15 Mart 2019

Dünya Tüketiciler Günü

 15 Mart Dünya Tüketiciler Günü'nde, sınırsız tüketimin toplumsal bir sorun olduğuna ve bu sorunun çözümünün; yaşamımızı sürdürecek kadar tüketip bundan mutlu olabileceğimiz bir toplum düzeni yaratmaktan geçtiğine dikkat çekiyor.

Tüketim: Amaç mı ? İhtiyaç mı ?”
Tüketim son yıllarda ihtiyaçları karşılamanın, hatta düşleri gerçekleştirmenin çok ötesine geçerek başlı başına bir amaç haline geldi. Oysa sınırsız tüketim çabasının ağır bir bedeli var ve günümüzde bu bedel de tüketimin kendisi kadar hızlı büyüyor.

Bugün 6.4 milyar insanın yaşadığı ve giderek azalan doğal varlıkları kullanarak yıllık 5.5 trilyon ABD Doları ekonomik üretimin yapıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Tüketim toplumunun cazibesi ve beraberinde getirdiği ekonomik fayda gözleri kamaştırsa da, ekolojik kayıplarımız, toprak, su, hava, orman, biyolojik çeşitlilik, iklim ve canlıların sağlığı üzerindeki olumsuz etkisi ve tahribat çok büyük ve korkutucu. Üstelik sürekli artan tüketimin yarattığı kirlilik ve doğal varlıklardaki bozulmaların etkisi sadece mahvolmuş ekosistemlerde değil, özellikle en yoksul kesimdeki hastalıklarda ve sefalette de kendisini gösteriyor.

Bütün Yenilenebilir Doğal Varlıklar Tehlike Altında
Doğal varlıkların birçoğu sürdürülebilir düzeylerin çok üzerinde sömürülüyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), artan toprak bozulması sonucunda bitkisel üretimde verimliliğinin düştüğünü ve bu durumun, dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan 1,5 milyar insanın gıda güvenliğini tehdit edebileceğini açıkladı. Yalnızca son 50 yıl içinde bile dünya genelindeki içme suyu tüketimi üç kat, fosil yakıt tüketimi beş kat arttı. Hızla yükselen karbon emisyon oranlarının yanı sıra yıllık 13 milyon hektar olduğu tahmin edilen tropikal orman kaybının atmosfere her yıl 6,5 milyar ton karbondioksit eklemesi, kaygıların giderek artmasına neden oluyor.

Tüketim harcamalarının büyük bölümü konfor ya da hayatta kalabilmek için gerekliliği tartışılan ama yaşamı daha keyifli kılan ürünlere yapılırken, dünyadaki yoksul kesimin temel gereksinimlerinin karşılanmasının çok masraflı olacağına ilişkin savlar öne sürülüyor. Oysa eldeki veriler gösteriyor ki; yoksulların yeterli gıda, temiz su ve temel eğitim ihtiyaçlarının karşılanması için gereken para, insanların bir yıl içinde makyaj malzemelerine, dondurmaya ve hayvan mamasına harcadığından daha az.

Ülkemizde de durum pek farklı değil, verimli tarım alanlarımız amacı dışında kullanılarak üzerlerine sanayi tesisleri kuruluyor, ormanlarımız madencilik faaliyetlerine, imara açılıyor, işgal ediliyor, yakılıyor, enerji üretimi için doğanın ana damarları nehirlerimizin üzerine yüzlerce Nehir Tipi Hidroelektrik Santral(HES) kuruluyor, enerjide önceliğimiz enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji olmalıyken, nükleer santral yapılmak isteniyor, sulak alanlarımız kurutuluyor, meralarımız, makilik alanlarımız yok ediliyor.

Sınırsız Tüketim Toplumsal Bir Sorundur
Dünya giderek ısınıyor. İnsanların atmosferde ve iklimde yarattığı değişiklikler hiç kuşkusuz uzun ömürlü olacak. Fakat küresel ısınmanın etkileri değiştirilemeyecek ya da başa çıkılamayacak kadar şiddetli hale gelmeden önce kesin adımlar atabileceğimiz bir dönemde yaşama ayrıcalığına sahibiz. Karşımızdaki güçlüğü ele alış biçimimiz, çok uzun bir dönemi kapsayan bir tarihin yazılmasına yardımcı olacak.
 
15 Mart Dünya Tüketiciler Günü'nde, sınırsız tüketimin toplumsal bir sorun olduğuna ve sadece tüketim peşinde koşmanın hem tüketici toplumlardaki yaşamın kalitesini azaltacağına hem de çocuklarımızın torunlarımızın yani gelecek nesillerimizin temel ihtiyaçlarını karşılama olanaklarının bile ellerinden alınmasına neden olacağına dikkat çekiyor. Bu sorunun çözümü; yaşamımızı sürdürecek kadar tüketip bundan mutlu olabileceğimiz bir toplum düzeni yaratmaktan ve herkesin bu hedefe ulaşmak için birlikte hareket ederek katkı sağlamasından geçiyor. Böylece bizden sonra gelecek tüm canlılara sürdürülebilir bir dünya bırakmış olacağız.

 Arşiv 


Tomris Uyar - Gündökümü

İlk olarak 1975 gündökümleri, Gündökümü 75 adıyla Koza Yayınları tarafından 1976 yılında yayımlanmıştır. Daha sonra Sesler, Yüzler, Sokaklar adıyla 1981 yılında Hür Yayınları tarafından bütünü yayımlanmış, l^tö yılında da Can Yayınları tekrar Gündökümü adıyla yayımlamıştır. 15 Mart “Her girişte, vücudumuzun bir parçası madende kalır,” dedi radyoJa konuşan maden işçisi. Edebiyatta bedenden verilen fireler bu kadar elle tutulur olmasa da, kesinlikle var. Taze duygular, taze sözlerle aktarmak isteyen yazar, bu yüzden büyük sızılar çekiyor. Doğum sancısı gibi birşey “nasıl iletmek” sorunu… Kişiyi dolmuşa atlarken, dolaşırken, hatta uyurken bile tetikte tutan bu bilenme günlerinde bezginliğimizi, sabrımızı, her şeye karşın yitirmediğimiz umudumuzu nasıl anlatmak. Çevremizi kuşatan çirkef içinde temiz kalma savaşımızı. Bir yol kavşağı çeşmesinden göğse akıtarak içilen su gibi doğal, doyurucu anlatmak. Kolay anlaşılır olma özrüyle kolaya kaçmadan, kaytarmadan, yazdıklarını çoğaltmadan. Bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış dernektir. Kendi adını basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca. Bu konuda sorulacak en önemli sorulardan biri şu galiba: “Bunu yazmam neyi değiştirdi?” Yani okur bunu okuduktan sonra bir kıpırtı duydu mu içinde, bir titreşim, bir serinlik, bir açılım? İkinci soru da şu: Ya ben şunu yazmadan edebilir miydim? Gerçekten? 17 Mart Arkadaşım, Devlet Opera Orkestrası’nda keman çalıyor. Her gece aynı boğucu çukurun içinde güdük Ankara bürokratları için. Sanatında usta olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çukurla sahne, çukurla salon arasındaki kopukluk, usta olmakla kapatılacak türden değil çünkü.

Bu kopukluk genişleyip kendi yaşamasına da yayıldı galiba: bir tren düdüğü duysa, kalkıp hazırlanmak geliyormuş içinden. Çocukları bile bağlayamıyor kişiyi yaşama, kopukluk gelip çattı mı. “Sevgi sözcüğünün anlamını artık bilmiyorum,” diye yazmış mektubunda, “yalnız Uğur sitesi C/4 deyince iş değişiyor.” Adresimin bir işe yaraması, katışıksız sevginin böyle içtenlikte ele alınması nasıl duygulandırmasın? Bu yalınlığa varmak için ne kadar hırpalanmak gerektiğini biliyorum. Kuğu Gölü’nü falan çaldıktan sonra evinde minibüs plakları dinliyor arkadaşım, uzun yol türküleri dinliyor. Karşı çıkması beklenen, öğretilen değerleri bir daha, bir daha gözden geçiriyor. Kimilerinden bir daha tiksinerek, kimini sonuna kadar bağrına basarak. Yalnız korkmadan. Yozlaşmalarla yüzleşmekten, bu günün “çirkin folklor”uyla hesaplaşmaktan güç kazanarak. Mektup; ressam Faruk (soyadım bilmiyorum, çok küçüktüm onu tanıdığımda) ile karısını anımsattı bana. Faruk alkolikti, güzel bir Rus kadınıydı karısı; boğuk sesiyle, sıla özlemi dolu Rus şarkıları söylerdi. Kimse dili anlamazdı, ama odayı büyülü bir hava sarardı: herkes paylaşırdı. Faruk da dil bilmediği için anlamazdı elbet; karısı yine de anlatılmaz incelikte birşey-ler aktarırdı ona bakışlarıyla. Ayaspaşa’da, kartpostal bir İstanbul’a bakan küçük bir çatı katında yaşarlardı. Eşya, yok denecek kadar azdı.  

Bir gün, Faruk’un intihar ettiğini duydum. Karısını çok sevdiğini, hiç bırakamayacak kadar çok sevdiğini sezmiştim oysa. Arkadaşımın mektubu bunları anımsattı işte, günü kurtardı. 18 Mart Genç karikatürcüler, Sinematek’te sergi açmışlar. Orada olmasaydı, başka bir gün de gider, rahat rahat gezerdim ama biliyorum, bir kere açılışa gitmezsem, hiç gidemeyeceğim. Sinekulüpler, Mezun Birlikleri, Dernekler, oldum olası itmiştir beni. Geniş kalabalığa açık olmayan aileiçi toplulukların tümü. Gelgelelim karikatürleri görme isteği baskın çıktı, “beleş içki bulmaya gelmiş” sanılmanın utancına bile. Ne kesin, sert çizgilerle anlatıyorlar! Hiç yumuşaklığa kaymadan. Oysa yazarken, yanlışları çarçabuk düzelten ilkel silgiler, işlek tükenmezlerle karşı karşıyayız. Anlattığımız dünyaya yabancı kalıyor kullandığımız araç-gereçler. Yazı makinesi ters düşüyor, dolmakalem coşkumuza ayak uyduramıyor bu çağda; flomasterin kapağı açık unutuldu mu, tamam. Tükenmezler soysuz. Bana öyle geliyor ki karikatür sanatında kullanılan araçlar, yapılan işin doğal bir parçası. Çizgiyi çizgi etmeye yarıyorlar çünkü. 
 
 Onlarsız, çizgiyle iletilmek istenen, o boyutlarla verilemez. Oysa ben yazı makinesinin başına oturmadan, sözgelimi bulaşık yıkarken, sözle kurabilirim bir hikâyeyi, bir yazıyı. Bir ölçüde, araçsız da gerçekleştirebilirim yani. Sinematek, Kervan sinemasında ilk açıldığında, Yeni Dalga filmleri oynuyordu. Perşembe akşamlarının o değişmez, meraklı, kültürlü kalabalığı, iki saat sonra yine o gece başlayan bir oyunun- galasında hazır bulunmuştuk. Saçlar biraz dağılmış, makyaj biraz eskimiş olarak. Bir yandan -Paris Bizimdir miydi neydi?- filmin yabancılığı, bir yandan içine kıstırıldığım küçük çevreye duyduğum öfke, anlatılmaz bir çaresizlik uyandırmıştı da bütün gece bulanmış durmuştum. Her yerde aynı yüzlerle karşılaşmak zorundaydım sanki. Üstelik başkalarının seçtiği örnek filmleri hep aynı gün, aynı saatte izlemek. Bu arada kötü film izlemeye ya da bir sinemaya ansızın girme serüvenine ayıracak zaman bulamamak. Bir daha adım atmadım Sinematek’e. Sonraları, saydığım sakıncalar kalktı ortadan. Çevre de daha bir açılmış, genişlemiş galiba. 19 Mart Cağaloğlu, sabahın erkenci ayazında ne güzel! Sanki o pis, bulaşık yokuş değil! Kaldırımlar serin, arınmış. Yayınevleri, basımevleri daha yeni yeni giriyorlardı güne. 
 
 Ünlüler, sivrilmişler, o dedikoducu, kadınsı erkek kalabalığı yoktu ortalıkta. Başka yüzler göze çarpıyordu: olağan, sessiz, çalışkan insanlar. Bankaların hademeleri, kebapçı çırakları, simitçiler, memurlar, öğrenciler. Adliye’de koridorlar tıklım tıklımdı. Sıra sayısı çok az. İnsanlar sanki özellikle ayakta tutuluyor. Yerler taş, herkesin ayakları donuyor. Sanki oraya adım atanların tümü suçlu; öyle davranılıyor. Görkemli cüppeleri, sallangaçlı küpeleri, sabah karanlığı sürdükleri mavi göz farlarıyla ortalıkta dolanan avukat hanımlar çay içmiyorlar, alçalmıyorlar o kadar(!) Duruşma salonlarını.n dışına asılan listelere, bilen-bilme-yen gözatıyor. Sınav sırasını bekleyen öğrenci tezcanlılığıyla. Kalmanız kaçınılmaz olan bir sınava bari bir an önce girmek istiyorsunuz. Ne kadar bekleyece^niz belli değil. Sonra acaba kimlik kartı isterler mi, söyleyeceklerinize inanacaklar mı, yalan söylemediğiniz belli mi yüzünüzden? Dahası, ya bir tutarsızlığa düşerseniz gerçeğin kendisinde sık sık görüldüğü üzre? Tanık gösterdiğimiz bir avukat -daha önce yalnız bir kere karşılaşmıştık, yüzünü doğru dürüst çıkaramadım o kargaşada- meğer ne iyi bir okurmuş! Candan bir edebiyat izleyicisi. Delikanlılığından bu yana ilerici eylemlere katılmış. 
 
 Sessiz, açık, yalın bir adam. Son olayların yazınımıza yeterince yansımadığından yakındı. Ülkücü, abartılmış, tek boyutlu buluyormuş yazılanları. Yazmada, sanatsal gerçeği yakalamaya önem veriyor, “hak etme”ye öncelik tanımıyor. Konuşma sırasında tanıklara bir bakmamı söyledi. Gerçekten ilginç: sık sık biraraya toplanıp, girdikleri davaları birbirlerine anlatıyorlar. Kimi zaman, bütün bir gün boyunca, aynı tanıklar boy gösteriyormuş başka başka davalarda. Yargıçlar da ezberlemişler, kapıdan çeviriyorlarmış profesyonel tanıkları. Tanıklık diye bir meslek olabilir mi; düşündük. Herkes tanıklıktan kaçtığına göre, işiniz düştüğünde can dostunuzu bile tanıklığa çağırırken bunca tedirginlik çektiğinize göre, bu formaliteyi en kolay nasıl yola koyabiliriz? Belli bir ücret karşılığında tanıklık mesleğini üstlenenler çıkar mı? Yani aslında var böyle bir meslek de resmileştirilebilir mi? Salondan çıkınca, tartışmayı Sirkeci Gaı’ da sürdürdük. Hava tertemiz, bahar havasıydı. Kısa sürede, bürokrasinin tozunu attık üstümüzden. Onu dinlerken inançlarım pekişti: bir gün, üç zorbaya kapıyı açmamak, evine sığınanları korumak adına ölümü göze alabilenler vardı; bir gün halka kapılarını açmayı görev bilenler vardı. Çığırtkanlık etmeden iş görenler. Dahası, bir yazarın ne yapmak istediğini kendisinden daha iyi anlayabilen okurlar vardı. 
 
 (Okur, benden iyi tanıyordu beni.) O da 12 Mart döneminde kitaplarını yakamamış benim gibi. Yiğitlikten değil; sonradan kendini kitaplarını yakma edimi sırasında yakalamaya, hatırlamaya katlanamayacağı için. Bu aşağılanmanın yanında cezalar bile sevecen. 20 Mart Tenekeye hanımeli ektim, toprağı az geldi. Bakalım… Çiçekleri tanımıyorum pek, adlarını bile doğru dürüst bilmiyorum. Ama açsınlar istiyorum, gözümün önünde serpilsinler, balkonu sarsınlar. O zaman tanıyabilirim ancak, tanışırız. Katırtırnağı, ebegümeci, radika, krizantem, ıtırşâhî, süsen, nergis… Hepsi sevdiğim ama bir bakışta tanıyamadığım otlar, çiçekler. Bakara gülleri ve karanfil değil, menekşe ve papatya. Hayvanlardan, kanaryalarla muhabbet kuşları değil, kedilerle atlar
 

Bir Uyumsuzun Notlari 1

Yaşar Nabi Nayır - Onar Mısra

Ayırma gözlerini gözlerimden bu akşam
Böyle saatlerce bak, böyle asırlarca bak.

Gözlerine yavaşça doldu akşam.
Ufuktaki lambanın fitilini kısarak
Benim içimde yaktı sanki grubu akşam,
Tutuşan bağrım için ne serin bir su akşam.
Gündüzden, gürültüden ve kâinattan ırak
Akşamı seyredeyim bakışlarında bırak.
Ayırma gözlerini gözlerimden bu akşam,
Böyle saatlerce bak, böyle asırlarca bak.


Metin Altıok - Sondeyiş

Kendine yük haline gelince,
Koru kendini asıl kendinden.
Kekik bile kendince kokarken;
Bir tortu kalmıştır geriye,
Ben bildiğin o senden.
Sen de saygılı ol kendine,
Çık yola bir sabah erkenden.
Ya hiç bir yerde görünme,
Ya da geç aynı anda üç yerden.


Albert Einstein "Bir şeyi basitçe açıklayamıyorsan, yeterince iyi anlamamışsın demektir."


Önemli olan soru sormayı bırakmamaktır. Merakın varoluş nedeni vardır. Kişi yardım edemez ama sonsuzluğun, yaşamın, hakikatin muhteşem yapısının gizemlerini tefekkür ettiğinde huzursuz olur. Her gün bu gizemin birazını anlamaya çalışmanız yeterlidir.

Fırsat, zorlukların arasında yatar.


Demokritos "Hekimlik bedenin kötülüklerini, bilgelik ruhun kötülüklerini iyileştirir."


 


Stephen Hawking Seçme sözler

Kara delik hakkında:
“Einstein, ‘Tanrı zar atmaz’ derken hatalıydı. Kara deliklerin varlığı, Tanrı’nın yalnızca zar atmakla kalmadığını, bu zarları göremeyeceğimiz yerlere atarak bizi şaşırttığını da gösteriyor” – Zamanın ve Uzayın Doğası kitabı, 1996

Evrenin neden varolduğu sorusuna ilişkin:
“Eğer bunun cevabını bulursak, bu insan mantığının da nihai zaferi olur ki bununla birlikte Tanrı’nın aklını da anlayabiliriz.” – ‘Zamanın Kısa Tarihi’ kitabı, 1988

Ticari başarı hakkında:
“Kitaplarımın, havalimanlarındaki kitapçılarda satılmasını istiyorum” – ‘New York Times röportajında, 2004

Ünlü olmak hakkında:
“Ünlü olmamın kötü yanı, tanınmadan dünyada herhangi bir yere gidemiyor olmam. Siyah güneş gözlüğü ve peruk takmam yeterli değil. Tekerlekli sandalye beni ele veriyor” – Bir İsrail televizyonundaki röportajından, Aralık 2006

Dünyanın kusurlu oluşu üzerine:
“Kusurluluk olmasaydı, ben ve siz varolamazdınız”, Discover Channel’da yayınlanan televizyon programından, 2010

Ötenazi hakkında:
“Eğer istiyorsa kurbanın kendi hayatına son verme hakkı olmalı. Ama ben bunun büyük bir hata olacağı kanısındayım. Yaşam ne kadar kötü gözükürse gözüksün, her zaman başarılı olacak bir yol vardır. Hayat varsa, umut da vardır.” – Çin’de bir yayın organına verdiği röportajdan, 2006

İnsanlarla uzaylıların temas etme olasılığı hakkında:
“Bunun bir felaket olacağı düşüncesindeyim. Muhtemelen dünya dışı varlıklar bizden çok ileride olacaklardır. Gezegenimizde, gelişmiş ırkların daha az gelişmiş olanlarla buluşmalarının tarihi çok iç açıcı değil. Üstelik bunlar aynı türdüler. Bence dikkat çekmememiz gerek.” – The National Geographic Channel’da yayımlanan bir programdan, 2004

Motor nöron hastalığı tanısı hakkında:
“21 yaşına geldiğimde beklentilerim sıfıra inmişti. Ondan sonra olan her şey bonus oldu” – ‘New York Times röportajından, 2004

Ölüm hakkında:
“Son 49 yıldır erken bir ölüm olasılığı ile birlikte yaşadım. Ölümden korkmuyorum ama ölmek için acele de etmiyorum. Daha yapmak istediğim çok şey var.” – Guardian gazetesindeki röportajdan, Mayıs 2011

Hawking’in geleceğe dair uyarıları

İngiliz fizik profesörü Stephen Hawking genel görelilik ve karadeliklerle ilgili araştırmalarıyla ün kazanmıştı.

Fakat Hawking sıklıkla kendi araştırma alanından çıkarak, önümüzdeki dönemlerde insanlığı bekleyen zorluklar ve varoluşsal tehditlere de dikkat çekti.

Bu konulardaki açıklamaları basının manşetlerinde yer alırken bazen de tartışma yarattı.

İşte onlardan bazıları…

Başka gezegenlere yerleşmek
Stephen Hawking tüm yumurtaları aynı sepete koymayı doğru bulmayan bir kişi. Bu örnekteki sepet ise Dünya oluyor.

Hawking on yıllardır insanlığın diğer gezegenlere kalıcı olarak yerleşmek için harekete geçmesi gerektiğini söylüyordu.
Bu açıklamaları sıklıkla manşetlerde yer aldı.

Hawking’e göre insanlığı Dünya’dan silecek olaylardan kaçmak mümkün değil. Bu olaylar arasında göktaşı çarpması gibi kozmik olayların yanı sıra yapay zeka, iklim değişikliği, genetiği değiştirilmiş virüsler veya nükleer savaş gibi olaylar da olabilir.

2016’da bir İngiliz basınında konuşan Hawking, “Dünyada bir yıl içinde bir felaketin gerçekleşme ihtimali çok düşüktür. Ama bu ihtimal geniş bir zaman diliminde artar ve bin, 10 bin yıl gibi zaman dilimlerinde neredeyse kesin hale gelir.” demişti.

İnsanlığın o süre zarfında evrene yayılabileceğine güvenen Hawking, yine de önümüzdeki 100 yıl için insanları uyarmıştı:

“Önümüzdeki yüz yıl boyunca uzayda kendine yeterli koloniler kuracak teknolojiye erişemeyeceğiz, bu yüzden bu süreçte çok dikkatli olmamız lazım”.
Robotların dünyaya hükmetmesi

Stephen Hawking yapay zekanın yarattığı fırsatların farkında olsa da tehditlerine karşı da uyarılarda bulunuyordu.

Hawking 2014’te İngiliz basını’na  konuştuğunda “yapay zekanın tam olarak gelişmesi insanlığın sonunu getirebilir” demişti.

Hawking’e göre bugüne kadar geliştirilen basit yapay zekalar çok kullanışlıydı. Kendisinin de insanlarla konuşmasını sağlayan bir yapay zeka uygulamasıydı.

Fakat Hawking zeki robotların gelişmiş formlarının insanlardan üstün hale gelebileceğini düşünüyor.
Geri döndürülemez iklim değişikliği

Stephen Hawking dünyadaki yaşama dair en büyük tehditlerden birinin iklim değişikliğinden geleceğini düşünüyordu.

Hawking, bu yüzden ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilmesine dair endişelerini de açıklamıştı:

“Geri döndürülemez noktaya çok yakınız. Trump’ın bu eylemi Dünya’nın 250 derece sıcaklıkta ve asşt yağmurlarının olduğu Venüs’e benzemesine giden yolu açabilir.
Uzaylıların gazabı

Evren’in her yerinden akıllı varlıklara dair sinyalleri tarayan SETI gibi yapılar mevcut olsa da Hawking evrendeki diğer akıllı uygarlıklara seslenmeye karşı uyarılarda bulunuyordu.

2010 yılında Discovery Channel’a konuşan Hawking, uzaylıların dünyayı kaynakları için talan edip yoluna devam edebilme ihtimalinden endişelendiğini söylemişti:

“Eğer uzaylılar bizi ziyaret ederse Kristof Kolomb’un Amerika’ya ayak basması gibi olacaktır. Bu yerli Amerikalılar için hiç iyi olmamıştı.

“Akıllı varlıkların tanışmak istemeyeceğimiz türden şeylere nasıl dönüşebileceğini görmek için kendimize bakmamız yeterli.”

Stephen Hawking, bilimsel çalışmalarının yanında geride birçok farklı başlıkta söylediği ünlü sözleri ile de hatırlanacak.

Ulvi Cemal Erkin

 Yönettiği Opera Ve Bale Eserleri
  1. Carlo Menotti - "Telefon"
  2. Carlo Menotti - "Medium"
  3. Georges Bizet - "Carmen"
  4. Charles Gounod - "Faust"
  5. Giacomo Puccini - "Il Tabarro"
  6. Manuel de Falla - "Büyüleyen Aşk" (Bale)
  7. Leo Delibes - "Coppelia" (Bale)

Ulvi Cemal Erkin Ankara Devlet Konservatuarı Öğrenci Orkestrasını pek çok kez yönetmiştir. Kendi eserlerini yurt içinde ve Munster, Paris ve başka Avrupa kentlerinde sayısız kez yönetmiştir.


Karl Marx - Feuerbach Üzerine Tezler

 
 
  "Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa aslolan dünyayı değiştirmektir."

Kemal Tahir "Şair yalan yazar da yalana benzetmez."


Kemal Tahir, ölümünden sonra yayımlanan romanı Karılar Koğuşu’nda Malatya Cezaevi deneyimlerini, İkinci Dünya Savaşı yıllarının Türkiyesini anlatmak için kullanır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na katılacak mı? Katılacaksa Almanların yanında mı müttefiklerin yanında mı yer alacak? Savaşın belirsizliği, insanları daha büyük bir sefalete sürüklerken Murat, mahkumların seslendikleri biçimiyle İstanbullu, hapis hayatının zorlukları içinde, giderek bayağılaşan, bayağılaştıkça her şeyi yapabilen insanların yaşamına tanık olur. Bu tanıklık, "kötü yola" düşmüş kadınların, cezaevine gelmesiyle yeni bir biçim kazanır.
Ahlak ve namus kavramları, para ve güç karşısında elden ele gezer bir haldeyken tutuklu olmakla özgür olmak arasındaki fark nedir? 
 

Yağmur - Melih Cevdet Anday

Birden serçelerle indi yağmur
Hangisi serçe 
Hangisi yağmur


Ahmet Cemal "Kediler, hiçbir mitolojide tekin değildir."

Kedilerin yeri hemen bütün mitolojilerde farklıdır.
Evet, şu her gün birlikte yaşadığımız, hemen her sokakta, meydanda, caddede, apartman girişlerinde, dükkân önlerinde rastladığımız o şirin varlıklardan söz ediyorum.

Kediler, hiçbir mitolojide tekin değildir.

Kedinin adı hep nanköre çıkmıştır. Köpekler ne zaman övülmek, yüceltilmek istense, kedi ile karşılaştırılır ve kedicikler, hemen “nankör” yaftasıyla ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf hayvanlar arasına sürgün edilir.

Çünkü köpekler sadıktır.
Oysa kediler, nankördür.
Gerçek ise çok farklıdır.

Çünkü kediler, özgürdür. Üstelik bu, onların hayatlarının her noktasında açık ve seçik, hiç kimseden saklamaya gerek duymadan kullandıkları bir özgürlüktür.

Başka deyişle, kediler sınırsız özgürdür.

Hiçbir kediyi, o istemeden sevip okşayamazsınız.

Size kendini okşatmaya başlamış olsa bile, bu eylem ancak onun çizdiği sınırlar içerisinde ve o istediği sürece gerçekleşebilir.

Onun çizdiği sınırlar aşıldığında, kedi tırmalama ve ısırma gibi savunma yollarına başvurmaktan hiç çekinmez.

Çünkü kediler, asla rüşvet almaz!
Onlara dünyanın en leziz mamalarını bile sunsanız, kendilerini uygun gördüklerinden daha uzun süre sevip okşatmazlar.

Kediler ve ‘sahipleri’...
Görünüşte en tembel ve evden dışarıya adım atmayan kedilerin bile “sahipleri” yoktur. Evinize bir kedi mi aldınız, o andan başlayarak dört duvarınızın mutlak hâkimi artık odur.
Görünüşte en cicili bicili minderleri bile hazırlasanız, evde oturacağı ve uyuyacağı yeri kediniz seçer. Bu konuda ısrarcı olduğunuz takdirde, işi evi terk etmeye kadar vardırabilir!
Çünkü biraz önce de dediğim gibi, aslında bütün kediler sahipsizdir ve göze en çok ev kedisiymiş gibi gözüken kedi bile ruhunun derinliklerinde belli bir sahipsizliği, yani sokak kedisi olma özelliğini ölene kadar taşır.

Bütün kediler, ‘sokak kedisi’dir…
Bir başka deyişle, kedi her zaman ve her koşulda kediliğini sınırsız yaşar. Bu bakımdan kedilerin ruhu ile Gezi Ruhu arasında rahatça özdeşlik kurabilirsiniz. Çünkü ne kadar yaranmaya veya yaltaklanmaya çalışırsanız çalışın, kediden/kedinizden alacağınız karşılık hep aynıdır: Bana, benim uygun gördüğümden daha fazla karışma!

Hele hele, kedinizin rengi bir de KIRMIZI ise, yandınız demektir. Çünkü günün birinde kedinizin dikbaşlılığı yüzünden onun için yaptığınız kedievinin camını çerçevesini kırsanız bile, bu eyleminiz onun çok daha kıpkırmızı kesilmesinden başka bir sonuç vermeyecektir.

Ve kedilerin öfkeden kıpkırmızı kesilmeleri, hiç kimse için tekin değildir!