İlk olarak 1975 gündökümleri, Gündökümü 75 adıyla Koza Yayınları
tarafından 1976 yılında yayımlanmıştır. Daha sonra Sesler, Yüzler,
Sokaklar adıyla 1981 yılında Hür Yayınları tarafından bütünü
yayımlanmış, l^tö yılında da Can Yayınları tekrar Gündökümü adıyla
yayımlamıştır. 15 Mart “Her girişte, vücudumuzun bir parçası madende
kalır,” dedi radyoJa konuşan maden işçisi. Edebiyatta bedenden verilen
fireler bu kadar elle tutulur olmasa da, kesinlikle var. Taze duygular,
taze sözlerle aktarmak isteyen yazar, bu yüzden büyük sızılar çekiyor.
Doğum sancısı gibi birşey “nasıl iletmek” sorunu… Kişiyi dolmuşa
atlarken, dolaşırken, hatta uyurken bile tetikte tutan bu bilenme
günlerinde bezginliğimizi, sabrımızı, her şeye karşın yitirmediğimiz
umudumuzu nasıl anlatmak. Çevremizi kuşatan çirkef içinde temiz kalma
savaşımızı. Bir yol kavşağı çeşmesinden göğse akıtarak içilen su gibi
doğal, doyurucu anlatmak. Kolay anlaşılır olma özrüyle kolaya kaçmadan,
kaytarmadan, yazdıklarını çoğaltmadan. Bir yazar, işinin başına
otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa
neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her keresinde
duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış dernektir. Kendi adını basılı
görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca. Bu konuda sorulacak en
önemli sorulardan biri şu galiba: “Bunu yazmam neyi değiştirdi?” Yani
okur bunu okuduktan sonra bir kıpırtı duydu mu içinde, bir titreşim, bir
serinlik, bir açılım? İkinci soru da şu: Ya ben şunu yazmadan edebilir
miydim? Gerçekten? 17 Mart Arkadaşım, Devlet Opera Orkestrası’nda keman
çalıyor. Her gece aynı boğucu çukurun içinde güdük Ankara bürokratları
için. Sanatında usta olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çukurla sahne,
çukurla salon arasındaki kopukluk, usta olmakla kapatılacak türden değil
çünkü.
Bu kopukluk genişleyip kendi yaşamasına da yayıldı galiba: bir tren
düdüğü duysa, kalkıp hazırlanmak geliyormuş içinden. Çocukları bile
bağlayamıyor kişiyi yaşama, kopukluk gelip çattı mı. “Sevgi sözcüğünün
anlamını artık bilmiyorum,” diye yazmış mektubunda, “yalnız Uğur sitesi
C/4 deyince iş değişiyor.” Adresimin bir işe yaraması, katışıksız
sevginin böyle içtenlikte ele alınması nasıl duygulandırmasın? Bu
yalınlığa varmak için ne kadar hırpalanmak gerektiğini biliyorum. Kuğu
Gölü’nü falan çaldıktan sonra evinde minibüs plakları dinliyor
arkadaşım, uzun yol türküleri dinliyor. Karşı çıkması beklenen,
öğretilen değerleri bir daha, bir daha gözden geçiriyor. Kimilerinden
bir daha tiksinerek, kimini sonuna kadar bağrına basarak. Yalnız
korkmadan. Yozlaşmalarla yüzleşmekten, bu günün “çirkin folklor”uyla
hesaplaşmaktan güç kazanarak. Mektup; ressam Faruk (soyadım bilmiyorum,
çok küçüktüm onu tanıdığımda) ile karısını anımsattı bana. Faruk
alkolikti, güzel bir Rus kadınıydı karısı; boğuk sesiyle, sıla özlemi
dolu Rus şarkıları söylerdi. Kimse dili anlamazdı, ama odayı büyülü bir
hava sarardı: herkes paylaşırdı. Faruk da dil bilmediği için anlamazdı
elbet; karısı yine de anlatılmaz incelikte birşey-ler aktarırdı ona
bakışlarıyla. Ayaspaşa’da, kartpostal bir İstanbul’a bakan küçük bir
çatı katında yaşarlardı. Eşya, yok denecek kadar azdı.
Bir gün, Faruk’un intihar ettiğini duydum. Karısını çok sevdiğini, hiç
bırakamayacak kadar çok sevdiğini sezmiştim oysa. Arkadaşımın mektubu
bunları anımsattı işte, günü kurtardı. 18 Mart Genç karikatürcüler,
Sinematek’te sergi açmışlar. Orada olmasaydı, başka bir gün de gider,
rahat rahat gezerdim ama biliyorum, bir kere açılışa gitmezsem, hiç
gidemeyeceğim. Sinekulüpler, Mezun Birlikleri, Dernekler, oldum olası
itmiştir beni. Geniş kalabalığa açık olmayan aileiçi toplulukların tümü.
Gelgelelim karikatürleri görme isteği baskın çıktı, “beleş içki bulmaya
gelmiş” sanılmanın utancına bile. Ne kesin, sert çizgilerle
anlatıyorlar! Hiç yumuşaklığa kaymadan. Oysa yazarken, yanlışları
çarçabuk düzelten ilkel silgiler, işlek tükenmezlerle karşı karşıyayız.
Anlattığımız dünyaya yabancı kalıyor kullandığımız araç-gereçler. Yazı
makinesi ters düşüyor, dolmakalem coşkumuza ayak uyduramıyor bu çağda;
flomasterin kapağı açık unutuldu mu, tamam. Tükenmezler soysuz. Bana
öyle geliyor ki karikatür sanatında kullanılan araçlar, yapılan işin
doğal bir parçası. Çizgiyi çizgi etmeye yarıyorlar çünkü.
Onlarsız, çizgiyle iletilmek istenen, o boyutlarla verilemez. Oysa ben
yazı makinesinin başına oturmadan, sözgelimi bulaşık yıkarken, sözle
kurabilirim bir hikâyeyi, bir yazıyı. Bir ölçüde, araçsız da
gerçekleştirebilirim yani. Sinematek, Kervan sinemasında ilk
açıldığında, Yeni Dalga filmleri oynuyordu. Perşembe akşamlarının o
değişmez, meraklı, kültürlü kalabalığı, iki saat sonra yine o gece
başlayan bir oyunun- galasında hazır bulunmuştuk. Saçlar biraz dağılmış,
makyaj biraz eskimiş olarak. Bir yandan -Paris Bizimdir miydi neydi?-
filmin yabancılığı, bir yandan içine kıstırıldığım küçük çevreye
duyduğum öfke, anlatılmaz bir çaresizlik uyandırmıştı da bütün gece
bulanmış durmuştum. Her yerde aynı yüzlerle karşılaşmak zorundaydım
sanki. Üstelik başkalarının seçtiği örnek filmleri hep aynı gün, aynı
saatte izlemek. Bu arada kötü film izlemeye ya da bir sinemaya ansızın
girme serüvenine ayıracak zaman bulamamak. Bir daha adım atmadım
Sinematek’e. Sonraları, saydığım sakıncalar kalktı ortadan. Çevre de
daha bir açılmış, genişlemiş galiba. 19 Mart Cağaloğlu, sabahın erkenci
ayazında ne güzel! Sanki o pis, bulaşık yokuş değil! Kaldırımlar serin,
arınmış. Yayınevleri, basımevleri daha yeni yeni giriyorlardı güne.
Ünlüler, sivrilmişler, o dedikoducu, kadınsı erkek kalabalığı yoktu
ortalıkta. Başka yüzler göze çarpıyordu: olağan, sessiz, çalışkan
insanlar. Bankaların hademeleri, kebapçı çırakları, simitçiler,
memurlar, öğrenciler. Adliye’de koridorlar tıklım tıklımdı. Sıra sayısı
çok az. İnsanlar sanki özellikle ayakta tutuluyor. Yerler taş, herkesin
ayakları donuyor. Sanki oraya adım atanların tümü suçlu; öyle
davranılıyor. Görkemli cüppeleri, sallangaçlı küpeleri, sabah karanlığı
sürdükleri mavi göz farlarıyla ortalıkta dolanan avukat hanımlar çay
içmiyorlar, alçalmıyorlar o kadar(!) Duruşma salonlarını.n dışına asılan
listelere, bilen-bilme-yen gözatıyor. Sınav sırasını bekleyen öğrenci
tezcanlılığıyla. Kalmanız kaçınılmaz olan bir sınava bari bir an önce
girmek istiyorsunuz. Ne kadar bekleyece^niz belli değil. Sonra acaba
kimlik kartı isterler mi, söyleyeceklerinize inanacaklar mı, yalan
söylemediğiniz belli mi yüzünüzden? Dahası, ya bir tutarsızlığa
düşerseniz gerçeğin kendisinde sık sık görüldüğü üzre? Tanık
gösterdiğimiz bir avukat -daha önce yalnız bir kere karşılaşmıştık,
yüzünü doğru dürüst çıkaramadım o kargaşada- meğer ne iyi bir okurmuş!
Candan bir edebiyat izleyicisi. Delikanlılığından bu yana ilerici
eylemlere katılmış.
Sessiz, açık, yalın bir adam. Son olayların yazınımıza yeterince
yansımadığından yakındı. Ülkücü, abartılmış, tek boyutlu buluyormuş
yazılanları. Yazmada, sanatsal gerçeği yakalamaya önem veriyor, “hak
etme”ye öncelik tanımıyor. Konuşma sırasında tanıklara bir bakmamı
söyledi. Gerçekten ilginç: sık sık biraraya toplanıp, girdikleri
davaları birbirlerine anlatıyorlar. Kimi zaman, bütün bir gün boyunca,
aynı tanıklar boy gösteriyormuş başka başka davalarda. Yargıçlar da
ezberlemişler, kapıdan çeviriyorlarmış profesyonel tanıkları. Tanıklık
diye bir meslek olabilir mi; düşündük. Herkes tanıklıktan kaçtığına
göre, işiniz düştüğünde can dostunuzu bile tanıklığa çağırırken bunca
tedirginlik çektiğinize göre, bu formaliteyi en kolay nasıl yola
koyabiliriz? Belli bir ücret karşılığında tanıklık mesleğini üstlenenler
çıkar mı? Yani aslında var böyle bir meslek de resmileştirilebilir mi?
Salondan çıkınca, tartışmayı Sirkeci Gaı’ da sürdürdük. Hava tertemiz,
bahar havasıydı. Kısa sürede, bürokrasinin tozunu attık üstümüzden. Onu
dinlerken inançlarım pekişti: bir gün, üç zorbaya kapıyı açmamak, evine
sığınanları korumak adına ölümü göze alabilenler vardı; bir gün halka
kapılarını açmayı görev bilenler vardı. Çığırtkanlık etmeden iş
görenler. Dahası, bir yazarın ne yapmak istediğini kendisinden daha iyi
anlayabilen okurlar vardı.
(Okur, benden iyi tanıyordu beni.) O da 12 Mart döneminde kitaplarını
yakamamış benim gibi. Yiğitlikten değil; sonradan kendini kitaplarını
yakma edimi sırasında yakalamaya, hatırlamaya katlanamayacağı için. Bu
aşağılanmanın yanında cezalar bile sevecen. 20 Mart Tenekeye hanımeli
ektim, toprağı az geldi. Bakalım… Çiçekleri tanımıyorum pek, adlarını
bile doğru dürüst bilmiyorum. Ama açsınlar istiyorum, gözümün önünde
serpilsinler, balkonu sarsınlar. O zaman tanıyabilirim ancak, tanışırız.
Katırtırnağı, ebegümeci, radika, krizantem, ıtırşâhî, süsen, nergis…
Hepsi sevdiğim ama bir bakışta tanıyamadığım otlar, çiçekler. Bakara
gülleri ve karanfil değil, menekşe ve papatya. Hayvanlardan,
kanaryalarla muhabbet kuşları değil, kedilerle atlar
Bir Uyumsuzun Notlari 1