Denize Doğru
Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum. Hele bir de bahar gelmez mi, buram buram yosun kokuları tütmeye başlar burnumda. Bu kokuyu ilk olarak bir kara şehirde, bir bahar sabahı, okula giderken duymuşumdur. Bana daha küçüklük zamanlarımı hatırlatan bu kokuda bir takım somut hayaller de vardır. Bir Boğaziçi koyu, kolumda gene mektep çantam, sisli yahut güneşli bir sabah, bütün bir kışı kıyıda geçirmiş dalyan direkleri..
İşte bu koku, oradan, o dalyan direklerinin üstündeki yosunlardan gelen kokudur. Ama nasıl farketmemiştim çocukluğumda o kokuyu? Farketmemiştim de, neden sonra, bir kara şehirde duymuştum. Nasıl olmuş bu iş?
Bir kara şehirde, bir bahar sabahı, okula giderken duyduğum o koku sonra sonra, ne çeşitli hayallerle zenginleşti. Denizden uzak kaldıkça neler hatırlamadım denize ait! Hepsini de sevdim, hepsini de hasretle hatırladım. Hangisi kötü bu hatıraların? Güneşin, sulardan tavana vurup tavanda mekik dokuyan pırıltıları mı? Göz alan bir gün ışığında, sıram sıram takaların peşine takılıp gırgıra cıkaran allı yeşilli alamanalar mı? Dalyan reisi "Şıra!" diye bağırdığı zaman şevkle ağlara sarılan tayfalar mı? Bir orkinos vurgunundan sonra, kıyıda, kan içinde kalmış denizi seyreden çocukların bayramı mı? Gemilerin, bembeyaz sabahları seslendiren sis düdükleriyle can sesleri mi? Kayıkhanelerin içinde uğuldayan dalgalar mi? Deniz üstündeki odalarda, lodosun sabahlara kadar dinmeyen uğultusu mu? Bir oltanın iğnesinde çırpınan bir balığın gittikçe beyazlaşarak suyun yüzüne dogru gelişi mi? Karanlık sesi mi? Çavalyelerin, çamçaklarin üzerinde kurumuş balık pulları, feleklerde kurumuş deniz tuzları mı? Sabahın alaca karanlığında, ilk vapurların etrafinda ölü bir tabiat gibi duran lüferciler mi? Kendini anafora kaptırmış, kıyı kıyı giden saman çöpleri, karpuz kabukları mı? Suyun içinde beyaz beyaz açınıp kapanan, avuç içinde bir anda dağılıveren denizanalari mi?.. Saymakla bitmiyor ki!
Buraya öyle bir kara şehrinden, denize en aşağı iki yıl hasret kaldıktan sonra geldim. Bir taşla iki kuş vuracağım. Hem bir iş bulacak, çalışacağım; hem de deniz kenarında olacağım. Gelgelelim, daha ikisi de olmadı. İş, yol çavuşluğu işi. Bu yol müteahhidinin yanında katiplik gibi birşey. Ne yapacağımı da doğru dürüst bilmiyorum ama, galiba işçilerin çalışmalarına bakacak, gündeliklerini yahut haftalıklarını dağıtacak, müteahhidin bu bölgedeki hesaplarını tutacağım. Günde beş lira para verecekler; fena para değil. Yine işler aksi gitmese. Gitmeye başladı da onun için söylüyorum bunu. Müteahhid, benim gelişimden bir gün evvel bilmem nereye gitmiş; bir hafta sonra dönecekmiş. "Gelirse beklesin" demiş. Bana çadır verdiler; o çadırda yatıp kalkıyorum.
Sözde deniz kenarında olacaktık. O da olmadı. Gerçi, bulunduğum yer denizi görmüyor değil; görüyor görmesine, ama en aşağı bir, birbuçuk saatlik yerden. Önümüz dümdüz ova. Denizle bir gibi. Ondan sonra alabildiğine deniz. Denize de pek benzemiyor, kurşun bir levhaya benziyor. Buraya geleli üç gün oldu. Ama şöyle bir kıyıya gidip yosun kokusunu koklayamadım. Şöyle bir eğilip elimi suya değdiremedim. O eski hasret hep içimde.
Beş lira için fena para değil dedim. Dedim ya, nedir beş lira şu zamanda: Şehirde olsam nasıl geçinirim bu parayla: Ev kirası mı veririm, üstümü başımı mı yaparım, karnımı mı doyururum, tramvaya otobüse mi binerim, kitap mecmua falan mı alırım, tiyatroya sinemaya mı giderim, hısım akrabam varsa onlara yardım mı ederim, evli barklıysam çoluğuma çocuğuma mı bakarım: Aklı durur vallahi insanın. Günde beş lira: ecirlikten başka birşey değil. Hoş o ecirliği de hak etmedik ya daha. Ya gelse de müteahhit “Ben başkasını buldum, kusura bakma; sen dön geldiğin yere!” deyiverirse ne yaparım?
Hem, ne diye ukalalık ediyorum? Biz bu dünyaya ecir gelmişiz, ecir gideceğiz. Ben de müteahhit olacak değilim ya! Ne hakkım var: “Ben neden beş lira kazanayım da o beşyüz lira kazansın” demeye. Ben işsizim, o müteahhit. Ben fakir bir aileden gelmişim, o zengin bir aileden. Ama benim okumuşluğum varmış da onun yokmuş; kimin umurunda? O, işini biliyor, ben bilmiyorum. Mademki biliyor, yaşamak da onun hakkı. Ben köylü cigarası içemem; o isterse, viski içer; ben kahveye gidemem, o bara gider; ben tramvaya binemem, o otomobile biner; hakkı değil mi?
Denizi, hep çadırımın kapısından görüyorum. Mihnete alışmış insan, zaman zaman, her şeye boş vermesini de biliyor. Bir aralık dedim ki kendi kendime: “Adaam, sen de! Çekiver kuyruğunu. Gelmezse gelmez. İster çalıştırır, ister çalıştırmaz.” Yürüyüverdim denize doğru. Yürüyüverdim diyorum ya, dünyanın yolu! Öyle ha deyince yürünmüyor. Yolda çalışan, taş kıran işçilerin çekiç sesleri neden sonra kayboldu. Serildi mi önüme dümdüz ova! Git git bitmiyor. Ha vardım, ha varacağım, diyorum; bir de bakıyorum, deniz hep o uzaklıkta. Etrafta ne insan, ne de cin; koskoca ovada bir başımayım. Bir aralık, sağımda solumda, acayip otlar, sazlar, kamışlar belirmeye başladı. Bitki denilen şeyin hiç de böylesini görmemişim o güne kadar; içime bir korku düştü. Önüme bakıyorum, kimse yok; ardıma bakıyorum, kimse yok. Ne bomboş bir dünya; aklıma birdenbire Beyoğlu Caddesi geldi. Nasıl da tıklım tıklımdır! İınsanlar birbirine çarpa çarpa yürürler. Kimi omuz vurur, kimi birinin ayağına basar, kimi duvar dibinde bir kadını sıkıştırır. Öyle caddelerde acele bir işim oldu mu, ne kadar güç ilerlerim! Ben koşmak isterim, önümdeki adam ya sevgilisiyle konuşmaktadır, ya bir dükkanın camekanını seyretmektedir. Yanından sıyrılayım derken istemeye istemeye bir tarafına çarparım. Olmaz mı böyle şey? Olur, olur; adam kızar; dönüp bana:
- Kör müsün? der.
Ben de kızarım.
- Ne sallanıyorsun alık alık? derim.
- Patladın mı? Geçersin elbet! der.
- Patladım, patlamadım, sen bir kere ona karışamazsın. Daha terbiyeli konuş! derim.
- Ulan, der, sen bana ne hakla sen diyorsun? Benim kim olduğumu biliyor musun?
- Ya, sen? derim. Sen ne hakla bana ulan diyorsun?
- Ulan da derim, her bir boku da derim, eşşoğlu eşşek.
Sanki onun eşşek demesiyle eşşek olacakmışım gibi, büsbütün alevlenirim:
- Eşşoğlu eşşek babandır!
- Ulan senin sinsileni, sülaleni...
Bir anda etrafımızı çevirirler. Kalabalığın arasında bir polis peyda olur. Adam, barbar bağırmaya başlar:
- Davacıyım! Davacıyım polis efendi. İşte, bu kadar şahidim var! Bu kadar kişinin içinde...
Polis:
- Bırakın gürültüyü de, der, merkeze kadar teşrif edin kozunuzu orda paylaşırsınız.
Adam hala bağırmaktadır:
- Haydi,yürü bakalım merkeze! Kozumuzu orda paylaşırız.
Bizim iş hapı yutar tabii. Düşeriz karakolun yoluna. Yolda kendi kendime düşünürüm: “Ne desem karakola gidince?” diye. Herhalde önce kim olduğumu sorarlar. İşte o zaman celallenirim: “Biliyor musunuz benim kim olduğumu? Ben bu memleketin...” Hayır, bu usul iyi bir usul değil. Ya tanımayıverirse polis? Öyle ya, okuyup yazması yoksa tanımayabilir. Üstelik, öbür adam da mühimce bir adamsa? Mesela, bilmem ne müdürü olduğunu söyleyiverirse? Tabii, benden çok onun sözünü dinlerler. Onun için ben beklerim. Önce o adam söylesin, kim olduğunu, sonra ben. Büyükçe bir ünvanla çıkarsa karşıma, ben ondan da ağır bastığımı hissettirmek için, alçaktan alıyormuş gibi bir cevap veririm:
- Ben, derim, müdür falan değilim. Ben alelade bir vatandaşım.
Politikaya girişmenin tam sırası.
“Bu memlekette hak sahibi olmak için mutlaka...”
Açarım ağzımı yumarım gözümü.
Ayağımın altındaki toprak, kunduralarıma yapışmaya başladı. Gittikçe çamur içine giriyorum. Şöyle ileriye doğru baktım: bataklık. Sağa doğru gidersem sazların arasında kurakça bir yol bulurum diye düşündüm. O yana yürüdüm. Büstütün batağa girdim. Sanki sazların arasından su fışkırıyordu. Ama, ne olursa olsun. Mutlaka deniz kıyısına gideceğim. İki yıl bu, dile kolay! Gideceğim; denize gideceğim.
Ayak bileklerine kadar bataklığa girdim. Her adım atışımda biraz daha batıyordum. Durdum. Başımın üzerinde kocaman kocaman deniz kuşları belirdi. Beyaz kanatlarını açmışlar, çığlık çığlığa, dönüp duruyorlar. Ne vahşi ne korkunç bir manzara! Onların çığlıkları dışında, insanın tüylerini diken diken eden bir ölüm sessizligi var. Ölümü düşündüm. Ölümlerin en kötüsü, bir bataklıkta, çırpına çırpına, ümidin her an biraz daha azaldığını göre göre ölmekmiş diye duymuştum. O aklıma geldi. Deniz uğruna, denize el sürebilmek uğruna ölüm! İstemiyorum ölmek. Oysa ki bundan evvel kaç defa ölüme razı olmuştum. Razı olmak da değil, intihar etmeyi bile düşünmüştüm.
Kimileri derler ki intihar bir irade işidir. Ben buna inanmıyorum. İntihar bir iradesizliktir. Dünyadaki güçlükleri yenebilen, o iradeyi gösterebilen kimse kolay kolay ölüme razı olmaz. Ölüme razı olan, hiçbir şeyle cedelleşemiyen bu savaşta bütün ümitlerini kaybeden kişidir. O ümitleri kaybetmek için de, insanın, kendisini dünyaya bağlayacak hiçbir şeyi olmamalı. Ne para, ne pul, ne aşk, ne muhabbet, ne şeref, ne namus. Ama şimdi ben öyle miyim ya! Hiçbir şeyim olmasa bile günde beş lira kazanabileceğim. Beş lira! Az para mı?
Bu beş lirayla pekala karnımı doyurabilir, ısınabilir, giyinebilir, dünyanın parasız olan bütün nimetlerinden faydalanabilirim. Gökyüzünün parlaklığı, denizin mavisi, ağaçların yeşili, toprağın sıcaklığı, suların sesi, havada uçan kuşlar, rüzgarın getirdiği çiçek kokuları... Nasıl vazgeçerim bunlardan? Hayır, ölmek istemiyorum.
Peki, ya deniz? İşte. On beş dakikalık yolum kalmış, deniz kuşları, çığlık çığlığa, hala dönüp duruyorlar. Vazgeçemiyeceğim denizden. Tekrar etrafıma bakındım. Biraz daha kuru bir yol aradım. Galiba azcık gayret edip daha sağa gidersem kurak bir yere çıkabileceğim. Yavaş yavaş sulara, çamurlara bata bata, o yana doğru ilerledim. Gayret! Biraz daha! Biraz daha!
Dediğim oldu. Üstünde toz tabakaları bulunan, dümdüz, kupkuru bir yere geldim. Gelir gelmez de koşmaya başladım. Kıyıya bir an evvel varmalıyım.
Sazlarla, kamışlarla örtülü bir tümseği atladım. Kıyıdayım. Ayaklarımın altında kumla karışık çakıl taşları. Sular ayaklarıma kadar geliyor. Sığ bir sahil. Sahilin üç metre gerisinde vatoz ölüleri, iri iri şeytan minareleri, içi boşalmış pina kabukları. Ne vahşi bir deniz! Hiç böylesini görmemiştim.
Beyaz kanatlı kuşlar hep çığlık çığlığa, başımın üzerinde. İçimde sonsuz bir sevinç. Bağırmak istiyorum: “Boş ver! diye haykırmak istiyorum, beş liraya da boş ver!”