02 Mart 2021

Georg Simmel - Bireysellik ve Kültür

Toplum Nasıl Mümkündür?   

Kant, felsefesinin temel sorunu olan “doğa nasıl mümkündür?” sorusuna cevap vermiştir. Çünkü onun için doğa, doğanın temsilinden başka bir şey değildir. Bu, sadece bilincimizin içeriği olduğu için şimdiye kadar üzerinde durduğumuz doğanın “dünya beni temsil eden bir şey” olduğu anlamına gelmez, fakat bizim doğa diye bildiğimiz şeyin aslında zekâmızın birleştirdiği, düzenlediği ve biçimlendirdiği algılar şeklinde özel bir işlem olduğu anlamına da gelir. Bilincimizin öznel deneyiminin rastlantısal dizilimde var olan renk, tat, ahenk, sıcaklık, direnç ve koku algıları kendi başlarına henüz doğa değillerdir, fakat onları nesneler, nesne serileri, maddeler, simgeler ve nedensel uyumluluklar haline getirip toparlayan akıl etkinliği sayesinde doğa haline gelirler. Dünya öğeleri bize hazır bir şekilde verilmiş olduğundan, Kant’a göre bunlar arasında kendi başına akıllı ve düzenli bir doğa birliği yapacak uyum yoktur veya daha çok uyumsuz ve düzensiz bir şekilde ortaya çıkan dünya kırıntılarındaki varlık-doğayı doğru bir şekilde belirtirler. Böylece, Kantçı dünya resmi en özgün düşünce içerisinde büyümektedir. Algı-izlenimlerimiz psiko-fiziksel organizasyona bağımlı olduklarından, tamamen sübjektiftirler. Bu, diğer varlıklarda farklı şekilde olabilse de bizim zekâ formlarımız tarafından ele alınmaları nedeniyle nesneler haline gelmekte, sabit düzenlilikler ve doğanın uyumlu bir resmi şekline dönüştürülmektedirler. Fakat, diğer taraftan, bu algılar gerçek verilmişşeylerdir; bizlerden bağımsız bir varlığın güvencesi ve dünyanın değiştirilemeyen birikimli içeriğidirler. Bu nedenle, şimdi aynı şeyin nesneleri, uyumlar ve düzenlilikler olarak bu çok akıllı biçimlenmeleri, bizim dışsal varlıktan aldığımız şeye karşıt olarak, gene bizler tarafından ilgili duruma ulaştırıldıkları için sübjektif görünürler. Örneğin, bu biçimlenmeler kendi içlerinde değiştirilemeyen, farklı bir içerikle farklıbir algı madde doğayı kurgulamış aklın kendi işlevleri olarak belirirler. Doğa, Kant için bizlerin kavrayış kategorilerinde büyüyen bir resim gibi kesin bir kavrayış tarzıdır. O zaman, “doğa nasıl mümkündür?”, örneğin, “doğanın hazır bulunmuşluğu için gerekli şartlar nelerdir?” sorunu Kant tarafından zekâmızın temelini oluşturan ve onunla doğayı varlık haline getiren biçimlerin keşfi yoluyla çözümlenir.

Öncelikle,   toplumun   mümkünlüğü   temelindeki   önsel   şartlar sorununun  benzer  bir  biçimde  işlenebileceği  önerilmiştir.  Burada  da,  algılar örneğindeki gibi, belirli bir anlayış içerisinde kendi farklılıklarında barınan bireysel elementler hazır durumdadırlar ve diğer belli biçimlerle, belli kanunlara uygun şekilde bir kaç elementin bireysel varlığını ilişkiye sokan  bilincin  bir  işlemiyle,  bir  toplumsal  birliğe  kendi  sentezlerini  çekerler.  Buna  rağmen,  bir  toplumun  birliği  ve  doğa  arasında  belirleyici  farklılık şudur: Doğa, -Kantçı duruşa göre burada önceden varsayılmıştır- düşünen özne, yani akıl içerisinde vücut bulur; özellikle kendi aralarında birbirlerine   bağlantılı   olmayan   algı   materyalleri   üzerindeki   bu   akıl tarafından   üretilir.   Buna   karşılık,   toplumsal   birlik   fazla   bir   aracıolmaksızın   ve   bir   gözlemciye   gerek   duyulmadan   kendi   elementleri   vasıtasıyla anlaşılır. Çünkü, bu elementler zaten bilinçli ve sentetik olarak aktiftirler.   “Bağlantı   asla   nesnelerin   doğasında   olamaz,   ancak   akıl tarafından   oluşturulur”   Kantçı   teoremi,   nesneleri   içerisinde   hemen   anlaşılan   toplumsal   bağlantı   kapsamında   doğru   değildir   –   bireyler   örneğinde  olduğu  gibi.  Dahası,  sentez  olarak  bu  toplumsal  bağlantı tamamen   fiziksel   olarak   kalır   ve   yapılarla,   onların   reaksiyonlarıyla benzerlik  göstermez.  Fakat,  toplumsal  örnek  içinde  birleştirmek,  kendi  elementleri  dışında  hiç  bir  faktöre  gereksinme  duymaz.  Çünkü,  bunların her biri “yabancı” dikkate alındığında gözlemcinin sağladığı fizik enerjisi fonksiyonunu  üstlenir.  Diğerleriyle  birlik  oluşturma  bilinci,  toplumsallık örneğinde  sorgulanan  yegane  birliktir.  Bu,  şüphesiz  bir  yönüyle  birlik  kavramının soyut bilinci değil, sayısız tekil ilişkiler ve başkası tarafından belirlemeyi  ve  belirlenmeyi  bilme,  hissetme  anlamına  gelirken,  diğer taraftan    ele  alınan  bireyler  arasında,  yani  özel  elementler  arasında  yer  alan gözlemci üçüncü şahısların kendilerinin temel özelliği olan sentezci eylemlerini  bir  şekilde  dışlamaktadır.  Birlik  olarak  algılanan,  dışardan gözlemlenebilen varlığın alanı ne olursa olsun, tamamlanma  sadece onun doğrudan  ve  katı  içeriği  yoluyla  değil,  aklın  kategorileri  ve  algılayıcı gereksinimlerince  de  belirlenir.  Buna  rağmen  toplum,  bünyesinde  yer  almayan gözlemciye ihtiyacı olmayan nesnel bir birliktir.

Doğadaki  nesneler  bireylere  oranla,  birbirlerinden  daha  fazla  kopukturlar.  Her  bir  varlığın  başkasıyla  paylaşamayacağı  bir  yer  işgal ettiği  dış  dünyada,  bir  insanın  diğeriyle  anlayış,  sevgi  ve  ortak  çalışma temelinde  oluşturduğu  birlikteliğe  benzer  bir  şey  yoktur.  Diğer  taraftan,  uzamsal  varoluşun  parçaları  gözlemcinin  bilincinde  bir  birliktelik  haline  geçerler  ki,  bu  asla  bireyler  topluluğunun  elde  edemeyeceği  bir  şeydir. Toplumsal  sentezin  nesnelerinin  bağımsız  varlıklar,  psişik  merkezler  ve  bireysel   birleşmeler   olduğu   gerçeği   düşünüldüğünde,   onlar,   ruhsuz   şeylerin  bencilsizliğini  üretmek  için  başka  bir  insanın  ruhunda  mutlak  birleşmeye karşı direnirler. Böylece, bir insan topluluğu çok daha ideal ve yüksek  bir  anlayış  çerçevesinde  gerçekten  bir  birlikteliktir,  ama  bir  odanın  mobilyalarını  oluşturan  masalar,  sandalyeler,  sofa,  halı  ve  ayna,  bir  manzarayı  oluşturan  nehir,  ağaçlar  ve  ev  veya  bir  resmi  oluşturan çizim söz konusu olduğunda, bu birlikteliğin seviyesi daha düşüktür.

Toplum, dışsal  dünya  için  doğru  olduğu  düşünülenden  daha  farklıdır.  Örneğin,  toplum  bilinç  etkinliği  üzerine  yerleştirilmiştir.  Başka birisinin  benim  için  sahip  olduğu  ve  benim  de  sahip  olduğum  aynı gerçeklik,  maddesel  şeyden  çok  daha  farklıdır.  Buna  rağmen  Kant,  uzaydaki   nesnelerin   benim   kendi   varlığımla   aynı   kesinlikte   olduğu konusunda ısrar etmektedir. Bu son örnekte, benim varlığımla kastedilen şey  sadece  benim  öznel  hayatımın  belirli  içerikleridir.  Genel  olarak,  temsilin temeli için varolan egonun hissedişi, maddesel dışsallığın temsil edemeyeceği   derecede   mutlak   ve   sarsılmazdır.   Fakat,   bu   kesinlik,   açıklanabilir   olsun   olmasın,   belirli   bir   insanın   da   gerçeğidir   ve   bu   kesinliğin nedeni ya da sonucu olarak biz belirli birini kendi temsilimizin bağımsız  bir  şeyi  olarak  hissederiz,  yani  kendi  varlığımızda  olduğu şekliyle  sadece  kendisi  için  var  olan  bir  şey  gibi.  Diğerinin  kendisi  için  varlığı  gene  de  bizim  onu  kendi  temsilimiz  içine  almamızı  engellemez.  Kendi  temsilimizde  çözümlenemeyen  bu  durum,  gene  de  olumlu  hale  gelir    ve    böylece    bizim    temsilimizin    bir    ürünü    olur    ki,    bu    toplumsallaşmanın en derin psikolojik-epistemolojik kalıbı ve sorunudur. Kendi   bilincimiz   dahilinde   bizler   doğru   bir   şekilde   egonun   temeli   (içeriklerinin  asla  tamamıyla  bastırılamayan  problematikleri  içinde  bir  yeri  olmayan  tüm  temsilin  bir  ön  varsayımı)  ile  bu  içerikler  arasındaki ayrımın farkındayızdır. Abartılı bir şekilde bunlar her zaman  kendilerini, gidişleri ve gelişleriyle, sorgulanabilirlikleri ve yanılabilirlikleriyle bizim psişik  varlığımızın  en  son  enerji  ve  oluşumunun  saf  bir  ürünü  olarak  sergilemektedirler. Son tahlilde, o bireyi temsil etmek zorunda olmamıza rağmen  bizler  mutlaka  diğer  bireye  bu  koşulları  ya  da  daha  çok  kendi  egomuzun koşullarının bağımsızlığını götürmeliyiz. Bu diğer birey bizim için  kendi  içeriklerinden  ayrı  bir  şekilde  sahip  olduğumuz  gerçeğin  en  son  derecesine  sahiptir.  Bizler  bu  durumun  hem  kendi  içerikleriyle  hem  de  diğer  bireyle  aynışekilde  olduğuna  eminizdir.  Bu  şartlar  altında, “toplum    nasıl    mümkündür?”    sorusu    “doğa    nasıl    mümkündür?”    sorusundan tamamen farklı bir metodolojik içeriğe sahiptir. Sonuncu soru aklın varolan elementleri sentezleyerek doğa haline çevirdiği kavramanın formları  vasıtasıyla  cevaplanırken,  ilk  soru,  kendilerini  sentez  toplum  şeklinde  birleştiren  elementlerin  içerisinde  hazır  olarak  bulunan  koşullar tarafından   cevaplanmaktadır.   Bu   yazının   bütün   içeriği,   bu   soruyu   cevaplamak  için  hazırlanmış  bir  materyal  olarak  değerlendirilebilir.  Bu  yazı,  bireylerde  son  tahlilde  ortaya  çıkan  ve  onların  toplum  olarak  var  olmasına   olanak   sağlayan   süreçleri   araştırmaktadır.   Bu   süreçler,   bu   sonucun  geçici  önkoşulları  olarak  görülmemekte,  sadece  kapsamlı  bir  şekilde  toplum  dediğimiz  sentezin  kısmi  işlemleri  olmaktadırlar.  Fakat,  bu  soru  gene  de  mutlaka  esaslı  bir  anlayış  içerisinde  ele  alınmalıdır. Sentetik  birlikteliği  başarma  işlevinin  doğa  söz  konusu  ise  gözlemci  akılda,   toplum   söz   konusu   ise   toplumsal   elementlerin   kendisinde   olduğunu  söylemiştim.  Toplumu  meydana  getirme  bilinci,  kesin  olmasa  da soyut olarak bireyin kendisinde zaten mevcuttur. Diğerinin kendisi ile ilişkili   olduğunu   bilme   ve   bu   karmaşıklığı   toplum   olarak   tanıma, genellikle  belirli  somut  içerikler  çerçevesinde  ortaya  çıkmasına  rağmen, herkes   her   zaman   bilir   ki,   diğerleri   kendisiyle   bağlantılıdır.   Bizler   gerçekten  de  ender  ve  geç  soyutlamalar  hariç,  somut  bir  içeriği  bir  diğeriyle  düzenleyerek  ve  birliktelik  hakkında  ayrı  bir  bilince  sahip  olmadan  bilinç  işlemleri  içerisinde  hareket  ederiz.    Şimdi  soru  şudur: Evrensel  ve  a  priori  olarak  işin  temelinde  ne  yatmaktadır;  bireysel  bilinçteki    somut    süreçlerin    aslında    toplumsallaşmanın    işlemleri olabilmesi  için  hangi  ön  tahminler  işlevsel  olmalıdır;  hangi  elementler,  bireylerin   toplumsal   birlikteliği   oluşturmasını  açıklamayı   mümkün   kılacak şekilde içerilmiştir? Sosyolojik a prioriler doğayı  mümkün  kılan şeyler  gibi  aynı  çifte  öneme  sahip  olacaklardır,  bir  yandan  az  çok  tamamıyla  toplumsallaşmanın  gerçek  işlemlerini  fiziksel  görünümlerin  fonksiyonları  veya  enerjileri  olarak  belirleyecekler;  diğer  yandan  ise  -mükemmel   olduğu   asla   anlaşılmamış   olmasına   rağmen-   mükemmel   toplumun ideal mantıksal ön tahminleri olacaklardır. Buradaki benzerlik, neden-sonuç  ilişkisi  kanununu  kullanmaktır.  Bir  yönüyle  bu  kullanma,  gerçek  kavrama  işlemleri  içerisinde  yaşar  ve  çalışır.  Diğer  taraftan  ise  tamamlanmış  kavramaların  ideal  sistemi  olarak  “gerçeklik”  formunu  meydana   getirir.   Bunu   yaparken      gerçeğin   geçici   ve   göreli   olarak   rastlantısal  dinamik  tarafından  anlaşılıp  anlaşılmadığına  dikkat  etmez  ve  ideal  gerçeğe  olan  bilinç  içerisindeki  gerçeğin  büyük  ya  da  küçük  çaplı tahminlerini göz ardı eder.

Bu    durum,    toplumsallaşma    işleminin    epistemolojik    olup    olmadığını  araştıran  koşulların  sadece  basit  bir  sorunudur.  Çünkü  bu  koşullardan  yükselen  ve  kendi  formları  içerisinde  normları  olan  yapı, algılamalar  değil,  gerçek  durumların  pratik  işlemleridir.  Gene  de  şu  an  benim  aklımda  olan  ve  mutlaka  toplumsallaşma  genel  kavramı  olarak kendi şartlarınca  test  edilmesi  gereken  şey,  bir  şekilde  epistemolojiktir,  yani ortaklığın ya da toplumsallaşıyor olmanın bilincidir. Bu, belki de en iyi, tanımaktan çok biliyor olma şeklinde tanımlanabilir. Bu örnekte akıl, birdenbire   gittikçe   teorikleşen   bir   nesneyle   yüz   yüze   gelmez,   fakat   toplumsallaşma  bilinci  onun  bir  aracı  veya  içsel  önemi  oluverir.  Burada  sorunun    özü,    bireyi    diğerleriyle    ilişkilendiren    karşılıklı    etkileşim işlemleridir.  Yani  gerçek,  soyutlama  içerisinde  bireye  görünmez  fakat  soyut   anlatımları   gerçekleştirme   yeteneğindedir.  Söylemek  gerekirse,  bilincin ortaya çıkabilmesi için temelde hangi formlar bulunmalıdır? veya hangi  özgün  kategorileri  getirmeliyiz?  ve  ortaya  çıkan  bilincin  (örneğin, bilen  gerçek  olarak  toplum)  üstlenmesi  gereken  sonuçlar  nelerdir?  Biz  bunu  toplumun  epistemolojik  teorisi  olarak  anlamlandırabiliriz.  Bunu  izleyen şey,  toplumsallaşmanın  belirli  formları  ve a  priori  olarak  etkili    koşullarının bir taslağını yapmaya çalışmamdır.  Bunlar  kesinlikle  Kantçı kategoriler  gibi  tek  bir  kelime  ile  adlandırılamazlar.  Dahası,  ben  onlarısadece araştırma metodunun örnekleri olarak göstermekteyim.

1- Bir insanın başka birisinden bireysel ilişkiyle edindiği manzara basit  bir  şekilde  eksik  deneyim,  bozuk  görüş  ve  sempatik  veya  antipatik  olmayan belirli çarpıklıklarla (distorsiyonlarla) belirlenir; bunlar daha çok gerçek  nesnenin  yapısındaki  ilkede  bulunan  değişikliklerdir.  Başlangıç olarak  bunlar  iki  boyutludur.  Birinci  boyutta,  bizler  diğerini  bir  nebze  genelleştirilmiş  olarak  görürüz.  Bunun  nedeni  belki  de,  onun  bizim  bireyselliğimizden farklı bir bireyselliği bizde temsil etmesini sağlayacak şekilde tamamen kontrolümüzde olmamasıdır. Her bir bireysel yapılanma buna  benzerliği  ile  belirlenir  ve  her  ne  kadar  bu  fiziksel  algılamanın biricik şartı  olduğu  anlamına  gelmese  de  (bir  yanıyla  benzersizlik  aynı zamanda  perspektif  ve  nesnellik  kazanmak  için  gerekli  gibi  görünürken,  diğer  yandan  kendisini  varlığın  benzerlik  ve  benzersizliği  üzerinde  tutan  entellektüel  bir  kapasiteye  de  ihtiyaç  duyulmaktadır)  tam  kavrayış  asla  komple  bir  benzeyişi  baştan  farz  edemez.  Öyle  görünüyor  ki,  her  insan  kendi     içerisinde     kişiliği     farklı     bir     başkası     tarafından     asla     kopyalanamayacak    bir    en    derin    kişilik    çekirdeğine    sahiptir.    Bu    gerekliliğin,   diğerinin   temsilini   mümkünleştiren   uzaklık   ve   objektif   yargıyla  mantıksal  olarak  uyumsuz  olduğu  basit  bir  gerçek  ile  (diğerinin kişiliğinin   tüm   bilgisi   bizden   uzaktır)   kanıtlanabilir   ve   insanların diğerleriyle  olan    bütün  iç  ilişkileri  bu  noksanlığın  değişen  dereceleri  tarafından   sınırlandırılmıştır.   Nedeni   ne   olursa   olsun,   bunun   bütün   olaylardaki     sonucu,     diğer     insanın     fiziksel     görünümünün     bir     genellemesidir.  Bu,  fiziksel  görünümün  tekliğine  diğerleriyle  ilişkiyi ekleyen  sınırların erimesi demektir. Bizler, ona olan pratik davranışımız üzerindeki  özel  ilgimizle,  her  insanın  kişiliğinin  ait  olduğu  bir  insan  tipi olduğunu  farz  ederiz.  Her  insanı,  tekliğinin  yanı sıra,  onu  tamamen  kapsamayan  ve  o  kişi  tarafından  da  kapsanamayan  evrensel  bir  kategori  altında  düşünürüz.  Bu  sonuncu  durum,  evrensel  görüş  ile  belirli  dar  kapsamlı  bir  görüş  arasındaki  farka  vurgu  yapmaktadır.  Bir  insanı  saf  bireyselliği  içinde  fark  etmeyiz.  Tam  tersine,  onu  içine  yerleştirdiğimiz genel tip tarafından taşınan, övülen veya alçaltılan biri olarak görürüz. Bu dönüşüm onu hemen fark etmemizi engelleyecek kadar az olduğu zaman bile   ve   hatta   karakterin   bütün   alışılmış   önemli   kavramları   ahlâklı ahlâksız,  özgür  özgür-olmayan,  hükmeden  hükmedilen  vb.  gibi  bizi  bu  konuda başarısız yapsa bile, bizler gene de kendi zihinlerimizde o insanıkendi  saf  kişiliği  tam  olarak  uymasa  bile  ismi  konulmamış  bir  tipe  göre  tanımlarız.

Dahası,  bu  bir  basamak  daha  aşağıya  yönlendirir.  Bir  kişiliğin tam  olarak  tekliğinden  oluşturduğumuz  manzara,  o  tipin  gerçekliğiyle tam olarak uyuşmaz ve ayrıca  genel bir tip de değildir. Bu daha çok, bir insan  her  insandaki  muhtemel  iyi  veya  kötü  yönleri  fark  etmiş  olsa  ve  gerçekten  kendisi  olabilse  sunabileceği  bir  manzaradır.  Bizler  hepimiz  sadece  kendimizin  değil,  fakat  evrensel  insanın  da  parçalarıyız.  Bizler  insan  tipinin  basit  anlamda  iyi,  kötü  vb.  şeklinde  başlangıcı  değil,  fakat  onların  prensipte  çok  da  uzağında  olmayan  ideal  çizgilerle  çizilmiş  gibi  bizlerin  anlaşılabilir  gerçekliğini  kuşatan  kişilik  ve  tekliğimiz  olarak  isimlendirilen şeylerin   başlangıcındayız.   Buna   rağmen,   komşumuzun vizyonu       bu       parçayı       asla       tamamlanamayacağımız       veya       tümleşemeyeceğimiz   bir   büyüklüğe   ulaştırır.   O   (komşu),   parçaları gerçekte  oldukları şekliyle  yan  yana  basit  bir  şekilde  göremez,  fakat  bilincinde   bile   olamayacağımız şekilde   gözlerimizdeki   kör   noktaya   alışkanlığımız   yüzünden   bu   şekilde   davranarak   bu   parçalardan   bir   kişiliğin tamamını kurgularız. Hayatın pratiği çok ama çok fazla inatçıdır ki,  bu  çerçevede  biz  bir  insanla  ilgili  ampirik  bilgilerimiz  olan  gerçek  ayrıntılardan  hareketle,  o  insana  ilişkin  bir  resim  oluştururuz.  Fakat  bu  pratik,  eldeki  parçaların  bir  tipin  genelliği  ve  ideal  kişiliğin  tümlüğü şeklinde   yeniden   yapılanması   üzerinde   değişiklikler   ve   eklemeler   üzerinde yatmaktadır.

Prensipte             denenmiş  olan  bu  işlem,  gerçekte  çok  nadir  olarak  tümleşikliğe   götürülmüş   olmasına   rağmen,   sadece,   bireyler   arasında gelişen daha birçok reaksiyonların a priorisi olarak hali hazırdaki toplum içerisinde   cereyan   etmektedir.   Herhangi   bir   çıkar   birliğine   ait   bir   topluluğa  sahip  bir  sınıf  içerisinde  her  üye  tamamen  ampirik  olmayan,  fakat bu sınıfın üyelerine empoze etmiş olduğu bir önkoşul temelinde bir diğerinin  iyiliği  için  çalışır.  Memurlar,  kilise  üyeleri,  subaylar,  bilim adamları   ve   aile   üyeleri   çevrelerinde   her   üye   diğerini   bu   önkoşul çerçevesinde  kendi  grubuna  ait  birisi  olarak  değerlendirir.  Hayatın  ortak  temelinden  belirli  varsayımlar  ortaya  çıkar  ve  insanlar  diğerlerini  bu  varsayımlarla  bir  örtünün  arkasından  bakıyorlarmış  gibi  değerlendirirler. Bu  örtü  kesinlikle  basit  bir  şekilde  bireyin  özelliğini  gizlemez,  fakat  örtünün    gerçekliği  birleşik  resim  haline  doğru  olan  bu  tipik  dönüşüm içerisinde  eridiğinden  bu  kişiliğe  yeni  bir  biçim  verir.  Diğerini  basit  bir  şekilde bir birey olarak değil bir meslektaş, bir yoldaş, aynı partiden biri, aynı dünyayı paylaşan insanlardan birisi olarak görürüz ve bu kaçınılmaz otomatik  işlevsel  ön  varsayım,  diğerinin  gerçeğinin  ve  kişiliğinin  onun  toplumsallığının  gerekli  gördüğü  biçim  ve  kalitede  bir  başkasında  temsil  edilebilmesinin araçlarından birisidir.

Aynı şey,  belirgin  bir  şekilde  farklı  grupların  üyeleri  arasındaki ilişkiler  için  de  geçerlidir.  Bir  subayla  arkadaş  olan  normal  bir  vatandaş, hiç   bir   zaman   o   kişinin   bir   subay   olduğu   düşüncesinden   kendisini   soyutlayamaz. Ve subay olarak bu kişi belirli bir kişiliğe ait olabilse dahi, bu,  diğer  bireyi  temsilde  onun  görüntüsünün  ön  yargılandığı şematik  bir  yol  içerisinde  olmaz.  Benzer  bir  durum  Katolik  mezhepten  farklı  olarak  Protestanlık için söz konusudur (memur ile tüccar, rahip ile laik birisi vb. gibi).  Her  yerde  toplumsal  genellemeler  tarafından  gerçeğin  sınırlarının örtülmesi  ortaya  çıkmaktadır.  Bu,  prensipte,  yüksek  düzeyde  toplumsal  olarak    farklılaşmış    bir    grup    içerisindeki    gerçeğin    keşfedilmesini engellemektedir.  Genelleme  her  zaman  kişilikten  aynı  zamanda  az  ya  da  fazla  olduğundan,  bir  insanın  insan  simgesi,  önsel  bir  etkiyi  kullanan  bütün   bu   kategorilerden   yer   değiştirmeler,   katılmalar   ve   ayrılmalar sayesinde gerçeğin dışına atılır. Yani birey, bir tip içinde sınıflandığında, kendisine  özgünlüğünün  varsayılmış  tümleşikliğiyle  kıyaslandığında  ve  ait  olduğu  toplumsal  genelliğin  özellikleriyle  değerlendirildiğinde,  ona  empoze  edilmiş  oluşumlar  tarafından  kendi  gerçekliğinden  daha  farklıbazı  ayrıntılar  olarak  görülür.  Bütün  bunların  üzerinde  onun  tamamen  bireysel  denklemi  düşüncesi,  kavramada  yorum  ilkesi  olarak  hüküm  sürmektedir,  fakat  bu  denklemin  kararlılığı  bireye  özel  kurgulanmışilişkiye  ulaşmada  tek  yol  gibi  görünüyor  olsa  da,  onun  ideal  anlamda  tanınmasını  önleyecek  bu  değişiklikler  ve  yeniden  şekillenmeler,  bizim  katı  bir  şekilde  toplumsal  olarak  bildiğimiz  ilişkilerin  mümkün  olmasınısağlamak  için  kesin  koşullardır  –  Bir  şekilde  Kant’ta  olduğu  gibi,  var  olanı   yeni   nesneler   halinde   şekillendiren   sebep   kategorileri   yalnız başlarına, var olan dünyayı bilen dünya haline getirmektedirler.

2- İnsanların   kendilerini   ve   diğerlerini   ampirik   bir   toplum   üretebilmek  için  izledikleri  diğer  bir  kategori  önemsiz  gibi  görülen  bir teorem   içerisinde   formüle   edilebilir:   Bir   grubun   her   bir   elementi   toplumsal  bir  parça  değil  bunun  ötesinde  başka  bir  şeydir.  Bu  gerçek,  gruba dönük olmayan veya grubun içerisinde yok olmayan, basitçe onun toplumsal  aşamasının  bir  yanı  olduğu  anlamını  taşımayan,  grup  dışında bir şey  olmayan  bireyin    bir  parçası  olarak  toplumsal  a  priori şeklinde işlevini   yerine   getirmektedir.   Fakat   bireyin   kişiliğinin   belli   yönleri   dikkate  alındığında,  o,  grubun  bir  elementi  değildir  sadece  varlığının diğer  görünüşleri  çerçevesinde  bir  grup  üyesi  olması  için  olumlu  bir  şart oluşturur. Diğer bir anlatımla, onun  toplumsallaşmış varlık tipi tamamen ya   da   kısmen   gene   onun   toplumsallaşmamış   varlık   tipi   tarafından belirlenir. İzleyen  analiz  şunu  aydınlığa  kavuşturacaktır:  Kendi  doğaları ve    benzerleri    içinde    bile    belli    tiplerin    sosyolojik    önemi,    kendi    varlıklarının önemli olduğu gruptan bazı hallerde dışlanmışlıkları gerçeği tarafından sabitlenmiştir; yabancı örneğinde, düşman, suçlu ve hatta fakir kimse gibi. Bu, gene de, sadece böylesi genel karakterler örneğinde değil fakat  her  bir  kişilik  tipi  için  sayısız  düzenleme  içerisinde  de  geçerlidir.  Her an diğer insanlarla ilişkilerimizce kuşatılmış olmamız ve  her bir anın içeriğinin doğrudan ya da dolaylı olarak bu insanlarca belirlenmiş olmasıyukarda   anlatılanlarla   çelişkili   değildir.   Tam   tersine   böylesine   bir   toplumsal    düzenleme    onunla    tamamen    bağlı    olmayan    bireyleri    etkilemektedir.   Örneğin,   bizler   devlet   memurlarının   sadece   memur,   tüccarın  sadece  bir  tüccar  ve  bir  subayın  da  sadece  bir  subay  olmadığınıbiliriz.   Bu   ekstra-toplumsal   varlık,   onun   mizacı   ve   deneyimlerinin   birikimi,  ilgileri  ve  kişiliğinin  değeri,  memurluğun,  tüccarlığın  ve  askeri  aktivitelerin  ana  özünü  çok  az  etkileyerek  bireye  hareketsizlik  verir.  Her  bir durumda onunla ilişkide olan herkes için kesin bir gölgeleme yapar ve onun  toplumsal  resmini  ekstra-toplumsal  önemsizliklerle  iç  içe  geçirir.  Eğer herkes ortaya çıktığı andaki özel kategori içerisinde diğeriyle sadece ait  olduğu  karakter  ve  sorumluluğu  içerisinde  karşılaşırsa,  insanların bütün ticari faaliyetleri bu toplumsal kategoriler içerisinde farklı olabilir. Kesinlikle,   bireyler,   meslekler   ve   toplumsal   durumlar   gibi   kendi   toplumsal  içerikleri  yanında  sahip  oldukları  veya  kabullendikleri  bu  eklemeler   tarafından      ayırt   edilirler.   Arkadaşlık   ya   da   aşk   ilişkisi içerisinde   bir   adam   bu   serilerin   bir   kutbunun   işaretleyicisi   olarak   alınabilir.  Bu  durumda,  o  birbirine  yaklaşan  cilveler  ve  aktivitelerin  ötesinde  bireyin  kendisi  için  ayırdığışey  nicelik  olarak  sıfır  noktasına yaklaşır.  Söylemek  gerekirse,  iki  taraflı  yaşanan  veya  önem  verilen  sadece   tek   bir   hayat   mevcuttur:   Bir   yandan   içeriden,   aktif   insanın başlangıcından;  sonra  diğer  yandan  çok  benzer  olan  “hayatının  sonuna  kadar” kategorisi altında sevilen insana yönelmiş bir hayat. Çok farklı bir eğilimle  Katolik  rahip  aynı  fenomeni  sunar,  bu  dini  fonksiyonu  onun,    kendisi  için  varolduğunu  gizler  ve  yutar.  Sosyolojik  aktivitenin  eklentisi  kaybolmaktadır.   Çünkü,   buradaki   uç   örneklerin   ilkinde   neden,      bu   aktivitenin  içeriğinin  tamamıyla  diğer  tarafın  dikkatine  geçmesi,  ikinci  örnekte    ise    içeriklerin    haberleşme    tipinin    prensipte    hep    birlikte    kaybolmuş   olmasıdır.   Karşı   kutup,   para   ekonomisince   belirlenmişmodern  uygarlığımız  fenomeniyle  sergilenmiştir.  Yani,  bir  insan  kesin  nesnellik  idealine  üretici,  alıcı  veya  satıcı  ya  da  kısaca  bazı  ekonomik  fonksiyonları  yerine  getiren  birisi  olarak  yaklaşır.  Yüksek  makamlardaki  belli  bireyler  hariç,  özel  yaşam  ve  toptan  kişilik  tarzı    bu  fonksiyondan  kaybolmuştur,  bireyler  sadece  nesnel  normlara  uygun  şekilde  ortaya  çıkan    fonksiyon    ve    kontra-fonksiyonunun    karşılıklı    değişiminin araçlarıdırlar ve bu saf gerçekliğe uymayan her şey gene bu fonksiyondan kaybolup  gitmiştir.  Bu  ekleme  kendisini  özel  rengi,  mantıksızlığı,  içsel  yaşamı   ile   kişiliğin   içerisine   sokup   onu   fethetmiştir   ve   toplumsal   aktivitelere sadece tam bir soyutluk içerisinde özellikle bu aktivitelere ait olan enerjileri bırakmıştır.

Buradaki aşırılıklar  arasında  toplumsal  bireyler  öyle  bir  şekilde hareket  ederler  ki,  iç  merkeze  işaret  eden  enerji  ve  özellikler  her  zaman  kendi   benzerlerini   etkileyen   aktivite   ve   eğilimler   için   mutlak   bir   anlamlılık gösterir. Marjinal örnekte, bir toplumsal aktivite ve tavır olarak bilinç diğer insanlardan farklılaşmış olduğundan ve onlarla sosyolojik bir ilişkiye  girmeyeceği  için,  bu  bilinç,  öznenin  kendi  benzerleri  için  ve  onların  da  kendisi  için  sahip  oldukları  tavır  üzerinde  olumlu  bir  etkiye  sahiptir.   Ampirik   toplumsal   hayatın a   priorisi   hayatın   kendisinin   tamamıyla toplumsal olmamasıdır. Karşılıklı ilişkilerimizi sadece onların içine   girmeyen   kişiliğimizin   bir   parçasının   olumsuz   alanı   altında biçimlendirmeyiz. Bu alan birey içerisindeki toplumsal oluşumları sadece psikolojik  kombinasyonlarla  etkilemez,  fakat  bu  etki  kendisini  karşılıklı çalışma doğasının belirleyicilerinin dışına uygular.

Daha  da  ileri  gidersek,  önemli  sosyolojik  oluşumlardan  birisi  toplumsal   yapıların,   aynı   anda   bu   yapıların   içinde   ve   dışında   olan   bireylerden oluştuğu gerçeğinde gizlidir: Bir toplum ve bireyleri arasında iki  taraf  arasındaki  ilişki  gibi  bir  ilişki  bulunabilir  –  gerçekten  de  böyle  bir  ilişki  açık  ya  da  gizli  bir  şekilde  her  zaman  vardır.  Aynı  zamanda  toplum belki de genelde hayatın temel tipinin en bilinçli veya en azından evrensel  uyarlamasını  üretir:  Bir  bireyin    kendisine  yer  bulamayan  bir  kombinasyon    içerisinde    yer    bulması    imkânsızdır    ve    böyle    bir    kombinasyon da belirli bir düzene ters düşmeden asla bir düzen içerisine sokuşturulamaz.  Bu  durum,    en  doğa  üstü  şeyden  evrensel  bağlılığa, eşsizliğe  ve  rastlantıya  kadar  her  şey  için  geçerlidir.  Din  adamı  sanki  kutsal  hayatın  yaşam  bulmuş  bedeniymiş  gibi,  kendisini  kutsal  varlık tarafından  tamamen  kuşatılmış  hisseder;  kendi  cismi  açıkça  ve  hatta  mistik bir kimlik içerisinde bu mutlaklıkta kaynaştırılmıştır. Ve gene de, bu karşılıklı erimeye bir anlam verebilmek için, bu dindar kişinin mutlaka bireysel  varlığının,  bireysel  reaksiyonlarının  bir  parçasını  ve  bağımsız egosunu  muhafaza  etmesi  gerekir.  Çünkü,  kutsal  varlık  içine  çözülme,  sonu   olmayan   bir   iş   ve   eğer   kişinin   bir   parçası   üzerindeki   kendi   varlığından hareket edilmemiş ise de ne metafizik olarak mümkündür ne de  dinsel  olarak  hissedilebilir:  Tanrıyla  bir  olmak,    tanrıdan  çok  varlık üzerine  olan  önemi  içerisinde  şarta  bağlı  bir  şeydir.  Bu  doğa  üstü  birleşmenin  ötesinde,  insan  aklı  doğa  ile  ilişkisinde  kendi  tarihi  boyunca  aynı  biçimi  sergilemiştir.  Bir  taraftan  bizlerin  onun  ürünlerinden  birisi  olarak   diğerlerinin   yanında   eşitler   arasında   eşit   olarak   ve   doğanın maddelerinin  ve  enerjilerinin  sürekli  tekrarlayan  bir  şekilde  bitkileri  sulayıp  çiçeklendirmesi  gibi  ulaşıp  ayrıldığı  bir  konu  olarak  doğaya eklendiğimizi    biliyoruz.  Buna  rağmen  ruh,  bizim  devamımızı  sağlayan  tüm  enerjiye  karşıtlık  sunarak,  kendi  kendine  varolan  bizim  mantıksal olarak   yanlış   anlamlandırdığımız   kavram   “özgürlük”   gibi   bir   şeyi hisseder  ve  bu  da  bizim  “doğa  yalnızca  insan  ruhundaki  bir  temsildir”  formülüyle  açıklayabileceğimiz  bir  radikalliğe  götürür.  Fakat  bu  fikirde  olduğu  gibi,  doğa  kendisinin  tüm  reddedilemeyecek  özgünlüğü  ve  sıkıgerçekliği ile hâlâ ego kavramı altında sınıflanmaktadır. Diğer taraftan bu ego,  bütün  özgürlüğü  ve  kendi  içeriği  ve    sade  doğaya  yakınlığı  ile  hâlâ  doğanın bir üyesidir. Gerçekten de, bu çakışan bir doğal korelasyondur ve yalnızca “katkısız doğa“ yı değil, fakat “katkısız doğa”ya sık sık düşman olan   ve   bağımsız   durumdaki   varlığı   da   kucaklar,   egonun   en   derin   bencilliğine göre egoya dışsaldır ve gene de egonun mutlaka bir elementi olmak  durumundadır.  Dahası,  bu  formül  bireyler  arasındaki  ilişkiler  ve  toplumsal  kombinasyonların  belirli  çevreleri  için  azımsanacak  bir  şey değildir veya bu kombinasyonları geniş boyutta bireyler arası ilişkiler için soyut halde toplumluk kavramışeklinde genellersek (azımsanacak bir şey olmaz    çn.).    Bizler    bir    taraftan    toplumun    ürünleri    olduğumuzu bilmekteyiz.  Atalarımızın  geçmişin  ruhuyla  ilgili  psikolojik  silsileleri,  uyum  sağlamaları  ve  bağımlılıkları,  çalışma  gelenekleri,  bilgileri  ve  inançları  nesnel  biçimler  şeklinde  kristalleşti  –  bütün  bunlar  hayatımızın içeriğini  ve  araçlarını  belirler  ve  böylece  bireyin,  geçmişte  var  olan  elementlerin  değişik  oranlarda  karıştığı  bir  depodan  daha  fazla  bir  şey olup olmadığı sorusu gündeme gelebilir. Son tahlilde, bu elementler gene bireyler tarafından yapılmış olmasına rağmen, her birinin katkısı yok olan bir  niceliktir  ve  sadece  kendi  genel  özellikleri  ve  toplumsal  birleşimleri sonuçta  görünürdeki  kişiliğin  içerebileceği  sentezin  içerisinde  üretilmişfaktörlerdir. Diğer taraftan, “birlikte varoluşa” (diğer görüş içerisinde bu “başarı”  dır)  olan  karşılıklı  bağımlı  hayat  sürecimiz  ve  onun  anlamı  ve  amacıyla  örülmüş  bir  toplumun  üyeleri  olduğumuzu  biliriz.  Çok  azımız doğal  nesnelerin  kendi  kendine  yetebilme  becerisine  sahiptir.  Çünkü,  doğal  elementlerin  kesişmesi  tamamen  bencil  olmayan  yapılara  olduğu şekliyle  bize  doğru  ilerler  ve  doğa  kanunları  önünde  eşitlik,  varlığımızı kendi  zorunluluklarına  bir  şey  bırakmadan  çözümler  –  Bağımsız  bir  merkez  etrafında  toplumsal  varlıklar  olarak  çok  az  yaşarız;  fakat  bizler  bir  andan  diğerine  diğerleriyle  olan  karşılıklı  ilişki  dışında  düzenleniriz  ve  böylece  bizler,  kendine  yeterli  bir  varlık  olarak  değil  de,  algıların birçok  izlenimin  bir  toplamı  olarak  sadece  bizim  için  var  olan    bedensel  madde ile kıyaslanabiliriz. Şimdi, bizler gene de bu toplumsal yayılmanın bizim  kişiliğimizi  tamamen  yok  etmediğini  hissederiz.  Bu,  daha  önce  bahsettiğimiz şeylerin  kalıntıları  ya  da    toplumsal  korelasyon  içerisinde  kendilerine  yer  bulamayan,  anlamı  ve  gelişimi  sadece  birey  ruhunun  başlangıcında   gizli   olan   belirli   içerikler   yüzünden   olmaz.   Bu   aynızamanda,   tuval   üzerinde   birbirine   kaynaşan   renklerin   bizzat   kendi   kimyasal  doğasından  çıkarılabildiği  sanatsal  formdan  öte  olmayan,  birey  ruhu olarak birlikteliğinin toplumsal doğanın kendisi olmadığı toplumsal içeriklerin  kalıba  dökülmesiyle  de  olmaz.  Bu  daha  çok,  her  ne  kadar  tamamıyla  toplumsal  öncüller  ve  karşılıklardan  hareketle  uygulanabilir  olsa  da,  sadece  birey  deneyimi  ve  tamamıyla  bu  deneyim  doğrultusunda olarak tekil hayat kategorisi altında değerlendirilebildiği tüm hayat içeriği nedeniyledir.  Bu  birey  ve  deneyim  ikilisi,  tıpkı  bir  bitkinin  orijininin  biyolojik koşullarına, onun pratik yararına ve gene onun estetik anlamına göre  ele  alınması  gibi  aynı  içeriğin  farklı  kategorileridirler.  Bireyin  varlığının  ilişkilendirilip  anlaşılabileceği  bir  nokta,  birey  ya  da  birey  olmaksızın   farz   edilebilir;   toplumsal   olarak   türetilebilir   içerikleriyle   hayatın    bütünlüğü,    onun    taşıyıcısının    merkezcil    alın    yazısı    gibi    değerlendirilebilir  –  adeta  toplumsal  hayatın  elementi  ve  ürünü  olarak  bireyin saygınlığına ayrılan bütün parçalarla geçişi gibi.

Bu   nedenle,   toplumsallaşma   gerçeği,   onunla   bireyi   benim   başladığım   ikili   duruma   getiriverir.   Örneğin,   birey   toplumsallaşma içerisinde    kendi  düzenlemesine  sahiptir  ve  aynı  zamanda  onun  antitezi  içindedir,  toplumsallaşma  organizmasının  bir  parçası  ve  aynı  zamanda  kendisi  organik  bir  bütündür  ya  da  varlığı  hem  toplumsallaşma  hem  de  kendisi  içindir.  Önemli  olan  ve  burada  temel  olarak  bulunan  belirli  bir  sosyolojik a priorinin anlamı gene de, birey ve toplum arasındaki “içlik” ve  “dışlık”ın  bir  diğeri  ile  birlikte  varolan  iki  belirleyici  olmadıkları,  –  nadiren  bu  şekilde  olsalar  ve  hatta  karşılıklı  düşmanlık  dercesine  kadar  gitseler bile- fakat toplum halinde yaşayan insanın tüm ünitesel görevine işaret ettikleridir. Bireyin varlığı sadece içeriklerin alt bölümlerinde biraz toplumsal  biraz  da  bireysel  değil,  fakat  birliğin  indirgenemez,  kuralcı  ve köktenci  kategorisi  altında  durur  ki,  diğer  durumda  bu  iki  mantıksal  zıt belirleyicinin  çağdaşlığı  ve  senteziyle  yapabileceğimizin  dışında  bir  şey açıklayamayız.  Yukarıda  gördüğümüz  gibi,  toplum  sadece  bir  yönleriyle  toplumsallaşmış  bireyleri  değil,  fakat  kendilerini  bir  taraftan  tamamen  toplumsal  varlıklar  olarak  ve  diğer  taraftan  da  bu  içeriği  sürdürürken  tamamen  bireysel  varlıklar  olarak  hisseden  diğerlerini  de  içermektedir.  Dahası, bunlar, birinin aynı bedeni bir zaman onun ağırlığına göre ve bir zaman    da    rengine    göre    değerlendirmesi    örneğinde    olduğu    gibi    birbirlerinden   kopuk   sınırdaş   bakış   açıları   değillerdir;   bunlar   bizim   toplumsal varlık, sentetik kategori olarak bildiğimiz birliği oluştururlar – nedensellik  kavramı  bir  a  prioristik  birlik  olduğundan  ve  bu  kavram  içerik  olarak  çok  farklı  neden  ve  etkinin  elementleri  durumunda  olan  bu  ikiliyi   içermesine   rağmen.   Bu   biçimlenmenin   bizim   kontrolümüzde   olması  ve  varlıklardan  türeme  yeteneği,  bunların  her  birisinin  kendisini  kendi   gelişiminin,   alın   yazısının,   kalitesinin   (bunlar   kendisini   bu   elementlerle  birlikte  gören  bir  toplumun  çok  önemli  bir  konseptidir)  başlangıcı  ve  sonu  olarak  hissetmesi,    gerçeği  bu  belirleyicilerin  ve  canlılıkların  başlangıcı  ve  sonu  olarak  bu  konseptle  (toplumla)  ilişkisi içerisinde   tanıması,   gözlenebilir   bir   toplumun   bildiğimiz   biçimini   mümkün kılan bir a priorisidir.

3. Toplum birbirine benzemeyen elementlerin bir yapılanmasıdır. Hatta,  demokratik  veya  sosyalist  hareketlerin  olduğu  yerlerde  bir  çeşit eşitlik   planlamış   ve   bu   kısmen   gerçekleştirmiş   olmasına   rağmen, sorgulanan şey,  bireylerin  birliktelik,  hayat  içerikleri  ve  zenginlikleri  konusundaki     eşitliği     dikkate     bile     alınmazken     gene     onların, performansların   ve   konumların   benzermiş   gibi   değerlendirilmesidir. Diğer taraftan, büyük doğu despotizmlerinde olduğu gibi köle bir toplum sadece  bir  yığın  yaratır.  Bu  her  birinin  eşitliği,  her  zaman  varoluşun ekonomi  veya  politika  gibi  sadece  belirli  tarafları  ile  ilgilenir,  fakat  asla  aynışeyin  bütünüyle  ilgilenmez.  Sadece  hayatın  sübjektif  görünüşü içinde  değil,  fakat    onun  diğer  varlıklarla  olan  ilişkileri  tarafında  da  bireysel ilişkilerin ve deneyimlerin iletilmiş özellikleri kaçınılmaz olarak kesin bir farklılık ve transfer edilemezlik özelliğine sahip olacaktır. Eğer biz   toplumu   sadece   nesnel   bir   düzenleme   olarak   varsayarsak,   o,   değerlerin,  kavramların,  zaman  ve  mekanın  birbiriyle  bağlantılı  olduğu performansların  ve  içeriklerin  düzenlendiği  bir  şey  olarak  görülür  ve  bunun için toplum dinamiğinin aracı olan kişilikten, yani ego-formdan bir soyutlama  yapabiliriz.  Eğer  elementlerin  bu  eşitsizliği şimdi  bu  düzen  içerisinde her performansı ve eşitliği bireysel olarak işaretlenmiş ve kendi yerinde açıkça yerleştirilmiş olarak sunarsa, aynı zamanda toplum, varlık ve  hareketteki  çeşitliliğinin  sınırsız  olduğu  bir  kozmos  olarak  görülebilir ki,  gene  de  bunun  içinde  her  nokta,  yapı  değiştirilmeden  bir  bütünün  parçası olabilir ve kendine özgü yolda kendisini geliştirebilir. Hiçbir kum zerresi  ait  olduğu  nesne  dışında,  bütün  varlıkta  bir  değişme  olmadıkça, başka  bir  forma  sahip  olamaz  örneğinde,  genel  olarak  dünyanın  yapısıhakkında  ileri  sürülen  önerme,  nitel  olarak  belirlenmiş  fenomen  ağıolarak   görülen   toplum   yapısı   örneğinde   de   tekrarlanır.   Çok   fazla   basitleştirilmiş ve basmakalıp hale getirilmiş minyatür örneğinde görülen bir  benzetme  toplum  için  de  yapılmaktadır.  Böylece  bir  bütün  olarak  görülen  toplum,  kesin  emirleri  ve  performansların  önceden  atanmasınıiçeren bir yapı içerisinde ideal bir korelasyon sunar. Aynı yapı içerisinde her  yeni  gelen  kişi  enerjisinin  uyumlu  olmak  zorunda  olduğu  kendisini  bekleyen ve açıkça atanabileceği bir yer bulur. Bu örnekte fonksiyonların sistematik  ve  bilinçli  belirlenmesi,  toplumun  tamamı  içerisinde  şüphesiz fonksiyonların içinden çıkılamayacak bir şekilde karmakarışık olmasıdır; içerisindeki  pozisyonlar    yapıcı  bir  irade  tarafından  verilmezler,  aksine  bunlar  sadece  bireylerin  gerçekte  yaptıklarıyla  ve  tecrübeleriyle  ayırt edilebilirler.  Ve  bu  çok  büyük  farklılığa,  mantıksız,  mükemmel  olmayan  ve evrimsel bir bakış açısıyla lanetlenen her şeye rağmen, tarihsel toplum içerisinde fenomonolojik yapısı – varlık tipinin ve performansların özü ve ilişkileri  tarihsel  toplumun  tüm  elementleri  tarafından  yansıtılır  –  her  bir  elementin bireysel olarak belirlenmiş bir yeri işgal ettiği, nesnel ve kendi toplumsal  önemleri  içerisinde  değerleri  söz  konusu  olmadığında  bütün  anlamı  ile  işleyen  merkezlerin  ve  fonksiyonların    bir  düzenlemesidir.  Aynı  zamanda,  tamamen  bireysel  görünüş,  öznel  üretkenlik,  zorunlu  egonun dürtüleri ve refleksleri bu düşüncenin dışında kalmaktadır. Ya da, diğer şekliyle   açıklarsak,   toplum   yaşamı   kendi   seyrinde,   sanki   her   element  bu  bütün  içerisindeki  yeri  için  önceden  belirlenmiş  gibi  işler  –kendi  toplumsal  içeriğiyle  tam  ilişkisi  içerisinde  psikolojik  olarak  değil fakat   fenomonolojik   olarak.   İdeal   taleplerin   uyumunda   bir   kırılma olduğunda toplum,  bu bütünün tüm üyeleri birlikle bir ilişki halindeymişgibi  çalışır  ki,  burada  ilişki,  her  birey  gerçekte  kendisi  olduğundan,  hem  kendini  tüm  diğerleriyle  hem  de  tüm  diğerlerini  kendisiyle  bağlantılıkılmaktadır.

Bu    noktadan    hareketle,    o    zaman,    a    priori    artık şimdi sorgulanması  gereken  görülebilir  bir  şeydir  ve  bireye  bir  topluma  ait  olmanın  imkanını  ve  temelini  gösterir.  Her  bireyin  kendi  toplumsal  çevresi içerisinde kendi vasfının değeri ile otomatik olarak belirli bir yere verilmesi,  ona  ait  olan  bu  yerin  gerçekte  toplumsal  bütün  içerisinde  de  mevcut  olması  bir  ön  varsayımdır  ve  bundan  hareketle  birey  kendi  toplumsal  yaşamını  yönlendirir  ve  biz  bunu  bireyciliğin  evrensel  değeri olarak  tanımlayabiliriz.  Bu  onun  kendi  kendini  açık  kavrayıcı  bilince doğru  çalıştırdığı  gerçeğinden  bağımsızdır,  fakat  hayatın  gerçek  seyri  içerisinde  anlamayı  bulmanın  belirsiz  olasılığından  da  bağımsızdır  –nedensellik   kanununun   a   priorisi   olarak,   bütün   bilmenin   biçimsel   önkoşullarından  birisi  olarak,  o,  bilincin  onu  ayrı  kavramlarda  formüle  edip  etmediğinden  ve  psikolojik  gerçekliğin  her  zaman  onunla  birlikte  ilerleyip  ilerlemediğinden  bağımsızdır.  Bizim  bilişsel  hayatımız,  ruhsal  enerjilerimiz,  hatta onların en çok bireysel olanı ve dışsal nesnel varoluşarasında  önceden  kurulmuş  uyum  ön  varsayımında  gizlidir  ve  onun  metafiziksel veya psikolojik olarak  zekâ tarafından gerçeğin üretilmesine kadar  geri  götürülüp  götürülemeyeceği  bu  dışsal  nesnel  varoluş  için  her  zaman  doğrudan  fenomenin  ifadesidir.  Dolayısıyla,  toplumsal  yaşam birey  ve  toplumsal  bütünlük  arasında  köktenci  bir  uyumun  ön  varsayımıüzerine  yerleştirilmiş  olur  ve  bu  çok  az  oranda  ahlâklı  ve  mutlu  bir  hayatın kaba uyumsuzluğunu engellemektedir. Eğer toplumsal gerçek bu önkoşul   ilkesi   tarafından      sınırsızca   ve   hatasız   olarak   verilseydi,   mükemmel  bir  topluma  sahip  olabilirdik  –ahlâklı  ve  mutlu  anlamında değil, fakat kavramsal mükemmellik anlamında. Söylemek gerekirse, biz yukarıdaki   mükemmel   toplumu   değil,   ama   (mutlak   anlamda   ç.n.)   mükemmel toplumu bütünüyle açıklayabilmeliydik. Şimdiye kadar birey, kendi toplumsal varlığının bu a priorisinin gerçekleşmesini bulduğundan ya  da  bulmadığından  (örneğin  onun  bireysel  varlığı  ile  onu  çevreleyen  halkaların  tutarlı  bağlantısı  ve  kendi  özelliğinin  birleştirici  gerekliliği gibi)   toplumsallaşma   tamamlanmamıştır;   toplum   onun   kavramının bildirdiği boşluksuz karşılıklılık olmaktan eksik kalmıştır.

Örneğin   bu   durumu,   meslek   kategorisiyle   daha   da   netleşir. Antikite şüphesiz   bu   kavramı   bireysel   farklılıklar   ve   iş bölümünden türetilmiş toplum anlayışı çerçevesinde bilmiyordu.

Fakat bu kavramlaştırmanın temelinde bulunan şey varlıktaydı ve hatta  antikitedeydi;  örneğin,  toplumsal  olarak  geçerli  iş  sübjektif  vasfın birleştirilmiş   bir   ifadesidir,   bu   sübjektifliğin   kalıcılığı   ve   bütünlüğü kendisini  toplum  içindeki  fonksiyonlarının  değeriyle  pratik  olarak  somut  hale  getirir.  Bu  ilişki  sadece  daha  az  yüksek  düzeyde  farklılaştırılmış içerikteki  ortalamada  anlaşıldı.  Bu  ilişkinin  ilkesi  Aristocu  söylemde,  “bazılarının  kaderi  emretmektir”,    “diğerlerinin  kaderi  de  çalışmaktır” şeklinde belirmiştir. Kavramın daha ileri gelişimi ile toplum özel bir yapısergiler  –bir  yandan    toplum  kendi  içerisinde  diğerlerinde  içerik  ve  ana  hat olarak bulunmayan bir şeyi yani yer yaratma ve bunu önermeyi yapar, gene     de     ilkesel     olarak     bir     çoklarınca     doldurulacaklarından anonimleşecektir;  ve  bu  yer  şimdi  genelliğine  ve  karakterine  rağmen birey    tarafından    bir    iç    çağrı    veya    tamamıyla    bireysel    olarak   değerlendirilen  bir  vasıf  gerekçesiyle  ele  geçirilmektedir.  Bir  çağrının verilebilmesi için, nasıl var olursa olsun ama mutlaka bir yanda toplumun yaşam şekli  ve  yapısı  arasında  ve  diğer  yanda  da  bireysel  dürtüler  ve  düzenlemelerin  hazır  bulunması  gerekmektedir.  Bunun  üzerinde  toplum  içerisinde  her  birey  için  (bireyliği  tanımlayan  ve  onu  buluncaya  kadar  araştırmanın  zorunlu  olduğu)  en  azından  bir  yer  ve  fonksiyonun  var  olduğu düşüncesi genel bir önkoşul olarak yatmaktadır.

Ampirik    toplum    kendisini    en    yüksek    derecede    meslek    kavramında bulan bir a priori ile olanaklı hale gelir. Bu a priorişüphesiz önceden  tartıştığımız  gibi  Kantçı  kategoriler  örneğinde  olduğu  gibi  basit  bir   anlatımla   karakterize  edilemez.   Toplumsallaşma   nerede   oluyorsa   oradaki  bilinç  işlemleri  –  birlik  bir  çok  şeyin  birleşimidir,  bireylerin karşılıklı   belirleyiciliği,   bireyin   diğer   bireylerin   bütünlüğü   için   ve   bütünlüğün birey için karşılıklı önemi – tamamen ilkesel bir durum olan, soyut   durumundayken   tanınmayan   fakat   kendisini   pratiğin   gerçeği içerisinde  açığa  veren    bu  önkoşul  altında  kendi  süreçlerini  yürütürler: Örneğin, bireyselliğin hesaplanamazlığına rağmen, bireyin bireyselliğinin genellik  yapısı  içerisinde  bir  yer  bulması  öncelikle  bu  yapıya  ve  onun  fonksiyonuna  bağlıdır.  Her  bir  toplumsal  elementi  bir  diğerinin  oluşumu için  dokuyan  ve  böylece  toplumun  dış ağ  örgüsünü  meydana  getiren  nedensel   karşılıklı   bağımlılık,   teleolojik   bir   karşılıklı   bağımlılığa dönüşmüştür  ki,  bu  dönüşüm  çok  kısa  sürede,  kendilerini  ego  olarak  hisseden   ve   davranışları,   kendi   başına   var   olan   ve   kendi   kendine   belirleyici  olan  bireyselliğin  toprağında  gelişen  bireysel  taşıyıcıları,  yani  onun  üreticileri  tarafında  hissedilmiştir.  Böylesi  bir  özelliğin  fenomenel  tümlüğünün kendisini bu bireyselliklerin amacı için  ayarlaması,  onların sübjektif  olarak  belirlenmiş  hayat  süreci  için  bir  istasyon  önermesi  (bu  noktada aynının özelliği bütünün yaşamı içerisinde gerekli bir üye haline gelir) bir fundamental kategori olarak bireyin bilincine onu toplumsal bir element olarak sivriltecek bir biçim verir! 

Çeviren:Cemal Yalçın 

cumhuriyet.edu.tr