29 Mart 2020

Virginia Woolf " Kadının varlığına katlanamayan zihniyet; elbette onun yaratmasına, okumasına, düşünmesine de karşıdır."




Maksim Gorki - Yol Arkadaşım

yol arkadaşım MAKSİM GORKİ - YouTube
1
Ona Odesa limanında rasladım. Tıknaz, sağlam yapılı bedeni, biçimli bir sakalla çevrelenmiş Doğulu yüzüyle üç gün dikkatimi çekip durdu. İkide bir gözüme çarpıyordu. Bastonunun sapını emerek saatlerce rıhtımın granitleri üstünde durduğunu; kara, badem gözleriyle üzgün üzgün limanın kirli sularını seyrettiğini görüyordum. Günde belki on kez salına salına geçip giderdi önümden. Kimdi o? Uzaktan gözetlemeye başladım. O da sanki beni büsbütün ayartmak için, gittikçe daha sık çıkıyordu karşıma. Öyle ki; kareli, parlak bir kumaştan yapılmış şık elbisesini, kara şapkasını, tembel yürüyüşünü, can sıkıcı, alık bakışlarını ne kadar uzaktan olursa olsun bir görüşte tanımaya başlamıştım artık. Vapur ve lokomotif düdüklerinin, zincir şakırtılarının, işçilerin bağırıp çağırmalarının birbirine karıştığı; insanı serseme çeviren, kudurmuşçasına sinirli bir kalabalığın kaynaştığı bu limanda onun varlığına bir anlam veremiyordum. İnsanlar kaygılı ve yorgundu. Kan ter içinde sağa sola koşuyor, bağrışıyor, küfürleşiyorlardı. Bu ölesiye mahzun yüzlü tuhaf adam ise, kendisinden başka hiçbir şey umurunda değilmişçesine, çalışan insanların arasında tembel tembel gezinip duruyordu. Dördüncü gün öğle yemeği sırasında ansızın yine gözüme çarptı. Artık bir yolunu bulup onun kim olduğunu öğrenmeye karar verdim. Yakında bir yere oturup ekmekle karpuz yerken gözlerimi ondan ayırmıyor, laf açmak için uygun bir fırsat kolluyordum. O, çay sandıklarına yaslanmış, kaygısız gözlerle çevreye bakınıyor; parmaklarını flavta çalar gibi bastonunun üzerinde dolaştırıyordu. Benim gibi sırtında bir yük semeri, kömür taşımaktan kapkara kesilmiş, paçavralar içinde bir adamın, bir züppeyle lafa girmesi kolay değildi. Fakat birdenbire, onun da gözlerini hiç ayırmadan bana baktığını fark edip irkildim. Sevimsiz, arsız, hayvanca bir ışıltı vardı bu gözlerde . Günlerdir ilgimi çeken adamın aç olduğunu anladım, dört bir yana şöyle bir baktıktan sonra, usulca: Yemek istermisiniz? diye sordum. Titredi. Sağlam, beyaz dişlerini aç bir kurt gibi göstererek kuşkuyla çevresine bakındı. Kimsenin bizimle ilgilendiği yoktu. O zaman ona bir parça buğday ekmeğiyle karpuzun yarısını uzattım. Onları elimden kaparcasına almasıyla gidip sandık yığınlarının arasına oturması bir oldu. Arada bir başını görüyordum. Şapkası ensesine kaykılmış; esmer, terli alnı ortaya çıkmıştı. Yüzü geniş bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. Yiyeceğini hırsla atıştırırken nedense arada bir göz kırpıyordu bana. Biraz beklemesini işaret edip et almaya gittim; getirip verdim; züppeyi yabancı bakışlardan iyice gizleyecek biçimde sandıkla rın yanında durdum. O zamana kadar önünden yiyeceğini kapacaklarmış gibi çevresini yırtıcı bakışlarla süzerek lokmalarını çiğnemeden yutarken, şimdi biraz yatışmıştı. Fakat yine öyle bir hırsla ve çabuklukla at ıştırıyordu ki, bu aç adama bakmayı içim götürmediğinden sırtımı döndüm ona.

Teşekkür! Çok teşekkür! Tutup omuzlarımı sarstı. Elimi yakalayıp sıktı, hızlı hızlı salladı. Beş dakika içinde de hikâyesini anlatıvermişti. Gürcü prensi Şakro Ptadze'ymiş bu. Kutayisli zengin bir derebeyinin tek oğluymuş. Transkafkasya istas yonlarının birinde memur olarak çalışıyor, bir arkadaşıyla oturuyormuş. Bu arkadaş günün birinde Prens Şakro'nun paraları ve değerli eşyalarıyla birlikte gözden kaybolmuş. Prens de onun peşine düşmüş. Nasılsa Batum'a bilet aldığını öğrenip o da doğru oraya gitmiş. Fakat Batum'a varınca arkadaşın Odesa'ya gittiğini anlaşılmış. Prens Şakro burada Vano Svanidze adında, (yine yaşıtı ve arkadaşı olan, fakat kendisine benzemeyen) bir berberin pasaportunu alarak Odesa'nın yolunu tutmuş. Odesa polisine hırsızlığı haber vermiş. Ona hırsızı bulacaklarını söz vermişler. İşte iki haftadır bekliyormuş. Bu arada parası tükenmiş, ağzına da iki gündür bir lokma yiyecek girmemiş. İçine küfürler karıştırdığı hikâyesini dinlerken ona bakıyor, anlattıklarına inanıyordum. Acımıştım bu çocuğa. (Yirmi yaşında gösteriyordu ya, saflığına bakarak insan daha da küçük olduğunu düşünebilirdi.) Hırsız arkadaşa nasıl da inandığı aklına geldikçe öfkeleniyor; çalınan eşyalar bulunmazsa, çok sert bir adam olan babasının onu hiç kuşkusuz "hançeriyle kıtır kıtır keseceğini" söylüyordu. Bu çocuğa yardım etmezsem açgözlü kentin onu yutacağını düşünüyordum. Serseriler sınıfını kalabalıklaştıran olayların kimi zaman ne kadar önemsiz şeyler olduğunu biliyordum çünkü. Prens Şakro'nun, saygıdeğer olduğu halde saygı görmeyen bu toplumsal tabakaya düşmek için bütün şanslara sahip olduğu da açıkça görülüyordu. İçimde ona yardım etmek isteği uyandı. Gidip emniyet amirliğinden bir pasaport çıkarmasını önerdiğimde şaşaladı; gitmeyeceğini söyledi. Neden? Meğer kaldığı odanın parasını ödememiş. Üstelik parayı istemeye geldiklerinde adamın birini yumruklamış. Bu yüzden saklanıyormuş şimdi; ödemediği parayla attığı yumruklar için de polisin kendisine teşekkür etmeyeceğini pekâlâ biliyormuş. Sonra attığı yumrukların sayısı da tam olarak aklında değilmiş doğrusu... Durum gittikçe karışıyordu. Çalışıp onu Batum'a götürecek kadar para kazanmaya karar verdim. Fakat, ne yazık ki uzun süreceğe benziyordu bu iş. Çünkü aç kalan Şakro bir oturuşta üç kişilik, hatta daha çok yemeği silip süpürüyordu. "Açların" akını yüzünden limanda gündelikler çok düşüktü o sırada. Seksen kapiklik kazancımın altmış kapiği ikimizin yiyeceğine ancak yetiyordu. Zaten prensle karşılaşmadan öncede Kırım'a gitmek istediğimden , Odesa'da uzun süre kalmak niyetinde değildim. Bunun için prense, yürüyerek yola çıkmayı önerdim. Yanına bir yol arkadaşı bulamazsam Tiflis'e kadar kendim götürecektim onu. Bulursam ayrılacaktık. Prens ince potinlerine, şapkasına, pantolonuna baktı; ceketiyle oynadı; düşündü, taşındı; birkaç kez içini çekti, sonunda razı oldu. Böylece, Odesa'dan Tiftis'e doğru yola koyulduk.

YOL ARKADAŞIM Maksim GORKI

 

Çukurova Çeşitlemesi - Adnan Yücel

DERSİM COĞRAFYA
Her özlemi yağmurla başlatan bu yerde
Kuş ağzında uçan bir şarkıdır mevsimler
Ey imge pınarı dokun bu yerlere
İşte yağmur öncesi gökte pamuk tarlaları
Yerde bulutlar küme küme gezinirler
Dokun ki dile gelsin
Bir nehrin sesine denk çoğalan renkler
Dokun ki bir yılı çoktan geçti
Koynumda Toros kokuyor artık sevgiler
Bir topak bulutla inmişim yüreğine
Kurumuş dallardan sonra yeşil-yemyeşil
Kar suskunluğundan sonra sıcak-sımsıcak
Duygudan yana çırılçıplak ve ak
Zakkum nehirlerini izleyip koklayarak
Çakılıp kalmışım göğsüne
Renklerinin okyanusunda boğularak

Victor Emil Frankl "Yaşamda anlam bulmanın bir diğer yolu, olanca eşsizliğiyle bir insanı yaşamak yani onu sevmektir."


Viktor E. Frankl

Frankl’a göre hayattaki anlamı üç farklı şekilde keşfedebiliriz:

1. Bir iş yaparak veya bir iş yaratarak: Toplama kamplarında hayatta kalan insanlara bakarsak bazılarının yarım kalmış eserlerinin olduğunu görürüz. Frankl’da bunlardan birisi ve yarım kalmış eserleri tamamlama inancı bu insanları hayatta tutabilmiştir. İnsan olarak kendimiz bir eser üretmeye veya bir konu üzerinde çalışmaya başladığımız zaman hayatımızı nispeten anlamlandırmış ve buna bağlı olarak mutlu olmuş oluruz.

2. Bir kişi ile karşılaşarak ya da etkileşimde bulunarak: Bu madde bir insana duyulan sevgi anlamına geliyor. Frankl kampta zorlu şartlar altında işkence ve açlık altında çalıştırılırken hayata karısının hayali ve ona karşı duyduğu yoğun sevgi sayesinde tutunmuştur. Bu şunu gösteriyor bir kişiye duyulan sevgi onun fiziksel varlığından bağımsızdır ve sadece hayali bile kişiyi en umutsuz anlarda mutlu edebilir.

3. Kaçınılmaz olan acıya karşı bir tavır geliştirerek: Kişisel acılarımızı yok saymadan onları anlamlandırarak hayatımıza devam etmemiz gerektiğini söyler. Acılarımız bize özeldir ve kimse bu acıyı bizim kadar hissedemez. Biz eğer bu acıları anlamlandırarak başarıya ulaşırsak, acı sadece mutluluğumuzun bir yan ürünü olarak kalır.

 

İkinci  defa  yaşıyormuşçasına  ve  ilk  kez  şimdi  yapmak  üzere olduğunuz gibi hatalı hareket etmişçesine yaşayın! Bu algı kişiyi, yaşamın sınırlı oluşuyla olduğu kadar, hem kendi yaşamıyla hem de kendisiyle ne yapacağının belirleyiciliğiyle karşı karşıya getirir.

Olgun insan için eşi „nesne‟ değildir; o,eşini daha çok başka bir özne, başka bir insan olarak değerlendirir. Onu, insan oluşuyla görür ve onu gerçekten  seviyorsa,eşinde  başka  bir  insanı  bile  görür.  Yani  onda, onun eşsizliğini görür. Bu eşsizlik, insanın kişiselliğini oluşturur ve bir insanın  başka  bir  insanı  bu  şekilde  yakalamasını  sağlayan  şey  de sadece sevgidir.

Yaşamının anlamsız olduğunu düşünen bir kişi sadece mutsuz değildir; aynı zamanda güçlükle yaşamaktadır...Albert Einstein

Bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. Hiçbir kimse sevmediği sürece bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. Sevgisi yoluyla insan, sevilen kişideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma gelir ve buna ek olarak gerçekleşmemiş olan ve ancak gerçekleştirilmesi gereken potansiyelleri görür. Kişi, sevdiği insanın ne olabileceğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak potansiyellerini gerçekleştirmesini sağlar (Frankl, 1992)
 

 “Acılar, sadece gelişiyorsan bir anlam taşır.”

 “Yaşanmış olan güzel şeyler artık var olmasalar bile sonsuza kadar sizindir, o yaşanmışlığı kimse sizden alamaz.”

 “İnsan kendisi için karar verir. Bu yüzden eğitimin amacı karar verme yeteneğini geliştirmek olmalıdır.”

 “İnsanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır.”

 “Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok ötesine geçer. Sevgi en derin anlamını, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulur. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkar.”

 “Yaşamak acı çekmektir. Yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktır. Eğer yaşamda bir amaç varsa, acıda ve ölümde de bir amaç olmalıdır. Ama hiç kimse bir başkasına bu amacın ne olduğunu söyleyemez. Herkes bunu kendi başına bulmak ve bulduğu yanıtın öngördüğü sorumluluğu üstlenmek zorundadır.”

 “Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir.”

 “Hiçbir insan ve hiçbir kader, bir başka insanla ya da kaderle kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrarlamaz ve her bir durum farklı bir tepki gerektirir.”

 “İnsanın temel uğraşı haz almak ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamında bir anlam bulmaktır.”

 “Başarıyı amaçlamayın. Bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. Çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı.”

 “İkinci kez yaşıyormuşsun ve ilkinde yanlış davranmışsın gibi yaşa.”

 “Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz.”

 “Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışa vurur. İnsanlığın, bunaltı ve can sıkıntısından oluşan iki uç arasında sonsuza kadar mekik dokumaya mahkûm olduğunu söyleyen Schopenhauer’i anlayabiliriz.”

 “Kişi hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar gerçekleştirir. Kendini gerçekleştirme denilen şey, hiç de ulaşılabilir bir şey değildir. Bunun da basit bir nedeni vardır: Kişi buna ulaşmak için ne kadar çok uğraşırsa, bunu o kadar çok kaçıracaktır. Başka bir deyişle, kendini gerçekleştirme, sadece kendini aşmanın bir yan ürünü olarak olasıdır.”

 

Baruch Spinoza “İnsanın gerçekleştirebileceği en yüksek eylem anlamak için öğrenmektir, çünkü anlamak özgür olmaktır.”