22 Kasım 2022

Barış Adlı Çocuk - Sevgi Soysal

 

Sevgi Soysal'ın 1968-1976 yılları arasında yazdığı öyküleri arasından kendi seçtiği on üç tanesini topladığı kitaptır Barış Adlı Çocuk. İnce gözlemleri ve sağlam duyarlılığıyla, bir öykü gibi kısa fakat anlamlı yaşamından bize bıraktığı son eserdir...

 Bu kitaptaki on dört öyküden en az yedisi, tekrar tekrar okunup, tekrar tekrar tadına varılacak, üzerlerinde düşünülecek kalıcılıkta. Her biriyle Tante Rosa’nın acıklı güldürüsü arasında köprüler kurabileceğimiz öyküler bunlar. Burada kendi seçme sıramla, sözünü ettiğim yedi öykünün adlarını anmak isterim: ‘Nasıl Öğreteceğim Köpeğe Aport’u?’, ‘Deli Tank ve Çocuk’, ‘Cellat Fuchs, Kent Halkına Nasıl Karıştı?’, ‘Eskici’, ‘Hanife’, ‘Yapı’ ve ‘Ay’ı Boyamak’. Yabancılaştırmayı, yabancılaştırılmayı, insancadan kopmanın etkin ve edilgin biçimlerini, insancaya dönme özleminin ve savaşımının çıkar ve çıkmaz yollarını; hem tek tek öykülerin içerisinde, hem de bunların bütünselliğinde kavranan bir diyalektikle sergiler Soysal bu öykülerde. Anlatılanda bulduğumuz gibi, anlatımda da buluruz bu diyalektik bakışın izlerini. Serinkanlı bir gözlemcinin nesnel, aktarıcı anlatımı, duygulu, sıcak ve coşkulu bir anlatımla iç içedir. Seçilen anlatım biçimlerinin birinden öbürüne geçişi ve öykülerin dokusuna organik olarak katılmasını sağlayan öğe ise, keskin bir ironi. Kitabın hemen bütün öykülerinde rastlanan, hınçsız bir ironi bu. Kaynaştırıcı işlevinde. Tutkulu Perçem’den, Tante Rosa’dan tanıdığımız, alıştığımız, Sevgi Soysal’la özdeşlediğimiz ironi.

 Özümlenmiş bir dünya görüşünden, bu görüşün kazandırdığı sağlam bir yöntemden ve öncelikle de gerçek bir edebiyatçının kaleminden çıkmıştır bu öyküler. Kalıcı olmalarına karşın güncel, hatta güncelliğin büyüsüne kapılmaksızın, güncelliklerinden aldıkları güçten ötürü kalıcı olduklarını söyleyebilirim. Sevgi Soysal’ın bütün yazdıklarında yansıyan öykücü yanını vurgularken, hep öykücü damarıyla yazdığını söylemek isterken, haklıydım. Yaşadığı çarpıcı, etkileyici, önemli olayları,dönemleri, yerleri yazmadan edememesinden de belli. Yani yaşarken de öykücü damarıyla yaşıyor. Az önce güncelliğin büyüsüne kapılmaksazın güncel kaldıklarından söz ettiğim öykülerin yanısıra, kitapta 12 Mart’ı, sıkıyönetimi, hapishaneyi, hastaneyi anlatan öyküler de var. Aslında yazılmayacak gibi değil bunlarda anlatılanlar, dürtmeyecek gibi değil yazarı. Ama adlarını andığım yedi öyküde yakalanan diyalektik denge, bu diğer öykülerde yer yer hafif sarsıntılar atlatıyor. Yoğun yaşanmış bir güncelliğin büyüsü; yaşayan, duyan, eleştiren Sevgi Soysal’ı edebiyatçı kişiliğinin bütünlüğünden çekip koparmaya çabalıyor. Önceleri de çabalamıştı. Gerçi ne o zaman başarmıştı, ne bu sefer, bu kitabın son beş öyküsünde başarıyor; ama kendini hissettiyor yine de. Röportaj gibi öykü yazmaya, öykü gibi röportaj ya da anı yazmak yeğ tutulur elbet ve bu öykülerde bile, röportajı çok aşan yerler, bir teli tınlatan edebiyatça yanlar var; ama adlarını andığım yedi öykünün Türk öykücülüğündeki yerleri apayrı. 

Delikli nazarlık 

 Şaban ayında efendicağzıma eşraf-ı Selâniki’den İzzet Efendi’nin nur gibi, nurcuklar gibi uldu bir uğulcağızı. Uğlan pek güzel idi, idi körpecik. Kuyasın uncağıza necip bir ad, dedi ebe, İzzet Efendi’ye. Kuydular uğlancağıza Necip adını. Neneceğizleri, sütneneceğizleri, hammineceğizleri, tuh, tuh, diyerek gönülceğizlerinden kopardıkları altunları Necip’in yastıcağızına iliştiri, iliştiriverdiler. Olmasın mı idi yavrucağızın bir nazarlıkçığı? Olsun idi, olsun idi ya, babacağızı Rıhtım Caddesi’ndeki İstavro’nun kuyumcusundan en halis altun nazarlığı alıverdiydi de haminneler, sütnineler, neneler maşallahlar çekerkene takılıverdiydi nazarlık Necipcağızın yastıcağına. 

Ah ah, çiftlikler kimin olsun? Necip’in olsun. İnekler, tavuklar, yumurtalar, civcivler, piliçler, buharı tüten sütler, kaymaklar, ballar, hayın Bulgarlar’ın en halis yoğurtları, kaz ciğerleri, kuzu ciğerleri, tavukgöğüsleri ve Pişona Çiftliği’nin bütün kadınlarının memeleri ve bu memelerin bol akası sütleri kimin olsun? Necip’in, Necip’in elbet. 

Bunlar hep Necip’in değil miydi? Bunlar hep Necip’in doğumunu beklemiyor muydu? Nazarlığın büyüsü bunları daha on kez Necip’in kılsın, bin kez Necip’in kılsın, nasıl kılmasın ah, bütün bunlar Necip’in doğumunu beklemiyor muydu? Nazarlık da kem gözleri beklesin. Büyüsü olsun, şeftaliler, karpuzlar, armutlar daha ballı, daha sulu olsun. 

Necip işedi, aman aman işedi. Necip kaka yaptı, aman aman kaka yaptı; bezler, bezler, bezler, halayıklar, beslemeler, urum dadılar, elleri dilleri kopasıcalar, gözleri körolasıcalar, yıkadılar, yıkadılar, yıkadılar. Ha halayıklara ha, ha beslemelere ha, vurun Necip’i sırtınıza, indirin Necip’i merdivenlerden, çıkarın Necip’i merdivenlerden, deh halayıklar deh, deh beslemeler deh, deh aman deh, kafalarına çat küt, kıçlarına çat küt, Necip’in eli yetene kadar, anası, nenesi, dedesi, haminnesi, sütninesi, halayıklara, beslemelere çat küt. Necip’in eli yetince çat küte de pat küte de kendi yetişir oldu, kendi vurur oldu elceğiziyle. 

Önce anasının, sonra sütninesinin, sonra haminnesinin, sonra nenesinin, sonra dedesinin, sonra beslemelerin saçını çekti. Nazarlığı kafalarına attı, nazarlığın iğnesini kıçlarına batırdı çıkardı, batırdı çıkardı ah, ah nazarlığın omzunda olmadığı anlar Allah korudu da kem gözler hep başkalarının çocuklarına çarptı. Önce anasına, sonra babasına, sonra sütannesine, sonra haminnesine, sonra dedesine, sonra kel beslemeye eşşek dedi, aman ağzını seviseviversinler; eşşoğlueşşek dedi, aman dilini sevsinler, gonca gül ağzını, lokum dilini; bok dedi, aman yesinler ağzını, anana, babana, dedene, haminnene, nenene deme olur mu! Beslemeye de, halayıklara de, Rum dadıya de, de olur mu oğulcağızım de, oh de.

Bu ne yorucu on yıldır ki hep meme emerek geçti. Hep işeyerek, yiyerek, eşşek, bok diyerek, halayıkları, herkesleri döverek, herkesin sırtına binip merdivenden aşşağı, merdivenden yukarı at koşturarak geçen on yıl nasıl yorucu, ama nasıl geliştiricidir ki, Necip on yaşında bırakıp anasının pörsümüş memesini, beslemelerin, genç halayıkların, aileye sığıntı dulların körpe memelerini emmeye başlayıverdi. Nazar değmesin ve değemez asla, çünkü nazarlık ne güne duruyor hah ha. 

Bir emdi, bir dövdü, bir emdi, bir sövdü. Sövdükçe, emdikçe, dövdükçe büyüdü, erkekleşti, erkekleşti, erkekleşti; bütün halayık, besleme, sığıntı takımının oraları, buraları ona kurban olsun! 

İzzet Efendi’nin, efendi, efendilerin efendisi, efelerin efesi, paşaların paşası, yoluna kurban olunası oğlu Necip, ah bütün yürekler onun için çarpsın, bütün bikirler onun için izale olsun; önce köpeklere, sonra eşşeklere, sonra atlara bindi. Atıyla varsın önüne geleni kovalasın! Kırbacıyla varsın önüne geleni korkutsun! Daha nasıl adam olsun? Daha bir eksiği kaldı mı ki? Kaldı, kaldı, babası ona Bulgar komitacılarından bir tüfenk aldı, aldı da ne iyi etti. Necip tam adam oldu, aslanlar aslanı oldu. O olmasın da kimler olsun? Necip önce boşalmış yağ tenekelerine, sonra bostandaki karpuzlara, ağaçlardaki şeftalilere, armutlara, asmalardaki üzümlere, bahçıvanın şapkasına, sonra canı nereye isterse nişan aldı vurdu, nişan aldı vurdu. Aslana hele aslana! Pişona Çiftliği’nin bütün tavukları, köpekleri, kedileri, buzağıları, beslemeleri tabana kuvvet savulun! Aslana hele aslana! Elbet korkun! Elbet kaçışın! Çil yavrusu gibi dağılın! Aslanın maşallahı var! Hem de kem gözlerden koruyan nazarlığı var. 

Hava sıcaktı. Bütün hayvanlar uyukluyordu ve bir eşekarısı uyumak için Necip’in omzuna kondu. Hangi aslanın omzuna konduğunu ne bilsin? Necip, tüfengiyle belki de başka bir eşekarısına nişan alırken korkup omzunu sokuverdi. Necip acındı, sonra kaşındı, eli omzuna dikili nazarlığa takıldı. O nazarlık ki, analarının, nenelerinin, haminnelerinin, sütninelerinin, urum dadılarının hayatlarının bir anlamı da onu kirli gömlekten söküp temiz gömleğe dikmekti, söküp dikmekti, söküp dikmekti. Necip bulduğu bu küçük nişangâha pek sevindi, onu dilediği ıraklıktaki bir yere dikip çekti tetiği, çekti tetiği, çekti tetiği; o aslanların aslanı, gürbüzlerin gürbüzü, erkek delikanlı kevgire dönmüş nazarlığa bastı da, aman aman bastı da paşaların, efendilerin dünyasına yürüdü gitti.

Pişona Çiftliği’nde tavuklar sık sık kesilir, inekler sık sık doğurur. Beslemeler sık sık kovulur. Bir gün kovulan hamile bir besleme, hamile olduğu için kovulan bir besleme ya da besleme olduğu için hamile kalan bir besleme, kovulduğu için besleme olan bir hamile, kovuldu.

Beslemeler bir bohçayla kovulurlar, beslemelerin kovulurken bir bohçaları vardır, bu bohçalar ya anneannenin, ya nenenin, ya annenin dikizinden geçer de yine o ufarak bohçaya, beslemenin ardından, evde yittiği sanılan neler neler sığıştırılır, sonradan. O kadar çok şeyler sığdırılır ki sandıklara sığmaz. Şu nerede? Çingene bohçasına atıverdi de gitti. Onu da, bunu da, şunu da; ama şurası doğru ki besleme
evden giderken bahçede bulduğu kevgire dönmüş altın nazarlığı bohçasına kodu da gitti. Bir ırak bildiğine, akrabasına sığındı. Ah, ona kimler kucak açsın? Ah, niçin kucak açsınlar ona, niçin bağırlarına bassınlar? O konaklarda, o hanım insanların, bey insanların orda tek durmayan, rahatı batana kucak açsınlar, niçin? Çamaşıra, tahta silmeye gide gele, beş on kuruş getire götüre, eh peki, otursun oldu. Oturmakla kaldı mı körolası, bir de doğurdu. O taş yerine, köpek yerine doğan oğlanı doğurdu. O, seni doğuracağıma taş doğursaydım, köpek doğursaydımı doğurdu. Aman, bu oğlanı kim belesin? Kimler ninni söylesin? Kakasını, çişini kimler netsin? Kimler alsın onu kucağına? Geldi de dünyaya ne oldu? Ne vardı da geldi dünyaya? Onu bekleyen ne vardı? Getire getire ne getirdi? Nesi var ki ne getirsin, ola ola bir nazarlığı var; vay geberesice, vay canı çıkasıca, vay it dölü, kahpe dölü, vay gözü körolasıca, Allah canını alasıca vay! dediler ırak akrabalar. Ağladı, yedi tokadı; anasının sütü kesildi, yedi tokadı; kustu, yedi tokadı; bağırsakları bozuldu, yedi tokadı; karnı ağrıdı, yedi tokadı; nasıl yemesin? Bütün bu tokatlar onu beklemiyor muydu?

Ve günlerden bir gün ırak akraba evinde çamaşır yıkandı. Canı çıkasıca, ayakları kopasıca hep ayaklar altında dolanıyordu; ah o uğursuz, uğursuz ah, tekneyi devirmesin mi? Kaynar sularla haşlanmasın mı? Kavrulup da canı gerçekten çıkmasın mı?

Sonra hep anlatmışlar, ırak akrabalar, hep konular komşular anlatmışlar, anlatmışlar. Oğlan göze gelmiş. Kem gözler, kem kem gözler, nazarlığın deliklerinden kevgirden süzülür gibisine süzülmüşler de, uğlancağıza değivermişler, yaa, değivermişler.

1968

Nicolas Berdiaeff, Aldous Huxley'in meşhur anti-ütopyası Brave New World (Cesur Yeni Dünya)'sının başlangıcında şöyle demektedir.


Ütopyaların gerçekleşme ihtimali evvelce zannedildiğinden çok fazladır.Bugün bambaşka dertli bir mesele karşısındayız:onların büsbütün gerçekleşmesini nasıl önlemeli?..Ütopyalar gerçekleşebilir şeylerdir. Hayat ütopyalara doğru yürüyor. Belki de yeni bir çağ başlıyor, bir çağ ki aydınları, yetişkin sınıfları ütopyalardan kaçınmak ve ütopyalık olmayan daha az olgun ama daha hür bir cemiyete dönmek çarelerini düşünmeye dalacaklardır...Nicolas Berdiaeff 
 

Deniz Kurdu - Jack London


Uçsuz bucaksız denizlerin, sert esen rüzgârların, çetin yaşam koşullarının yazarı Jack London, bir fok avı gemisindeki yaşamı anlatıyor.

Batan bir gemiden kurtulan Van Weyden, Kurt Larsen’in acımasızlıklarla dolu gemisi Hayalet’e sığınmak zorunda kalır. Kurt Larsen ilginç bir adamdır; bazen kaba kuvvete başvurur, bazen kitaplara gömülüp derin tartışmalara girer. Van Weyden ise genelde onun suyuna gider, nadiren ona isyan eder. Fakat gemiye Maud Brewster’ın gelişiyle işler değişir… Bakalım Humphrey Van Weyden ile Kaptan Kurt Larsen arasındaki çekişmeyi kim kazanacak?

Deniz Kurdu sis çökmüş denizde, şiddetli dalgalarla ve birbirleriyle mücadele eden insanların romanı.

 * * *

 Bazen şakayla karışık, bütün bunların Charley Furuseth’in başının altından çıktığını düşünmekle beraber, anlatmaya nereden başlayacağımı pek bilemiyorum. Kış aylarında pineklemek ve Nietzsche’yle Schopenhauer okuyarak zihnini dinlendirmek dışında pek ziyaret etmediği, Tamalpais Tepesi’nin gölgesindeki Mill Vadisi’nde yazlık bir kulübesi vardı. Yaz geldiğinde ise şehirde kalıp sıkı çalışmayı, sıcak ve tozlu bir varoluşa katlanmayı tercih ederdi. Benim her cumartesi akşamından pazartesi sabahına kadar onda kalmak gibi bir alışkanlığım olmasaydı, bana bu malum ocak ayının pazartesi sabahı San Francisco Körfezi’nde bir geminin içinde rastlayamazdınız.

 Güvenilirliğinden şüphem yoktu; hatta Martinez yeni model bir buharlı vapurdu ve Sausalito’yla San Francisco arasındaki yolu dördüncü veya beşinci kere katediyordu. Tehlike, körfezi kaplayan ve bir kara adamı olarak beni pek endişelendirmeyen o ağır sis perdesinde yatıyordu. Hatta, çocuksu bir heyecanla geminin ön tarafına, tam kaptan köşkünün altında kalan ön güverteye konuşlanıp gizemli sisin hayal gücümü ele geçirmesine izin verdiğimi gayet iyi hatırlıyorum. Taze bir esintinin eşliğinde, nemli bir bilinmezliğin içinde bir süreliğine yalnızdım
– tamamen yalnız olmasam da: başımın üstündeki camdan evde duran dümencinin ve kaptan olduğunu düşündüğüm adamın varlığını belli belirsiz duyumsayarak.

 Ne büyük rahatlık diye düşündüğümü anımsıyorum; bir körfezin diğer ucunda yaşayan dostumu ziyaret etmek için sisleri, rüzgârları, akıntıları ve yön bilgisi çalışmamı gereksiz kılan bu işbölümü ne büyük rahatlık. İnsanların birtakım alanlarda uzmanlaşmaları güzel şey, dedim kendi kendime. Kaptan ve dümencinin derin bilgisi, denizden ve yön bulmaktan ancak benim kadar anlayan binlerce insana yetiyordu. Öte yandan, enerjimi bunları öğrenmek yerine başka önemli şeylere harcayabiliyordum; Poe’nun Amerikan edebiyatındaki yerinin bir analizine örneğin – bu, Atlantic’in yeni sayısında çıkan makalemin konusudur aynı zamanda. Gemiye ilk bindiğimde, kamarasının önünden geçerken iriyarı bir beyefendiyi Atlantic’in tam da benim makalemin bulunduğu sayfasını okumaktayken fark etmiş, onu muhteris bakışlarla süzmüştüm. İşte yine ortadaydı; kaptanla dümencinin derin bilgisi bu irikıyım beyefendiyi güvenle Sausalito’dan San Francisco’ya taşıyarak, Poe üzerine sahip olduğum ayrıcalıklı bilgileri okuması için ona olanak sağlayan işbölümü.

 Kamara kapısını ardından sertçe kapatarak güverteye paldır küldür dalan kırmızı suratlı bir adam düşüncelerimi yarıda kesmeme sebep oldu, neyse ki “Özgürlüğün Gerekliliği: Sanatçı İçin Bir Savunma” adını vermeyi düşündüğüm bir makaleyi çoktan aklımın bir köşesine yazmıştım. Kırmızı suratlı adam kaptan köşküne bir bakış attı, sisi inceledi, bir süre güvertede paldır küldür yukarı aşağı yürüdü (bacakları besbelli takmaydı) ve sonunda, iki yana açılmış bacakları ve suratında keskin bir haz ifadesiyle gelip yanımda durdu. Hayatının denizde geçtiğine hükmederken haksız değildim.

 Başıyla kaptan köşkünü selamlayarak, “Saçların vaktinden önce ağarmasına yol açan şeyler böyle pis havalardır işte,” dedi.

 “Özel bir baskıyla karşıya karşıya olduğumuzu düşünmemiştim,” diye cevapladım. “Bana A, B, C
kadar basit görünüyor. Pusula sayesinde yöne, mesafeye ve hıza hâkimler.Matematiksel bir kesinlikten öte bir şey göremiyorum.” 

“Baskı!” dedi homurdanarak. “A, B, C kadar basit! 

Matematiksel kesinlik!”  

Bana bakarken sırtını geriye yaslayarak destek alıyor gibi görünüyordu. “Peki ya Golden Gate’ten bize doğru hızla gelen şu akıntıya ne diyeceksin?” diye buyurdu, hatta feryat etti. “Ne kadar hızla ilerliyor dersin? Bu ne anlama geliyor peki? Şunu duyuyor musun? Bu bir çanlı şamandıra ve biz onun yolunun tam üzerindeyiz! Rotayı nasıl değiştirdiklerine bak şimdi!”

 Sisin içinden bir çanın acı çınlaması duyuldu ve dümencinin dümeni korkunç bir hızla çevirdiğini gördüm. Tam karşımızdan geliyor gibi duyulan çan sesi, şimdi yan tarafımızda kalıyordu. Bizim geminin düdüğü de boğuk boğuk ötüyor, yer yer sisin içinden başka düdük sesleri duyuluyordu. Misafirim, sağımızdan gelen düdüğü işaret ederek, “Bu da bir çeşit feribot olmalı,” dedi. “Ve şu! Duyuyor musun? Birisi ağzıyla çalıyor. Büyük ihtimalle bir uskuna. Kendinizi kollayın, Bay Uskunacı. Ah, ben de öyle düşünmüştüm. Şimdi kıyamet kopacak!” Gözlerden saklanan vapur, düdüğünü art arda çalıyor; ağızla çalınan boru dehşete düşürücü bir tarzda ötüyordu. Kırmızı suratlı adam, telaşlı ıslıkların kesilmesi üzerine, “Şimdi de birbirlerine saygılarını sunarak aklanmaya çalışıyorlar,” diye devam etti. Düdüklerin ve ıslıkların dilini anlaşılır bir dile tercüme etmiş olmanın heyecanıyla gözleri parlıyor, yüzü ışıldıyordu. “Şurada, solumuzdan gelen şey bir buharlının sireni. O boğazında kurbağa varmış gibi duyulan adam da, akıntıya karşı Heads’ten buraya kadar geldiğine göre buharlı bir yelkenlide diyebilirim.”

 Bu sırada cılız, tiz bir ıslık delirmişçesine başladı, sesi tam karşıdan ve epey yakından geliyordu. Bu kez Martinez’in çanları duyuldu. Geminin çarkları durdu, nabzı atmaz oldu ve sonra yeniden başladı. Koca koca hayvanların feryatları arasında bir çekirgenin ötüşü kadar cılız ve tiz duyulan bu ıslık, sisin içinden yan yöne fırlayıp hızla silikleşti ve kayboldu. Beni bu konuda da aydınlatması için refakatçime döndüm.

 “Şu deli fişeklerden biri ilerliyor,” diye söze girdi. “Neredeyse o beş para etmez veledi batırmadığımıza pişman olacağım! Çok sorun çıkarıyorlar. Hem ne işe yararlar ki? Önüne gelen denyo bir gemiye atlayıp düdüğünü var gücüyle çalarak dünyayı bir uçtan öbür uca katetmeye ve tüm dünyaya ona sahip çıkmaları gerektiğini duyurmaya kalkar, çünkü o kendine sahip çıkamaz! Çünkü o yoldadır! Ve senin de onun hakkını gözetmen gerek! Geçiş hakkı! Genel nezaket! Hiçbir şeyden haberleri yoktur bunların!”

Bu yersiz öfke patlaması beni epey eğlendirmişti ve o, öfkeyle bir aşağı bir yukarı yürürken, ben de kendimi sisin cazibesine bıraktım. Gerçekten de çok romantikti: Sis, esrarın gri gölgesi misali dünyanın hızla dönmekte olan bir noktasının üzerinde kuluçkaya yatmış ve salt ışık parçacıkları olan, çalışmaya dair delice bir hevesle lanetlenmiş insanların kimisi tahtadan, kimisi çelikten yapılmış atlarını bu esrarın tam kalbine doğru sürmekte, görünmez olanın içinde yollarını el yordamıyla aramakta, yürekleri belirsizlik ve korkuyla ağırlaşmış olduğu halde özgüvenle ve gürültüyle şakımaktaydılar.

 Refakatçimin sesi beni bir kahkahayla kendime getirdi. Gizemin içinde keskin bir görüşle dolandığımı sanarken, aslında ben de el yordamıyla, debelenerek ilerliyordum.

 “Hey! Bize doğru gelen biri var,” diyordu. “Şunu duyuyor musun? Hızla geliyor hem de. Dosdoğru üstümüze geliyor. Sanırım bizi henüz duymadı.

 Rüzgâr ters yönden esiyor.” Rüzgâr. Bütün şiddetiyle üstümüze esiyordu ve ben biraz ilerimizde öten düdüğü çok net duyuyordum.

 “Feribot olabilir mi?” diye sordum. 

Başıyla onayladı ve “Aksi takdirde bu kadar hız yapamazdı,” diye ekledi. Hafifçe kıkırdadı. “Yukarıdakiler endişelenmeye başladı.”

 Yukarı baktım. Kaptan başını ve omuzlarını köşkün dışına dayamış ve gözlerini, saf irade gücüyle içini delip geçebilecekmiş gibi büyük bir dikkatle sise dikmişti. Yüzü, tıpkı tırabzana dayanmış, görünmez bir tehlikeye doğru aynı dikkatle bakmakta olan refakatçimin yüzü gibi endişe doluydu.