22 Kasım 2022

Deniz Kurdu - Jack London


Uçsuz bucaksız denizlerin, sert esen rüzgârların, çetin yaşam koşullarının yazarı Jack London, bir fok avı gemisindeki yaşamı anlatıyor.

Batan bir gemiden kurtulan Van Weyden, Kurt Larsen’in acımasızlıklarla dolu gemisi Hayalet’e sığınmak zorunda kalır. Kurt Larsen ilginç bir adamdır; bazen kaba kuvvete başvurur, bazen kitaplara gömülüp derin tartışmalara girer. Van Weyden ise genelde onun suyuna gider, nadiren ona isyan eder. Fakat gemiye Maud Brewster’ın gelişiyle işler değişir… Bakalım Humphrey Van Weyden ile Kaptan Kurt Larsen arasındaki çekişmeyi kim kazanacak?

Deniz Kurdu sis çökmüş denizde, şiddetli dalgalarla ve birbirleriyle mücadele eden insanların romanı.

 * * *

 Bazen şakayla karışık, bütün bunların Charley Furuseth’in başının altından çıktığını düşünmekle beraber, anlatmaya nereden başlayacağımı pek bilemiyorum. Kış aylarında pineklemek ve Nietzsche’yle Schopenhauer okuyarak zihnini dinlendirmek dışında pek ziyaret etmediği, Tamalpais Tepesi’nin gölgesindeki Mill Vadisi’nde yazlık bir kulübesi vardı. Yaz geldiğinde ise şehirde kalıp sıkı çalışmayı, sıcak ve tozlu bir varoluşa katlanmayı tercih ederdi. Benim her cumartesi akşamından pazartesi sabahına kadar onda kalmak gibi bir alışkanlığım olmasaydı, bana bu malum ocak ayının pazartesi sabahı San Francisco Körfezi’nde bir geminin içinde rastlayamazdınız.

 Güvenilirliğinden şüphem yoktu; hatta Martinez yeni model bir buharlı vapurdu ve Sausalito’yla San Francisco arasındaki yolu dördüncü veya beşinci kere katediyordu. Tehlike, körfezi kaplayan ve bir kara adamı olarak beni pek endişelendirmeyen o ağır sis perdesinde yatıyordu. Hatta, çocuksu bir heyecanla geminin ön tarafına, tam kaptan köşkünün altında kalan ön güverteye konuşlanıp gizemli sisin hayal gücümü ele geçirmesine izin verdiğimi gayet iyi hatırlıyorum. Taze bir esintinin eşliğinde, nemli bir bilinmezliğin içinde bir süreliğine yalnızdım
– tamamen yalnız olmasam da: başımın üstündeki camdan evde duran dümencinin ve kaptan olduğunu düşündüğüm adamın varlığını belli belirsiz duyumsayarak.

 Ne büyük rahatlık diye düşündüğümü anımsıyorum; bir körfezin diğer ucunda yaşayan dostumu ziyaret etmek için sisleri, rüzgârları, akıntıları ve yön bilgisi çalışmamı gereksiz kılan bu işbölümü ne büyük rahatlık. İnsanların birtakım alanlarda uzmanlaşmaları güzel şey, dedim kendi kendime. Kaptan ve dümencinin derin bilgisi, denizden ve yön bulmaktan ancak benim kadar anlayan binlerce insana yetiyordu. Öte yandan, enerjimi bunları öğrenmek yerine başka önemli şeylere harcayabiliyordum; Poe’nun Amerikan edebiyatındaki yerinin bir analizine örneğin – bu, Atlantic’in yeni sayısında çıkan makalemin konusudur aynı zamanda. Gemiye ilk bindiğimde, kamarasının önünden geçerken iriyarı bir beyefendiyi Atlantic’in tam da benim makalemin bulunduğu sayfasını okumaktayken fark etmiş, onu muhteris bakışlarla süzmüştüm. İşte yine ortadaydı; kaptanla dümencinin derin bilgisi bu irikıyım beyefendiyi güvenle Sausalito’dan San Francisco’ya taşıyarak, Poe üzerine sahip olduğum ayrıcalıklı bilgileri okuması için ona olanak sağlayan işbölümü.

 Kamara kapısını ardından sertçe kapatarak güverteye paldır küldür dalan kırmızı suratlı bir adam düşüncelerimi yarıda kesmeme sebep oldu, neyse ki “Özgürlüğün Gerekliliği: Sanatçı İçin Bir Savunma” adını vermeyi düşündüğüm bir makaleyi çoktan aklımın bir köşesine yazmıştım. Kırmızı suratlı adam kaptan köşküne bir bakış attı, sisi inceledi, bir süre güvertede paldır küldür yukarı aşağı yürüdü (bacakları besbelli takmaydı) ve sonunda, iki yana açılmış bacakları ve suratında keskin bir haz ifadesiyle gelip yanımda durdu. Hayatının denizde geçtiğine hükmederken haksız değildim.

 Başıyla kaptan köşkünü selamlayarak, “Saçların vaktinden önce ağarmasına yol açan şeyler böyle pis havalardır işte,” dedi.

 “Özel bir baskıyla karşıya karşıya olduğumuzu düşünmemiştim,” diye cevapladım. “Bana A, B, C
kadar basit görünüyor. Pusula sayesinde yöne, mesafeye ve hıza hâkimler.Matematiksel bir kesinlikten öte bir şey göremiyorum.” 

“Baskı!” dedi homurdanarak. “A, B, C kadar basit! 

Matematiksel kesinlik!”  

Bana bakarken sırtını geriye yaslayarak destek alıyor gibi görünüyordu. “Peki ya Golden Gate’ten bize doğru hızla gelen şu akıntıya ne diyeceksin?” diye buyurdu, hatta feryat etti. “Ne kadar hızla ilerliyor dersin? Bu ne anlama geliyor peki? Şunu duyuyor musun? Bu bir çanlı şamandıra ve biz onun yolunun tam üzerindeyiz! Rotayı nasıl değiştirdiklerine bak şimdi!”

 Sisin içinden bir çanın acı çınlaması duyuldu ve dümencinin dümeni korkunç bir hızla çevirdiğini gördüm. Tam karşımızdan geliyor gibi duyulan çan sesi, şimdi yan tarafımızda kalıyordu. Bizim geminin düdüğü de boğuk boğuk ötüyor, yer yer sisin içinden başka düdük sesleri duyuluyordu. Misafirim, sağımızdan gelen düdüğü işaret ederek, “Bu da bir çeşit feribot olmalı,” dedi. “Ve şu! Duyuyor musun? Birisi ağzıyla çalıyor. Büyük ihtimalle bir uskuna. Kendinizi kollayın, Bay Uskunacı. Ah, ben de öyle düşünmüştüm. Şimdi kıyamet kopacak!” Gözlerden saklanan vapur, düdüğünü art arda çalıyor; ağızla çalınan boru dehşete düşürücü bir tarzda ötüyordu. Kırmızı suratlı adam, telaşlı ıslıkların kesilmesi üzerine, “Şimdi de birbirlerine saygılarını sunarak aklanmaya çalışıyorlar,” diye devam etti. Düdüklerin ve ıslıkların dilini anlaşılır bir dile tercüme etmiş olmanın heyecanıyla gözleri parlıyor, yüzü ışıldıyordu. “Şurada, solumuzdan gelen şey bir buharlının sireni. O boğazında kurbağa varmış gibi duyulan adam da, akıntıya karşı Heads’ten buraya kadar geldiğine göre buharlı bir yelkenlide diyebilirim.”

 Bu sırada cılız, tiz bir ıslık delirmişçesine başladı, sesi tam karşıdan ve epey yakından geliyordu. Bu kez Martinez’in çanları duyuldu. Geminin çarkları durdu, nabzı atmaz oldu ve sonra yeniden başladı. Koca koca hayvanların feryatları arasında bir çekirgenin ötüşü kadar cılız ve tiz duyulan bu ıslık, sisin içinden yan yöne fırlayıp hızla silikleşti ve kayboldu. Beni bu konuda da aydınlatması için refakatçime döndüm.

 “Şu deli fişeklerden biri ilerliyor,” diye söze girdi. “Neredeyse o beş para etmez veledi batırmadığımıza pişman olacağım! Çok sorun çıkarıyorlar. Hem ne işe yararlar ki? Önüne gelen denyo bir gemiye atlayıp düdüğünü var gücüyle çalarak dünyayı bir uçtan öbür uca katetmeye ve tüm dünyaya ona sahip çıkmaları gerektiğini duyurmaya kalkar, çünkü o kendine sahip çıkamaz! Çünkü o yoldadır! Ve senin de onun hakkını gözetmen gerek! Geçiş hakkı! Genel nezaket! Hiçbir şeyden haberleri yoktur bunların!”

Bu yersiz öfke patlaması beni epey eğlendirmişti ve o, öfkeyle bir aşağı bir yukarı yürürken, ben de kendimi sisin cazibesine bıraktım. Gerçekten de çok romantikti: Sis, esrarın gri gölgesi misali dünyanın hızla dönmekte olan bir noktasının üzerinde kuluçkaya yatmış ve salt ışık parçacıkları olan, çalışmaya dair delice bir hevesle lanetlenmiş insanların kimisi tahtadan, kimisi çelikten yapılmış atlarını bu esrarın tam kalbine doğru sürmekte, görünmez olanın içinde yollarını el yordamıyla aramakta, yürekleri belirsizlik ve korkuyla ağırlaşmış olduğu halde özgüvenle ve gürültüyle şakımaktaydılar.

 Refakatçimin sesi beni bir kahkahayla kendime getirdi. Gizemin içinde keskin bir görüşle dolandığımı sanarken, aslında ben de el yordamıyla, debelenerek ilerliyordum.

 “Hey! Bize doğru gelen biri var,” diyordu. “Şunu duyuyor musun? Hızla geliyor hem de. Dosdoğru üstümüze geliyor. Sanırım bizi henüz duymadı.

 Rüzgâr ters yönden esiyor.” Rüzgâr. Bütün şiddetiyle üstümüze esiyordu ve ben biraz ilerimizde öten düdüğü çok net duyuyordum.

 “Feribot olabilir mi?” diye sordum. 

Başıyla onayladı ve “Aksi takdirde bu kadar hız yapamazdı,” diye ekledi. Hafifçe kıkırdadı. “Yukarıdakiler endişelenmeye başladı.”

 Yukarı baktım. Kaptan başını ve omuzlarını köşkün dışına dayamış ve gözlerini, saf irade gücüyle içini delip geçebilecekmiş gibi büyük bir dikkatle sise dikmişti. Yüzü, tıpkı tırabzana dayanmış, görünmez bir tehlikeye doğru aynı dikkatle bakmakta olan refakatçimin yüzü gibi endişe doluydu.