05 Nisan 2014

Bedri Rahmi Eyüpoğlu - İstanbul Destanı

 
İstanbul deyince aklıma bir martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuş.

İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir
Anadolu'da toprak damlı bir evde
Gülcemal üstüne türküler söylenir
Süt akar cümle musluklarından
Direklerinde güller tomurcuklanır
Anadolu'da toprak damlı bir evde çocukluğum
Gülcemal'le gider İstanbul'a
Gülcemal'le gelir.

İstanbul deyince aklıma
Bir sepet kınalı yapıncak gelir
Şehzadebaşı'nda akşam üstü
Sepetin üstünde üç tane mum
Bir kız yanaşır insafsızca dişi
Boyuna posuna kurban olduğum
Kalın dudaklarında yapıncağın balı
Tepeden tırnağa arzu dolu
Sam yeli söğüt dalı harmandalı
Bir şarap mahzeninde doğmuş olmalı
Şehzadebaşı'nda akşam üstü
Yine zevrak-i derunum
Kırılıp kenare düştü
İstanbul deyince aklıma Kapalıçarşı gelir
Dokuzuncu senfoniyle kolkola
Cezayir marşı gelir
Dört başı mâmur bir gelin odası
Haraç mezat satılmakta
Bir gelinle güvey eksik yatakta
Köşede sedef kakmalı tombul bir ut
Tamburî Cemil Bey çalıyor eski plakta
Sonra ellerinde şamdanlar nargileler
Paslı Acem kılıçları
Amerikan kovboyları
Eller yukarı.

Ne kadar da beyaz elbiseleri
Amerikan deniz erleri
Kocaman bir papatyadan yolunmuşlar gibi
Sütten duru, buluttan beyaz
Beyazın böylesine ölüm yakışır mı dersin
Yakışmaz
Ama harbederken onlara
Bambaşka elbiseler giydirirler
Kan rengi, barut rengi, duman rengi
Kin tutar kir tutmaz.

İstanbul deyince aklıma
Kocaman bir dalyan gelir
Kimi paslı bir örümcek ağı gibi
Gerinir Beykoz'da
Kimi Fenerbahçe'de yan gelir
Dalyanda kırk tane orkinos
Kırk değirmen taşı gibi dönmektedir
Orkinos dediğin balıkların şahı,
Orkinos mavzerle gözünden vurulur
Denizin içinde ağaçlar devrilir
Kan çanağına döner dalyanın yüzü
Camgöbeği yeşili bulanır
Bir çırpıda kırk orkinos
Reisin sevinçten dili dolanır
Bir martı gelir konar direğe
Atılan kolyosu havada yutar
Bir başkasını beklemez gider
Balıkçı gülümser tatlı tatlı
Adı Marika'dır bu martının der
Her zaman böyle gelir böyle gider.

İstanbul deyince aklıma adalar gelir
Dünyanın en kötü Fransızcası orda harcanır
Çalımından geçilmez altmışlık madamların
Ağzı dili olsa da tenhadaki çamların
Görüp göreceği rahmeti anlatsa insanların.

İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
Ama şu Kızkulesinin aklı olsa
Galata Kulesi'ne varır
Bir sürü çocukları olur.

İstanbul deyince aklıma
Tophane'de küçücük bir sokak gelir
Her Allahın günü kahvelerine
Anadolu'dan bir sürü fakir fukara gelir
Kimi dilenecek dilenmesine utanır
Kiminin elinde bir süpürge peydaolur uzun
Dudaklarında kirli paslı bir tebessüm
Çöpçü olmuştur bugüne bugün
Kiminin sırtında perişan bir küfe
Kiminin sırtında nakışlı semer
Şehrin cümbüşüne katılır gider
Kalın yağlı bir kolana koşulur
Piyano taşırlar omuz omuza
Kendinden ağır yükün altında adamlar
Balmumu gibi erir dururlar
Sonra kanter içinde soluk alırlar
Nazik eşya nazik hamallar ister neylersin
Ama onlar kadar piyanoyu ciddiye alırlar mı dersin
Nazdan nazik çiniden bilezik eller
Derken
Karşı radyoda gayetle mülayim bir ses
Evlere şenlik Üstad Sinir Zulmettin
Hacıyağına bulanmış sesiyle esner:
Gamü şadiyi felek
Böyle gelir böyle gider.

İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Güne güneşe karşı yirmi beş bin kişi
Hepsinin dudağında İstiklâl Marşı
Bulutlar atılır top top pare pare
Yirmi beş bin kişilik bir aydınlık içinde eririm
Canım ağzıma gelir sevinçten hilâfsız
İsteseler bir gelincik gibi koparır veririm.

İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık
Memleketimin insanlarına
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına
Ben de bağırırım birlikte
Avazım çıktığı kadar
Göğsümü gere gere
Ver Lefter'e yaz deftere

İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Binlerce insanın aynı anda
Aynı şeyi duymasından doğan sevincin
Heybetini düşünürüm
Birbirine eklenir kafamda
Binler yüz binler milyonlar
Sonra bir mısra havalanır ürkek
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar.

İstanbul deyince aklıma
Yahya Kemal gelirdi bir eyyam
Şimdi Orhan Veli gelir
Deminden beri dilimin ucundasın Orhan Veli
Deminden beri senin tadın senin tuzun
Senin şiirin senin yüzün
Yaralı bir güvercin misâli
Başımın üstünde dolanır durur
Gelir sessizce konar bu şiirin bir yerine
Neresine mi arayan bulur
Erbabı bilir
Deli eder insanı bu şehir deli
Kadehlerin çınlasın Orhan Veli.

İstanbul deyince aklıma
Sait Faik gelir
Burgaz adasında kıyıda
Bir çakıltaşı seslenir
Mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne
Mavi gözlü ihtiyar balıkçı gencelir küçülür
İkisi bir boya geldi mi Sait kesilirler
Bütün İstanbul'u dolaşırlar elele başbaşa
Ana avrat küfrederler uçan kuşa eşe dosta
Sivriada'da da martı yumurtası toplarlar çilli çilli
Ziba mahallesinde gece yarısı
Sabaha Galata'dan geçer yolları
Maytaba alacakları tutar kahvede
Zararsız bir deliyi
Ula Hasan derler gazeteyi ters tutaysun
Çaktırmadan gazetesini tutuştururlar fakirin
Sonra oturup sessizce ağlarlar.

İstanbul deyince aklıma
Sait Faik gelir
Taşında toprağında suyunda
Fakirin fukaranın yanı başında
Bir kalem bir yürek bilendikçe bilenir
Kıldan ince kılıçtan keskin
Hep eyiden güzelden yana
Hep kimsesizlerin.

İstanbul deyince aklıma
Saidin son yılları gelir
Hey Allahım en güzel çağında Saide
Dört beş yıl ömrün kaldı denir
Sait Sait olur da nasıl dayanır
Mavi gözlü çocuk boş verir ölüm haberine
İhtiyar balıkçı pis pis düşünür
Bir zehir yeşilidir açılır
Bir yeşil ki ciğerine işler adamın
Bir yeşil ki kasıp kavurur

Küçük mavi çocuk
İhtiyar balıkçı
Ve dilimize bulaşan zehir yeşili
İstanbul çalkalandıkça bu denizlerde dipdiri
Dilimiz yaşadıkça yaşasın Saidin şiiri.

İstanbul deyince aklıma
Sabiyem gelir
Sabiyem boyundan büyük bir demetle
Sarıyer'den gelir Pendik'ten gelir
Bahar nereden gelirse velhasıl
Sabiyem oradan gelir
Ne delidir ne divane
Aslını ararsan Çingenedir
Tepeden tırnağa güneştir
Topraktır
Anadır
Analar içinde bir tanedir
Biri sırtında biri memesinde biri karnında
Karnı her daim burnundadır
Canını mendil gibi takar dişine
Yürekten birşeyler katar işine
Bir ucundan girer şehrin ötekinden çıkar
Alçak gönüllüdür Sabiyem
Hem maşa satar, hem göbek atar
Ver bir çeyrek güzelim der
Neyse halin o çıksın fâlin
Canı çıkar Sabiyemin falı çıkmaz
Sonra anlatır dün gece başına gelenleri
Görürüm üryamda bir sarı yılan
Cenabet uğraşır durur benimle
Uyanır bakarım benim bebeler
Yatağın ucuna kaymış
Ayağımın parmaklarını emer.

İstanbul deyince aklıma
Bir basma fabrikası gelir
Duvarları uzun masaları uzun sobaları uzun
Dal gibi dalyan gibi kızlar çalışır bütün gün ayakta
Kanter içinde mahzun
Yüzleri uzun elleri uzun günleri uzun
Fabrikada pencereler tavana yakın
Al topuklu beyaz kızlar dalga geçmeyin
Dışarda ağaçlar dizi dizi
Duvarlar duvarlar uzun duvarlar
Niçin ağaçlardan ayırdınız bizi
Dışarda tarlalar turuncu, asfalt mosmor
Dışarda dışarda dışarda
Mevsim gürül gürül akıp gidiyor
Ondokuz yaşında Eyüplü Gülsüm
Dalmış beyaz köpüklü akışına ipeklilerin
Kötü kötü düşünüyor
İpeğin akışına doyum olmaz
Ama gel gör ki ipekli empirmeden oğlana don olmaz
Bir top Amerikan bezi sakız gibi beyaz
Bir top Amerikandan neler çıkmaz
Perdeler yatak çarşafları çoluğa çocuğa çamaşır
Sakız gibi ağarmış bir top Amerikan bezi
Gülsüm'ün gözleri kamaşır
Üçüncü oğlanı doğururken Gülsüm
Bir top Amerikana hasret sizlere ömür
Gülsümlerin sürüsüne bereket
Yerine bir Gülsümcük bulunur elbet
Gider Gülsüm gelir Gülsüm
Azrail ettiğin bulsun.

İstanbul deyince aklıma
Ağzına kadar soğan yüklü bir taka gelir
Sülyen kırmızısı üstüne zehir gibi yeşil
Samsun'dan Sürmene'den Sinop'tan

Yaz demez kış demez mutlaka gelir
Kirli yelkeninde yeni bir yama
Demirinin pası gelir dilime
Nabzımda duyarım motörünün hızını
Canımın içine sokasım gelir
İri kalçaları pullu Denizkızını.

İstanbul deyince aklıma
Takalar gelir
Alçakgönüllü kalender
Ya Peleng-i Derya'dır adları ya Şimşiri Zafer

İstanbul deyince aklıma
Koca Sinan gelir
On parmağı on ulu çınar gibi
Her yandan yükselir
Sonra gecekondular gelir ardısıra
İsli paslı yetim
Eyy benim dev memesinde
cüceler emziren acayip memleketim...

Bulantı - Jean-Paul Sartre

Bulantı, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartre’ın ilk romanı. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçu akımın sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938’de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştu. Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin’in kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdilerse de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, sonradan Sartre’ın felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer veren özgün bir yapıttı. “Varoluş”la yüz yüze gelen Roquentin’in geçirdiği değişimi anlatan Bulantı, varoluşçuluğun kült kitaplarından biri oldu. 20. yüzyıl roman sanatında da önemli bir yeri olan bu kitabı, Selâhattin Hilâv’ın usta işi çevirisiyle sunuyoruz. 

 * * *
 Neden korktuğumu bilmem bile büyük başarı olurdu.

    Sözgelimi, ellerimde bir değişiklik var. Pipomu ya da çatalımı tutuşum değişti. Belki de çatal elime yeni bir biçimde geliyor; bilmiyorum. Biraz önce odama girmek üzereyken olduğum yerde kaldım; avucumda, kişiliği varmışcasına dikkatimi çeken soğuk bir nesnenin varlığını duydum. Avcumu açıp baktım: kapının tokmağını tutuyordum. Bu sabah kitaplıkta, Autodidacte, günaydın demek için yanıma geldiğinde tanıyabilmem için yüzüne uzun uzun bakmam gerekti. Tanımadık bir yüzdü gördüğüm; bir yüz bile demek zor. Sonra elini, iri beyaz bir solucan gibi duydum avucumda. Hemen bıraktım, kolu külçe gibi düştü.

    Korku, hayatımın serüveni, dolgun ve değerli olduğundan değil. Ortaya çıkacak olandan, beni avucunun içine almasından, sürüklemesinden (kim bilir nereye?) korkuyorum. Araştırmalarımı, kitaplarımı, her şeyi yarıda bırakıp çekip gitmem mi gerekecek yine? Birkaç yıl sonra, ezilmiş, umudu kırılmış olarak başka yıkıntılar içinde mi bulacağım kendimi? İş işten geçmeden anlamalıyım bunu.

    Bir zamanlar (beni bırakıp gittikten nice sonraları bile) Anny'i düşünmüştüm. Şimdi kimseyi düşünmüyorum, sözcükleri bulmak için bile çabalamıyorum. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş bir şeyler akıyor içimde: Dokunmuyorum, bırakıyorum gitsin. Sözcüklere bağlanamadığım için düşüncelerim çoğu zaman karmakarışık. Belirsiz ve hoş şekiller halinde ortaya çıkar, sonra kayboluyorlar, hemen unutuyorum onları.

    Bu bira bardağının nesi var? Ötekilerin aynı. Kesme bir bardak, kulplu, üzerinde bel resmi bulunan markası 'Spatenbrau' da yazılı! Bunları ben de biliyorum. Ama başka bir şey olduğunu da biliyorum. Ufacık bir şey. Açıklayamıyorum onu hiç kimseye. İşte, yavaşça suyun dibine doğru, korkuya doğru kayıyorum.

    Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşmadığı adamlardan biri aralarına karışmaya görsün, suratları hemen değişir.

    Tarih attıktan sonra 'yeni bir şey yok' diye yazarken içimden pazarlıklıydım. Ne olağanüstü ne de utanç verici olan bir küçük hikâye, dile gelmemek için direnip duruyordu. 'yeni bir şey yok'. Yedi dereden su getirip yalan söylememize bayılıyorum doğrusu. Aslında yeni bir şey olduğunu da ileri süremem pek. Anlatayım : Bu sabah kitaplığa gitmek için, sekizi çeyrek geçe Printania Otelinden çıkarken yerde sürüklenen bir kâğıdı almak istedim, ama beceremedim. Hepsi bu kadar, bir olay bile sayılmaz.

    Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değiller. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koruz. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan.

    Cimrice acı çekiyor. Zevklerinde de böyle olmalı. Bu yeknesak sıkıntıdan, şarkıyı keser kesmez başlayan bu homurdanmalardan sıyrılmayı, doğru dürüst bir acı çektikten sonra, umutsuzluk içine gömülmeyi hiç istemez mi bu kadın? Sanmam, elinden gelmez bu. Kördüğüm olmuş artık.

    Saat üç. Bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir. Öğleden sonra acayip bir an.

    ...evet, bütün bunları yapmış olabilir. Ama hiçbiri kanıtlanmış değil. Zaten hiçbir şeyin kanıtlanamayacağını düşünmeye başladım.

    Masanın üzerindeki lambayı yakıyorum, gün ışığını ortadan kaldırır belki ama öyle olmuyor, tam dibinde zavallı bir ışık lekesi beliriyor. Söndürüp ayağa kalkıyorum. Duvarda beyaz bir delik var. Ayna bu. Bir tuzak. Bu tuzağa düşeceğim, biliyorum. Düştüm işte. Aynada gri bir şey beliriyor. yaklaşıp bakıyorum, kurtaramıyorum kendimi. Yüzümün yansısı bu, yapacak işim olmadığı günlerde onu seyreder dururum. Gördüğüm bu yüzden, hiçbir şey anlamıyorum. Başkalarının yüzleri bir anlam taşıyor. Benimki öyle değil. Güzel mi yoksa çirkin mi, bunu bile söyleyemem. Çirkin galiba. Çünkü böyle olduğunu söylediler. Bana dokunan bu değil. Yüzüme böyle nitelikler verilebilmesine şaşıyorum aslında. Bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel ya da çirkin demek gibi bir şey bu.

    Geleceği görüyorum. Şurada, sokakta işte. Şimdiden biraz daha solgun. Gerçekleşecek de ne olacak sanki? Gerçekleşmekten ne kazanacak. İhtiyar kadın, topallayarak uzaklaşıyor, sonra duruyor, atkısından çıkan aklaşmış bir tutam saçı çekiştiriyor. Yürüyor, demin oradaydı, şimdi başka yerde...Anlayamıyorum bunu, hareketlerini görüyor muyum, yoksa önceden kestiriyor muyum? Şimdi'yi gelecekten ayıramıyorum artık, ama sürüp gidiyor bu, yavaşça gerçekleştiriyor kendini; yani ihtiyar ıssız sokak boyunca ilerliyor, ayağındaki koca erkek ayakkabılarını sürüyüp duruyor. Zamanın ta kendisi bu, hem de çırılçıplak zaman. Ağır ağır varoluyor, bekletiyor insanı. Ama ortaya çıktığı zaman canınızı sıkıyor. Çünkü çoktan beri orada bulunduğunu anlıyorsunuz. İhtiyar, sokağın dönemecine yaklaşıyor. Ufacık kara bir kumaş yığınından başka bir şey değil artık. Buna diyeceğim yok doğrusu. Biraz önce ihtiyar orada değildi. Ama bu, insanı şaşırtmayan tatsız ve solgun bir yenilik. Köşeyi dönecek, işte dönüyor; bu dönüş sanki sonsuz bir süre.

    Bir şey sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümdür yalnız.

    Şunu düşündüm : En bayağı olayın bir serüven haline gelmesi için onu anlatmaya koyulmanız gerekir ve yeter. İnsanları aldatan da bu zaten. Kişioğlu hikâyecilikten kurtulamaz, kendi hikâyeleri ve başkalarının hikâyeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikâyeler içinden görür. Hayatını, sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır. Ama ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek.

    Kimi zaman (pek sık değil), durumu gözden geçirir, bir kadına bağlandığınızı, kötü bir işe girdiğinizi fark edersiniz. Göz açıp kapayıncaya kadar sürer bu. Sonra geçit yeniden başar, saatleri ve günleri birbirine eklemeye koyulursunuz. Pazartesi, salı, çarşamba. 1924, 1925, 1926.

    Kalabalık dağılmaya başladı. Denizin iç çekişleri iyice duyuluyordu. İki eliyle parmaklığa abanmış bir genç kadın, dudak boyasının karasıyla çizgilenmiş mavi yüzünü gökyüzüne çevirdi. Bir aralık, 'insanları sevecek miyim yoksa' diye düşündüm. Ama bu, eninde sonunda onların pazarıydı, benim pazarım değil.

    Bir şeyler olacak; Basse-de Vieille sokağının karanlığında beni bekleyen bir şey var. Hayatım orada, bu sessiz sokağın tam köşesinde başlayacak. Bir alınyazısını gerçekleştiriyor gibi yürüdüğümü görüyorum. Sokağın köşesinde, beyaz bir kilometre taşını andıran bir nesne var. Uzaktan kapkara görünüyordu. Her adım atışımda biraz daha ağarıyor. Yavaş yavaş aydınlanan bu nesne, olağanüstü bir etki bırakıyor bende. Tüm aydınlık ve beyaz olduğu zaman, yanında duracağım onun, o zaman serüven başlayacak. Karanlığın içinden beliren şu beyaz fener, öyle yanımdaki şimdi, korkuyorum. Bir ara geriye dönmeyi düşünüyorum. Ama bu büyüyü bozmak elden gelmiyor. İlerliyor, elimi uzatıyor ve taşı tutuyorum.

    Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lambaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, pazar gününün bitişiydi bu.

    Bir kadın görürüz, ihtiyarlayacağını düşünürüz, ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte serüven duygusu budur.

    Gülmüyorum, gösterdiği yakınlığa karşılık da vermiyorum. O zaman, gülümsemesini kesmeksizin, gözbebeklerinin korkunç ateşini üzerime dikiyor. Birkaç saniye, konuşmadan birbirimizi gözden geçiriyoruz. Gözlerini kısarak süzüyor ben. Sınıflandırdığı belli.

    Doktor görmüş geçirmiş adam. Hayatı bunun üzerine kurulmuş. Doktorlar, papazlar, subaylar böyledir. İnsanı, sanki kendileri yaratmış gibi tanırlar.

    ...Gözlerime kadar karanlık içindeyim, buz gibi bir karanlık. Kaloriferin yanmadığı besbelli.

    'Beni mutlu kıldınız' diyor Autodidacte. Sonra hemen ekliyor: 'İsterseniz, gelip sizi evden alayım'. Birden ortadan kayboluyor. Düşünmek için zaman bırakırsa düşüncemi değiştireceğimden korkuyor herhalde.

    Gördüğü saygı ve sevginin nedenini kavramak için uzun boylu düşünmek gerekmiyordu. Her şeyi anladığı her şey kendisine açıklanabildiği için seviliyordu.

    Saat dördü vuruyor. Bir saattir, kollarım iki yanıma sarkmış, iskemlenin üzerine oturup duruyorum. Karanlık bastırmaya başladı. Bundan başka değişen şey yok ortada: Beyaz kâğıt, yine masanın üzerinde, dolmakalemin ve mürekkep şişesinin yanında duruyor. Ama başladığım bu sayfaya artık bir tek sözcük bile yazmayacağım.

    Masanın üzerinde açılmış elimi görüyorum. Yaşıyor; o da ben. Açılıyor; parmaklar ayrılıp düzeliyorlar. Tersine dönmüş. Tombul karnını gösteriyor bana. Sırt üstü dönmüş bir hayvanı andırıyor.Parmaklar bacakları. Ters dönmüş bir yengecin ayakları gibi onları hızla hareket ettirip eğleniyorum. Yengeç öldü; bacakları çekilip toplanıyor, elimin karnı üzerinde birleşiyorlar. Tırnakları görüyorum. canlı olmayan tek parçam onlar. Bir kere daha. Elim dönüyor, karnı üstü yayılıyor, sırtını gösteriyor şimdi. Gümüşlenmiş biraz parlak bir sırt. Parmak boğumlarında tüyler olamasa bir balık diyeceği geliyor insanın. Elimi hissediyorum. Kollarımın ucunda hareket edip duran bu iki hayvanda benim.

    Saat beş buçuğu çalıyor şimdi. kalkıyorum; buz gibi gömleğim etime yapışıyor. Çıkıyorum. Niçin? Niçin mi? Çıkmamam için sebep yok da ondan. Kalsam da, bir köşede sessizliğe gömülsem de kendimi unutamayacağım. Burada olacağım, ağırlığım döşemenin üzerine çökecek. Varım ben.

    Kitaplıkta başından kötü bir şey geçmiş olduğumu hatırlıyorum şimdi. Kulak kesiliyorum. Bütün istediğim, başkalarının dertlerini dinleyip acınmak. Bu beni değiştirecek. Derdim yok benim, miras yedi gibi param da var. Patronum da, karım da, çocuklarım da yok; sadece varım, hepsi bu. Bu dert öyle belirsiz, öyle metafizik bir şey ki, utanıyorum doğrusu.

    ...sözünü ettiklerimiz en önemli rollerdir. Bunların yanında bir yığın hümanist daha var: İnsan kardeşlerine bir ağabey gibi eğilen ve sorumluluklarını bilen hümanist filozof; insanları oldukları gibi seven hümanist; olmaları gerektiği gibi seven hümanist; insanları, istediklerini göz önünde tutarak kurtarmak isteyen ve tutmayarak kurtarmaya çalışan hümanistler; yeni mitoslar yaratmak isteyen hümanist ve eskileriyle yetinen hümanist; insanın ölümünü ve hayatını seven hümanistler; her zaman güldürücü sözler söyleyen neşe dolu hümanist; ölüm törenlerinde ve bekleyişlerinde rastlanan ağırbaşlı hümanist. Hepsi birbirinden nefret eder bunların, ama birer insan olarak değil, birer birey olarak tabii. Ne var ki Autodidacte bilmiyor bunu: bütün bu hümanistleri, torbaya konmuş kediler gibi içinde taşıyor., onlar birbirlerini paralıyorlar, ama Autodidacte fark edemiyor.

    ...şaşırmış gibi görünmeye çalışarak soruyor: ' Peki...Niçin yazıyorsunuz acaba, sorabilir miyim? '

    ' Doğrusu...ben de bilmiyorum, gelişigüzel bir şey bu, yazmış olmak için yazıyorum '. Beni sıkıştırdığını sanarak gülümsüyor: ' Issız bir adada olsanız yazar mıydınız? Başkaları tarafından okunmak için yazmaz mı insan? '. Sözüne sorgu biçimi vermesi alışkanlıktan. Aslında sormuyor, bir şey ileri sürüyor.

    Salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir tiksinti kaplıyor. Ne işim var burada? Ne diye kalkıp hümanizm üzerine konuştum? Bu insanlar niçin burada? Neden yemek yiyorlar? Onların varoldularını bilmedikleri besbelli. Çıkmak, herhangi bir yere gitmek istiyorum. Gerçekten kendi yerimi bulacağım, içine yerleşeceğim bir yere...Ama benim yerim diye bir şey yok; ben fazlalığım.

    ' Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.'

    Yanıt vermiyor, söylediklerim onu ilgilendirmedi sanırım. Ama biraz sonra söze başlıyor. 
 
Düşüncelerini mi sürdürüyor, yoksa kendisine söylediğime mi yanıt veriyor anlayamıyorum.

    ' Ben ' deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, varolduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş, uzun uzun esniyorum. Kimse, hiç kimse için! Antonie Roquentin ne ki? Soyut bir şey o. Bilincimde kendimle ilgili ufacık, renksiz bir anı sallanıyor. Antonie Roquentin... Birden 'ben' soluklaşıyor, soluklaşıyor, işte söndü.

    Ara sıra, 'Elimde kalan üç yüz bin frangı bir yılda harcasam daha iyi etmiş olmaz mıyım?' diye düşünüyorum. Sonra ne olacak? Bana ne sağlayabilir bu? Yeni elbiseler mi? Kadınlar mı? Yolculuklar mı? Hepsini gördüm; bunlar bitti artık, sağlayacakları sonuç çekmiyor beni. Bir yıl sonra, kendimi şimdiki kadar bomboş bulacağım; tek bir anım bile olmayacak, ölüm karşısında korkup duracağım.

    Belki bir gün, tam şu anı, trene binme zamanının gelmesini iki büklüm beklediğim şu kasvetli anı düşününce yüreğimin hızla çarptığını duyacak ve ' Her şey o gün, o anda başlamıştı.' diyeceğim. Ve kendimi (geçmişte, yalnızca geçmişte) kabul etmek elimden gelecek belki.Gece bastırıyor. Printania Otelinin birinci katında, iki pencere aydınlandı. Yeni Garın şantiyesi buram buram ıslak tahta kokuyor. Yarın Bouville'e yağmur yağacak.