11 Mart 2021

İlhan Selçuk'un bu yönünü bilir misiniz

1962’de Nadir Nadi’nin davetiyle parlamaya başlayan bir gazeteci olarak gazeteye adım atan ve Cumhuriyet’in kritik süreçlerinde oynadığı rollerle bugüne kadar gelmesini sağlayan İlhan Selçuk, yukarıda bahsettiğim Kuvayı Milliye Uşak Cephesinden Kasım Bey’in (Selçuk) oğludur. 1990’lardaydı sanıyorum, “Geyve Kaymakamı” başlıklı bir yazı kaleme almıştı “Pencere” köşesinde; kesilip saklanacak yazılardan birisi… Saklamadığıma hayıflandım bu yazıyı kaleme almaya karar verdiğimde. İşte yine yukarıda bahse konu olan Geyve Kaymakamı Hamdi Namık Bey de (Gör) sözünü ettiğim “Geyve Kaymakamı” başlıklı yazıya konu olan şahsiyettir. Hatırlamıyorum, belki vefatının ardından, belki başka bir vesile ile kaleme almıştı o yazıyı İlhan Abi (Kendisine de bizzat böyle hitap ederdim Cumhuriyet’te). Kaymakam, aynı zamanda Cumhuriyet’in kurucusu Yunus Nadi’yi de Ankara’ya geçirerek Yenigün gazetesini Ankara’da yayınlaması için önemli bir rol oynamıştır. Nadi’nın gelini Berin Nadi ile İlhan Ağabey 90’larda birlikte Cumhuriyet Vakfı projesiyle Cumhuriyet’i garanti altına alan isimler de olmuştur.

Evet, İlhan Selçuk’tan bahsettiğimize göre yavaş yavaş yazının asıl kahramanlarına doğru geliyoruz demektir. Merakınıza burada son verip kastettiğim iki kahramanı çıtlatayım; birisi “Lavinia”, birisi de “Geyve kaymakamının kızı”.

Lavinia, İlhan Selçuk’un ilk eşidir. “Geyve Kaymakamının kızı” ise ikinci ve uzun yıllarını birlikte geçirdiği son eşidir. Bu iki kadından “Lavinia”, İlhan Abi’in romantik yanını gösterir. “Geyve Kaymakamının kızı” ise gerçekçi yanını.

“Lavinia”, Özdemir Asaf’ın aynı adlı şiirine konu ettiği bir kadının gölge adıdır. Lavinia, o meşhur şiir sayesinde en güzel hayallerden biri oldu ve bir daha gitmedi, kaldı.

LAVİNİA

Sana gitme demeyeceğim

Üşüyorsun ceketimi al

Günün en güzel saatleri bunlar

Yanımda kal

Sana gitme demeyeceğim

Gene de sem bilirsin

Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim

İncinirsin

Sana gitme demeyeceğim

Ama gitme Lavinia

Adını gizleyeceğim

Sen de bilme Lavinia

Miyase İlknur’un bu ünlü şiirle ilgili anekdotu şöyle:

“Özdemir Asaf bu şiiri, yani ‘Lavinia’ şiirini ilk kez Mevhibe’nin de bulunduğu bir şiir matinesinde okumuştu. Öyküsünü İlhan Abi’den dinlemiştim.

Aklımda kaldığına göre, Mevhibe Beyat, iki arkadaşıyla birlikte -bunlardan biri Sevim Burak olabilir- Özdemir Asaf’ın şiir matinesine gider. Ünlü şair kürsüde şiirini okurken, Mevhibe sıkıldığından mı yoksa başka bir nedenden mi şimdi anımsamıyorum, yerinden kalkarak kapıya doğru yönelir. O anda Özdemir Asaf, ‘Lavinia’ şiirini okumaya başlar. Asaf’ın bu şiiri o an irticalen mi söylediği, yoksa daha önceden yazdığı şiiri aşık olduğu kadının kalkıp gitme hamlesi karşısında mı okuduğunu bilemiyoruz. (…) Peki bu şiir karşısında Mevhibe’nin tutumu ne olur?

Eli kapının kolunda öylece kalakalan ve şiiri dinleyen Mevhibe, gitmekten vazgeçip yerine döner.”

GÖLGESİYDİ LAVİNİA, MEVHİBE BEYAT’IN…

Lavinia, bir gölge isim demiştim... Kendisine aşık olan isimlerden şair Özdemir Asaf’ın ünlü şiiriyle dillere destan olan o kadın. İşte o gölge, gerçekte Mevhibe Beyat’tır. 1950’lerin İstanbul’unun entelektüelleri ve sanatçıları arasında geniş muhiti olan; kahkahalarıyla kalp çalan ve can yakan tatlı mı tatlı, güzel mi güzel, üstelik zeki mi zeki olağanüstü bir cazibedir. Onun öyküsünü bendeniz ilk kez Moda’dan tanıdığım gazeteci Gülenay Börekçi’nin Habertürk’teki etraflı yazısından öğrendim. O da Haluk Oral’dan öğrenmiş:

“Gizemli Lavinia’nın kim olduğuysa hep merak edildi. Bilen biliyordu elbette ama herkesin öğrenmesi için ‘edebiyat arkeoloğu’ Haluk Oral’ın ‘Şiir Hikayeleri’ni yazarak, bildiğimiz, sevdiğimiz, hayran olduğumuz şiirleri ağız sulandıran leziz ayrıntılarla anlatması, adeta onların ‘sırlarını’ aydınlatması gerekti.

Özdemir Asaf’ın şiirinde hayali bir suret gibi beliriveren, ne gözlerini ne bedenini seçebildiğimiz, gülüşünü bile göremediğimiz ama yıllardır bir şekilde zihnimizde yer etmiş Lavinia bir düş değil; etten kandan bir kadınmış, kitaptan onu öğrendik bir kere.”

Börekçi’nin Lavinia’nın yakın dostu Kaptana’nın anı kitabından aktardığı şu pasaj da kahramanımız hakkında iyice fikir veriyor:

“İlhan Selçuk’a 14 Şubat Sevgililer Günü yazısı yazdıran Lavinia ona uzaktan uzağa aşık olan *Oktay Akbal’ın* bir hikayesindeki Hisya’ydı aynı zamanda. Laleli’de Harikzadegan Apartmanları’nın kapısında buluşup konuşan delikanlıların Violetta’sıydı. O sıralarda ünlü olan bir tangonun adıydı bu ve delikanlılar, Mevhibe onlara gülümseyerek geçerken ıslıkla bu melodiyi çalardı.

Mevhibe Bayat, Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken mimar arkadaşları ona Gilda diye seslenirdi. Rita Hayworth’un o yıllarda büyük beğeni kazanan ‘Gilda’ filminden mülhem… Kızılkahve rengi, iri dalgalı, parlak ve çok güzel saçları vardı. Adalet Cimcoz da Marilyn Monroe’ya benzettiği için onu ‘Marlin’ diye çağırırdı. Güzelliğini hiç önemsemezdi. Zaten insan sıcaklığı, insanlara anlayarak yaklaşması ve sezgisi, güzelliğinin üstündeydi.”

Yine Moda’dan ahbabım Gülçin Çaylıgil’in Mevhibe’nin güzelliğine ilişkin sözleri de İlknur’un kitabında yer alıyor:

“Akademinin iki güzel kızı vardı. Biri Ayperi, biri Mevhibe. Ayperi esmer, Mevhibe sarışındı. Marliyn Monroe’ye benzerdi. O kadar çok aşık olan vardı ki. Bir mimar vardı mesela. Akademideki bir hocadan söz edilirdi. (…) Hukuk fakültesinin öğrencileri bu kızları görmek için akademiye giderlerdi.”

LAVİNİA’NIN KALBİ İLHAN SELÇUK İÇİN ÇARPMAKTADIR

Lavinia, bu dönemde şair ve yazarların eserlerine girecek kadar bir ilham perisidir. Örneğin, kendisine umutsuz bir aşk besleyen Oktay Akbal’in “Hisya”sı, sonra da Özdemir Asaf’ın “Lavinia”sı olmuştur ancak onun kalbi bir başkası için, İlhan Selçuk için çarpmaktadır. Gel zaman git zaman fırtınalı bir beraberlik ve aşk yaşayan ikili sonunda evlenecektir. Miyase İlknur’un anlatımından öğreniyoruz ayrıntıları:

“Mevhibe’yi görmek için gelen Hukuk Fakültesi öğrencileri arasında İlhan Abi var mıydı? Olmadığını Mevhibe’nin İlhan Abi’ye gönderdiği bir mektuptan öğreniyoruz. Bu mektuptan İlhan Abi ile Mevhibe’nin 1952 yılında Tokatlıyan Oteli’nde bir düğünde tanıştığı anlaşılıyor.

Onu edebiyat çevresine tanıştıran ise akrabası Oktay Akbal. İlk aşkı da yine sanat çevresinden olmuş Mevhibe’nin. Güzel Sanatlar’dan hocası ünlü ressam Edip Hakkı Köseoğlu, onun kalbini çalan ilk erkek olmuş. Ancak nikah masasına 17 Eylül 1956’da İlhan Selçuk’la oturmuş. Mevhibe’nin İlhan Abi’ye ilk görüşte nasıl çarpıldığını 14 Eylül 2004’te yazdığı mektubundan okuyalım.”

AYRILIK ÇALAR BU TUTKULU İLİŞKİNİN KAPISINI…

Meraklısı, mektubu İlknur’un kitabından okuyacak artık da bu evlilik uzun sürmez, süremez… 25 Şubat 1958’de İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla son bulur.

“Gururlu bir kadın olan Mevhibe, kocasının kendisine olan sevgisinin bittiğini öğrendiği andan itibaren evliliğini zoraki de olsa sürdürme konusunda ayak direme yerine boşanma teklifini hemen kabul eder. Ancak İlhan Abi’yle olan evliliğine nokta koymasına karşın ona olan aşkını yaşamı boyunca yüreğinde taşımıştır.”

Mevhibe’nin tutkusunu yansıtan bir kısa mektup ise şöyledir:  

“Sevgili İlhan

O kadar canım sıkkın ki. Senin gibi meşgul bir sevgili kişiyi de kendi saçma sapan meselelerimle meşgul ettiğim için… Ne olur unut, bir gaflet anıma geldi.

Senin saygını kaybetmektense öleyim daha iyi.

Beni hoşgör ve sakın benden vazgeçme.

Sonsuz saygı ve sevgilerimle.

Tarih atmasını hiç sevmiyorum, seneler bana vız geliyor.

Yıl 1952

Yıl 2004

Hesabını sen yap.

Mevhibe.”

“GÖNÜLLERDE DOLAŞMANIN ÇEKİMİ” BİTİRMİŞTİR İLİŞKİYİ

İlhan Selçuk, aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra 14 Şubat 1999’da Cumhuriyet’teki “Lavinia” başlıklı yazısında hiç unutmadığı ve ilişkisini de sosyal olarak sürdürdüğü ilk eşini, o fırtınalı ilişkiyi tutku yanında eleştiri de kokan satırlara döker:

“Fırtınalı bir ilişkinin tensel terinde köpüklenen dalgasını yaşarken, gönüllerde dolaşmanın çekiminden de vazgeçemiyordu; ileride bunun hesabını acıyla vereceğinden habersizdi.”

Melda Kaptana “Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm” adlı anı kitabında Lavinia’dan epeyce söz eder. Kaptana’nın oğluna, herkesin aşık olduğu Mevhibe Hanım’dan gelen bir mektuptaki şu cümlede ise ilk eşi İlhan Selçuk’un özel bir yeri vardır:

“Hayatımın iki büyük aşkından biri ressam Edib Hakkı Köseoğlu’ydu. Diğeri ise malumunuz İlhan Selçuk!”

MEVHİBE HANIM’IN SELÇUK’TAN SONRASI

Mevhibe Hanım, tam da İlhan Selçuk’un dediği gibi gönüllerde dolaşmanın çekimine kolayca kapılabildiği için büyük bir aşkın ardından ikinci kez Oda Tiyatrosu’nda kostümlerini hazırladığı Mücap Ofluoğlu aracılığıyla tanıştığı sahnenin ve perdenin parlamakta olan ismi Öztürk Serengil’le evlenir (Mücap-Filiz Ofluoğlu aynı zamanda İlhan Selçuk’la da arkadaştır. Yıllar sonra 2000’lerin ortalarına doğru Filiz Ofluoğlu’nun Cumhuriyet Kitapları’ndan “İki Dünya” adlı anı kitabı da çıkacaktır). Mevhibe Hanım’ın ikinci evliliği de uzun sürmez ilki gibi fakat yeni bir evlilikten de geri durmaz; bu kez son evliliğini İlhan Selçuk’un avukatı Gülçin Çaylıgil’in kardeşi fotoğrafçı ve kamereman Muhlis Hasa ile yapar (Mevhibe Hanım’ın görümcesi Gülçin Çaylıgil’i tanıdım, ahbabımdı. Aynı zamanda ikimiz de Moda’da olduğumuz için fırsat buldukça buluşur sohbet de ederdik uzun uzadıya. O, Erdem Buri’nin ilk eşi Reşide Hanım’la birlikte otururdu. Fakat sohbetlerimizin hiçbirinde Mevhibe Hanım da, onun İlhan Ağabey’le evliliği de konu olmadı). Sonrası ise hareketli ve renkli bir çevredeki pırıltılı yaşamın rutine doğru gidişidir. 1925’te gözlerini açtığı dünyaya da 2007’de veda eder. Lavinia anılardaki, şiir ve öykülerdeki, belki resimlerdeki yerini alır.

Yine İlhan Selçuk’un arkadaşı, Cumhuriyet’te de uzun süre birlikte oldukları Oktay Akbal, Lavinia için “Rüzgar der demez saçlarının dağılmasını istediğimiz sevgili”“Özdemir’le onu arardık yazdıklarımızda ve ilk gençlik düşlerimizde. Bazen susup yürürdük. Konuşsak büyüsü kaçacak gibi bazı konulardan uzaklaşırdık.” diye yazdı.

SADECE BİR İLHAM PERİSİ MİYDİ MEVHİBE HANIM?

Lavinia’yı, iyice anlamak için sözü yine Börekçi’ye bırakıyorum:

“Tek işi ilham periliği değilmiş elbette. Uzun yıllar Neyir Triko firmasının baş stilisti olarak çalışmış. Bu yüzden sık sık Avrupa’ya gider, defileleri izler, butikleri gezermiş. Oradaki modelleri görür, aralarından beğendiklerini alır ama sonra onları bir kenara bırakıp kendi tasarımlarını yaratırmış. Memlekete, koşullara, bizim ruhumuza uydurarak.”

Mevhibe’nin İlhan Selçuk’a 21 Ocak 2005’te, vefatından iki yıl önce yazdığı bir mektuptan Edip Hakkı sayesinde Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptığını da İlknur’dan öğreniyoruz. Bu arada tahmin ediyorum ki tutkuyla aynı alanda çalıştığı özel sektörde enstitü yıllarından sonra çalışmaya başlamıştır.

“Mevhibe, Edip Hakkı aracılığıyla girdiği Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü’nde 18 yıl öğretmenlik yapmış demek ki. Herhalde stilistlik dersi vermiş olmalı. Mektupta sözünü ettiği Refia Ögüç’ün adı bugün hala Beyoğlu’nda yaşıyor. O yıllarda Parmakkapı sokakta hizmet veren Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü, artık Refia Ögüç Kız Teknik Olgunlaşma Enstitüsü olarak öğrenci yetiştiriyor.”

Lavinia’ya sadece güzelliği ve çekiciliği yüzünden mi aşık olurmuş etrafındaki erkekler? Bu sorunun yanıtını Kaptana veriyor:

“Hayatı boyunca çok okudu. Yaşlanıncaya kadar tüm filmlere, konserlere, tiyatro oyunlarına gitti. Hiçbir şeyi kaçırmamak, es geçmemek istedi. Öylesine sıcak bir kalbi vardı ki, halkla içiçe yaşamayı ihmal etmedi. Gazanfer Özcan’ın tiyatrosunu da Shakespeare tiyatrosu kadar önemsedi; ikisinin de hayatı anlamak konusunda eşit derecede faydalı olduğuna inandı.

Korkunç bir sezgi gücü vardı Mevhibe’nin. Yüzünüze bakar bakmaz sizi tanır anlar, ruhunuzun en derin köşelerine kadar kavrardı. Küçücük bir bakıştan, mimikten, jestten tüm karakter haritanızı çıkarabilirdi. Özdemir Asaf bu yüzden ona ‘Öldürmekten daha beter anlıyorsun insanı’ demişti. Çok keskin gözleri vardı.”

İlhan Selçuk’un çok yakın çevresiyle de ilişkileri olan ve Mevhibe ile de tanışan gazeteci-yazar  arkadaşım Miyase İlknur, “İlhan Abi”nin bir bölümünü, 2. Bölüm’ünü “Herkes Lavinia’ya, Lavinia Ona Vurgun” başlığıyla İlhan Selçuk-Mevhibe Beyat ilişkisine ve evliliğine ayırmıştır.

“1990’lı yılların sonlarında tanıştırdığı Mevhibe ile bir iki kez telefonla da görüşmüştük. Mevhibe’nin yakın zamana kadar kamuoyunda bilinmeyen sırrını da Mevhibe ile tanışmadan İlhan Abi’den dinlemiştim. Aslında sır falan olduğu yoktu da kamuoyu bilmiyordu. Yoksa Mevhibe’nin Özdemir Asaf’ın ‘Lavinia’sı olduğunu bilmeyen yoktu.”

İlknur, Mevhibe Beyat’ın İlhan Selçuk’a yazdığı mektuplara çokça yer verir kitabında. Mevhibe’den Selçuk’a kısa bir mektup ve notu da içeren, Mevhibe’nin resme ilgisini ve tutkulu aşkını da yansıtan anekdotlar:

“Mevhibe Beyat’ın resme merakı bir sanatsever olmanın ötesinde. Kendisi de sonraki yıllarda eline fırça alarak tuvalin başına geçiyor. Yaptığı tabloların birkaç tanesini armağan olarak gönderdiği İlhan Abi’nin evinde görmüştüm. Bu tablolardan birinde de İlhanAbi’yi resmetmişti. Bir de bir mektubunun arasından, çizgili küçük bir kağıda tükenmez kalemle çizdiği İlhan Abi’nin portresi çıkmıştı. Mevhibe, İlhan Abi’yi çizdiği tabloya ek olarak da aşağıdaki mektubu göndermiş, Mektupta akademinin resim bölümüne gitmediğine hayıflanıyor; tarih yok.”

Sözü edilen mektup şöyle:

“İlhan’cığım

Aklımda kaldığına göre, ‘Ben duvarına kendi portresini asacak adam değilim’ demiştin. Örnek olarak ‘Rasin de bir portremi yaptı’ dediğini de hatırlıyorum.

Ama benim yaptığım resmi yatak odana as. Sevgililerinden başkası göremez. Sorarlarsa, o da eski bir sevgili, dersin.

Anılarımda kalan sana biraz beyaz saç ekledim.

Düşünüyorum da! Keşke akademinin resim bölümüne gireymişim daha iyi bir şeyler yapabilirdim. Şimdi ise elimden bu kadarı geliyor.

Sevgiler saygılar sonsuza kadar.

Mevhibe.”

Ve kısa bir not:

“İlhancığım canım,

Böyle bir Üsküdar sokağında seninle yaşamak vardı; ama olmadı. İnşallah gelecek sefere.

Mevhibe Beyat.”

Lavinia’yı yakın zamanlarda Haluk Oral’ın “Şiir Hikayeleri”nden; sonra da oradan yola çıkarak Gülenay Börekçi’nin Habertürk’te Lavinia’nın yakın dostu Kaptana ile de konuşarak ve onun anı kitabından yararlanarak kaleme aldığı yazıdan sonra 2012’de yayınlanan Cumhuriyet gazetesi yazarı ve aynı zamanda İlhan Selçuk’la çok yakın olan Miyase İlknur’ın “İlhan Abi” kitabından iyice tanıdık artık. İlknur’un kitabından aktaracağım iki paragrafla hem “Lavinia” bahsini kapatacağız hem de “Geyve Kaymakamının kızı” bahsini açacağız:

HEP İLHAN ABİ’NİN DİKKATİNDE

“11 Eylül 2007’de yaşama veda eden Mevhibe’nin ölümünün İlhan Abi’yi çok etkilediğine tanık olmuştum. Birkaç günlük iş seyahati dönüşünde İlhan Abi’yi çok üzgün bulmuştum. Ben sormadan, ‘Biliyor musun Miyase, Mevhibe’yi kaybettik’ dedi. Duyduğumu ve üzüldüğümü söyledim. Ertesi günkü karşlaşmamızda yine ‘Mevhibe’nin ölümünü sana söylemiş miydim’ diye sordu. ‘Evet abi’ dedim ‘söylemiştiniz’. Ama birkaç gün sonra ‘Mevhibecik de öldü Miyase, haberin var mı?’ diye üçüncü kez sordu. Üçüncü kez bu soruyu sorduğunu anımsattığımda güldü İlhan Abi, ‘Hay Alah öyle mi ya, yoksa bende mi Handan gibi alzheimer oldum?’ diyerek yine kendisiyle kafa buldu.

İlhan Abi, Handan uğruna Mevhibe’yi terk etmişti. Ama sadece eş ve sevgili olarak. Arkadaşlığını ve dostluğunu Mevhibe’nin ölümüne dek sürdürdü. Sürekli telefonda görüşüyor, her türlü sıkıntısını ve ihtiyacını zamanı ve gücü oranında gidermeye çalışıyordu. Lavinia’dan hep sevgi ve saygıyla söz ettiğini anımsarım.”

İlk kahramanımız “Lavinia”ya, yani İlhan Ağabey’in ilk eşine veda edip “Geyve Kaymakamının kızı”, yani ikinci eşiyle tanışalım şimdi de.

“GEYVE KAYMAKAMININ KIZI” İLE İLHAN SELÇUK’UN FLÖRTÜ

Mevhibe Hanım’la ilişkisi ve evliliği İlhan Ağabeyin yukarıda da değindiğim gibi “romantik” yanını ortaya koyuyordu. Hamdi Namık Gör’ün büyük kızı Handan Hanım’la izdivacı ise “gerçekçi” yanını… Belki de bu yüzden İlknur’un dediği gibiydi; “İlhan Abi, Handan uğruna Mevhibe’yi terk etmişti.”

İlhan Selçuk, akrabası da olan bu aileye meftundu. Öyle olmasa “Geyve Kaymakamı” başlıklı o muhteşem yazıyı yazamazdı. Kayınbiraderi emekli büyükelçi Yavuz Gör’e de Cumhuriyet’te sıklıkla yazı yazdırmazdı. Handan Hanım’la uzun yıllarını geçiremezdi.

İlknur’un kitabından Handan’la ilk ilişkiler, mektuplaşmalar; ardısıra mektuplar… Mektuplara girmeden…

“İlhan Abi ve Işık Yenersu’dan dinlediğim kadarıyla Handan Abla’nın evinde verilen bir baloda çakan kıvılcım, zamanla alevleniyor. Aslında birbirlerini ilk kez görüp tanımış değiller. Handan Abla’nın anne tarafı ile İlhan Abi’nin baba tarafı uzaktan akraba. O nedenle Handan Abla’nın bazı mektupları ‘Hala kızı Handan’dan dayı oğlu İlhan’a’ hitabıyla başlıyor. Birbirlerini akrabalık bağı nedeniyle tanısalar da herhalde gönül gözüyle bakmamış olacaklar ki, ikisi de farklı kişilere aşık olup evlenmişler.

Handan Abla, oldukça varlıklı eşi Muhittin Toköz’le büyükçe bir evde uşaklar, aşçılar, bahçıvanlar, şoförlü arabalar; yılda bir iki kez yapılan Avrupa seyahatleri, balolar, partilerle geçen yaşamı ile bir ‘salon hanfendisi’ hüviyetindedir.”

GÜVENLİ BİR LİMAN OLARAK EVLİLİK

“İlhan Abi”nin “Handan’la Evliliği” başlıklı bölümünün ilk paragrafında belirtildiği gibi iki taraftan birinin Ankara’da birinin İstanbul’da yaşamasının ilişkideki gerilime neden olmasını birbirlerine yazdıkları mektuplarda görmek mümkün:

“Handan Abla Ankara’da, İlhan Abi İstanbul’da yaşadığı için mektuplar, telefonlar ve karşılıklı ziyaretlerle süren ilişkileri arada ki mesafe nedeniyle inişli çıkışlı bir seyir izler. Aralarındaki en önemli münakaşa nedeni İlhan Abi’nin mektup yazma ve telefon etmedeki ihmalkarlığıdır. Bu durum yaşamının her anı programlı, titiz ve hassas Handan Abla’yı kızdırır. İlhan Abi’nin tavrı ise ‘Aramızda protokol kuralları mı uygulayacağız; ilk mektubu kimin yazdığı, diğerinin ne zaman cevap verdiğinin ne önemi var?’ şeklindedir: (…)

İlhan Abi’ye aşık olunca İstanbul’a taşınan Handan Abla, sefih bir yaşamdan mütevazı, hatta eski koşulları ile kıyaslandığındasefil bir yaşama yelken açmıştır. Artık Paris, Milano ve Londra gibi moda merkezlerinde yapılan alışverişler, mücevherler, yılda bir iki kez yapılan Avrupa seyahatleri, lüks arabalar, balolar ve partiler de geride kalmıştır. Aşk uğruna katlanılacak bu yeni yaşam tarzında değişen yalnızca fiziki koşullar değildir. Entelektüel bir kadın olan Handan Abla, düşünsel anlamda da bir evrim geçirecektir. Tabii dost ve arkadaş çevresi de…

İlhan Abi-Handan Abla aşkı, Ankara-İstanbul arasında gidip gelmeler, mektuplaşmalar ve her tutkulu aşkta yaşanan kavgalar-barışmalarla sürer ve sonunda 4 Şubat 1959 günü Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde atılan imzalarla başka bir boyuta taşınır.

Nikah törenlerinde ne aileden ne de arkadaş ve dost gruplarından kimse bulunmaz. Koridorda buldukları ve hiç tanımadıkları iki kişinin şahitliğinde kıyılır nikahları (…) İlhan Abi, Handan Abla ile askerlik görevini yaparken evlenmiştir.”

İlhan Abi, nikahın ardından Salihli’deki birliğine döner ve oradan yazdığı ilk mektubun bitiş cümlesi ilginçtir:

“Kadıköy Evlendirme Dairesi 4.2.1959 tarihli kararıyla daima senin İlhan Selçuk’un.”

Sonrasına İlknur’un kitabından devam edelim:

“Handan Abla’nın Muhittin Toköz’den boşandıktan sonra kısa süreli kullandığı ‘Gör’ soyadı yeniden değişmiş ve ‘Selçuk’ olmuştur.

Aralarındaki mektuplaşmalardan ve Handan Abla’yı toprağa verdiğimiz günün akşamı İlhan Abi ile evinde yaptığımız ‘Handan’ üzerine konuşmadan -daha doğrusu onun anlatıcı benim dinleyici olduğum konuşma- anladığım, bu evlilik daha çok Handan Abla’nın isteği ile gerçekleşmişti. Bu cümleden İlhan Abi’nin Handan’la evliliğe soğuk baktığı anlamı çıkabilir. O nedenle biraz açmak gerekir kanısındayım. İlhan Abi, iki kişinin huzurunda bir deftere atılan imzanın, aşkın ve sadakatin karinesi olamayacağı inancındadır. Ancak o yılların Türkiyesi’nde nikahsız bir aşk yaşamanın hele de bir kadın için ne denli zor olduğunu hesaplayan Handan Abla, güçlü kişiliğine rağmen toplumun yerleşik kurallarına aykırı bir yaşamı göze almaktan çekinmektedir. İlk eşinden ayrılınca özgürlüğüne kavuştuğunu düşünse de aşık olduğu adamla birlikte olma ve toplum önüne çıkma özgürlüğünün de belediye memurunun önünde atılacak bir çift imzadan geçtiğinin farkındadır.

Handan Abla, İlhan Abi ile 4 Şubat 1959’da evlenmesine karşın evlilik işlemi her ikisinin de nüfus kaydına işlenmemesi nedeniyle hala eski soyadını taşımaktadır. O nedenle 10 Ekim 1959 tarihli mektubunda evlilik ilamını çıkartmak ve ikisinin de nüfus cüzdanına işletmek düşüncesinden söz eder.”

EVLİ OLSALAR DA GERİLİMLİ, GİTGELLİ BİR İLİŞKİ

Evliliğin hemen ertesinde gelen yedek subay askerlik, borç harç ve geçim zorlukları, tam bir düzen tutturamamak, Handan Hanım’ın bu durum karşısındaki iş arayışları da ikili arasındaki gerilimli polemiklere ve gitgellere neden olsa da İlhan Selçuk’un eşine aynı tonda yanıt vermemesi durumu toparlar.

İlknur, “İlhan Abi ile Handan Abla’nın Zorunlu Ayrılığı” ara başlığı altında ikiliyi anlatmayı şöyel sürdürüyor:

“Handan Abla, İlhan Abi ile evliliğinin ilk yıllarında Marmara Koleji’nde İngilizce öğretmenliği, Dolmuş, Akis dergilerinde tercümeler ve kadın sayfası için yazılar, Vatan’da ise kültür sanat söyleşileri yapmıştı. 1960’lı yılların başında ise Selçuk ailesinin kadim dostu Naim Kılıç ve Turhan Selçuk’un kurduğu PV Reklam şirketi ile Hasan Cemal’in kuzeni ve Azra Erhat’ın romanına konu olan ‘Gülleyla’nın babası Mehmet Cemal’in reklam şirketinde çalıştı. Ancak çok istemesine rağmen kalıcı ve uzun süreli bir işi olmamıştı.

Evliliklerinin ilk yıllarında İlhan Abi’nin askerliği, dil öğrenimi için Paris’teki altı aylık ikametleri ve yurt dışı seyahatleri buna olanak tanımaz. Sonraki yıllarda da yazarlıkta hızlı bir yükseliş grafiği çizen İlhan Abi’ye rahat ve düzenli bir çalışma ortamını sağlama çabaları öncelik kazanmıştır Handan Abla için. 1970’lere girildiğinde ise İlhan Abi’nin mahpuslukları ötelemiştir çalışma arzusunu.

Handan Abla’nın yeniden iş yaşamına atılması, 5 Ocak 1978’de kurulan 3. CHP hükümetinde Turizm ve Tanıtma Bakanı Alev Coşkun ve danışmanı Engin Aydın’ın teklifi üzerine gerçekleşir. Turizm Bankası’na bağlı Marmaris Tatil Köyü’ne Halkla İlişkiler Müdürü olarak atanan Handan Abla ile İlhan Abi’nin yolları bir süre ayrılır.

Aslında bu ayrılık ikisi için de iyi olacaktır. Zira İlhan Abi ile Handan Abla’nın evlilikleri bir ‘yorgunluk’ sürecine girmiştir. Kimbilir belki de İlhan Abi, ‘gönüllerde dolaşmanın çekimi’ne kapılmıştır yeniden. (…)

Başlangıçta büyük bir hevesle ve kafasında envai çeşit projelerle Marmaris’e giden Handan Abla’nın karşılaştığı engeller keyfini kaçırır. İlk aylar zorluklara dirense de giderek Marmaris’ten kaçıp kurtulmanın yollarını arar. Bakanlığın Ankara veya İstanbul’daki tesislerinden birinde artık ‘ne iş olsa yaparız abi’ kıvamına gelmiştir. (…)

Handan Abla’nın İlhan Abi ile gerek flört dönemlerinde gerekse evliliklerinin ilk yıllarında yazdığı mektuplara oranla Marmaris’ten gönderdiği mektuplarda belirgin bir üslup farkı dikkati çekiyor. O eski, buyurgan, alıngan, herşeyi dikte eden Handan Abla gitmiş, yerine mülayim, herşeyi oluruna daha doğrusu İlhan Abi’nin keyfine ve iradesine bırakan biri gelmiş. Sanırım bu tavır değişikliğinde İlhan Abi ile aralarındaki mesafeli hatta biraz limoni havanın etkisi var.

Büyük bir aşkla bağlı olduğu İlhan Abi’yi kaybetme kaygısından olsa gerek, artık ne mektupların gecikmesini ne de İlhan Abi’nin ziyarete gelme konusunu sorun yapıyor. (…)

Handan Abla, İlhan Abi’nin Marmaris’e gelmesini arzu ediyor ama eskisi gibi ısrar edemiyor. O hatta, ben geleyim teklifinde bulunuyor. Sonuçta yine giden İlhan Abi oluyor ama bu seyahatin faturası da biraz ağır oluyor.”

HANDAN’A VEDA

İlhan Selçuk, Marmaris’e giderken yolda aslında Handan Hanım’la evliliğini noktalamak vardı aklında ama eşini üzeceği fikrinden dolayı da kara kara düşünüyordu. Nitekim bu atmosferde 11 Ekim 1978’de ciddi bir enfarktüs geçirir.

Sonrası, 80’lerde 12 Eylül koşullarında ve 90’larda Cumhuriyet’in mali idari krizi ile iç çalkantılarının derinleştiği koşullara bir de Handan Hanım’ın alzheimer olması eklenir. İlhan Selçuk, Handan Hanım’a bizzat bakar ama bu yorucu olmaktadır. Sonunda refakatçi güvenilir bir kadınla çözüm bulunur. Sonunda, 30 Mart 2001 akşamı İlhan Selçuk Ankara’da iken Handan Hanım’ın fenalaştığı, ardından da ölüm haberi gelir. Selçuk, seyahati yarıda kesip İstanbul’a, Ulus’taki kooperatif evine döner eşine son yolculuğunda veda etmek için. Sonra da “Handan’a veda” çağrışımı niteliğindeki yazısını şöyle bağlayacaktır:

“İnsan olmanın koşulu acıyı paylaşmaktan geçer; acı paylaşıldıkça küçülür, sevinç paylaşıldıkça büyür. Evrende her şey küçük doğar, zamanla büyür; acı büyük doğar, zamanla küçülür. Doğa kederiyle mutluluğuyla bir bütündür. Toprakla suyun birliğini vurgulayan da yağmurdur; yerden yükselir, gökten yağar.

Bunun için rahmet demişler adına…”

Evet, bu yazının, daha doğrusu derlemenin kahramanı “Lavinia” ve “Geyve Kaymakamının kızı” idi. İlhan Selçuk ise iki kadın kahramanın yanı başındaki önde gelen figür. İkisinin de önce flörtü ve sevgilisi, sonra eşi. İlki romantik yanına göre, ikincisi gerçekçi…

Bitirirken İlhan Selçuk’u 70’li ve 80’li yıllarda önce uzaktan, 90’lardan itibaren ise yakından tanıyan ve bir süre de onunla aynı çatı altında olma şansını yakalayan; birlikte değerli anıları olan birisi olarak kendisiyle ilgili birkaç cümle kurmalıyım. İlhan Selçuk’u en iyi anlatan tek sözcük; “çelebi” olsa gerek. Kesinlikle. O, fırtınalı suların kaptanı olmuştur Cumhuriyet’te. Yunus Nadi’den ve oğlu Nadir Nadi’den sonra Cumhuriyet’in bayrağını dalgalandıran “üçüncü adam”dır. Aydınlanmanın ve Türk Devriminin ruhunu gazete ile sürdürmeyi başarmış bir fikir adamıdır, sadece gazeteci-yazar değildir. Onunla çok anım olsa da en güzel iki anımdan birisi, kendisinin de içinde aktör olduğu bir dönemi ve dergiyi (Devrim) inceleyen “Yön’ün Devrimi Devrim’in Yönü”ne önsöz yazması ve bu süreç… İkincisi de Şeref Bakşık’la bendenizi tanıştırması ve “CHP İle Bir Ömür”ün hazırlığını üstlenmem… Gözaltı ve serbest bırakılışı sırasında, Koç Vakfı Hastanesi günlerinde ve kaybedişimizde, uğurlanışında da hep beraberdik.

Son olarak, bu derlemeyi niçin yaptım; niçin Mevhibe ve Handan’ı mercek altına aldım? “Düşünce adamı ve gazeteci-yazar İlhan Selçuk” yanında biraz da “insan İlhan Selçuk” bilinsin istedim.

M. Ayhan Kara  

Turhan Selçuk Kaleminde Abdülcanbaz


Abdülcanbaz, olağanüstü bir güce sahip gibi görünen ama gücünden çok aklıyla yaşayan bilinçli bir kişidir. Çizgileri yuvarlak değil, sert ve düzgündür. Zaman ve mekân dinlemeden çıkar serüvenlerine...

Yalnız değildir. Arkadaşları, dostları ve düşmanları vardır kıyasıya.

Çatışmaların, çekişmelerin, kavgaların insanıdır. Haksızlıklara karşı direnir, dikilir. Karşı devrimcilerle sürekli mücadeleyi sürdürür. İnsancıldır, toplumcudur, devrimcidir her yerde ve zamanda... Konuşmakla yetinmez, eylemle tamamlar, bitirir işini. Evreni kapsayan bir niteliği vardır; ilkelerin, amaçların, özlemlerin olağanüstü simgesidir Abdülcanbaz...

Başlangıçta yalnızdır...Giderek arınıp sağlam bir kişilik edinmiştir, daha sonra karşıtları ve yandaşları ile değişik karakterlerin belirlendiği bir kalabalık oluşmuştur Abdülcanbaz’ın çevresinde.

1957 yılından beri günlük gazetelerde yayımlanan ve büyük bir ilgiyle izlenen Abdülcanbaz’ın gördüğü olağanüstü rağbet, ulusal bir sanata yönelişten (Karagöz ve Hacivat, ortaoyunu gibi) ileri gelir. O, diğer çizgi romanlara benzemez, kendine özgü bir anlatımı, kendine özgü bir çizgi dünyası vardır. Bu özgün anlatımın bir bakış açısı vardır. Olayları, bu açıdan bakarak değerlendirir, eleştirir ve sonuca bağlar.

Karagöz ve Hacivat’taki gibi halkın içinden kişiler, halkın karşısında kişiler vardır Abdülcanbaz’da. Olaylar içinde, bunların çatışmaları, savunmaları görülür. Bizim halkımızın, insanımızın çatışmaları, savunmalarıdır bunlar...

TURHAN SELÇUK, Önce Çizgi Vardı..., 2003

 Abdulcanbaz

Abdülcanbaz, gerçekten, çizgi romanda büyük bir aşama. Batıda genellikle bir beyin yıkama aracı olarak kullanılan çizgi roman, büyük sanatçı Turhan Selçuk’un elinde, yıllar boyunca sabırla ve büyük bir sevgiyle geliştirilerek bugünkü olgunluğuna ulaşmış.

Doğudaki olumlu örneklerini yakından izleyemediğimiz için bilmiyoruz ama gerçekten usta işi çizgisiyle, devrimci özü ve yaygın etki gücüyle Turhan’ın Abdülcanbaz’ı için rahatlıkla, çizgi romanın dünya ölçüsünde en seçkin örneklerinden biridir diyebiliriz.

Gerçekleştirmeyi özlediğimiz tiyatro için gerekli temel malzeme Abdülcanbaz olabilir mi?

                                                                       Genco Erkal, Özgür İnsan,1973

Paranoya

 The age of paranoia: why we are keen to believe what we hear

Zihinsel bir uğraşı içermeyen boş zaman ölümdür ve diri diri gömülmektir...seneca

Sözcükleri ağzınızdayken yutmak onları daha sonra yemekten daha iyidir...f. d. roosevelt

Alay etmeden seni sevmek, yargılamadan takdir etmek, işgalci olmadan katılmak, zorlanmadan davet etmek, suçlamadan eleştirmek ve hakaret etmeden yardım etmek istiyorum. Senden de aynısını alabilirsem gerçekten buluşabilir ve birbirimizi zenginleştirebiliriz...virginia satir- insan yaratmak

Yanlış bir şekilde; kendimiz birisini sevdiğimizde nasıl hareket eder ve davranırsak eşimiz bizi sevdiğinde onun da öyle hareket edeceğine ve davranacağına inanırız...john gray

Mutluluğun ne olduğunu bilmemekteyiz çünkü ne zaman ona ulaştığımızı zannetsek daha önceden düşünmüş olduğumuz noktaya ulaşamadığımızı hissederiz ya da ulaştımız şey bize az, donuk veya hayal düzeyinde yaşandığı zaman sahip olduğu çekicilikten yoksunmuş gibi görünür...özgürlüğe uçuş-delia siteinberg guzman

Kendi alevlerinizle yanmaya hazır olmalısınız.Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz...nietzsche

Çoğu insanın hayatın ne kadar güzel olduğunu anlaması için önce hasta olması gerekiyordu ne yazık ki. ya da en azından posta kutusunda esrarengiz bir mektup bulması...sofie'nin dünyası-jostein gaarder

Düşünceler, her şeyden daha tatsız. uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar. sonra, düşüncelerin içinde kelimeler var; tamamlanmamış kelimeler, eksik kalmış cümleler. durmadan geri gelirler...bulantı- j. paul sartre

Bir yandan hayatımda bir şeylerin değişeceğinden korkuyorum, diğer yandan ise değişik bir şeyler yaşamayı arzuluyorum...aldatmak-poulo coelho

Hayal kırıklığı her zaman gerçekçi olmayan beklentiden ortaya çıkar...iyi hissetmek-david burns

Yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, hissettiklerimizin çoğu bilincimizin kontrolü dışındadır...incognito-beynin gizli hayatı/david eagleman

Hayat bir senaryo, bir tiyatro değildir; yönetmeni, yapımcısı ve bir anlamı da yoktur...homo deus-yarının kısa bir tarihi/yuval noah harari

İnsanlar da film yıldızları gibi sadece kendilerine önemli bir rol verilmiş senaryolardan hoşlanır...21.yüzyıl için 21 ders- yuval noah harari

Bazı gerçeklikler zihne o denli yakın ve açıktırlar ki onları görmek için bakmak yeterlidir...öteki soruşturmalar-jorge luis borges

 

Yine - Metin Eloğlu


Düdüklü Tencere

Pazarları daha gündüzden,
Ahçıbaşı, aklını başına devşir;
Börekler kızaracak nar gibi;
Kıymalı, ıspanaklı, peynirli...
Sonbahar yağmuru oluklarda,
Çüşbalığı haşlanacak!

Mesela zamkinülzarefe yemeğinin
Akşama yetişmesi lazım, başın darda.
Al eline şu nesneyi,
Dibini bir güzel yağla,
Sovanını da doğra, düt! desin;
Bir tutam tuz, biraz kimyon;
Şıpın işi pişiverir.
Baksanıza göbek atıyor;
Beylere selam, hanımlara selam!
Çengi misin be gâvur icadı,
Düdüklü tencere misin?

Akılsız Kalem

Perşembe sabahı erken uyandım
İşime karışmasınlar canım efendim.

Sokağa çıktım; daracık, viran...
Sekerek yürüme hey kâfir oğlan!

Komşudan komşuya Elif uzamış;
Pabucu değdikçe, eşik tozumuş.

Elifimin doğru dürüst kaşları;
Daha da önünde toplum işleri...

Bahçıvanın yüreği inceden ince;
Millet bahçesine dikili yonca.

Kimi şiir başıboş, kimi şiir güdümlü;
Taş kırmak da önemli, şairlik de önemli.

Mercimeğe fırın, peynire tulum...
Böyle şeyler yazma akılsız kalem!

Ustama danışıp, ağzımı büzdüm;
Demokrasi yetişmese, ah, öleyazdım!

Varken

Henüz yaşarken, bu efendi umut
Karanlık günlerin aydınlığa döneceği
Sakın tavsama sakın yüksünme
İnsanın yarası sağken iyileşir
Sağken omuz silkersin bunca engele
Ergene ereğine sağken ulaşırsın
Toprağın bitiminde bir su var a seni iletecek
Yaz tükendi miydi güz sofraları
Dağların ardı ova
Bulanığın sonu duru
Küfün altı meneviş
Etin nohudun zerdalinin tadı
Erkinlik barışıldık
Özlemler kavuşmalar
Ayışığı ishakkuşu Aynalıçarşı
Sen yaşarken
İbibikler sen yaşarken tüner üvezin dalına
Mavilik sen yaşarken o tavanda gezinir
Sen yaşarken pembeleşir ortancalar
İşte aşkın hürlüğün tutsaklığın
Koca beyazlık günbaşı serinliği
Sen henüz yaşarken ölmeden önce

Son nefesinde keşke şöyle yapsaydım deme
Aklını başına toplamak elindeydi
Yüreğini pekleştirmek zaten elinde
Söyle
Diriye soyluya düzenliye özenip
Kötü viran bozuğa gücenemez miydin
Güzelle çirkini yalanla gerçeği tartacak terazi
Yaşarken elindeydi

İnsan yaşarken varır bir ölmezliğe.

Bit Yeniği

Kötüymüş, cahilmiş; bunlar hep peşin hüküm…
Dolmabahçe’ye yanaşın da –eğer yanaşabilirseniz-
İyi niyetle şöyle bir kolaçan edin:
Adam oturmuş memleketi düşünüyordu;
Ama önü havuzmuş da yelpazelenirmiş,
Ama yediği önünde, yemediği ardında,
Ama…
Nankör herifler, aması yok bu işin;
Adam oturmuş bal gibi memleketi düşünüyordu:
Dalaman çayı hazin akar, diyordu;
Onu biraz delişmen akıtmalı.
Istıranca dağlarında bir eşek
Güneşe karşı işer;
O eşeğin de icabına bakmalı…
Bizim Hacı haram yemez,
Pelvan İbrahim kıçını yumaz,
İstanbul çocukları askerlik edemez…
Açlığa muska lazım,
Sadrazama tasma lazım…
Ah, her şey düzelecekti ama,
Devletlimin sol kalçasında
Bir zalim çıban!

Ulan Baltacı Mehmet,
Ulan Yedisekiz Hasan Paşa
Ulan 1914 savaşı;
Ulan Nasrettin Hocanın kuşu…

Bu arada sanat işleri de gelişti
Tekke ilahileri, Minakyan tiyatroları,
Bilmemkimin fırçasında
Manolyalar ölmezleşti..
Hele bir Yahya Kemal yetişti ki
Yahya Kemal derim sana!
Tanzimat, Servetifünun, Fecriâti…
O dehşetli yazarlar bir olup
Bunca gerçeği tefe kodular.
Bülbüle mehtabın hakkını,
Heceyle aruzun şerefini korudular.
Bu memleket başka türlü nasıl kalkınsın?
Yaşasın,
Vallah billah yaşasın! 

Ousmane Sembène ve Jomo Kenyatta

Portrait du réalisateur sénégalais Ousmane Sembène lors du tournage d'un film. Kenya president Jomo Kenyatta is pictured in London in July 1964. Mau Mau leader of Kenya African National Union , Jomo Kenyatta from Kikuyu origins,...

1923 doğumlu Senegalli şair, yazar, yapımcı, yönetmen Ousmane Sembène 1997 yılında kraliçenin özel onur ödülüne layık görülür. Ödülünü almak için İngiltere’ye gider; törene katılır ve tarihe geçecek şu konuşmayı yapar ve ödülü almadan salonu terk eder:

Sayın baylar ve bayanlar, konuşmama İngiliz dilinde devam etmeyeceğim için hepinizden özür dilerim.

Sizin topraklarınızdayım ve sizin sahibi olduğunuz sistem içinde sizin tarafınızdan payelendiriliyorum.

Ancak asıl konuşmam kendi öz dilimde olacaktır. Merak edenler, konuşmamın İngiliz diline tercümesini koltuklarında bulabilirler.

İngilizler geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler.

Gözümüzü açtığımızda ise; bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.

İngilizler’in dinini, dilini öğrendik. Uzak dünyadan gelen yeni dil ve din bizi hep çalışmak zorunda kalan itaatkâr köleler yaptı. Özgürlük için her karşı geldiğimizde, bizi birbirimizle savaşmak için ikna ettiler ve silah verdiler.

İngilizler gelmeden önce topraklarımızda sadece kavga vardı. İngilizler’in kutsal dini bizim kavgacılığımızı kullandı; evlâtlarımızı savaşçı yaptı.

Hem de sadece kendi kardeşleriyle savaşan, dünyayı İngiliz dilinden ve İncil’den ibaret sanan vahşi savaşçılar.

Hastalıklar yaydılar. Ne olduğunu bilmediğimiz içeceklerle bizleri hasta ve zayıf yaptılar. Atalarımız’ı zincirleyerek büyük şehirlerine köle olarak götürdüler.

O büyük binaları, caddeleri, tünelleri ve kiliseleri insan etinin üzerine inşa ettiler.

Kendilerini temizlemek için sanatçılarına fikir adamlarına; sadece kendilerini kapsayan insan tariflerini yaptırdılar. Her çeşit yiyeceklerin büyüdüğü topraklarımıza ilaçlar döktüler. Toprağın altındaki yanıcı siyah cehennem kanı için bizleri öldürdüler.

Büyük acılar ve ölümcül işkenceler ördüler.

Her gelen gemiden; kıyılarımıza hep ikiye bölünmüş tekneler yanaştı.

İlk gelenler zulüm ettiler, arkasından gelen arkadaşları zulmü durdurma vaadiyle bizleri ele geçirdiler. Bugün gelenler de aynı sistemle hâlâ işgale devam etmekteler.

Yeni ilaçları, biyolojik silahları ve hastalıkları deneyen gönüllü doktorlarınızı istemiyoruz.

Emperyalist sisteminizde geri dönüşüm ekonomisiyle aslında sömürü olan yiyecek yardımlarınızı kabul etmiyoruz.

“ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜ İLAN EDİYOR VE DE AVRUPA’YI KOVUYORUZ…”

Birbirimizi anlamamızı zorlaştıran, şarkılarımızı ve masallarımızı unutturan fakir dilinizi reddediyoruz.

Çağdaş dünya daveti içindeki, bizi zorla şekillendiren yüzeysel sanat kuramlarınıza karşı çıkıyoruz.

Özgürlüğümüzü ilan ediyor, Afrikalı insanlar olarak doğduğumuzu ve Afrikalı ölmek için de bütün Avrupa’yı topraklarımızdan kovuyoruz.

Birbirimizi öldürelim diye bize öğrettiğiniz ırkçılığı…Felsefe adına önümüze sürdüğünüz batının sığ kafalı laflarını…Hukuk adına yaptığınız bütün şovenistliklerinizi…Ve sanat diye dayattığınız bütün estetik öğretilerinizi…

Afrika topraklarından silene kadar Afrika sizinle savaşacaktır.

Siz kabul etmeseniz de bir Afrikalı en az dünyanın herhangi bir yerindeki bir batılı kadar onurludur.

İnsan onurlu doğar. Ve hiçbir insanın kraliçelerin vereceği onura ihtiyacı yoktur.

Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil onların elinde topraklarımız vardı...Kenya Devlet Başkanı Jomo Kenyatta


Marios To - Fontana amorosa