29 Eylül 2017

Nâzım Hikmet

Ben şaşırmıyorum

"Şehir

uzakta.

Genç adam

ayakta.

Akıyor şehirden geçen nehir

genç adamın ayakları dibinden.

Genç adam

piposunu çıkarıyor cebinden

aranıyor kibriti.

Bakıyor akar suya

düşünüyor Heraklit'i,

düşünüyor büyük hakîm Heraklit'i genç adam...

Kim bilir belki böyle bir akşam,

böyle bir akşam,

Heraklit alnını

yeşil gözlü zeytinliklerde akan

suya eğdi

ve dedi:

«Her şey değişip akmada,

bu hâl beni hayran bırakmada..»

Nazım Hikmet bu şiirini Moskova'da yazdı. 1927 yılında Türkiye'ye girerken apar topar Sarp Sınır Kapısı'nda polis merkezine sokuldu.

Aradan bir zaman geçiyor; Komiser Nazım Hikmet'in karşısına dikiliyor; "Nazım sen Moskova'da ekalliyetlerle/ (yani azınlıklarla) ilgili bir şeyler düşünmüşsün, anlat bakalım neler planladınız bu ekalliyet meselesi hakkında?"

Nazım Hikmet şaşırdı: "Ben azınlıklarla ilgili bir şey düşünmedim, nerden çıkarıyorsunuz?"

Komiser: "Hiç saklama elimde delil var" deyip yanındaki polise "getirin kanıtı, kendi gözüyle görsün" dedi.

Komiser defteri açıp Nazım Hikmet'e yazısını gösterdi: "İşte Kanıt!"

Nazım, "Bu benim şiirim; adı da 'Moskova'da Heraklit'i Düşünüş'"

Mesele anlaşıldı:

Heraklit'in Osmanlıca yazımı ile Ekalliyet kelimesinin yazımı birebir aynıydı.

Komiser "Moskova'da ekalliyeti düşünüş" diye anlamıştı.

Nazım Hikmet ekledi: "Heraklit 'değişmeyen tek şey değişimin kendisidir' diyen büyük Yunan filozofudur."

Komiser bunu duyar duymaz hiddetle: "Ne! Bizim can düşmanımız Yunanlılar'a şiir mi yazdın?



Victor Hugo




Burçların Tanrısal Serüveni

Koç! Sana ilk tohumu ekme onurunu veriyorum. Ektiğin her bir tohuma karşılık elinde bir milyon tohum bulacaksın, fakat onların büyümelerini görecek vaktin olmayacak. İnsanların aklına ben'i yerleştirecek ilk kişi sen olacaksın, fakat bu düşünceyi geliştirme ya da hakkında soru sormak senin görevin olmayacak. Yaşamının sebebi eylemdir ve bu eylem insanlara benim yaratıcılığımı haber verecektir. İyi çalışabilmen için sana kendini beğenme özelliğini veriyorum. Ve Koç sessizce yerine çekildi.
"Boğa! Sana tohumu madde haline getirme gücünü veriyorum. Başlanmış olan bütün işleri senin bitirmen gerektiği için görevin çok sabır istemektedir, aksi halde tohumlar rüzgarda savrulup kaybolacaktır. Yapmanı istediğim bu görev için soru sormayacak, işin ortasında düşünceni değiştirmeyecek ve başkalarından destek beklemeyeceksin. Bunun için sana güçlülüğü veriyorum. Onu akıllıca kullan." Ve Boğa yerine çekildi.
"İkizler! Sana insanların çevrelerinde gördükleri şeyi anlamalarını sağlayabilmen için cevapsız sorular veriyorum. İnsanların neden konuşup, neden dinlediklerini hiçbir zaman bilmeyeceksin, fakat cevap bulmak için yapacağın araştırmalarda sana armağan olan BİLGİ'yi bulacaksın." Ve İkizler yerine çekildi.

"Yengeç! Sana insanlara duyguyu öğretme görevini veriyorum. Bütün duyguyu yaşayarak öğrenmeleri ve olgunluğa ulaşmaları için onları hem ağlatıp hem güldüreceksin. Sana olgunluğu hızla arttıracak olan aile armağanını veriyorum." Ve Yengeç yerine çekildi.

"Aslan! Sana yaratıcılığımın tüm görkemini dünyaya gösterme görevini veriyorum. Ancak azametinde dikkatli olmalı ve bu yaratıcılığın senin değil, benim olduğunu daima hatırlamalısın. Eğer bunu unutursan, insanlar seni küçük göreceklerdir. Bu görevi iyi bir şekilde yerine getirirsen, büyük haz duyacaksın. Bunun için sana armağanım onur'dur." Ve Aslan yerine çekildi.

"Başak! Senden insanların benim yarattıklarımla neler yaptıklarını sınamanı istiyorum. Onların ne yaptıklarını dikkatlice inceleyip kusurlarını hatırlatacaksın ve böylece benim yarattıklarımı iyice öğrenmelerini sağlayacaksın. Sana bunu yapabilmen için saf düşünceyi armağan ediyorum." Ve Başak yerine çekildi.

"Terazi! Sana insanların birbirlerine karşı olan görevlerini hatırlayabilmeleri için hizmet erdemini veriyorum. Böylece insanlar işbirliğini öğrenecek ve kendi davranışlarının diğer yönlerini de yansıtma yeteneğini edineceklerdir, uyumsuzluk olan yere seni yerleştireceğim ve bu gayretlerin için sana armağanım sevgidir." Ve Terazi yerine çekildi.

"Akrep! Sana çok güç bir görev veriyorum. İnsanlara düşündüklerini anlama yeteneği verdiğim halde, anladıklarını söylemene izin vermeyeceğim. Birçok kez gördüklerinle acı çekecek ve bu acı ile benden uzaklaşacaksın. Bu acının benden değil benim yanlış anlaşılmış olmamdan doğduğunu unutacaksın. Birçok insanı hayvan gibi görecek ve onların hayvansal içgüdüleriyle öylesine uğraşacaksın ki yolunu şaşıracaksın, fakat sonunda yine bana döneceksin. Akrep sana en üstün armağanım olan amaç ı veriyorum." Ve Akrep yerine çekildi.

"Yay! Senden beni yanlış anlayıp çaresizliğe düştüklerinde insanları güldürmeni istiyorum. Güldürme insanlara umut verecek ve bu umutla insanların gözlerini bana çevirmelerini sağlayacaksın. Birçok kişinin yaşamına yalnız bir an için girecek ve girdiğin her yaşantıdaki huzursuzluğu tanıyacaksın. Yay, sana karanlıktaki her köşeye erişip aydınlatabilmen için sonsuz bereket veriyorum." Ve Yay yerine çekildi.

"Oğlak! Senden insanlara çalışmayı öğretmen için alın terini istiyorum. Tüm insanların yükünü omuzlarında taşıyacağın için bu görev hiç de kolay değildir. Ama bu boyunduruğun yükü için senin ellerine insanlığın sorumluluğunu koyuyorum." Ve Oğlak yerine çekildi.

"Kova! Sana insanların tüm olanakları görebilmeleri için gelecek kavramını veriyorum. Benim sevgimi kişileştirmen için yalnızlık acısını çok duyacaksın. İnsanların gözlerini yeni olanaklara çevirebilmeleri için sana özgürlüğü armağan ediyorum." Ve Kova yerine çekildi.

"Balık! Sana hepsinden daha güç bir görev veriyorum Senden insanların üzüntülerini toplayıp bana geri getirmeni istiyorum. Senin gözyaşların sonunda benim gözyaşlarım olacak. Senin topladığın üzüntüler insanların beni yanlış anlamalarından doğmuş üzüntülerdir, fakat senin onlara vereceğin şefkatle onlar yeniden beni anlamaya çalışacaklardır. Bu güç görev için sana en büyük armağanımı veriyorum. Sen on iki çocuğum arasında beni tek anlayan olacaksın, fakat bu anlayış yalnız senin içindir, sen onu insanlara anlatmak istediğinde onlar seni dinlemeyeceklerdir." Ve Balık yerine çekildi.

Martin Schulman

Frida Kahlo "Sen benim üzerime yağıyorsun ve ben seni toprak gibi karşılıyorum "

Kahlo 1946 Ekimi’ne tarihlenen bir mektubunda aşkı Jose’ye şu satırlarla sesleniyor: “Bartolim… Ben nasıl aşk mektubu yazılacağını bilmem. Ama olanca içtenliğimle seslenmek istiyorum. Size âşık olduktan sonra hayatımdaki her şey güzellikle sarmalandı, aşkın farklı bir tadı var, âdeta yağmur gibi… Biliyorsun, gökyüzüm, sen benim üzerime yağıyorsun ve ben seni toprak gibi karşılıyorum.”

 Hayden Herrera, Frida’nın biyografisi üzerinde çalışırken Bartoli’yle röportaj yapma fırsatı bulmuş; zaten bu mektupların varlığı da Herrera’nın biyografi çalışması sayesinde ortaya çıkmış. Herrera, Jose Bartoli için şunları söylüyor: “Bartoli, Frida’ya olan aşkını hiç yitirmedi. Ona Frida’yı sorduğunuzda ondan büyük bir saygıyla ama çekinceyle bahseder. Hayatı boyunca Frida’dan kalan küçük objeleri bile özenle koruyup tüm mektuplarını da saklamış.”

Frida bazen, mektuplarının çocukça ve saçma bulunmasından korkarmış. Bu yüzden Bartoli’ye söylediği şeylerden birisi de, aşk mektuplarının akıllıca ya da aptalca yazılamayacağı; çünkü onların sadece ‘gerçek’ olduğuymuş. Frida, bir mektubunda Bartoli’ye yazdıklarını şöyle açıklıyor: “Küçük bir kız caddeyi geçiyor ve sana bir çiçek veriyor ama sebebini hiç bilmiyor.”


Carl Gustav Jung - Anılar, Düşler, Düşünceler

Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung, 1957 baharında 81 yaşındayken, hayatını ve anılarını, meslektaşı ve yakın dostu Aniela Jaffé’ye anlatmayı kabul etti. O güne dek yaşamöyküsünü yazması yolundaki tüm önerileri geri çevirmiş olan Jung, belirli aralıklarla düzenlenen söyleşilerde, yaşamının hiç bilinmeyen yönlerini Jaffé’ye anlattı. İki yıldan fazla bir zaman kendini bu uğraşa adamakla kalmadı, 1961’deki ölümüne kadar kitabın son biçimini almasına katkıda bulundu. Anılar, Düşler, Düşünceler, insan zihninin en büyük kâşiflerinden birinin yaşamının en gizli köşelerine kadar uzanan içten açıklamalarından oluşuyor. Bu benzersiz kitap, kişilik, rüyalar ve fanteziler ile din konusunda tüm insanlığı etkileyen düşünceler geliştirmiş olan Jung’un, ilginç ve bir o kadar da saklı kişiliğini kendi ağzından gözler önüne seriyor. Bilimadamının, önce hayranı olduğu, ama giderek derin görüş ayrılıklarına düştüğü Sigmund Freud’la ilişkilerine birinci elden ışık tutuyor. 
 
 
 
İç Konuşma...Yaşam bana hep kök gövdeden beslenen bir bitkiyi anımsatır. Yaşamın kök gövdesinde saklandığı ve görünmez olduğu doğrudur. Toprağın üzerinde görünense yalnızca tek bir yaz dayanır; sonra da solar gider. Kısa ömürlü bir görüntü bu. Yaşamların ve medeniyetlerin sonu gelmeyen oluşumlarını ve yok olup gidişlerini düşündüğümüzde mutlak bir hiçliğin etkisinden kurtulamayız. Buna karşın ben, hiçbir zaman sonsuz akışın altında yaşayan ve sürekliliği olan bir şeyin var olduğu duygusunu yitirmedim.  
Gördüğümüz geçici bir tomurcuktur. Kök gövdeyse kalıcıdır.

Bize çok yakın oldukları ve bizim bilmezliğimizi paylaştıkları için bizim gibi ruhları olan tüm sıcak kanlı hayvanları çok seviyor ve birbirimizi içgüdüsel yollarla anladığımızı düşünüyordum. Konuşmak, keskinleşmiş bir bilinç ve bilim dışında, onlarda var olmanın temel öğelerini; sevinci ve acıyı, sevgi ve nefreti, açlığı ve susuzluğu, korku ve güveni, paylaşıyoruz. Alışılmış anlamda bilime hayranlık duymama karşın, onun bizi tanrının dünyasına yabancılaştırdığı ve bunun sonucunda hayvanlarda olmayan bir bozulmaya yol açtığını düşünüyordum. Hayvanlar sevecen ve sadıktılar, değişken değillerdi. Onlara güvenebilirdiniz. İnsanlara gelince; onlara her zamankinden daha az güveniyordum.

Ruh bedenden çok daha karmaşık ve ulaşılmazdır. Şöyle diyebilirim: Birey, bilincine varabilirse dünyanın yarısının ruhtan oluştuğunu anlar. Bu nedenle, ruh bireysel bir sorun değil bir dünya sorunsalıdır ve bir psikiyatrist tüm dünyayla uğraşmak zorundadır.

Günümüzde, bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike insanın ruhundan kopmuş olmasında. Her şey ruhumuzun doğru dürüst işlevini yerine getirip getirmemesine bağlı. Bu günlerde birileri kendilerini tutamazsa bir hidrojen bombası patlaması işten bile değil.

Freud’un bana: ‘Sevgili Jung, cinsellik kuramından hiçbir zaman vazgeçmeyeceğine söz ver. Bu çok önemli. Bunu aşılmaz bir kale, bir dogma haline getirmemiz gerekli’ dediğini çok iyi anımsıyorum. Bu sözleri, bir babanın oğluna, ‘Bana tek bir söz ver oğlum. Her pazar günü kiliseye gideceksin’ dediği gibi büyük bir duygusallık içinde söylemişti. Biraz şaşırarak, ‘Neye karşı bu kale?’ diye sormuştum. Bu sorumu, ‘Kara çamur seline karşı’ diye yanıtlamış, sonra da, biraz duraksayarak, ‘Doğaüstü güçlere karşı’ diye eklemişti. Özellikle, ‘Dogma’ ve ‘Kale’ sözcüklerinden kaygılanmıştım çünkü bir ‘Dogma’, o düşünceye duyulan kuşkuları bir kalemde silmek amacıyla kurulan ve tartışmaya açık olmayan bir inançtır ve bu inancın artık bilimsel değerlendirmeyle bir ilgisi kalmaz; bireysel bir güç dürtüsüne dönüşür.

Eleştirel mantık, birçok mitsel kavram gibi, ölümden sonra yaşam düşüncesini de kabul etmiyor. Bunun tek nedeni, günümüzde insanların çoğunun, kendilerini yalnızca bilinçleriyle özdeşleştirmeleri ve yalnızca, kendileriyle ilgili bildiklerinden oluştuklarını düşünmeleri olabilir.

İnsan için can alıcı soru şudur: Sonsuzluğun bir parçası mısın, yoksa değil misin? Tüm yaşamının kriteri budur. Asıl olanın sonsuzluk olduğunu bilsek, ilgimizi boş şeylere vermekten ve hiçbir önemi olmayan amaçlara yönelmekten vazgeçebilir miyiz? Bunu yapabilsek, dünyayı, sahip olduğumuzu sandığımız güzellik ve yetenek gibi iyi nitelikleri bize vermesi için zorlayabilirdik.


Pablo Neruda - Anımsıyorum Seni Olduğun Gibi

 
Anımsıyorum seni olduğun gibi geçen sonbahar.
Başlığın griydi ve yüreğin sakince.
Gözlerinde savaşıyordu alacakaranlığın alevleri.
Ve düştü yapraklar ruhunun sularına.

Bir boru çiçeği gibi yapışmıştın koluma,
ikircikli ve sakin sesine korunak olurken yapraklar.
Arzumun alazlanıp durduğu kötürüm eden bir ateş.
O uysal mavi sümbül burkulmuş ruhumun üstünde.

Gör nasıl uzaklaşıyor gözlerin, sonbahar gibi uzak,
başlık, o gri, o cıvıltılı ses ve o evcimen yürek,
kömürün koruna öpücüklerimin neşeyle düştüğü
derin özlemlerimin amacı olan şey.

Bir gemiden görünen gökyüzü. Yüksek dağlardaki yaylalar.
Hatıran ışık gibi, duman gibi, o sessiz gölcük gibi.
Ötesinde gözlerinin durur yangında akşam kızıllığı.
Fırıl fırıl sonbaharın kuru yaprakları ruhunda.

Charlie Chaplin Sevgili kızım


Şimdi gece, Noel gecesi. Benim küçük kalemimdeki silahsız muhafızların hepsi derin uykuda. Kardeşlerin uyuyor,annende uykuya daldı. Ne var ki sen çok uzaklardasın;eğer şu anda şu dakikada fotoğraflarına bakmıyorsan kör olayım. Fotoğrafların burada masanın üzerinde kalbime en yakın yerde duruyor. Oysa sen neredesin? Uzaksı, masalsı, Pariste, Camps Elyees’deki tiyatroda, görkemli bir sahnede dans ediyorsun. Ben bunu çok iyi bildiğim halde genede bu sakin gecenin sessizliğinde senin ayak seslerini net biçimde duyuyorum. Gözlerin gözlerimin önüne geliyor; gözlerin kış gecesine özgü gökyüzündeki yıldızlar gibi parlıyor. Bu güzel oyunda, Şahın tutsak aldığı güzeller güzeli İranlı kızı oynadığını biliyorum. Güzeller güzeli ol sen de dans et, yıldız ol ve parıltılar saç. Ama seyircileri büyülermiş olmaktan, onları kendine hayran etmekten sarhoş olduğunda, sana sunulan çiçeklerin kokusu başını döndürdüğünde, tek başına bir köşeye çekil ve benim mektubumu oku, babanın sesine kulak ver.

Ben senin babanım Geraldine! ben Charlie’yim, Charlie Chaplin! Başucunda kaç gece sabahladığım bir bilsen? küçük küçük masallar anlatıyordum sana! Bazen Uyuyan Güzel’i anlatırdım, bazan kötü kalplı ejderhaları…uyku gelip ihtiyar gözlerimi yokladığında uykuyla dalga geçiyor,ve şöyle diyordum -defol! ben kızımın hayallerini düşlüyorum. Ben senin hayallerini görebiliyordum Geraldine! senin geleceğini görebiliyordum, bugünü!sahnede dans eden kızı görebiliyordum, kanatlarını açmış, havada uçan periyi..insanların sözlerini duyabiliyordum -şu kızı görüyormusun,yaşlı palyaçonun kızı bu,babasının adı Charlie idi,hani hatırlıyormusun? bu dans ve alkış sesleri senin ayaklarını yerden kesecektir.Kanatlanan,uç ötelere! Ama arada bir ayakların yerede bassın! Halkın nasıl yaşadığını bilmelisin,sokak dansçılarının hayatını da gör.Açlıktan bitkin düşmüş,yoksulluktan ve soğuktan titreye titreye dans edenleride… Bende onlarla aynı kaderi paylaşmıştım Geraldine! O büyülü gecelerde,sen benim masallarımla uyuyordun ama ben uyumazdım.Senin güzel yüzünü seyreder,kalbinin atışlarını dinlerdim ve kendime şu soruyu sorardım -Charlie acaba bir gün olur bu minik kuş seni anlayabilirmi? Sen beni tanımıyorsun Geraldine,benim masalımda çok ilginçtir.Yoksul palyaçonun masalı bu.Londra’nın kenar mahallesinde şarkı söyleyip dans eden sonra a bahşiş toplayan bir palyaçonun masalı…İşte benim maslımda bu!

Ben açlığın ne demek olduğunu biliyorum,evsizliğin ne anlama geldiğini..Bu da bir şey mi ki? Ben gurudan bir okyanus gibi kabarmış şu göğsümde,acıma duygusuyla önüme atılan kuruşların sızısını hissettim,küçümsenen sefil birinin sancılarını çektim.Bütün bunlara karşın,işte gene de hayattayım.Hayatta olanlar hakkında hep daha az konuşulur.Sen benim soyadımı taşıyorsun,Chaplin ismini…bu ad,neredeyse yarım yüzyıl boyunca bütün dünyayı güldürdü. – benim ağlamalarım yanında bu gülmeler nedir ki?Senin yaşadığın dünya sadece dans ve müzikten ibaret.. Geraldine gece yarısı o görkemli salondan çıkınca, varsıl hayranlarını unut ama bindiğin taksinin şöförüne karısının hatrını sormayı unutma…Kim bilir,belki de karısı hamiledir, belki yakında doğacak olan ilk gözağrısı yavrusu için bez almaya bile parası yoktur.Eğer durum böyleyse,kalk cebine para koy…Pre Credit Bank’a talimat verdim,giderlerini karşılayacaklar.Başkalarına yapacağın ödemeleri kuruşu kuruşuna hesapla,öyle ver!arada sırada metroya bin ötobüs yada yayan dolaş şehri..İnsanlara bak,iyi gözlemle onları.Dul ve yetimlerin gözlerine iyi bak.Hiç değilse günde birkaç kez kendine şunu söyle -bende bunlardan biriyim! Evet sevgili kızım,unutma bunu ; sende onlardan birisin..

Sanat göğe uçması için insana kanatlar takıncaya kadar ayaklarına ayaklarına vurur insanın.Zaman gelipte seyirci karşısında yükseldiğini hissetmeye başladığında sahneden in, dışarı çık…Yoldan geçen taksiyi çevir.Paris’in dış mahallerine git.Ben bu mahalleri iyi bilirim…Orada dansçı kızları göreceksin.İçlerinde sana benziyenlerde vardır,senden daha zarif,daha mağrur olanlarda..Sen tiyatrondaki göz alıcı sahne ışıklarını orada bulamazsın! onların sahne ışıkları Ay’dır.Bak onlara,daha dikkatlice bak!senden bile daha iyi dans etmiyorlar mı?Haydi itiraf et bunu…senden daha iyi dans eden,senden daha iyi rol yapan biriyle karşılaşırsan,o vakit hep şu sözlerim aklına gelsin:hiçbir zaman Charlie’nin ailesinden ,fayton sürücüsüne kötü söz söyleyecek ya da Seine nehri kıyısında oturmuş sadaka isteyen dilenciyle alay edecek kadar kendini bilmez biri çıkmamıştır.Charlie bu dünyadan çekip giecek Geraldine! Sense hayatına devam edeceksin.Ben senin hiçbir zaman yoksulluğu tatmanı istemem.

Bu mektupla birlikte sana çek koçanı da yolluyorum.Ne kadar İstersen o kadar harca.Ama sakın şunu unutma! iki frank harcadığında üçüncü frak sana ait değidir.Her defasında aklında olsun bu.Üçüncü frak bir başkasına ait,tanımadığın birine,bir frankın hasretiyle yaşayan birine ait o para.O kişiyi bulman zor olmayacaktır.Attığın her adımda yoksul birini görebilirsin,yeter ki sen görmeyi iste!Ben bu şeytanın baştan çıkaran gücünü bildiğim için para hakkında konuşuyorum.Uzun süre sirkte çalıştım,ip üstündeki cambazları korkuyla izlerdim hep.Ama şimdi sana şunu da söylemek isterim sevgili kızım.Bir insanın ayağının kaymasıyla yere sert zemine kapaklanması cambazların o tekinsiz ipten düşmesinden daha kolaydır.,inan bana.Sen bu akşam bir pırlatadaki ışıltının cazibesine kapılabilir,ister istemez yere kapaklanabilirsin.Gün gelir yabancı bir prensin yüzü,seni kendine tutsak edebilir.İşte o andan itibaren sen artık deneyimsiz bir cambaz sayılabilirsin.İp deneyimsizlere ihanet etmiştir hep.Sen sakın altın ve mücevher karşılığında kalbini satma.Unutma,en büyük pırlanta güneştir ve ne mutlu ki güneş ,herkezi eşit biçimde aydınlatıyor.

Gün gelirde birini seversen,seçtiğin kişiyi tüm kalbinle sev.İşinin zor olduğunu biliyorum.Şimdi bedenini tırıl tırıl ipek kumaşlar örtüyor.Sanat için sahneye çıplak ta çıkabilirsin…Ama o sahneden saf,tertemiz ve kusursuz olarak inmelisin.Ben yaşlı biriyim,sözlerim gülünç gelebilir.Ama öyle sanıyorum ki çıplak vucudun,seni çıplak ruhuna aşık olan kişiye ait olmalıdır.Ne yapayım,benim konuya bakışım belki eski kafalılık…belki düşüncem on yıl öncesinde kaldı.Korkma Geraldine,bu on yıl seni yaşlandırmaz.Ben senin şu çıplak adada boyun eğen en son kişi olmanı isterim.Babalar ve çocukların arasında hep bir çekişme olduğunu biliyorum.Bana savaş aç sevgili kızım,düşüncelerime karşı savaş aç.Ben iteatkar çocukları sevmiyorum.Bu mektubumun üzerine henüz göz yaşım düşmemişken,bu Noel gecesinin mücizeler gecesi olduğuna inanmak istiyorum.Bir mucize olmasını ve söylemek istediğim her şeyi gerçekten doğru anlamanı istiyorum.

Charlie yaşlandı Geraldine,artık çok yaşlandı.Sen er yada geç,beyaz elbiseler yerine siyahlar giyip mezarına geleceksin.Şimdi seni üzmek istemiyorum ama arada bir aynaya bak…Aynada beni göreceksin.Damarlarında benim kanım dolaşıyor.İstiyorum ki , benim damarlarıdaki kan akmaz olduğunda baban Charlie’yi unutma!

-ben bir melek değildim,ama her zamana insan olmak için çaba harcadım.!

Sen de öyle yap!

Seni Öpüyorum Geraldine.


Bizi tanımlayacaklarını sanarak hatıralara tutunuruz. Ama bizi tanımlayan yaptıklarımızdır.

Ghost in the Shell


28 Eylül 2017

Turgut Özakman - Cumhuriyet: Türk Mucizesi

Adam İngilizin dokuduğu kumaştan elbiseyi giyiyor, Alman malı lokomotifin çektiği trene biniyor. Namaz vaktine ne kadar kaldığını cebindeki İsviçre malı saate bakarak kestiriyor. Odesa'dan getirilen Rus unundan yapılma ekmek yiyor ama şapkayı giyince kafir olacağını sanıyor.



25 Eylül 2017

Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi


GÖK BOŞLUĞUNDA BİR DÜNYA
      Milyonlarca yıl önce, gök boşluğunda sıcak bir gaz bulutu belirdi. Bu bulut, uzun bir gelişme sonunda dünyamız olacak. Biz insanlar, acı ve tatlı bütün serüvenlerimizi onun üstünde yaşayacağız: Öykümüz, güneşin parlak ışıkları altında renklenen bu bulutla başlıyor. Sıcaklığın bulutumuzdaki hidrojen ve oksijen bireşimini göğe uçurduğunu varsayıyoruz. Yaşamımızın gerçekleşmesi için gereken su kalın bir bulut halinde dünyamızı çevrelemiş olmalı. Yoksa dünyamız soğuyamazdı. Bu, öylesine kalın bir buluttu ki güneş ışınlarının dünyamıza ulaşmasına engel oluyordu. Dünyamız karanlıktı, bundan ötürü de soğuması hızlanmıştı. Soğuma, milyonlarca yıl sürmüştür herhalde. Isı, kaynama derecesinin altına düştüğü zaman, dünyamızı çevreleyen bulut sağanaklar halinde boşanmaya başlamıştır. Böyle olmasaydı suyu nereden bulabilirdik? Dünyamızdaki boşluklar sularla dolmuştur. Yağmurların tuzsuz olduğunu biliyoruz. Tuz, okyanuslara, uzun jeolojik çağlar boyunca kara parçalarından taşınmıştır: İnsan tohumlarının varlaşabilmesi için tuzlu sular gerekiyordu.

SUDA BİR HÜCRE

      Canlılığın gerçekleşebilmesi için hücre (cellule) yaşamına elverişli bir ortam oluşmalıydı. İşte, canlılığın ilk adımı olan hücre, okyanusların bu tuzlu sularında gerçekleşmiş olmalı. Bilgin Oparin, hidrokarbonların, tuzlu suyun etkisiyle inorganik karbon bileşimlerinden meydana geldiğini tanıtlamış bulunuyor. Okyanuslarda erimiş olarak bulunan hidrokarbonların birbirleriyle birleşerek gittikçe daha gelişmiş bileşikler meydana getirmiş olmaları düşünülebilir. Kimya laboratuvarlarında yapılabilen bu bileşiklerin, geniş okyanus laboratuvarlarında da yapılabileceği yadsınamaz. Bu bileşiklerin içinde, canlılığın temel özdeği olan proteinler de vardır. Proteinler, amino asitler denilen çok küçük parçacıklardan meydana gelmişlerdir. İçlerinde karbon, hidrojen, oksijen, azot ve kimi durumlarda da fosfor ve kükürtlü elementler bulunur. Canlılığın en gerekli özdeği olan enzimler de proteinlerden başka bir şey değildirler. Canlı hücrenin plazmasının büyük bölümü proteindir. Bütün canlı organizmaların bileşimini meydana getiren bu canlı özdeğe protoplazma denir. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün canlılar, içlerinde protoplazma bulunan hücrelerden dokunmuştur.

YAŞAMAK


      Yaşamak, devimlilik (hareketlilik) demek. Taşıyla toprağıyla, göğüyle yıldızıyla tüm evren yaşamakta. Ama biz insanlar bu deyimi, gözlerimizle görebildiğimiz kımıltılar ölçüsünde kullanmışız. Bitkilerle hayvanları canlı, bunların dışındaki tüm [sayfa 11] nesneleri cansız saymışız. Öyle olsun. Biz de, gerçekte henüz bir başlangıç olduğu halde bizlere pek uzun gelen insanlık serüvenimizde bu yanlış anlamı sürdüreceğiz. Bu anlamda yaşam, protein özdeğinin varlık biçimidir ve bütün gizleri çözümlenmiştir: Yaşam, bir özdeğin (maddenin) başka bir özdekten bir şeyler alması ve başka özdeklere bir şeyler vermesiyle gerçekleşiyor. Canlanma, böylesine bir alışverişle başlamaktadır. Bu alışverişi sağlayan da doğanın yansıma (in’ikas, reflexion) özelliğidir. Doğada her nesne başka nesneleri yansıtır ve başka nesnelerde yansır. Cansız doğada bu yansıma, örneğin suyun güneşi yansıtması ve güneşin suda yansıması gibi, pasif bir olgudur. Bu pasif yansıma, uzun bir gelişme süreci sonunda, protein özdeğinde aktif bir yansımaya ulaşmıştır. Protein özdeği, artık çevresinin etkilerine aktif tepkiler göstermeye başlıyor ve bunu yaparken de yeniden kazanmak zorunda bulunduğu bir enerji harcıyor. Demek ki bu enerjiyi çevresinden geri alma yeteneğini oluşturmaktan başka çıkar bir yolu yok. Protein özdeğinin çevresiyle bu sürekli özdek alışverişi mayalanma (fermentation) özelliğini oluşturmuştur. Mayalanma da, zorunlu olarak, metabolizma (değiştirme ve dönüştürme) olayını gerçekleştiriyor. Metabolizma çelişkili bir süreçtir, hem özümler hem ayrıştırır. Bir yandan besinsel özdekler canlı dokulara dönüştürülürken, öbür yandan canlı dokular cansız özdeklere dönüştürülür. Soğuyan gaz bulutundaki o güzelim yaşam, böylelikle başlar: Cansız doğadaki yansıma, bu canlı organizmanın oluşumuyla yaşambilimsel (biyolojik) bir yansımaya, uyarılganlığa (tenbih yeteneğine) dönüşmüştür. Canlı organizmanın gelişmesi, zamanla, daha yüksek bir yansıtma biçimi olan duyum (ihsas)’ları oluşturacaktır. Giderek, çok daha yetkin bir yansıtma aracı olan sinir sistemleri meydana gelecektir. Canlı organizmanın en gelişmiş biçimi olan insandaysa düşünme ve bilgi edinme süreci, çok özelleşmiş bulunan bu sinirler aracılığıyla başlar. İnsanın dışında bulunan tüm nesnel gerçeklik bu sinirler aracılığıyla yansır ve bilgileşir. Ne var ki, kısaca özetlediğimiz bu pek açık ve yalın sonuca varmak için, yüzlerce bilginin bilimsel çabaları ve bulguları gerekmiştir. 


24 Eylül 2017

Pablo Neruda - Deniz Kasidesi


İşte, adayı çeviren
deniz,
fakat ne deniz:
herzaman
taşıyor,
evet veya hayır diyor,
sonra tekrar hayır, ve hayır,
evet diyor mavide,
deniz fıskıyesinde, öfkeden kudurarak,
hayır ve tekrar hayır diyor yeni baştan.
Durgun olamaz:
kekeler “Benim adım Deniz,”
kayalara tokat atar
ve ikna olmadıkları zaman
vurur onlara ve iyice ıslatır
ve boğar onları öpücüklerle
yedi yeşil dille
yedi yeşil köpeğin
ya da yedi yeşil kaplanın
ya da yedi yeşil denizin,
vurarak göğsünü,
kekeleyerek ismini.
Ey deniz, bu senin ismin
Ey yoldaş okyanus:
boşa harcama vaktini ya da suyunu
böyle sinirlenerek:
onun yerine yardım et bize.
Biz zayıf
balıkçılarız,
sahilden gelen adamlar.
Açız ve üşüyoruz
ve sen bizim düşmanımızsın.
Bu kadar hızlı vurma,
bu kadar çok bağırma:
yeşil sandıklarını aç,
yerleştir
gümüş hediyelerini
ellerimize;
bize gündelik balığımızı ver bugün.

Bütün istediğimiz
budur.
Gümüşten,
cam ve ay ışığından
yapılmasına rağmen,
en fakir mutfaklar için
niyet edildi.
Biriktirme
açgözlülükle
dalgalarının altında
yaş şimşek gibi
hızlanarak soğuk.
Gel şimdi bize,
aç,
bırak onu
ulaşacağımız yerde.
Yardım et bize okyanus,
derin ve yeşil baba,
yardım et bize sona erdirmeyi
dünyanın yoksulluğunu.
Haydi
biçelim sınırsız
yaşamlarının ürünlerini,
buğday ve üzümlerini,
öküz ve minerallerini,
görkemli yaş
ve suya batmış meyvelerini

Biliyoruz ismini,
baba deniz: martılar
haykırıyorlar kumların üzerinde.
onun için kendine gel,
havaya fırlatma yeleni,
sıkıntı verme bize,
kırma güzel dişlerini
göğü devirmeye çalışarak.
Büyük masallarını
bir kenara koy şimdilik,
gündelik balığımızı ver bize,
büyük ya da küçük nasıl istersen,
bir tane her bir adam,
kadın
ve çocuk için.
Sinsi sinsi dolaş
Bu geniş dünyanın caddelerini
balıklarını paylaştırarak,
şimdi
bağırarak
bağırarak
bütün işitenler
bütün çalışan yoksullar için
madenin
ağzında toplanan
diyerek:
“İşte yaşlı adam deniz
balıklarını bizimle paylaşıyor.”
Sonra dönecekler
gülerekten
karanlığa: caddeler
ve ormanlar gülen insanlarla dolacak.
Yeryüzü
deniz-mavisi bir gülümseme giyinecek.

Fakat
eğer sen buna karşıysan,
eğer bu senin tadına uygun değilse,
bekle,
bekle bizim için.
Düşünelim,
insan neslinin meselelerini
düzene koyalım,
önce büyük şeyler
sonra gerisi.
Ve
suda yürüyelim
dalgalarını dilimleyerek
ateş bıçaklarıyla.
Dalga tepelerini
elektrikli küheylanlara
bindirelim.
Varlığının
merkezine
gülerek
dalalım.
Atomik iplikler
bileklerine sarılsın.
Derin bahçende
çelik ve çimento fabrikaları
kazalım.
Elini ve ayağını
bağlayalım.
İnsanlar rastgele tükürsünler,
cildinin üstünde kayarak.
Yanından çiçekleri çeksinler.
Bir sele yapsınlar,
binsinler ve yola getirsinler seni
ve ruhunu ele geçirsinler.
Fakat bu yalnızca,
biz
sorunumuzu
çözersek
olur,
bizim
en büyük sorunumuzu.
Azar azar
ele alacağız:
Biz sana, deniz
ve yeryüzü, biz sana mucizeler
yarattıracağız,
çünkü içimizde,
uğraşımızın içinde,
gündelik ekmeğimiz, balığımız
ve mucizemiz var.

çeviren: Vehbi Taşar
“Love, Ten Poems by Pablo Neruda”, From the Movie, the Postman, Miramax Books, 1969 

15 Eylül 2017

Erich Fromm - Sevme Sanatı

Sevgi ve Çağdaş Batı Toplumda Sevginin Yozlaştırılması... Eğer sevgi olgunluk, üretici kişilik gerektiriyorsa, ileri uygarlıkta yaşayan bir birey için sevebilme yetisi o uygarlığın ortalama insan üzerindeki etkisine bağlıdır. Çağdaş bata uygarlığından söz ettiğimize göre, batı uygarlığının toplumsal yapısını ve onun sonucu olarak ortaya çıkan ruhsal yapının sevginin gelişmesine uygun olup olmadığını sormak gerekir. Bu soruya verilecek yanıt olumsuzdur. Batıdaki yaşamımızı izleyen bir tarafsız gözlemci kardeşlik sevgisinin, anne sevgisinin ve cinsel sevginin az rastlanan olgular olduğunu görecek ve bunların yerlerinin gerçekte yozlaşmış sevgi biçimleri olan bir çok sahte sevgiyle doldurulduğuna kuşku duymayacaktır.

Kapitalist toplum bir yandan politik özgürlük ilkesi, diğer yandan tüm ekonomik ve toplumsal ilişkileri pazarın düzenlediği bir temel üzerinde yükselmektedir. Meta pazarı malların hangi koşullarda alınıp satılabileceğini belirler, emek pazarı İse emeğin alınıp satılmasını düzenler. Yararlı şeyler ve yararlı insan enerjisi ve hüneri beraberce zora başvurmaksızın dolandırıcılık yapılmadan pazar koşulları altında alınıp satılacak mallara dönüşürler» Ayakkabılar yararlı ve gerekli olabilirler, ama pazarda talep edilmiyorlarsa hiçbir ekonomik (değişim değeri yoktur. İnsan göç ve hünerinin de eğer var olan piyasa koşulları altında bir talebi yoksa değişim değeri de yoktur, Sermaye sahipleri iş gücünü satın alıp ona yatırdıkları sermayenin kârlılığı için çalışmasını buyurabilirler. Emek sahipleri ise güç ve hünerlerini var olan piyasa koşulları altında sermaye sahibine satmak durumundadırlar, aksi halde açlıktan ölürler, Bu ekonomik yapı değerlerin hiyerarşisini yansıtır. Sermaye emeğe buyurur,, sonunda cansız., ruhsuz şeyler, yaşayan emekten, insanoğlunun gücünden daha değerli hale gelir.

Bu olgu kapitalizmin başlangıcından buyana temel yapısını oluşturmuştur. Bu durum her ne kadar çağdaş kapitalizm için de geçerliliğini korumaktaysa da bir dolu değişime uğrayarak çağdaş kapitalizme bugünkü özgün niteliğini kazandırmış ve bu etmenler çağdaş insanın karakterinin belirlenmesinde önemli etkilerde bulunmuşlardır. Kapitalizmin gelişmesinin sonucu olarak sürekli bir şekilde sermayenin merkezileşip, yoğunlaştığına tanık olmaktayız. Büyük işletmeler boyutlarını sürekli olarak büyütüp geliştirirken küçükler arada ezilip yitiyorlar. Bu dev işletmelere yatırılan sermayenin sahipleri yönetimden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorlar, Yüzbinlerce hisse senedi sahibi işletmeyi elinde tutuyor, yönetim ise iyi para alan, ama işletmenin mülkiyetine sahip olmayan’ bir gurup yönetecinin elinde. Bu yöneticiler işletmenin en yüksek kâra erişmesini istemekten’çok işletmenin, dolayısıyla kendi güçlerinin büyümesine önem vermektedirler. Sermayenin merkezileşmesi ve güçlü bir yöneticiler katmanının oluşması işçi hareketinin gelişmesiyle at başı gitmektedir, İşçinin sendikalaşmasıyla, tek isçinin iş gücü pazarında tek başına pazarlığa girmesinin önü alınmıştır. Artık işçide büyük işçi sendikalarında birleşmiş, onu sanayi devlerine karşı koruyacak güçlü bir önder kadroya sahip olmuştur. Sermaye alanında olduğu gibi işçiler arasında da, ister iyi olsun ister kötü, ağırlık bireyden yöneticilerin eline geçmiştir. Böylece çok büyük sayılarda insan bağımsızlıklarını yitirerek, dev ekonomik imparatorlukların yöneticilerine bağımlı hale gelmişlerdir.

Sermayenin merkezileşmesinin bir başka önemli sonucu da isin özgün bir biçimde düzenlenmesidir. Geniş Ölçüde merkezileşmiş işletmelerde yer alan katı iş bölümü, bireyin birey olma niteliğini yitirmesine neden olmakta onu makinanın bir parçası haline getirmektedir. Çağdaş kapitalizmde insan, sorunu şöyle formüle edilebilinir:

Çağdaş –kapitalizm büyük sayılarla, uysallık içinde bir araya gelecek insanlara gereksinim duyar. Bunlar giderek artan bir şekilde tüketime yönelmeli» beğenileri kalıplaşmalı ve kolayca etkilenip yönlendirilmelidirler, Çağdaş kapitalizm kendini özgür ve bağımsız hisseden, hiçbir otoriteye ilkeye ya da özduyuya kul olmamış insanlara gereksinim duyar ama bunların, buyruk almaya, kendilerinden isteneni yapmaya, toplumsal mekanizmayla sürtüşmeden yaşamaya yatkın olmalarım ister, Öyle ki zor kullanmadan yönlendirilmeli, öndersiz yönetilmeli ve iyi ya da kötü bir amaca. sahip olmadan çalıştırılmalıdırlar.

Bundan ne sonuç çıkar? Çağdaş insan kendisinden, çevresindeki insanlardan ve doğadan yabancılaştırılmıştır. O İnsan bir meta haline dönüştürülmüş, yaşam göçlerini var olan pazar koşullan altında kendisine en. fazla kan getirecek alana yatırması sağlanmıştır, insan ilişkileri, kendi güvenliklerini sürüye bağlı olmakta, düşünce, duygu, ve eylem yönünden diğerlerinden ayrı olmamakta gören, birbirine yabancılaşmış otomatların ilişkileri haline getirilmiştir.

Herkes birbirine olduğunca yakın olmaya çaba harcarken diğer yandan kendini tümüyle yalnız hisseder, tekbaşınalığın her zamanki sonucu olan derin bir güvensizlik, huzursuzluk, ve suçluluk duygusuna gömülür. Uygarlığımız kişinin bu tekbaşınalığı bilince çıkartmasını engelleyecek birçok oyalayıcı şeye sahiptir: her şeyden önce sıkıca düzenlenmiş ve makineleştirilmiş çalışma düzeni inşam en temel insanca isteklerinden» kendini aşma ve bir – olmadan habersiz kılar.

Bu tek düzelik insanda bir doyum yaratmadığı için insan bu bilince çıkartamadığı sıkıntıdan eğlenceyle, eğlence sanayinin ona sunduğu müzik ve filmlerle kurtulmayı dener, bundan başka eski eşyalarım değiştirip durmadan yeni birşeyler alarak kendini avutur. Çağdaş insan Huxîey’in Kahraman Yeni Dünyada çizdiği tipe çok benzemektedir: karnı tok sırtı pek, cinsel yönden doygun kişiliği gelişmemiş, çevresindeki insanlarla son derece düzeyde ilişkiler kuran, Huxley’in sıraladığı «Birey hissederse toplum sendeler» ya da «Bugün sahip olabileceği eğlenceyi yarma bırakma» bir de hepsini bastıran., «Bu günlerde herkes mutlu» sloganlarıyla yönlendirilen bir kişidir o, Günümüzde insanların mutluluğu «eğlenmeye» dayanmakta, eğlenmenin altındaysa «almanın», tüketmenin doygunluğu yatmaktadır.

Dünya bizim açlığımızı giderecek büyük bir nesne ,bir elma, bir şişe, bir memedir, biz durmadan emer, birşeyler bekler ve umarız « ve sürekli düş kırıklıklarına uğrarız. Karakterimiz değiştokuş etmek, almak, tüketmek, değiştirmek üzerine kurulmuştur. İster ruhsal olsun ister nesnel ne varsa herşey tüketimin ve değiş tokuşun nesneleri haline gelmişlerdir. .

Sevgiye ilişkin durumda zorunlu olarak çağdaş insanın bu toplumsal yapısına göre biçimlenmiştir. Otomatlar sevemezler. Onlar sadece «kişilik paketlerini birbirleriyle değiştirirler ve ucuza kapatma peşinde koşarlar, Bu yabancılaşmış yapının en belirgin, özellikle evlilikte sevgi gösterme biçimi «çift» kavramıdır.

Mutlu evlilik üzerine tüm yazılanlar birbiriyle iyi geçinen bir çifti tanımlar. Bu tanımlama uyum içinde çalışan işçi kavramından pek farklı değildir. Böylesi bir kişi «tam anlamıyla bağımsız» olmalı, işbirliği yapabilmeli, bağışlayıcı ama aynı zamanda tutkulu ve saldırgan olmalıdır. Bu nedenle evlenme klavuzu kocanın, karısını.. «anlaması» gerektiğini ve ona yardımcı olmasını Öğütler, Karısının yeni giysisini övmeli, pişirdiği yemeklerden dolayı iltifat etmelidir.

Diğer yanda kadın, eve yorgun argın, sinirli ve gergin gelen kocasını anlamalı, onun işindeki sorunlardan söz edişini ilgiyle dinlemeli, doğum gününü unuttuğu zaman öfkelenmeyip bağışlayıcı olmalıdır. Bu tüm yaşamları boyunca birbirine yabancı kalan, «candan bağlılığa» ulaşamayan iki insanın, karşılıklı nezaketle davranma ve birbirlerini rahat ettirme çabalarının, iyi işleyen ilişkilerinin toplamından başka birşey değildir, Böylesi sevgi ve evlilik kavramında asıl önemli olan tek başına olmanın dayanılmaz duygusundan kaçıp bir şeye sığınmaktır. «Sevgide» insan en azından yalnızlıktan kaçıp sığınacağı bir liman bulabilir. İki kişi, dünyaya karşı bir tür ortaklık kurar ve bu iki kişilik bencilliğin sevgi olduğu yanılgısına düşülür.

Çift olmanın özüne ve karşılıklı anlayışa verilen önem oldukça yakın gamanda yer alan bir gelişmedir. Bundan önce, Birinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda, karşılıklı cinsel doyum sevgi bağlarının ve mutlu evliliğin koşulu sayılıyordu. Evliliklerde pek sık rastlanan huzursuzlukların kaynağı çiftlerin «cinsel uyum» sağlayamaması olarak kabul ediliyordu. Bu eksikliğe neden olarak da bilgisizlik nedeniyle «doğru» cinsel davranışa sahip olmamaları, çiftlerden birinin ya da her ikisinin hatalı cinsel tekniğe sahip olmaları gösteriliyordu.

Bu eksikliği «gidermek» ve bu birbirini sevemeyen talihsiz çiftlere yardımcı olmak için birçok kitap, doğru cinsel ilişki konusunda yol gösteriyor, Öğüt veriyor, eğer yazılan ve söylenenlere uyulursa mutluluğa ve sevgiye kavuşabileceklerini muştuluyordu. Bunun ardında yatan düşünce ise, sevgi cinsel zevkin çocuğudur.

Ve eğer iki insan birbirini cinsel olarak doyurmayı öğrenirse bu kişiler birbirlerini severler, Bu görüş o zamanlar yaygın olan, doğru teknik sadece sanayideki üretim sorunlarına çözümler getirmez, ayrıca tüm insan ilişkilerine ele doğru çözüm getirir yanılgısının sonucuydu. İnsanlar bu görüşün kar­şıtının doğru olduğunun bilincinde değillerdi.


 Dahası ve tamamı tık tık... Sevme Sanatı - Evlilik - doczz


Nozart "Bu dünyada öğrenmek, bildiklerimizi başkasına öğretmek, bilimde ve sanatta hep daha ileriye gitmek için bulunuyoruz."






Yunus Emre - İlim kendin bilmektir

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır

Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir

Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır

Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir

Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir

Friendzonedan Nasıl Kurtulunur ?

Cahit Zarifoğlu - İnsan bastırdığı duygunun esiri olur


Acını yaşa
Öfkeni de yaşa
Ve seyret
Kendini sakın bastırma
Öyle su üste akan yaprağa bakar gibi bak
Uzanıp onu almaya kalkışma
Kendini suçlama , başkalarını da suçlama
Olacak olandan kaçınamazsın
O yüzden hiç bastırma kendini
Baskılama
Çünkü insan , bastırdığı duygunun esiri olur.






Haydar Ergülen - Şikâyetler Gazeli

“Yaşadığımız hayattan alacağı varsa yaşanmayanın
ne anlamı kalır yalnızca yaşadığını hatırlamanın

Kimse taşınacak kadar uzak değilse birbirine
dur, yine senden yakınını bulamazsın kendine

Şiirden daha siyah bir şey olmalı kelimelerde
yoksa küfür kafiyeli söylenecek şehirde


Sesini gölgeden çek, kül gibi yoksul kalsın da
güneşin altında mırıldanacak şeyler bulunur hala

Bakmanın sonu yok gözlerin nereye yetişebilir
dünyada yalnızca körlerin gözleri temiz kalabilir

Yeni doğanın kulağına fısıldayacak neyimiz var
vakitsiz gidenin ardından dökecek neyimiz var

Hepimizin yerine balkondan düşeni hatırla
şiir bazen öyle de çarpabilir hayata

Ne gam gazel olmuş olmamış, şikayet sayılsın da!”


Kizilderili Duwanish Aşiret Reisi Seattle " Doğa, bize dedelerimizden kalan bir miras değil, torunlarımıza bırakacağımız bir emanettir."


Şu anda yarının artık bugün olduğu gerçeğiyle karsı karsıyayız. Çok geç kalmış olmak diye bir şey vardır. Sayısız uygarlığın beyazlamış kemikleri üzerinde su acıklı sözcükler yazılı: Çok geç. Eyleme geçmezsek, merhameti olamadan güce, ahlaklı olamadan kudrete, kavrayışı olamadan kuvvete sahip olanlar için ayrılmış zaman koridorlarına sürükleneceğimiz kesin.  (M. Luther King)
 
Doğaya hoyratça davranan toplumlarda insanlar arasındaki ilişkiler de hoyratça oluyor. (John Bennet)
 
Doğa insan olmadan da yaşar; ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz.  (Paul Ehrilch) 

Bir Milletin medeniyet seviyesi, üzerinde yaşadığı toprakları ağaçlandırmasıyla ölçülür. (Franklin D. Roosevelt)

Doğa; en küçük bir çaba harcamadan ve mükemmel bir kusursuzlukla en basit maddeden son derece farklı şeyler yaratıyor; hepsinin üzerine de ince bir tül örtüyor. Yarattığı her bir parçanın kendine has özellikleri, her bir durumun ayrı açıklaması var ama sonuçta hepsi birlikte bir bütünü oluşturuyorlar. (Goethe) 

On dokuzuncu yüzyıla kadar, hiç sona ermeyen zorlu görev, insan soyunun ve çevresinin doğal etkenlere karşı korumasıydı. Ama bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğmuştur: Doğayı insana karşı korumak.  (Peter F. Drucker)

İnsanlar sürekli ve dengeli kalkınmanın merkezindedir. Doğa ile uyum içerisinde sağlıklı ve verimli bir hayata hakları vardır.  (BM. İnsan Çevresi Konferansı Stockholm Bildirgesi)

Bir nokta açıktır: Dünyamız emin ellerde değildir.”Yenidünya düzeni” yeryüzünü ölüme mahkûm etmiştir. (Peter F. Drucker) 

Bir ulusun gerçek zenginliği, ağaç örtüsüyle ölçülebilir. (Richard St. Barbe Baker) 

Doğru olduğunu düşündüğümüz şeyi yapmalıyız. Çünkü eğer doğru şeyi yapmazsak, yanlış şeyi yapacağız ve iyileşmenin değil felaketin bir parçası olacağız. (Fritz Schumacher)

Yasamak, Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim!  (Nazım Hikmet) 
 
 

Arthur Rimbaud - Ofelya


I
Yıldızların vurduğu durgun, karanlık suda
Beyaz Ofelya, büyük, beyaz bir zambak gibi,
Gelin esvapları içinde dalgalanmada.
Uzak ormanda yerlilerin gürültüleri.

Mahzun Ofelya, beyaz bir tayf gibi, yıllardır
Dolaşır bu siyah nehrin suları içinde.
Deliliği içinde bir şarkı mırıldanır,
Bir çocukluk şarkısı, akşam serinliğinde.

Rüzgâr göğsünü öper ve açar yaprak yaprak
Sularda ağır ağır savrulan etekleri.
Söğütler omuzlarına sarkar ağlaşarak,
Hülyalı alnına eğilir su çiçekleri.

Dört bir yanına üzgün nilüferler dizilir.
Uykudaki bir ağaç uyanır, zaman zaman;
Bir yuvadan küçük bir kanat sesi yükselir;
Sihirli bir şarkı gelir altın yıldızlardan!

Çeviri: Orhan Veli Kanık 


11 Eylül 2017

Jacques Prévert - Saygılı olun

 
Başında kıvıl kıvıl kıvılcımlar
Çakmak taşı satan bir adam
Sesleniyor kalabalıklara
Akşam üstü istasyonda
İri yarı aykırı lâfları
Hoşuna gitmiyor çoklarının
Ama bir ateş var ki adamın gözlerinde
Yumuşatıveriyor insanları
Saygılı olun
Diye bağırıyor adam
Saygılı olun
Yediğiniz içtiğiniz şeylere
Saygılı olun
Taşa toprağa pireye file
Kadınlara saygılı olun
Çocuklara saygılı olun
 
Saygılı olun hâne halkına
Saygılı olun
Yaşayan dünyaya.
 
 

Keanu Reeves "Hayat yaşamaya değer"

Üç yaşımdayken babamın bizi terkedişini gördüm. 4 tane farklı okula kaydoldum ve disleksiyle mücadele ettim ki bu benim eğitim hayatımı daha da zorlaştırıyordu. Sonunda okulu diploma alamadan bıraktım. 23 yaşımdayken en yakın arkadaşım River Phoneix yüksek dozda uyuşturucudan öldü. 1998'de Jennifer Syme ile tanıştım. Anında aşık olduk ve 1999'da Jeniffer kızımıza hamile kaldı. Çok üzücü bir şekilde 8 ay sonra çocuğumuz ölü doğdu. Onun ölümüyle harap olduk ve bu bizim ilişkimizi sona erdirdi. 18 ay sonra Jennifer bir araba kazasında öldü. O zamandan sonra ciddi ilişkilerden ve çocuk sahibi olmaktan uzak durdum. En küçük kardeşim lösemi oldu. Şimdi o tedavi oldu ve ben Matrix filmlerinden kazandığım paranın %70'ini kösemiyi tedavi etmek için hastanelere bağışladım. Ben malikanesi olmayan nadir Hollywood yıldızlarından biriyim. Hiçbir 'bodyguard'ım yok. Süslü püslü moda giysiler giymem. 100 milyon dolar değerim olsa bile metroya biniyorum ve bunu seviyorum. Sonuçta sanıyorum aynı fikirdeyiz ki bir trajedinin içinde bile bir yıldız yetişebiliyor. Hayatınızda ne olup bittiğinin önemi yok. Hepsinin üstesinden gelebilirsiniz. Hayat yaşamaya değer.

Tık   


Evrim Teorisi'ni anlattığı için suçlanan öğretmeni konu alan Stanley Kramer'ın filmi Inherit The Wind'den, Spencer Tracy'nin meşhur tiradı.


"Anlamıyor musunuz, eğer evrim gibi bir kanunu alır ve resmi okullarda öğretilmesini suç sayarsanız, yarın özel okullarda öğretilmesini de suç sayabilirsiniz. Ve yakında kitapları ve gazeteleri de yasaklayabilirsiniz. Daha sonra da Katolik’i Protestan’la, Protestan’ı Protestan’la karşı karşıya getirisiniz. Ve kendi dininizi insanların kafalarına zorla sokmaya çalışırsınız. Eğer birini yaparsanız, ötekini de yapabilirsiniz! Çünkü fanatizm ve cahillik daima açtır ve beslenmeye ihtiyaçları vardır! Çok yakında Sayın Yargıç, elimizde flamalar ve çalan davullarla geriye doğru yürüyor olacağız! Geriye! Bağnazların, insan aklına zekâ ve aydınlanma getirmeye cüret eden adamı yaktıkları 16. yüzyılın o ‘şanlı’ çağlarına doğru! " 





 
 
 
 
 

Ahmet Telli - Sıyrılıp Gelen


Soluk bir ay dolanıyor
kentin üstünde her gece
Her gece bilge bir gezgin
tavrıyla adımlıyor yolunu

Güz yanığı bir durgun
sessizlikle örtülü her şey
ve yırtılmış bir tül gibi
savrulup duruyor zaman

Suların sesini dinle şimdi
ormanın fısıldayışlarını
usulca yarılıyor dağların göğsü
bir aşkı dinlendirmek için

Ve gözleri uzak yamaçlarda
aranıp dururken bir şeyleri
sessiz ve sakin beklemekte
bekledikçe bileylenen yürek

Belli ki dağların, denizlerin
ve göllerin üzerinden
sıyrılıp gelmektedir seher
Belli ki yakındır
doğayı ve hayatı sarsacak saat


Albert Camus - Defterler


Önemli olan insan olmak, yalın olmaktır diyebilirim ve birazdan diyeceğim. Hayır, önemli olan doğru olmaktır ve bunun içinde hepsi vardır insanlık da yalınlık da.
 
*
Gençken insanlardan verebileceklerinin fazlasını isterdim. Sürekli bir dostluk, kesintisiz bir coşku. Şimdi, verebileceklerinden daha azını istemesini biliyorum. Yorumsuz bir arkadaşlık. Ve coşkuları, dostlukları, soylu davranışları, benim gözümde tüm mucizevi değerini koruyor. İyiliğin sarsılmaz etkisi.

*
Şu dakikayı zamanın dokusundan kesip ayırmama izin veriniz, başkalarının sayfaların arasına bir çiçek bırakması gibi. Onlar, aşkın kendilerine hafifçe dokunuverdiği bir gezintiyi sayfaların arasına hapsederler. Ve ben de geziniyorum ama beni bir Tanrı okşuyor. Yaşam kısadır ve zaman yitirmek günahtır. Bütün gün boyunca zaman yitiriyorum ve ötekiler çok çalışkan olduğumu söylüyorlar. Bugün mola verdim ve kalbim başını alıp kendisiyle tanışmaya gidiyor.

*
Kadınlar, düşüncelerini duygularına yeğlerler.

*
İnsan yazdığı zaman iki kişi olmalı. Burada da bir kez daha öğrenilecek ilk şeyin kendine egemen olmak olduğu ortaya çıkıyor.


Carl Sagan - Kozmos




Evrenin ve Yaşamın Sırları...Kitap bir ağaçtan yapılmıştır. Koyu renk boyalı kargacık burgacık çizgilerin çizildiği ve adına yaprak denen parçaların bir araya getirilmesinden oluşur. Bu kitaba bir göz attığınızda, başka bir insanın seslenişini duyarsınız; binlerce yıl önce ölmüş birisinin sesidir bu. Binlerce yılın geçtiği zaman köprüsünün ötesinden yazar, kitabı aracılığıyla size, zihninizin içine açıkça ve sükunetle bir şeyler aktarıyordur. Yazı, insanların belki de en büyük icadıdır. Birbirlerini hiçbir zaman tanımamış, aralarına çağların girdiği insanları birbirine bağlayan en büyük araçtır. Kitap, zamanın zincirini çatır çatır koparır. insanların mucize yaratan sihirbazlıklarının bir kanıtıdır. 





09 Eylül 2017

Güzel İzmir Kurtuluşunun 95. yıldönümün Kutlu Olsun


9 Eylül 1922  günü ufukların  en parlağı ile  sonuçlandı.

15 Mayıs 1919’dan 9 Eylül 1922’ye kadar geçen üç yıl dört ay Türk tarihi için, üç buçuk asırlık heyecan ve olaylarla doludur. Bu zaman içinde Türk vatanı, İzmir’in şahsında en üzüntülü günlerini yaşadı ve sonunda Gazi Mustafa Kemal, Türk ulusunun gücünü göstermesini sağladı. 15 Mayıs’ta düşman nasıl İzmir’i işgal etmişti? 9 Eylül 1922’de İzmir’i nasıl terk etti? Büyük okyanusların med ceziri gibi, 15 Mayıs 1919’da İzmir’deki Türk iradesi, gerilerden, Anadolu’dan aldığı güç ve hızla, 9 Eylül 1922 günü adeta taşarak, köpürerek, ilerleyerek ve önüne çıkan yabancı unsurları, düşman güçlerini Akdeniz’in ötelerine kadar sürmüştü.

Bu gücün kaynağını, Büyük Kurtarıcı’nın, üç buçuk yıl gibi bir sürede, yedisinden yetmişine kadar, kadın-erkek bütün Türk ulusunun kanına zerk ettiği bilinçte ve inançta aramalı. İzmir’in işgal edildiği gün basan karanlık, 9 Eylül 1922 günü ufukların en parlağı ile sonuçlandı. Üç buçuk yıl süren bu uzun geceyi, üzüntülü bir rüya hatta bir kâbus gibi kendi kendimize ve de çocuklarımıza anlatıyoruz. Ondan sonra doğan büyük ışığın yansımaları daima başımızı aydınlatıyor. İzmir, en bilmeyenimize bile, vatanın ne demek olduğunu öğreten bir yerdir. Söylediğimiz gibi, yıllarca gözümüzde ve gönlümüzde tüten vatan sanki ondan ibaretti.

Onun işgal edildiği gün kan kırmızı bayrağımızı, sanki ilk kez simsiyah gördük. Onun kurtulduğu gün hilali tam gördük. Onun kurtulduğu gün hilal tan yerinde parladı sanki. On sene önce bizi temsil eden bir bayra- ğımız vardı, ondan sonra bayrağımızın yanında iki kutsal güç daha yükseldi: Gazi ve İzmir... Bunlardan her ikisine çevrilen kötü bir bakış, devlete, halka ve vatana döndürülmüş bir silahtır ki, hepsi aynı şiddetle karşılık görür. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. İzmir’in kurtuluşunda Türkiye’nin kurtuluşunu bugün sekizinci kez saygı ve sevinçle selamlıyoruz. 

Hâkimiyeti Milliye Gazetesi
9 Eylül 1929
butundunya.com 


05 Eylül 2017

Henry David Thoreau "Neye baktığınız değil, neyi gördüğünüz önemli."





Bulunacak herhangi bir şeye anlamı veren şey adayıştır ve yakındaki bir şeyi bulmak için çok yol kat etmek gerekir...José Saramago

An, zamanın ve ebediyetin birbirine dokunduğu bir belirsizliktir...Søren Kierkegaard
 
 
Yaşam çözülmesi gereken bir sorun değil ancak deneyimlenmesi gereken gerçekliktir...Søren Kierkegaard
 
Doğru bir duyumsamayla bir öğretici olmak bir öğrenici olmaktır. Öğrenim, siz bir öğretici olarak öğreniciden öğrendiğinizde başlar; kendini onun yerine koy ve böylece onun ne anladığını ve anlama biçimini anlayabilirsiniz... Søren Kierkegaard

Ne kadar saçmadır insanlar! Sahip oldukları özgürlükleri kullanmazlar, sahip olmadıklarını isterler. Var olan düşünme özgürlüklerini kullanmazken ifade etme özgürlüğü talep ederler... Søren Kierkegaard
 

Baba Öyküler - Jehan Barbur

"Doğru sevilmek ve yeterince sevilmek diye bir şeyin, insan ırkının sadece çok nadide elemanlarının başına geldiğini sanmıyorum ben. Benim annem babam da, ya yanlış sevilmiş ya da hiç sevilmemiş insanlar. Beni çok sevdiler. Ama bazen de yanlış sevdiler." 
-Ece Temelkuran-

Ali Nesin'den Fazıl Say'a, Sevinç Erbulak'tan Serra Yılmaz'a, Barbaros Şansal'dan Fırat Tanış'a
"Baba Öyküleri"ni anlatmayı kabul etmiş yirmi güzel insan var bu kitapta.

Jehan Barbur'un yürek sesiyle, susamadıkları, şaşırtıcı, coşkun, derin sohbetler ediyorlar. Kimi babasına sevdalı, kimi küskün, kimi yaralı. Kimi özlüyor, kimi unutmak istiyor... Onlar anlattıkça, yalnızlığımız azalıyor. Jehan Barbur sordukça, kendi öykülerimiz dile geliyor.

 - - - - - -

 

“İyi ki hikâyeler var; yoksa yaşanmışlığımıza sırt çevirip, şimdiyle umarsızca oyalanacaktık.” diyor Jehan Barbur, Ercan Kesal için yazdığı önsözde. Baba Öyküler. Bir Gümüşlük akşamında, dostların buluştuğu bir masada, Erkan Oğur’un babasını anlattığı hikâyeden yola çıkarak Baba Öyküler’i yazmaya karar veriyor Jehan Barbur. Hepimizin az çok tanıdığı 21 ismin kapısını çalıp babalarının hikâyelerini soruyor. İçtenlikle anlatılan 21 öykü bir araya geliyor.

Jehan Barbur’un o büyülü, şiirsel sesini sayfaları çevirirken duyuyoruz ama sözü anlatanına, kendi sesini sahne arkasına bırakmış. Sahne önüne sadece her ismin önünde yer alan kısacık önsözlerde çıkıyor. Öyle güzel şeyler yazmış ki önsözlere, onlar da ayrı ayrı kısacık hikâyeler gibi. Atilla Birkiye’nin önsözünde “ince ince rakı içen” diyor mesela ve ekliyor; “Çünkü rakıyı nasıl içerse bir adam, hayatı öyle yaşıyor, kadınları da öyle seviyordur.”

En çok etkilendiğim öykülerden biri Mine Söğüt’ünki elbette. Bütün kitaplarını, bütün yazılarını okuduğum Mine Söğüt’ün babasını okuyorum, Mine Söğüt’ün o nefis cümlelerinden. Boğazımda hep bir düğüm. Sayfaları hiç bitmesin diye okurken, ara sıra da sessiz sedasız bir gözyaşı. Daha çocukken hayattaki duruşuna, içinde doğallıkla var olan ilkelerine, hayata dair algısındaki gelişime hayran oluveriyorum yine. O “yazdıklarıma benzemem ben” dese de, yazdıklarına hiç benzemese de, nasıl, neden, ne kadar harika yazdığının ipuçları bir bir çıkıyor, görünüyor cümlelerinde.

Barbaros Şansal. Benim için hep uzak kalmış bir isimdi bu kitaba kadar. Ona dair birkaç haberi okumuşumdur en fazla. Öyküsünü okurken, her cümlede biraz daha büyüdü gözümde, öykü tamamlandığında sonsuz saygı duyduğum bir insana dönüşüverdi. Jehan Barbur’un önsözünde dediği gibi; “Onunla sadece babasını konuşamazdık. Anlatacakları vardı ve bence ‘İnsan nedir?’ başlıklı bir ders olarak neşredilmeliydi.”

Boğazım düğüm düğüm yine, Ece Temelkuran ve Nebil Özgentürk’ün baba öykülerinde. Nebil Özgentürk’ün kendi babalığına dair tüm içtenliği ile anlattıkları da tüm babalara ders niteliğinde.

Bir öykü bitiyor, hemen çeviremiyorum sayfayı, okuduklarımı bir süre demlendiriyorum içimde. Sonra merakla sayfayı çeviriyorum, yeni bir isim yeni bir fotoğraf ve yeni bir önsözle karşımda.

Ali Nesin Aziz Nesin’i anlatıyor. İbretlik hikâyelerle dolu bir öykü elbette. Bir hikâye var, 1993 yılında, Aziz Nesin 78 yaşında ölümünden iki yıl önce, bir kar kış kıyamet günü, Bilkent servislerine gitmek için Ali Nesin’le bir yokuş çıkıyorlar. Ali Nesin taksi tutmaları konusunda ısrar ediyor. Sonunda Aziz Nesin oğluna çıkışıyor: “Oğlum ben parayla çocuklara kalem alıyorum, defter alıyorum.”

Baba öyküler bunlar, öyle kolaycacık hemencecik ilerlenemiyor sayfalarda…

Ya Sevinç Erbulak’ın şu cümleleri: “Sonra bütün bu yaşananları bedensel ve ruhsal olarak hissetmeye başladığımda, insanın kendini ancak çok önemsediği bir hayatta mutsuz olabileceğini idrak ettim. Yaşadığımın sadece Mecidiyeköy, Maya Sokak, Birlik Apartmanı’ndaki Sevinç’in annesinin ve babasının başına geldiğini düşünürsem, çok bencilleşmiş ve körelmiş olurdum. Herhangi biriyiz. Sadece herhangi biri… Ve zordur herhangi biri olmak…”

Fazıl Say’ın baba öyküsü aynı zamanda Türkiye’nin 70’lerinin 80’lerinin öyküsü. Karşımıza birçok tanıdık çıkıyor bu öyküde; Mithat Fenmen, Metin Altıok, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Yaşar Kemal, Gülten Akın… İyi insan olmanın yeterli olmadığını söylüyor Fazıl Say ve diyor ki; “Köprüden önce son çıkış olduğunu herkes biliyor ve son çıkışlar bir referandumla kırıldı. Şimdi kazansak bile olanların geri döndürülmesi, adaletin, yargı sisteminin tekrar dönmesi, tüm yapılanmaların değişmesi, uzun yıllar alacak. Ondan sonra sabredeceğiz. Ümitle… Türkiye’de ümitle devam etmek gerekiyor. Çocukluğumda izlediğim babam ve dostları bir şekilde ümidi elden bırakmamışlardı. Öyle olmalıydı; bugün de öyle olmalı.”

Bu yazıya sığmayan daha nice isim; Yekta Kopan, Serra Yılmaz, Fırat Tanış, Bülent Ortaçgil, Tansu Okan, Filinta Önal, Sait Ali Köknar, Sevan Nişanyan, Enver Aysever, Ezel Akay, Murat Ateş. Baba öykülerini anlatıyorlar… Jehan Babur öyle güzel, öyle anlamlı, öyle tadına doyulmayan bir iş çıkarmış ki, eminim kitaba almak istediği ama alamadığı daha bir sürü isim olmuştur… Çünkü kitap bittiğinde benim de birçok isim geldi aklıma, ah keşke onların da baba öykülerini okuyabilseydim dediğim…

Jehan Babur kitabın girişinde diyor ki; “Bana anlattıkları hiçbir şeye ihanet etmeden, onların gerçek seslerinin önüne geçmemeye gayret ederek yazdım Baba Öyküler’i. İçlerinde bir yerde, ara ara kendi öykümle de göz göze gelerek.”

Baba Öyküler’in hikâyelerinde dolaşacak her okur da kendi öyküsü ile göz göze gelecek içlerinde bir yerde…

Kendi Öykünüzle Göz Göze Geleceğiniz "Baba Öyküler



Gece - Bilge Karasu 'Benim dilim, çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.'

İnsanı en yüksek yere yerleştirmekten, hayvanlardan, bitkilerden, sulardan, dağlardan çok önemli olduğuna, her şeyin insan için yaratılıp insana kulluk etmesi gerektiğine inanırmış gibi yaşamaktan vazgeçelim. Belki o zaman insanın değerini öğrenir, hayvanla, bitkiyle, suyla, dağla, taşla birlikte bir anlamı olduğunu, olabileceğini anlar, belki o zaman insana saygı duymasını başarırız.

 Her güzellik, her zenginlik, renkli taş olmaktan öteye geçmeksizin, öbürleriyle bir araya gelerek bir örüntü oluşturmalı benim dünyamda; hepimiz birden konuşmalıyız. Öyle ki dünyayı elimde tutabildiğime, dünyayı elimden, parmaklarımın arasından kaçırmadığıma inanabileyim, kanabileyim. Kaçarsa her şey biter çünkü. Her satırım bir başka ağızdan, bir başka kalemden çıkmış gibi oldukça ben dünyanın tümü olacağım, her şey olacağım…

 Oysa yazar, tanımı gereği, sözcükleri hem ortaklaşa kalıplarına dayandırmak, hem kendi dilini yazmak durumundadır. Yazdığı anda kalıp yaratıcısı haline gelir. Cambazlığı, ustalığı, bu ince iki teli, üzerinde yürüyebileceği biraz daha kalın bir tel haline getirmek midir?

 Bir şeyi anlayabildiğimiz sürece ona yenilmenin söz konusu olamayacağını çok düşünmüşümdür. Bu düşünceye kendimi çok alıştırmışım. Şimdi yenilmeğe başlıyorum. Artık anlamadığım için. Anlamadığımı başka kılığa sokup anlatmağa kalkamam ki...

 Kaçmanın, kovalamanın, sevmenin, sevişmenin, yaşamanın, ölmenin – ya da, başkalarının kaçmasıyla kovalamasının, yaşamasıyla ölmesinin – kabak tadı verdiği olur. 

 Öykücü, romancı, her yazdığının nereye varacağını bilen bir kişi sanılır; kendi de zaman zaman buna inanır, ya da inandırılır… Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini – o “bir sonraki“ tümceyi yazmadıkça – hiçbir zaman bilemeyeceğini, kendisi, unutmamak zorundadır.

 Ancak, gece, ine dönüştür; ılık sularda yüzüş, yalanlardan pek çoğunun gerisine, öncesine dönüştür. Kendisi de bir yalana dayansa bile.

Anlatmak istediğim, epey karışık; bilmem becerebilecek miyim? Bir oyun düşünün: Kara taşların kazanması gerekiyor. Karaların yanında kırmızılar, sarılar var. Karşılarında yeşiller, morlar, aklar. Bir taşa bir taş almak oyunu çok uzatır, kazanmanızı önleyebilir. Nasıl oynamalı ki bir taşa karşı iki, üç taş alınsın karşıdan. Dahası, sizin yanınızda oynayanlardan da bir, iki, üç taş alabilesiniz?

 Ağrılar, acılar karşısında, herkes, herkesin, kendi gibi tepki göstermesini bekler; daha doğrusu kendi tepkisinden başka türlü bir tepki olabileceğini, gösterebileceğini değil usuna sığdırmak, o usun kıyıcığından bile geçirmez. Bunun içindir ki acılar, ağrılar, fiziksel öznelliklerinin ötesinde de paylaşılamaz.

Biraz gizemli, biraz şiirli bir şeyler göster insanlara; unuttukları, gömdükleri duyguları, duyarlıkları, içlilikleri biraz kışkırt; ne zamandır geride bıraktıklarına inandıkları birtakım çocukluk korkularını, kaygılarını, çekingenliklerini karıştırıp bulandır; ondan sonra da istediğini yaptır onlara. Açıkça görülecek tutarsızlıklar görülmez, ortaya çıkması istenmeyecek birtakım dolaplar, düzenler, hani biri görüverecek, söyleyecek olsa bile, iftira, karalama, çamur diye yadsınır.

 Ya ölmem, ya kaçmam, ya da bambaşka biri olmam gerekecek; öylesine bambaşka biri ki, bunun güçlüğü karşısında kaçmak daha kolay görünüyor, hele ölmek, hepsinden kolay; kendimi öldürmek durumunda da kalsam…

Zamanı yok etmeye çalışırken söyleyişimizin yapısını da bozmak gerekmez mi?

Bir anlamda, herkes düşman. Düşmanım. Düşmanımız. Ya da, günü gelince düşman olabilir. Örneğin, kendi arkadaşlarımız, yandaşlarımız… İşkil, kuşku, yaşamımızın temeline koyduğumuz harç olmalı; yediğimiz ekmek, içtiğimiz su olmalı. Gene de bilmeliyiz ki bu dünyada bizi aldatmayacak üç beş kişi vardır.

 “Oyuncu” demek ne kadar saçma olursa olsun, bunlara yakıştırılacak başka bir ad bulmak da güç. Her günün sağ kalan oyuncusu ertesi günkü oyuna çıktığı için onun da vurulacağı, er geç vurulacağı kesin. Olsa olsa, o günün gecesi, ona bir utku şenliğinin baş kişisi olma hakkı tanınabilir.

.... belirsiz bir geleceğin belirsiz bir yerinde yitilip gidileceği kaygısı içinde, değil yalnız kendini, ya da eşini dostunu, evindeki hayvanını bile onulmaz bir derde tutulmuş gibi görmeye alışmıştı. Onumsuz hastalıklarda da hekime gidilir, çare aranır, çırpınılır; umut – ya da, bir çeşit umutsu duygu – yitirilmez, ya da, yitirilmemiş gibi davranılır; gene de, bilinir ki…

Kestirip atmak güç ya, kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılmasını sağlar; kimininkinde ise bir karasu gibi akış. Benim dilim çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.

 (bu “başka insan” deyimi, kaypak bir anlam taşır onlar için; özlerinden başkası da demektir, kendileriyle bir tuttukları ya da kendilerinin bir yansısı saydıklarından başkası da demektir).


Jorge Luis Borges - Bir Kediye

Aynalar değildir daha sessiz
ne de sürünen şafak daha gizli;
ay ışığında, o pantersin sen
görünüşünü uzaktan izlediğimiz.
açıklanamaz çalışmasıyla tanrısal bir kanunun,
boş yere ararız seni biz.
Ganj’dan bile daha uzakta ya da batan güneşten,
yalnızlıktır seninkisi, seninkisi gizlilik.
kalçan izin verir yavaş yavaş giden
okşamasına elimin. Kabul ettin,
uzun süredir unutulan geçmişten beri,
sevgisini güvensiz bir elin.
Sen başka bir devre aitsin. Efendisisin sen
sınırlandırılmış rüyâ gibi bir yerin. 

"Altın Ve Gölge"

Ece Temelkuran "Yazık ki evlere getirilen bütün yol hikâyeleri hep biraz eksiktir."

Her yolculuk kendi rotası içinde bir başka rotayı saklar. O gizli rotanın ne olduğunu, sonunda nereye varacağını hiç bilemezsin, bilmemelisin de zaten…

Gideceğin yere varmak için o gizli rotaya teslim olman gerekir.
Yolculuğun gizi budur: Yolcu, yolunu ancak kaybettiğinde bulur…

Yol sana cevaplar verecektir muhakkak. Ama bunlar senin başlangıçtaki sorularını değiştirmemişse bil ki hepsi eksiktir.
Gerçek cevapları bulduğunda da… nasıl demeli?
Onlar, yolun cevaplarıdır; eve gelindiğinde kolları kanatları kırılır. Tıpkı suyun altındayken çok canlı ve renkli görünen ama eve götürdüğünde kuruyup sönen çakıl taşları gibi.

Oysa şimdiye dek bütün insanlar, bütün yolculuklara evlerini anlamak için çıkmıştır.
Yazık ki evlere getirilen bütün yol hikâyeleri hep biraz eksiktir…

Ece Temelkuran

 

Mevlana - Meditasyon


Ne hristiyan, ne yahudi, ne hindu, ne budist, ne zen budist, ne de sufiyim.
Hiçbir din ya da kültür düzenine ait değilim.
Ne doğu, ne batı dan geldim, ne deniz, ne de yerden çıktım.
Ne tabii, ne havai, ne de çeşitli maddelerden oluştum.

Ben yokum.
Ne bu dünyada varım, ne de öteki dünyada.
Ne Ademdan, ne Havvadan, ne de başka bir başlangıc masalından çıktım.

Yerim yersiz, izim izsiz.
Ne vücut ne de ruhum.

Sevgiliye aitim.
İki dünyayı bir gördüm,
Bir onu çağırdım, bir onu bildim.

Önce, sonda, dışta, içte,
Sadece o,
nefes alan,
Ve nefes veren
İnsanoğluyum.

Çeviri...Vehbi Tasar 


Murathan Mungan "İçinde yaşıyor olmanın bilgisiyle ne kadar tanıdık gelirse gelsin, ‘Fotoğrafta başka çıkıyor o’ dediğimiz şeydir hayat."



Birden hayatın her şeyi zamanla nasıl yerinden oynatıp ne çok şeyin anlamını boşalttığını, yıllar sonra dönüp baktığımızda, 'değer miydi hiç?' diyeceğimiz ne çok şey için ömrümüzden nice kıymetli zaman parçası harcadığımızı düşünüyorum...Harita Metod Defteri

Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler; Masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler, sanki hakikati bilirmiş gibi, sanki hakikatin sırrına ermiş gibi, masala inanmayan gerçeğe inanır mı? ...Lal Masallar 

İçinde yaşıyor olmanın bilgisiyle ne kadar tanıdık gelirse gelsin, ‘Fotoğrafta başka çıkıyor o’ dediğimiz şeydir hayat...Kibrit Çöpleri


Nahit Ulvi Akgün - Dalgınlık


Bir pencere açıldı kitabımın sayfasında
El sallayarak sen göründün,
Satırlar takım takım evinin önünde
Ne güzel bu küçük askerler...
Fakat kayboluyorsun pencereden
Şimdi ağlıyor bütün harfler...

Sonra birden beliriyorsun
Elinde nakışlı mendilin, gülümsüyorsun
Ve başlıyorsun konuşmağa
Sesin ağlamaklı,
Sesin yumuşak,
Anlattıklarına karışıyor kitabın anlattıkları...



01 Eylül 2017

Sofokles "Bir kelime bizi hayatın tüm acılarından ve ağırlığından kurtarır. O kelime sevgidir."


Sevdiklerimizle Birlikte İyi Bayramlar.


🌼

Vücudum köle olsa da düşüncelerim özgürdür.

Bir kelime bizi hayatın tüm acılarından ve ağırlığından kurtarır. O kelime sevgidir.

Korku içinde olana, her şey hışırdar.

Bilerek yaşarsan, hiçbir şeyden öyle fazla tat alamazsın.

Başkasına yararı dokunan insan en kusursuz insandır.

Korkuya yer vermeyen bir devlette, kanunlar hiçbir zaman gerekli saygıyı görmezler.

Azla yetinmek bütün bilgeliklerin hocasıdır ve bizim için en güzel düşünceleri yaratır.