Başağa Buğday, Buğdaya İnsan,
İnsana Emek Ne Güzel Uymuş.
Emeğe Eylem, Eyleme Yürek,
Yüreğe Sevgi Ne Güzel Uymuş... B.Ecevit
Başağa Buğday, Buğdaya İnsan,
İnsana Emek Ne Güzel Uymuş.
Emeğe Eylem, Eyleme Yürek,
Yüreğe Sevgi Ne Güzel Uymuş... B.Ecevit
Barışsever, insan hakları savunucusu ve sosyalist olarak Behice Boran’ın kişiliğinden ölümünden sonra, övgüyle söz edildi; ilerde de her zaman söz edilecek. Bense, onun “resmi” diyebileceğimiz kişiliğini değil; arkadaşım Behice Boran olarak özel kişiliğini anlatmak istiyorum. Bunu da içtenlikle duygulanarak yapmaktan çekinmeyeceğim.
Benden beş yaş büyük olan Behice Boran ile Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde öğrenciliğim ilk yılında, on yaşındayken karşılaştım. O sırada başlayıp yıllar yılı süren dostluğumuz boyunca Behice Boran’ı yakından tanımayanların, onu bir hayli katı ve hırslı olmakla suçladıklarını duydum. Oysa Behice Boran ne katıydı ne de hırslı. Katı olsaydı çevresindekilerin güçsüz yanlarını kolayca bağışlayamazdı; beni de bağışlayamazdı. Çünkü 1950’de Barış Severler Derneği’ne girmemi önerdiği zaman aile geçindirdiğimi, maaşımdan başka gelirim olmadığını, hapse düşersem, işimden atılırsam, yakınlarımın aç kalacağından korktuğumu söyledim. Bunu söylerken de çok, ama çok ezildim. Ne var ki, Behice beni ayıplamadı, dostluğunu da esirgemedi benden. Bunun nedenini de yıllarca sonra açıkladı: Tutumuma bir özür bulmak için bahaneler uydurmamıştım. Açıkça söylemiştim korktuğumu. Behice ise ancak ikiyüzlülük edenlere katı davranırdı. Ancak öylelerini bağışlayamazdı kolayca.
Behice Boran haris değildi. Eğer faşist eğilimlerin egemen olduğu bir üniversitede çalışmasaydı, çevresinde uygarca bir hoşgörüyle karşılaşsaydı, işinden atılmasaydı, Behice Boran Marksist bir öğretim üyesi olarak sosyoloji dalında parlak bir akademik kariyer yapardı. İstediği de buydu zaten. 1965’te milletvekili seçildiği sırada “şu işe bak” demişti bana; “Ben kürsümde kalıp okuyup yazmak, ders vermek, öğrencilerimle uğraşmak, sadece küçük bir dost çevresiyle ilişki kurmak istedim öteden beri. Oysa şimdi siyasal savaşın tam ortasına atılmak zorunda kaldım. Kim bilir bu işin altından nasıl kalkacağım.”
1948’de Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav ile birlikte mahkemeye verilmişti. Mahkemede aklanınca, üçünün da kadrosu lağvedilmiş, açıkta kalmışlardı. Böylece ülkesinin koşulları bu inançlı sosyalisti öğretim üyeliğinden koparmış, eyleme itmişti. Behice Boran bu eylemi sonuna değin, büyük özverilerde bulunarak, büyük acılara katlanarak, başarılı bir dirençle sürdürdü.
Behice Boran, öteki iki arkadaşı gibi, yabancı üniversitelerden iş önerileri aldı. Ama ülkesinde kalmayı yeğ tuttu. Bunun başlıca nedeni, Behice Boran’in tutkulu yurtseverliğiydi. Memleketini sadece soyut bir kavram olarak değil, elle tutulur bir gerçek olarak severdi. Azgelişmişliğiyle yoksulluğuyla, eşitsizlikleriyle, haksızlıklarıyla, buruk açılarıyla severdi. İşte bu yüzdendir ki, ömrünün son yedi yılını sürgünde, memleketinin taşından toprağından uzak, sevdiği her şeyden uzak geçirdiğini düşünmek, dayanılmaz bir hüzün verir onu yakından tanıyanlara.
Ben ortaokuldayken Behice Boran’ın bir ara bizlere ders verdiğini; o konuşurken, sanki kafamın içini devinen güçlü projektörler tarıyormuş da, bu ışıklar tüm karanlık köşeleri aydınlatıyormuş gibi, öğrettiklerini hemen kavramamı unutamıyorum.
Dünyanın en vefalı dostu olan Behice Boran’ın siyasal nedenlerden ötürü bazı gençlik arkadaşlarını yitirince duyduğu kederi; “herkesin aşk acıları vardır, benim de arkadaşlık acılarım var” demesini unutamıyorum.
Doğa sevgisini; soğuk bir kış akşamı karanlık basmak üzereyken evimin balkonuna çıkıp lodos fırtınasını bir saat seyretmesini unutamıyorum.
Kadınlığına özgü becerilerini, evinin tertemiz düzenini, herkese açık sofrasının güzelliğini, yemeklerinin tadını, coştuğu zamanlarda duyarlı sesiyle türküler söylemesini unutamıyorum.
Cerrahpaşa Hastahanesi’nde felçli yatan Nevzat Hatko’yu görevini yapan bir eş gibi değil de, gülümseyerek, şakalaşarak, iki aylık bir bebeğe bakar gibi temizlemesini, unutamıyorum.
Yirmi yedi yıl önce 147’lik olup üniversiteden atıldığım zaman, beni ve iki çocuğumu, Armutlu’daki kumsalda birkaç kuruşa kiraladığı, elektriksiz, susuz, kırık dökük eve götürüp, sanki lüks bir oteldeymişçesine haftalarca rahat ettirmesini, üzüntümü gidermesini unutamıyorum.
Altı günlükken yitirdiği ilk çocuğu Elif’in ölümü yüzünden yıllar boyu çektiği acıyı; daha sonraları çok güç koşullar altında dünyaya gelen oğlu Dursun’a sevgisini; ikide bir hapse girdiği için bir anne olarak görevlerini yerine getiremediğini düşünerek duyduğu kaygıyı unutamıyorum.
Behice, Sakarya Cezaevi’ne getirildikten sonra, bazen Avukat Necla Fertan’ın arabasıyla, bazen de otobüsle, oraya nerdeyse her hafta giderdim. Hapiste de sürekli okuduğu için kitap taşırdım ona. Biraz para kazanması amacıyla Joseph Kessel’in Les Cavaliers adlı kaim romanını Türkçeye çevirmesini önerdim. Fransızcası, İngilizcesi kadar mükemmel olmadığı halde, romanı İngilizce çevirisinden değil, biraz zahmet ederek, Fransızca metinden çevirmeyi daha doğru buldu. Bunun Behice’nin çevirisi olduğunu kitabı basacak arkadaştan gizlememiştim; ama roman başka bir çevirmen adıyla yayınlandı gene de.
1974 yazında genel af çıktığı halde, siyasiler öteki mahkûmlarla birlikte değil, daha sonraları serbest bırakıldı.
12 Temmuz 1974’de, Behice de tahliye edildi. O sabah erkenden Nihat Sargın ile eşi Yıldız, Asuman, başka TİP’liler ve ben Sakarya Cezaevi’nin önünde beklemeye başladık. On beş saatten fazla geçti, ama formaliteler bir türlü bitmiyordu. Gece yarısı, bizi hapishanenin avlusundan çıkardılar. Bir yığın cemse avluya girdi; hepsinin farları yakıldı; hapishanenin kapısı projektörlerle aydınlandı. Avluya doluşan askerler, ellerinde silahları, sanki o kapıdan yüzlerce tehlikeli katil çıkacakmış gibi, tetikte bekliyorlardı. Derken kapı açıldı. Farların kör edici ışığında, sağ elinde küçük bir naylon poşet tutan, ak saçlı, ufacık bir kadın çıktı o büyük kapıdan. Behice’yi kiraladığımız minibüse alıp İstanbul’a doğru yönelirken, bir de baktık ki, askeri bir cip peşimizden geliyor. Minibüsümüzü durdurunca, cip de durdu. Neden izlendiğimizi sorduk içindekilere. Rakı kokan bir subay, sendeleyerek araçtan indi. “Sakarya ilinin sınırına kadar Behice Hanıma refakat etme onurundan bizi mahrum etmeyin” dedi. Alay ediyor sandım ilkin. Ama adamın sarhoş yüzünde garip bir saygı vardı.
1965 seçimlerinde milletvekili olduğu için, Behice’nin cenazesinde ilk tören TBMM’in önünde yapıldı. 1987 yılında, Behice Boran gibi komünistliğiyle ünlü bir kişiye böyle resmi devlet töreni yapılması çok şaşılacak bir şeydi. “Mevzuat” denilen o akıllara sığmaz gizli güç, siyasal kaygılardan ağır basmış, TBMM’i de tongaya basmıştı anlaşılan. Bense her zamanki saflığımla “hangi milletvekili böyle onurlandırılmaya Behice kadar hak kazanmıştır acaba?” diye düşündüm. Bodrum’dan doğru İstanbul’a gittiğim için, Ankara’daki törende bulunamadım.
18 Ekim 1987’de İstanbul’da yapılan cenaze görkemliydi. Mustafa Kemal’inkinden bu yana, şimdiye kadar gördüğüm cenazelerin en görkemlisiydi belki. Sosyal Demokratlar, solun çeşitli fraksiyonları ve Behice’nin siyasal düşmanları dahil, herkes oradaydı. Ne yazık ki, ancak bu cenazede birleşebildi Türk solu. Behice Boran’ı Türk yurttaşlığından çıkarmışlardı; ama onun her zaman Türk kaldığını vurgulamak için, bayrağa sarılı tabutunun üstüne, nüfus kâğıdının poster boyunda büyütülmüş çerçeveli bir sureti konulmuştu. Nüfus kâğıdında, yirmi yaşında, gül gibi bir Behice’nin fotoğrafı vardı. Onun o gencecik halini ötekiler bilmiyordu ama, ben biliyordum.
Cenaze Şişli Camiinden çıkacağı sırada, bir yaz yağmuru gibi, ansızın müthiş bir alkış koptu. Sonraları çok yaygınlaşan bu alkış olayını ilk kez duyuyordum. Cenazenin ardından Zincirlikuyu’ya kadar yürümek istiyorduk. Ama cenaze arabası ortadan yok olmuş, doğru mezarlığa gitmişti. Bizler oraya varamadan Behice’yi toprağa verecekler diye korktuk bir ara. Ne var ki, bunu yapamadılar. Cenaze bizi Zincirlikuyu’da bekliyordu.
Camiden çıktıktan sonra dağılmamızı istedilerse de, bu isteklerinin nafile olduğunu hemen anladılar. Trafiğin engellenmemesi bahanesiyle, caddenin ortasında yürümemizi yasakladılar. Oysa polis ve asker araçlarından başka trafik yoktu caddede. Üç dört kişilik sıralar halinde, çifte kordon altında, trotuarda yürümeye başladık. Bizimle birlikte yürüyen dış kordon çevik kuvvetten, iç kordon da bir kadın bir erkek, el ele tutuşmuş genç işçilerden oluşuyordu. Tepemizde helikopterler vızır vızır uçuyordu. Yürüyenlerin bir ucu henüz Şişli meydanındayken, öteki ucu Zindrlikuyu’ya varmıştı bile. Kabristana girerken, askerler de, üniformalı polisler de ortadan yok oldu. Biz bize kalmıştık. Kol kola girdik ve “yiğidim aslanım burda yatıyor” gibi Behice’nin sevdiği türküleri söyleyerek, mezarının başına kadar yürüdük.
Behice’nin ölümünden dört yıl önce, oğlu Dursun Hatko, “babamı Sofya’da gömdük; kim bilir annemi nerede gömeceğiz” demişti. Ama biz, Behice Boran’ı kendi memleketinde toprağa verdik, hem de şanına lâyık bir cenaze töreniyle.
This unfinished portrayal of a young woman with disheveled hair (hence its nickname, scapigliata) is principally a brush drawing with some pigment, its treatment similar to other incomplete works by the artist. Yet the contrast between the sketchiness of the hair and neck and the refined modeling of the face must be intentional. It suggests that Leonardo was inspired by a passage (well-known during the Renaissance) by the ancient Roman author Pliny the Elder. Pliny remarked that the great artist Apelles left his last depiction of the Venus of Cos incomplete and that the work was nonetheless more admired than his first, finished painting of the goddess.
Dağınık saçlı genç bir kadının bu tamamlanmamış tasviri (bu yüzden takma adı, scapigliata) esas olarak biraz pigment içeren bir fırça çizimidir, işlenmesi sanatçının diğer tamamlanmamış çalışmalarına benzerdir. Yine de saç ve boynun taslak hali ile yüzün rafine modellemesi arasındaki karşıtlık kasıtlı olmalı. Bu, Leonardo'nun antik Romalı yazar Plinius Yaşlı'nın bir pasajından (Rönesans döneminde iyi bilinir) ilham aldığını düşündürmektedir. Plinius, büyük sanatçı Apelles'in Kos Venüsü'nün son tasvirini tamamlamadığını ve yine de eserin tanrıçanın ilk tamamlanmış resminden daha çok beğenildiğini belirtmiştir.
Bir mayıs günü bırakıp gittin beni, seni o mayısta yitiriyorum, o sevdiğin bahar mevsimi, yavrucuğum,çatıya çıkıp güneşler içindeki damdan insan dolu dünyaya baktığında, gözlerin sağamıyordu bir türlü susadığın o aydınlığı. O sıcak ve yumuşak erkek sesinle kıyı boyunca serili o çakıllar kadar sayısız neler anlatmıştın bana. Bütün bu güzellikler bizim olacak demiştin, oysa ışığın yok artık, parıltımız karardı, ateşimiz söndü.