Fiziksel rahatsızlık ancak ruhsal durum iyi olmadığında önem kazanır. Bu durumda, rahatsızlık yaratan şeye takarsınız, bu da sizi iyice rahatsız eder. Fakat ruhsal durumunuz iyiyse fiziksel rahatsızlık fazla bir anlam taşımaz.
Geçmiş, yalnızca anılarımızdadır; gelecek yalnızca planlarımızdadır. Şimdi ise bizim tek gerçeğimizdir.
Bazı şeylerin farkına varamazsınız, çünkü öyle küçüktürler ki gözünüzden kaçırırsınız. Ama bazı şeyleri de çok büyük olduğu için göremezsiniz. İkimiz de aynı şeye bakıyoruz, aynı şeyi görüyoruz, ama o bambaşka bir boyuttan bakıyor, görüyor ve düşünüyor.
Bence, eğer dünyayı düzeltmek ve yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek istiyorsak yapılacak şey, kaçınılmaz olarak ikici olan, öznelerle ve nesnelerle ve bunların birbiriyle ilişkileriyle dolu olan politik ilişkiler üzerinde ya da başkalarının yapacağı şeylerle dolu olan programlar üzerinde konuşmak değildir. Bence bu tür bir yaklaşım sondan başlar ve bu sonu baş sanır. Politik programlar, ancak temeldeki toplumsal değerler sisteminin doğru olması durumunda etkili olabilecek, toplumsal niteliğin sonuç ürünleridir. Toplumsal değerlerin doğru olması için bireysel değerlerin doğru olması gerekir. Dünyayı düzeltmenin yeri ilk olarak kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve sonra onlardan çıkan iştir. Başkaları insanoğlunun yazgısını düzeltmekten söz edebilir.
Eğer yaptığınız değişiklik işe yaramıyorsa bu, aksilik değildir; çünkü kazanılan bilgi gerçek bir ilerlemedir.
“Yalnızca senin hoşlandığın” şeyi hor görmek üzere eğitilirsen, elbette başkalarının daha uysal bir uşağı -iyi bir köle- olursun. “Yalnızca senin hoşlandığın” şeyi yapmamayı öğrenirsen Sistem seni sever.
Gideceğin yere ve olduğun yere bakınca hiçbir anlam çıkmıyor, ama geriye bir zamanlar olduğun yere baktığında bir model belirmeye başlıyor. Ve ileriye, bu modeli izleyerek bakarsan bazı şeyleri yakalayabiliyorsun
"Yeni nedir? İlginç ve sonsuza dek uzanan bir soru, fakat üzerine gidilse ortaya çıkan, boş şeylerin ve modanın sonsuz şaklabanlığı, yarın dibe çökecek bir çamurdur. Bunun yerine "En iyi nedir?" sorusuyla uğraşmayı yeğlerim ki bu soru enine değil de derinlemesine hareket ettirir insanı; ona verilecek yanıtlar, dipteki çamuru söküp akıntıyla götürmeye eğilimlidir."
Dertler asla bitmez, elbette. İnsanlar yaşadıkça mutsuzluk ve talihsizlikler de olacaktır; ama artık daha önce var olmayan bir duygu var; üstelik şeylerin salt yüzeyinde değil, ta içerilere dek nüfuz ediyor: “Biz onu yendik. Artık daha iyi olacak. Böyle şeyleri anlayabiliyor insan.
Bu insanlara bir şeyler söylemenin bir yolu olduğu umudunu hâlâ taşıyorum, fakat suratları asık ve aceleleri varmış gibi görünüyor, yani, bir yolu yok..
İnsanlık tarihinde, düşünce kanallarının çok derin oyulduğu, hiçbir değişikliğin mümkün olmadığı, hiçbir yeni şeyin gelişmediği ve “en iyi”nin bir dogma konusu olduğu çağlar vardır, fakat bugünkü durum bu değil. Bugün ortak bilincimizin akıntısı kendi kıyılarını bozuyor, ana doğrultusunu ve amacını yitiriyor, çukur yerleri basıp, tepelerin karayla bağlantısını kesip yalıtıyor ve tüm bunlar kendi iç momentine körlemesine uymaktan başka hiçbir amaca dayanmıyor. Kanalı biraz derinleştirmek lazım galiba.
Çok karmaşık bir organik yapısı olan biz ileri organizmalar çevremize,
birçok harika benzerlikler icat ederek tepki veririz. Yerleri ve
gökleri, ağaçlan, taşları ve okyanusları, tanrıları, müziği, sanatı,
dili, felsefeyi, mühendisliği, uygarlığı ve bilimi icat ederiz. Bu
benzerliklere gerçeklik deriz. Ve gerçekliktirler. Gerçek adına
çocuklarımızı hipnotize eder, bunların gerçeklik olduğunu bilmelerini
sağlarız. Bu benzerlikleri kabul etmeyeni akıl hastanesine atarız.
Burası sanki hiçbir yer değil, ünlü olan hiçbir şeyi yok ve işte bu yüzden güzel.
Böylesi eski yollardayken insanda gerilim diye bir şey kalmıyor.
On bir yaşındayken, kızıl kanatlı karatavuklardan pek etkilenmez insan.
…belki daha da öteye gidebiliriz… bir yere varmaktan çok, gezmeyi amaçlıyoruz.
İyi vakit geçirmek istiyoruz, “iyi”, “vakit”e ağır basıyor. Bunun yerini değiştirirseniz tüm yaklaşım değişir.
Gerçek kapınızı çalıyor ve siz “Git buradan, ben gerçeği arıyorum” diyorsunuz ve o da gidiyor. Gerçekten garip.
O yollarda gittikçe öğrenecek, öğrenecek şeyler olduğunu bulduk.
Bir yere varmak stresinin olmayışı çok işe yarar; bu yolla tüm Amerika bizim olur.
Yeni nedir? İlginç ve sonsuza dek uzanan bir soru, fakat üzerine
gidilse ortaya çıkan, boş şeylerin ve modanın sonsuz şaklabanlığı, yarın
dibe çökecek bir çamurdur. Bunun yerine “En iyi nedir?” sorusuyla
uğraşmayı yeğlerim ki bu soru enine değil de derinlemesine hareket
ettirir insanı; ona verilecek yanıtlar, dipteki çamuru söküp akıntıyla
götürmeye eğilimlidir.
Konu böylece havada kaldı, bir sır olarak bırakıldı, çünkü olmayan yanıtı tekrar tekrar aramanın hiçbir anlamı yoktu.
Bir musluğun damlamasını durdurmaya çalışıp da başaramazsanız artık sizin yazgınız, damlayan bir muslukla yaşamaktı.
Ve bir gün damlama sesini bastırarak konuşmaya çalışırken çocuklar
gelip konuşmasını kesince kontrolünün kaybetti.Görünen o ki, o konuşmaya
çalışırken çeşme damlamasaydı çocuklara bu denli kızmayacaktı. Damlama
ve çocuk gürültüsü bir araya gelince patladı.
Damlayan bir çeşmeye duyulan öfke neden bastırılır? Çok merak ediyorum.
Büyük bir kentin ağır sanayi bölgesine giderseniz o tümüyle oradadır,
teknoloji yani. Önünde, dikenli telden yüksek çitler, kilitli kapılar,
GİRİLMEZ yazan tabelalar, ve arkada, isli havanın içinde, amacı
belirsiz, egemenleri asla görünmeyen, metal ve tuğladan ibaret garip
çirkin şekiller görürsünüz… siz oraya ait değilmişsiniz gibi bir
soğukluk ve yabancılaşma hissedersiniz… Biçimi, görünüşü ve gizemliliği
“defol” der.
Teknoloji ve sistem karşıtı insanlar için “Beatnik” ya da “Hippy”
gibi klişe adlar icat edilmiştir, daha da edilecektir. Fakat kitle
terimleri icat ediliyor diye bireyler kitle insanına dönüşmez… Tamda
kitle insanı olmamak için ayaklanıyorlar aslında. Ve kendilerini kitle
haline getirmeye çalışan güçlerin teknolojiyle epey ilgisi olduğunu
seziyor ve bundan hoşlanmıyorlar.
Fiziksel rahatsızlık ancak ruhsal durum iyi olmadığında önem kazanır.
Bu durumda, rahatsızlık yaratan şeye takarsınız, bu da sizi iyice
rahatsız eder. Fakat ruhsal durumunuz iyiyse fiziksel rahatsızlık fazla
bir anlam taşımaz.
Aceleye getirmek istemiyorum. Zaten bu acelecilik kahrolası bir 20.
yy tavrıdır. Bir konuda acele etmek istiyorsanız ona pek özen
göstermiyor, başka bir şeye geçmek istiyorsunuz demektir.
Yarın tüm teknoloji ortadan kalksa bu insanlar nasıl yaşayacaklarını
bilirler. Zor olur belki ama yaşamlarını sürdürürler. Biz bir haftada
ölür gideriz… Çıkmaz sokak gene de. Birisi nankörse ve siz ona nankör
olduğu söylerseniz, en fazla ona bir ad takmış olursunuz, ama hiçbir
şeyi çözmüş olmazsınız.
Hiçbir şeyin ne anlama geldiğiyle, ne olduğu kadar ilgilenmiyor. Nesnelere bakışındaki bu eksiklik hiç de önemsiz değil.
Bazı şeylerin farkına varamazsınız, çünkü öyle küçüktürler ki
gözünüzden kaçırırsınız. Ama bazı şeyleri de çok büyük olduğu için
göremezsiniz. İkimiz de aynı şeye bakıyoruz, aynı şeyi görüyoruz, ama o
bambaşka bir boyuttan bakıyor, görüyor ve düşünüyor.
Buralarda öyle bir şey var ki sanki ruhunuzu hafifletiyor ve her şeyin daha iyi olacağını düşündürüyor.
Klasik anlayış dünyayı, saklı biçimin kendisi olarak görür. Romantik anlayış ise, o anki görünüşüyle görür.
Romantik tarz öncelikle esinsel, düşsel, yaratıcı, sezgiseldir.
Duygular olgulardan önce gelir. “Sanat”, “Bilim”le karşılaştırıldığında
genellikle romantiktir. Aklı ya da yasaları izlemez. Yalnızca duyguları,
sezgileri ve estetik vicdanı izler.
Klasik tarz, tersine, aklı ve yasaları izler ki bunlar da düşünce ve davranışların saklı biçimleridir.
Sorunun kaynağı budur. İnsanlar ya yalnızca bir tarzda ya da öteki
tarz da düşünmeye ve bunu yaparken öteki tarza ait olan şeyi yanlış
anlamaya ya da küçümsemeye eğilimlidirler. Fakat hiç kimse kendi gördüğü
gerçekten vazgeçmeye niyetli değil ve bildiğim kadarıyla kimse bu iki
gerçeği ya da tarzı gerçekten birbiriyle uzlaştırarak yaşamıyor.
Gerçeğin bu iki görüntüsünün çakıştığı bir nokta yok.
Dünyayı parçalara bölüp bu yapıyı kurmak herkesin yaptığı bir şeydir.
Çevremizdeki milyonlarca nesnenin hep farkındayızdır. Şu değişen
şekiller, şu yanık dağlar, motorun sesi, gaza basma duygusu, her kaya,
ot, çit direği ve yol kıyısındaki atık parçalar tüm bunların
farkındayızdır, ama alışılmadık bir şey olmadıkça ya da bize, görmeye
hazırlandığımız bir şeyi yansıtmadıkça gerçekten bilincine varamayız.
Bunların bilincine varamıyorsak ve hepsini anımsamıyorsak bunun nedeni
beklide kafamız bir sürü gereksiz ayrıntıyla dolu olduğunda
düşünemeyecek hale gelmemizdir. Tüm bu farkına vardıklarımız arasından
bazılarını seçmemiz gerekir ve seçip de bilincimizi yönelttiklerimiz
farkına vardıklarımızın asla aynısı değildir; çünkü seçme işlemi onları
değişikliğe uğratır. Çevremizdeki, farkına vardıklarımızın oluşturduğu
uçsuz bucaksız araziden bir avuç kum alır ve bu bir avuç kuma dünya
deriz.
Deli bir insana baktığınızda tüm gördüğünüz, onun deli olduğu
hakkındaki kendi bilgimizin bir yansımasıdır, yani bu onu hiç
görmemektir. Onu görmek için, onun gördüğü şeyi görmeniz gerekir ve bir
delinin gördüğünü görmeye çalışıyorsanız ona varacak tek yol dolaylı
yoldur. Yoksa sizin kendi görüşleriniz yolu kapatır. Ona ulaşmak için,
geçilebilir gördüğüm tek geçit ve gidecek tek yolumuz var.
Büyük zekalar, insanlar daha uzun yaşasınlar diye hastalıkları
iyileştirme savaşımı verirler ama yalnızca deliler neden diye sorar.
Uzun yaşamak için uzun yaşanır. Başka amaç yoktur.
Bu gözler! İşin korkunç yanı da bu işte. Şu anda baktığım,
eldivenlerin içindeki, motosikleti yolda yönlendiren bu eller bir
zamanlar onundu.Bunun yarattığı duyguyu anlayabiliyorsanız, gerçek
korkuyu, ondan kaçılabilecek hiçbir yer olmadığını bilmekten kaynaklanan
korkuyu da anlayabilirsiniz.
Bize bir yağmur nasılda gerekliydi.
Sürekli çaba, tasarlanmış bir amaçtan ya da programdan değil, doğrudan yürekten gelir.
Eğer insan bilgisinin, bilinen her şeyin koskoca bir hiyerarşik yapı
olduğuna inanılıyorsa o zaman zihnin yüksek ülkesi en genel, en soyut
anlamda, bu yapının en üst erimlerinde bulunur… Oraya çok az insan
yolculuk yapar.
Hakikat nedir ve ona sahip olduğunuzu nasıl bilirsiniz?… Gerçekten biz bir şeyi nasıl biliriz?
Bir şeyin anlamı şudur dendiğinde bununla ne demek istenir?
Tüm doğu dinlerinde büyük değer verilen ortak şey, Sanskrit Tat tvam
asi (Sen busun) doktrinidir; düşündüğün her şeyin sen olduğunu
anladığını düşündüğün her şeyin bir bütün olduğunu savunur. Bu
bölünmemişliği tümüyle anlamak, aydınlanmak demektir.
Mantık, özne ile nesne arasında bir ayrım olduğunu varsayar; bu
nedenle mantık, asıl bilgelik değildir. Özne ile nesne arasında ayrım
olduğu yanılsamasını ortadan kaldırmanın en iyi yolu, fiziksel etkinliği
ve duygusal etkinliği durdurmaktır. Bunun için pek çok disiplin vardır.
Bunların en önemlisi Sanskritçe dhyana, Çince söylenişiyle “Chan” ve
Japonca söylenişi ile “Zen”dir.
Akıl hayaleti denen şeyi kovalama işini bıraktı. Bunu anlamak çok önemli. Vazgeçmişti…
Vazgeçtiği için yaşamı yüzeyde rahatladı. Çok çalıştı, geçinilmesi kolay biri oldu.
Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın
güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın
doğacağını herkes bilir. İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar ya da
başka tür dogmalar ya da amaçlar için kendilerini fanatikçe adıyorsa
bunun nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların kuşkulu olmasıdır.
Yolculuk etmek ulaşmaktan iyidir.
Nitelik… ne olduğunu biliyorsunuz, ama yine de ne olduğunu
bilmiyorsunuz. Ama bunda çelişki var. Ama bazı şeyler ötekilerden daha
iyidir; bu onlar daha nitelikli demektir… Neden insanlar bazı şeylere
bir servet ödeyip bir diğerini çöpe atarlar? Bazı şeylerin ötekilerden
daha iyi olduğu anlaşılıyor… Ama “daha iyi olmak” nedir?
Deneyimlerine dayanarak, gerçek retorik öğretimine başlayabilmek
için, taklit belasını yok etmek gerektiği sonucuna vardı. Taklit, dış
etkenlerin zorlamasıyla ortaya çıkıyor gibiydi. Küçük çocuklar bunu
bilmezler. Belli ki bu daha sonra, okulun etkisi sonucu ortaya çıkar…
Okul size taklit etmeyi öğretir. Öğretmenin istediği şeyi taklit
etmezseniz kötü not alırsınız.
Nitelik, düşüncenin ve anlatımın, düşünce dışı bir süreçle tanınan
özelliğidir. Tanımlar katı ve formel düşüncenin ürünleri olduğundan,
nitelik tanımlanamaz.
Sonunda kendini yüceltmeyi amaç edinen her çaba felaketle sonlanmaya yazgılıdır.
Niteliğin yok olmasından en az etkilenenler saf entelektüel
uğraşılardı. Nitelik düştüğünde yalnızca akılcılık değişmeden kalıyordu.
Geçmiş, yalnızca anılarımızdadır; gelecek yalnızca planlarımızdadır. Şimdi ise bizim tek gerçeğimizdir.
İnsanların Nitelik hakkındaki farklı düşünceleri Niteliğin farklı
olmasından değil, insanların deneyim bakımından farklı olmalarından
kaynaklanır.
Nitelik, çevremizin, içinde yaşadığımız dünyanı yaratmamız için
başımıza bela ettiği sürekli bir uyarandır. Tümüyle, her parçasıyla.
“O halde, dünyayı yaratmamıza neden olan şeyi alıp, yarattığımız
dünyanın içine sokmak açıkça olanaksızdır. Niteliğin tanımlanamamasının
nedeni budur. Eğer onu tanımlarsak Niteliğin kendisinden daha az şeyi
tanımlıyoruzdur.
Niteliği gören ve çalışırken hisseden bir kişi, özen gösteren biridir.
Gördüğü ve yaptığı şeye özen gösteren kişi, niteliğin bazı özelliklerini
taşıması gereken biridir.
Tüm çözümler basittir -ama siz onlara vardıktan sonra- Ama onlar
ancak, siz onların ne olduğunu bildiğiniz zaman basittirler.
İçsel kafa huzuru düşüncenin üç basamağında oluşur. Fiziksel
dinginlik başarılması en kolay olanıdır, ama yeraltında günlerce gömülü
kalarak yaşayabilen Hindu mistiklerinin gösterdikleri gibi, bunun da bir
çok düzeyleri vardır. Ruhsal dinginlikte düşünceler arasında
gezinilmez; bu aşama daha zordur, ama ulaşılabilir. Ama arzular arasında
gezinilmediği ve yaşamın hiçbir arzu olmaksızın sürdürüldüğü değer
dinginliği ise en zorudur.
Yapmayı gerçekten istediği bir işi yaparken … yaptığımız işle
bütünleşiriz. Bu bütünleşmeye yol açan, bilincin keskinkenarında, özne
ve nesne ayrılığı duygusunun olmayışıdır.
Bilimsel konuşma biçiminde bu özne-nesne ikiliğinin yokluğunu gösteren
sözcükler seyrektir, çünkü bilimsel kafalar… kendilerini bu tür
anlayıştan uzak tutarlar.
Özen göstermek budur, yaptığı işle özdeşleşme duygusudur. Bu duyguyu
duyan kişi özen göstermenin iç yüzünü, yani niteliği de görür.
Bu başarıldı mı kalan herşey doğal olarak bunu izler. Kafa huzuru doğru
değerler üretir, doğru değerler doğru düşünceler üretir. Doğru
düşünceler doğru eylemler üretir…
Dünyayı düzeltmenin yeri ilk olarak kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve sonra onlardan çıkan iştir.
… onaracaksanız en birinci ve en önemli gereç, yeterli
girişkenliktir. Eğer bu yoksa, yapacağınız en iyi şey tüm öteki
gereçleri toplayıp kaldırmaktır, çünkü size bir yararları
dokunmayacaktır.
Girişkenlik… bunu edinmişseniz ve nasıl sürdüreceğinizi biliyorsanız dünyada hiçbir şey… onarımı engelleyemez.
Nitelik, değer, dünyanın özne ve nesnelerini yaratır.
Sıkıntı, girişkenlik düzeyinizin düşük olduğu ve başka bir şey yapmayıp bu düzeyi yeniden yükseltmeniz gerektiği anlamına gelir.
Sıkıldığınız zaman bırakın!…eğer bırakmazsanız ilk yapacağınız şey büyük bir hatadır.
Zen sıkılma konusunda da bir şeyler söyler. Onun başlıca pratiği olan
“yalnız oturma” dünyanın en sıkıcı etkinliği olsa gerek. Hiçbir şey
yapmazsınız: kımıldamak yok, düşünmek yok, endişelenmek yok. Bundan daha
sıkıcı ne olabilir? Yine de tüm bu sıkıcılığın ortasında tam da, Zen
budizmin öğretmeye çalıştığı şey vardır. Nedir bu? Sıkıcılığın tam
ortasında sizin göremediğiniz nedir?
Neden karanlıktan çıkamıyorsun? Sahi neye benziyorsun sen? Korktuğun bir şey var değil mi? Nedir o korktuğun şey?
Umutsuzluk büyüyor şimdi.
Bir şeyi nitelikli diye gösterirseniz Nitelik gitmeye yüz tutar.
Logos terimi, “mantık” sözcüğünün kökenini oluşturur ve dünyayı
akılcı olarak kavrayışımızın tüm toplamını gösterir. Mitos ise logosun
önceli olan, tarihin başlangıcından ve prehistorik çağlardan kalma
mitlerin tüm toplamıdır. Mitos yalnızca Grek mitlerini değil Eski Ahit’i
Veda İlahilerini ve dünyayı bugünkü kavrayışımıza katkıda bulunan tüm
kültürlerin eski söylencelerini kapsar.
Din insanlar tarafından yaratılmadı. İnsanlar din tarafından yaratıldı.
Platon’un sofistlerden nefret etme nedeni…
Ustanızın da üyesi olduğu bir ekolü hor göremezsiniz. Bunda Platon’un
gerçek amacı neydi? Platon’un retorikçilere duyduğu nefret, çok daha
büyük bir savaşımın parçasıydı; Sofistlerin temsil ettiği “iyi” gerçeği
ile, diyalektikçilerin temsil ettiği “doğru” gerçeğinin, insanoğlunun
gelecekteki düşüncesini belirlemek için giriştiği dev bir savaşımın.
Doğru kazandı, İyi kaybetti ve bu nedenle bugün, birine ötekinden daha
fazla bağlı olmasak da Doğru gerçeğini kabul etmede bu denli
zorlanıyoruz.
Erken dönem Grek felsefesi, insanlık durumları arasında ölümsüz olanı
arayan ilk bilinçli düşünceleri simgeler. Ölümsüz olan şeyler o ana dek
tanrıların, mitlerin alanındaydı. Ama artık, Greklerin çevrelerindeki
dünyaya giderek daha tarafsız bakmalarının sonucu, eski Grek mitosunu
vahiy olunmuş gerçekler değil de imgesel sanat yaratıları olarak görmeye
olanak sağlayan soyutlama yeteneğinde bir artış olmuştur.
Ölümsüz ilke ilk olarak Thales tarafından SU diye adlandırıldı.
Anaksimenes ona HAVA dedi. Pisagorcular ona SAYI dediler, Herakleitos,
Ölümsüz İlke’ATEŞ dedi ve ilkenin bir bölümü olarak değişimi ortaya
attı. Dünyanın karşıtların çatışması ve gerilimi olarak varolduğunu
söyledi. Bir “tek”in ve bir de “çok”un var olduğunu söyledi. İlk olarak
Anaksagoras, bu TEK’i “zihin” anlamına gelen “nous” olarak tanımladı.
Parmenides ilk kez, Ölümsüz İlke’nin, TEK!in Doğru’nun, Tanrı’nın,
görünüşlerden ayrı olduğunu açıkladı; bu ayrımın önemi ve bunun sonraki
tarihsel dönemlere etkisi ne kadar vurgulansa yeridir. İşte klasik
düşünce ilk kez burada, romantik kökenlerinden ayrılıp “İyi ile
Doğru’nun aynı olması gerekmez”, diyerek kendi ayrı yoluna gitti.
Anaksagoras ve Parmenides’in, görüşlerini gelecek kuşaklara taşıyacak
Sokrates adlı bir öğrencisi vardı.
Burada sözü edilen Sokrates öncesi filozoflar hep, çevrelerinde
buldukları dış dünyadan evrensel bir Ölümsüz İlke yaratmaya çalıştılar.
Herakleitos’un yandaşları Ölümsüz İlke’nin değişim ve hareket
olduğunda diretiyorlardı. Ama Parmenides’in yandaşı Zenon, bir dizi
paradoks ile, hareket ve değişimin yanılsama olduğunu kanıtlıyordu.
Gerçeklik hareketsiz olmalıydı.
Sokrates…hakikatin mutlak olduğunu düşünenler, görece olduğunu
düşünenler arasındaki savaşın içindedir. Bu savaşta tüm gücüyle mücadele
eder. Sofistler düşmandır.
Şimdi Platon’un Sofistlere duyduğu nefret anlaşılır duruma geldi. O
ve Sokrates, kozmolojistlerin Ölümsüz İlke’sini sofistlerin yozlaşması
olarak niteledikleri şeye karşı savunmaktadırlar. Hakikat. Bilgi.
Birilerinin onun hakkında ne düşündüğünden bağımsız olan şey. Uğruna
Sokrates’in can verdiği ideal. Dünya tarihinde ilk kez yalnızca
Yunanistan’ın sahip olduğu ideal. Bu hala çok nazik bir şeydir. Tümüyle
yok olabilir. Platon’un sofistleri hot görmesinin ve sonuna dek
lanetlemesinin nedeni, onların aşağılık ve ahlaksız kişiler olmaları
değildir… onları lanetlemesinin nedeni insanoğlunun, hakikat idealini
kavrama yolundaki yeni başlangıcını tehdit etmeleridir. Tüm olanların
aslı budur.
Sokrates’in şehid olmasının ve Platon’un bunu izleyen eşsiz
düzyazılarının sonuçları, bildiğimiz Batılı insanın tüm dünyasından
başka bir şey değildir. Eğer hakikat idealinin, Rönesans tarafından
yeniden keşfedilmeden ölmesine göz yumulsaydı bugün tarih öncesi
insandan çok daha ilerde olmamıza olanak yoktu. Bilim ve teknoloji
ideaları ve insanoğlunun diğer sistematik düzenlenmiş çabaları onun
üzerine odaklanır. O hepsinin çekirdeğidir.
Bir şey yitirmeden asla bir şey kazanamazsın (Thoreau)
İnsanoğlu, doğanın görüngülerini kendi güç ve zenginlik düşlerinin
muazzam belirtilerine dönüştürebilecek bilimsel yeterliliğe sahip
imparatorluklar kurdu -ama bunu almak için verdiği şey aynı büyüklükte
bir anlayışın imparatorluğuydu: Dünyanın bir parçası olmanın ve onun
düşmanı olmamanın ne olduğunu içeren anlayışın.
Neden Arete’yi yok ettiler?
İyi nedir? biz onu nasıl tanımlarız? Farklı insanlar onu farklı
tanımladıklarına göre bir İyi’nin var olduğunu nereden bileceğiz?
Kimileri iyinin mutlulukta olduğunu söylüyor, ama mutluluğun ne olduğunu
nasıl bileceğiz? ve mutluluk nasıl tanımlanabilir? Mutluluk ve iyi,
nesnel terimler değildir. Bunlardan bilimsel olarak söz edemeyiz. Ve
bunlar nesnel olmadığından yalnızca kafamızdalar. Öyleyse mutlu olmak
istiyorsan kafanı değiştir yeter. Ha hah ha…
Mantığın ana-babası olan diyalektiğin kendisi retorikten gelir.
Retorik de mitlerin ve Antik Grek şiirinin çocuğudur… Şiir ve mitler,
prehistorik çağdaki insanların, çevrelerindeki evrene Nitelik temelinde
verdikleri tepkilerdir. Bildiğimiz her şeyi yaratan Niteliktirç
Diyalektik değil.
Her şeyden çok, alışkanlığın verdiği bir güçle sürdürüyorum yaşamayı…