz.

 

Michel de Montaigne - Denemeler


 Okuyucuya

Okuyucu bu kitapta yalan dolan yok. Sana baştan söyleyeyim ki, ben burada yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim. Sama hizmet etmek yahut kendime ün sağlamak hiç aklımdam geçmedi: Böyle bir amaç peşinde koşmaya gücüm yetmez. Bu kitabı, yakınlarım için bir kolaylık olsun diye yazdım. İstedim ki beni kaybedecekleri zaman (ki pek yakındır) hakkımda bildikleri, daha etraflı ve daha canlı olsun. Kendimi herkese beğendirmek niyetinde olsaydım, özenir, bezenir, en gösterişli halimle ortaya çıkardım. Kitabımda sade, tabii ve her günkü halimle, özentisiz bezentisiz görünmek isterim, çünkü ben kendimi olduğum gibi anlatıyorum. Burada kusurlarım, nasıl bir adam olduğum, edebin, terbiyenin  müsaade ettiği ölçüde,açık olarak görülecektir. Hâlâ ilk tabiat kanunlarının rahat serbestliği içinde yaşadıkları söylenen insanlar arasında olsaydım, emin ol ki kendimi tastamam ve çırılçıplakda gösterirdim. Kısacası,okuyucu, kitabımın özü benim: Boş vakitlerini bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya harcaman akıl kârı olmaz. Haydi uğurlar olsun.
 

Kanunlar  Üstüne 

Kanunlar doğru oldukları için değil, kanun oldukları için yürürlükte kalırlar. Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir, başka bir şeyden değil. Mistik olmak işlerine gelir. Kanunları koyanlar da çok kez budala, ya da eşitlik korkusuyla haksızlığa düşen kimselerdir. Nasıl olursa olsunlar, insandırlar nihayet,  her yaptıkları  şey  ister  istemez  sudan  ve değişkendir.  Kanunlardan  daha  çok,  daha  ağır,  daha  geniş haksızlıklara yol açan ne vardır? 

Bilgi ve Düşünce

Öğrenimden kazancımız daha iyi ve daha akıllı olmaktır. Epiharmus* der ki, insan düşünce ile görür ve duyar; her şeyden faydalanan, her şeyi düzene sokan, başa geçip yöneten düşüncedir; geri kalan her şey kör, sağır ve cansızdır. Şu muhakkak ki çocuğa kendiliğinden hiçbir şey yapmak özgürlüğünü  vermemekle  onu  korkak  bir  köle  haline  sokuyoruz.
Retorika ve gramer üstüne,  Cicero’ımn  şu veya bu cümlesi üstüne öğrencisinin ne düşündüğünü kim sormuştur? Bunları Tanrı sözü gibi belleğimize basmakalıp yapıştırırlar; harfler ve kelimeler, anlatılan şeyin kendisi haline gelir. Ezber bilmek, bilmek değildir;, hafızamıza emanet edilen her şeyi saklamaktır,  İnsan, kendiliğinden  bildiği her şeyi ustasına bakmadan, kitaptaki yerini aramadan, istediği gibi kullanır. Tamamıyla kitaptan bir bilgi ne sıkıcı bilgidir!  Böyle bir bilgi bir süs olarak kullanılsın: Ama temel olarak değil. Nitekim Platon, gerçek  felsefenin  sağlam  irade, inanç ve  dirüsdük, amaçları- başka olan öteki bilimlerinse sadece süs olduğunu söyler.
 

Yaşamak ve  Çalışmak

Tabiat bir ana gibi davranmış bize: İstemiş ki ihtiyaçlarımızı gidermek zevkli bir iş de olsun üstelik: Aklımızın istediği  şey,  iştihamızın  da  aradığı  şey  olsun:  Onun  kurallarını bozmaya hakkımız yok. Caesar’m ve İskender’in, en büyük işleri başarırken, tabii ve bundan ötürü gerekli ve makul zevkleri bol bol tattıkları­nı görünce, buna ruhu gevşemek demem; tersine, o zor işle­ri ve yorucu düşünceleri dinç bir yürekle günlük hayatın bir parçası  haline  sokmak,  ruhu  sağlamlaştırmaktır  derim. Zevklerin gündelik zaferlerini olağanüstü iş saymışlarsa bil­ge adamlarmış. Biz pek şaşkın varlıklarız: Filanca hayatını iş­siz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz. 

-  Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca işiniz değil, en parlak, en şerefli işinizdir. 

-  Bana bü­yük  işler  çevirmek  imkânını  verselerdi,  neler  yapmaya  gü­cüm olduğunu gösterirdim, deriz.  

Önce siz kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi? Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmüş demeksiniz. Kendini göstermek ve iş gör­mek  için  büyük fırsatlara ihtiyaç  yoktur;  hangi mevkideolursa,  olsun,  perde  arkasında  da,  perde  önünde  de  insan kendini gösterir. Bizim işimiz kitap doldurmak değil, ahlakı­mızı yapmaktır; savaşmak memleket kazanmak değil, yaşayışımıza dirlik düzenlik getirmektir. En büyük en şerefli ese­rimiz doğru dürüst yaşamaktır. Geri kalan her şey, başa geç­mek, para yapmak, binalar kurmak, nihayet ufak tefek ek­lentiler, yollardır.  Bir kumandanın,  az sonra hücum edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla tamamıyla serbest ve rahatça,  kaygusuzca  sohbete  dalması,  Brutus’un  herkesin kendisine ve  Roma’nın  hürriyetine karşı pusu kurduğu  bir sırada gece dolaşmalarından birkaç saat çalarak tam bir sü­kun  içinde  Polybius’u  okuyup  notlar yazması  ne  güzel  bir şey! Düşündükçe içim açılır. Ancak küçük ruhlar işlerin ağır­lığı altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeni­den başlamayı bilmezler.
  O fortes pejoraque passi
Mecum saepe viri, nunc vino pellite curas;
Cras ingens iterabimus aequor.
Ey  benimle bunca  çetin işler görmüş yiğitler,
Bugün dertlerinizi şarapla giderin
Yarın engin denize açılacağız.

Horatius 

 

Ruh ve Beden

Güzellik, insanlar arasında, çok tutulan  bir şeydir.  Ara­mızda  ilk  anlaşma  onunla  başlar.  İnsan  ne  kadar  vahşi, ne kadar  kötü  yaradılışlı  olursa  olsun  onun  büyüsüne  kapıl­maktan kendini alamaz. Bedenin varlığımızdaki payı ve de­ğeri büyüktür. Bu bakımdan onun yapısına ve düzenine ve­rilen önem pek yerindedir. İki temel taşımızı (ruh ve bedeni) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar; tam tersine onları çiftleştirmek,  birleştirmek gerek.  Ruhtan iste­necek şey bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, be­deni hor görüp kendi başına bırakmak değil (Hoş, bunu an­cak sahte bir çeşit maymunlukla yapabilir ya),  ona  bağlan­mak, onu kucaklamak, sevmek, ona arkadaşlık ve kılavuz­luk etmek, Öğüt vermek yanlış yola saptığı zaman geri çevir­mek,  kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten  bir koca ol­maktır. Ta ki ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıt­lık değil, uygunluk ve benzerlik olsun. 

İnsan ve Ötesi

Kendini beğenmek insanın özünde, yaradılışında olan bir hastalıktır. İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır; öyley­ken en mağruru da odur. Şurada, dünyanın çamuru ve pisli­ği içinde oturduğunu, evrenin en fena, en ölü, en aşağı katın­da, göklerin kubbesinden en uzakta, üç cinsten yaratıkların en  kötü  haldekileriyle  birlikte,  dünya  evinin  en  alt  katma bağlı ve çakılı olduğunu bilir, görür ve yine hayaliyle, aydan yukarılara  çıkıp gökleri  ayaklarının  altına indirmek  sevda­sıyla yaşar.  Aynı  hayal  gücüyle  kendini Tanrı’ya bir  görür; kendine Tanrısal özelikler verir; kendini öteki yaratıklar sü­rüsünden ayırıp kenara çeker, arkadaşları, yoldaşı olan var­lıklara  yukarıdan  bakar;  her birine uygun  gördüğü  ölçüde güçler ve yetenekler dağıtır. Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstünde ne  altındayız. Bilge der ki, göklerin altındaki her şey, aynı kanunun ve ay­nı kaderin buyruğundadır.

  Indupedita suis fatalibus omnia vinclis.
Her şey,  kırılmaz zincirleriyle  bağlı kaderin.
Lucretius
  Bazı ayrılıklar, seviyeler ve dereceler vardır; ama her şey­
de aynı doğanın yüzü görülür.

  Res quoeque suo ritu procedit, et ommes
Foedere naturae certo discrimina servant
Her şey kendine göre gelişir ve hepsi
Sürdürür doğa düzeninin ayrılıklarını.

Lucretius 

 

Aşk  Üstüne

Kitapları  bir yana  bırakır  da  dobra  dobra konuşursak, aşk  dediğimiz  şey,  arzulanan  bir varlıkta  bulacağımız  tada susamaktan  başka  bir  şey  değildir,  gibi  geliyor  bana.  Ve­nüs’ün  bize verdiği şey nihayet bir boşalma hazzı değil mi? Tıpkı tabiatın başka taraflarımızın boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates’e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla ço­ğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzm insana verdiği o aca­yip  gıdıklanma,  Zenon’u,  Kratippos’u  düşürdüğü  o  delice, budalaca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o münasebet­siz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, za­lim surat, sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme, bu ka­dar  çılgınca  bir  işin  içinde  o  ciddileşip  kendinden  geçme? Hem  ne  diye  bazlarımızla  pisliklerimizi  sarmaş  dolaş  edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son kertesin­de acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara ba­kınca,  Platon’un  dediği  gibi,  Tanrıların  insanı  kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da tabia­tın bir cilvesidir, diyorum. Böylelikle bizi denkleştirmek, akıl­lılarla delileri, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İn­sanların  en  ağırbaşlısını o malum hal  içinde  bir  düşündümmü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.
  Oyun  arasında  ciddi  düşüncelere  yer  vermeyenler,  bir aziz heykelinin karşısında, önü açık diye, dua etmekten çeki­nenler gibidir. Biz de pekâlâ hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği işlere engel olmaz, bu işte hay­vanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz. İşte gel gelelim öteki iş bütün düşünceleri, Eflatun’un bütün felsefesini ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve, in­sanlığımızdan çıkarıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli dünüşülemez  bile.  Bir arayın da  bulun  bakalım bu  iş bilgece  ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir? Büyük İskender, herkes gi­bi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladı­ğını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp yok eder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder.  Onu sadece meyamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir belirtisi sayabiliriz şüphesiz.
  Tabiat bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü iş­lerin en soylusunu, en faydalı, en güzelini de ona bağlamış­tır; bir yandan da bizi bırakır onu kötüleriz, ondan ayıp, gü­nah diye utanır kaçarız, perhizini sevap sayarız. Bizi yaratan işi  hayvanlık  saymaktan  daha  büyük  hayvanlık  mı  olur? Türlü milletlerin dinlerinde vardıkları, kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir.  Onun  bir cezalanması demek  olan sünnet bir yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş bir bakıma in­san denilen bu budala varlığı yaratma işini  ayıplamakta bu işe yarayan taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya...  İnsanın doğuşunu  görmekten  herkes  kaçar,  ama  ölü­münü görmeğe hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, geniş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık  köşelere  gizleniriz.  İnsanı  yaparken gizlenip  utanmak  bir  ödev,  onu  öldürmesini  bilmekse  birçok  erdemleri içine alan bir şerefter.  Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles memleketinin bir deyimine göre birisini iyileştirmenin öldür­mek anlamına geldiğini söyler.
  Bazı milletler yemek yerken  başlarını  bir örtüyle kapar­larmış. Bir bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada:  Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zarafetine, güzelliğine çok zarar verirmiş.  Bu bayan iştihası olduğu zaman herkesten kaçarmış.  Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek yerken görmeğe ne de başkala­rının kendini yerken görmesine katlanamaz. Karnını doldur­mak içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir iştir. Türk padişa­hının ülkesinde birçok insanlar varmış ki başkalarından üs­tün sayılmak için kendilerini yemek yerken göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini parampar­ça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar de­mek  tabiatı  bozdukça  değerlendireceklerini,  yaradılışlarını hor görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o ka­dar iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hay­van ki, kendi kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevkleri­ni başının  belası sayıyor.  Hayatlarını gizleyen,  başkalarının gözüne  görünmekten  kaçan  insanlar  da  var.  Sağlık,  sevinç içinde  olmak  onlar için en zararlı, en belalı hallerdir.  Değil yalnız  birçok tarikatlar,  birçok  milletler var ki  doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip karan­lıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemede gösterdiğimiz zekâyı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o herşeyi bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kasdettiği av kendi kendimizdir.
  O miseri! quorum gaudia erimen habent.
  Ab  zavallılar,  sevinçlerini suç sayanlar.
Gallus

Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini kötülemeğe özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratma­ya çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Tabiatın seni zorladığı  bütün  faydalı işleri  gördün  bitirdin, işsiz  güçsüz  kaldı  da  mı  başka  işler  çıkarıyorsun kendine? Sen tut, tabiatın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez  kanunlarını hor gör, sonra o senin yaptığın, bir taraflı, acayip münasebet­siz kanunlara uymaya çabala. Üstelik bu kanunlar ne kadar
özel,  dar, dayanıksız, gerçeğe  aykırı olursa gayretlerin de o ölçüde artıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gün­delik işlere sıkı sıkıya bağlanırsın; Allah’ın, tabiatın emirleri umurunda değildir. Bak,  bir düşün bunlar  üzerinde:  Bütün hayatın böyle geçiyor.

Teneke - Yaşar Kemal

 Teneke kapak.jpg 

Yaşar Kemal bu eserini 1954'te kaleme aldı. Çukurova'da yaşadığı olayların etkisi olay zincirinden görülmektedir.Ana karakterlerden Resul efendi kasabanın boştaki kaymakamlığına vekaleten atanmıştır, romandaki görünür amacı emeklilik süresini doldurmaktır. Onun da başı çeltik (kabuğu çıkarılmamış pirinç) ağaları yüzünden ağırmaktadır. Çeltik sezonu yaklaştığından gerekli tarla izinlerini almak isteyen ağalar vekaleten kaymakamlık koltuğuna oturan Resul Efendi'yi sıkıştırmaktadırlar. Korkuya kapılan ve dört gözle yeni kaymakamı bekleyen Resul Efendi romanın ilerleyen bölümlerinde kaymakamdan yana olur.

Kasabaya yeni atanan 24 yaşındaki genç kaymakamın adı Fikret Irmaklı'dır. Kasabaya gelmeden önce birtakım ön yargıları vardır. Çeltik iznini almak isteyen ağalar kaymakama şaşalı bir karşılamada bulunurlar. Bu karşılama kaymakamın Anadolu insanına bakışını değiştirecektir. Fakat kısa bir süre sonra ağalar onu eğlenceye götürürler. Onun tecrübesizliğinden yararlanırlar. Mevcut çeltik kanunu yerine eski kanunu esas alan izinleri kaparlar. Bu vakitten sonra kaymakam halk arasında rüşvetçi konumuna düşer. Resul Efendi ise her şeyin farkındadır, kaymakamın temiz bir insan olduğunun bilir. Bir türlü kaymakama kandırıldığını söyleyemez. Nitekim cesaret edip konuşunca işler değişir. Bu vakitten sonra kaymakamın ağalara olan bakışı değişir, yeni çeltik kanununa göre harekete geçer. Fakat iş işten geçmiş, Okçuoğlu çok önemli arazilerde çeltik izni almıştır. Sazlıdere köyünü sular altında bırakmıştır. Zeyno Karı ve eski bir eşkıya olan Kürt Mehmet Ali ona karşı direnmeye kararlıdır. Beraberindeki 400 kadar köylüyle kaymakamın makamına giderler. Kaymakam halkın tepkisinin etkisiyle çeltik ağalarına karşı daha fazla önlem almaya koyulur. Çeltik ağaları da sürekli Ankara'ya telgraflar çekmekte, yalan dolu içerikler göndermektedir. Kaymakam da suları kestirmiş, tarlaların başına da jandarmayı diktirmiştir, ama bu memurlar da rüşvet almaktadır.

Bu dönemlerde kaymakam da sıtmaya yakalanır. Ankara'dan dönen Murtaza Ağa onu Kars'ın Kağızman ilçesine sürgün ettirmiştir. Resul Efendi ise tekrar vekaleten kaymakamlığı atanmıştır. Çeltik ağaları mücadeleyi kazansa bile o yıl oldukça zarar etmişlerdir. Kaymakam ayrılmadan önce Resul Efendi'ye "Mücadele. Sonuna kadar mücadele. Değil mi Resul Bey?" diye söylenir, o da "Mücadele efendim" der. Sevince boğulan ağalardan Murtaza kaymakama alaycı bir veda hazırlar. Arabanın karşısına çıkan çocuklar ellerindeki tenekeyi çalarlar. Biraz daha ilerleyen otomobili bu sefer yaşlı bir adam durdurur, bu adam Kürt Mehmed Ali'dir ve ona dostane bir şekilde veda eder. Kaymakam da tebessüm ederek Ludwig van Beethoven'ın 9. Senfonisini mırıldanarak yoluna devam eder..  
tr.wikipedia.org
 

" Şefkat; zekayı aydınlatmakla kalmaz, kalbi de ısıtır." Alphonse de Lamartine



 Sevilmek umuduyla sevmek insanidir. Fakat sevmek için sevmek, meleklere özgüdür.