Toplum Nasıl Mümkündür?
Kant, felsefesinin temel sorunu olan “doğa nasıl mümkündür?” sorusuna cevap vermiştir. Çünkü onun için doğa, doğanın temsilinden başka bir şey değildir. Bu, sadece bilincimizin içeriği olduğu için şimdiye kadar üzerinde durduğumuz doğanın “dünya beni temsil eden bir şey” olduğu anlamına gelmez, fakat bizim doğa diye bildiğimiz şeyin aslında zekâmızın birleştirdiği, düzenlediği ve biçimlendirdiği algılar şeklinde özel bir işlem olduğu anlamına da gelir. Bilincimizin öznel deneyiminin rastlantısal dizilimde var olan renk, tat, ahenk, sıcaklık, direnç ve koku algıları kendi başlarına henüz doğa değillerdir, fakat onları nesneler, nesne serileri, maddeler, simgeler ve nedensel uyumluluklar haline getirip toparlayan akıl etkinliği sayesinde doğa haline gelirler. Dünya öğeleri bize hazır bir şekilde verilmiş olduğundan, Kant’a göre bunlar arasında kendi başına akıllı ve düzenli bir doğa birliği yapacak uyum yoktur veya daha çok uyumsuz ve düzensiz bir şekilde ortaya çıkan dünya kırıntılarındaki varlık-doğayı doğru bir şekilde belirtirler. Böylece, Kantçı dünya resmi en özgün düşünce içerisinde büyümektedir. Algı-izlenimlerimiz psiko-fiziksel organizasyona bağımlı olduklarından, tamamen sübjektiftirler. Bu, diğer varlıklarda farklı şekilde olabilse de bizim zekâ formlarımız tarafından ele alınmaları nedeniyle nesneler haline gelmekte, sabit düzenlilikler ve doğanın uyumlu bir resmi şekline dönüştürülmektedirler. Fakat, diğer taraftan, bu algılar gerçek verilmişşeylerdir; bizlerden bağımsız bir varlığın güvencesi ve dünyanın değiştirilemeyen birikimli içeriğidirler. Bu nedenle, şimdi aynı şeyin nesneleri, uyumlar ve düzenlilikler olarak bu çok akıllı biçimlenmeleri, bizim dışsal varlıktan aldığımız şeye karşıt olarak, gene bizler tarafından ilgili duruma ulaştırıldıkları için sübjektif görünürler. Örneğin, bu biçimlenmeler kendi içlerinde değiştirilemeyen, farklı bir içerikle farklıbir algı madde doğayı kurgulamış aklın kendi işlevleri olarak belirirler. Doğa, Kant için bizlerin kavrayış kategorilerinde büyüyen bir resim gibi kesin bir kavrayış tarzıdır. O zaman, “doğa nasıl mümkündür?”, örneğin, “doğanın hazır bulunmuşluğu için gerekli şartlar nelerdir?” sorunu Kant tarafından zekâmızın temelini oluşturan ve onunla doğayı varlık haline getiren biçimlerin keşfi yoluyla çözümlenir.
Öncelikle, toplumun mümkünlüğü temelindeki önsel şartlar sorununun benzer bir biçimde işlenebileceği önerilmiştir. Burada da, algılar örneğindeki gibi, belirli bir anlayış içerisinde kendi farklılıklarında barınan bireysel elementler hazır durumdadırlar ve diğer belli biçimlerle, belli kanunlara uygun şekilde bir kaç elementin bireysel varlığını ilişkiye sokan bilincin bir işlemiyle, bir toplumsal birliğe kendi sentezlerini çekerler. Buna rağmen, bir toplumun birliği ve doğa arasında belirleyici farklılık şudur: Doğa, -Kantçı duruşa göre burada önceden varsayılmıştır- düşünen özne, yani akıl içerisinde vücut bulur; özellikle kendi aralarında birbirlerine bağlantılı olmayan algı materyalleri üzerindeki bu akıl tarafından üretilir. Buna karşılık, toplumsal birlik fazla bir aracıolmaksızın ve bir gözlemciye gerek duyulmadan kendi elementleri vasıtasıyla anlaşılır. Çünkü, bu elementler zaten bilinçli ve sentetik olarak aktiftirler. “Bağlantı asla nesnelerin doğasında olamaz, ancak akıl tarafından oluşturulur” Kantçı teoremi, nesneleri içerisinde hemen anlaşılan toplumsal bağlantı kapsamında doğru değildir – bireyler örneğinde olduğu gibi. Dahası, sentez olarak bu toplumsal bağlantı tamamen fiziksel olarak kalır ve yapılarla, onların reaksiyonlarıyla benzerlik göstermez. Fakat, toplumsal örnek içinde birleştirmek, kendi elementleri dışında hiç bir faktöre gereksinme duymaz. Çünkü, bunların her biri “yabancı” dikkate alındığında gözlemcinin sağladığı fizik enerjisi fonksiyonunu üstlenir. Diğerleriyle birlik oluşturma bilinci, toplumsallık örneğinde sorgulanan yegane birliktir. Bu, şüphesiz bir yönüyle birlik kavramının soyut bilinci değil, sayısız tekil ilişkiler ve başkası tarafından belirlemeyi ve belirlenmeyi bilme, hissetme anlamına gelirken, diğer taraftan ele alınan bireyler arasında, yani özel elementler arasında yer alan gözlemci üçüncü şahısların kendilerinin temel özelliği olan sentezci eylemlerini bir şekilde dışlamaktadır. Birlik olarak algılanan, dışardan gözlemlenebilen varlığın alanı ne olursa olsun, tamamlanma sadece onun doğrudan ve katı içeriği yoluyla değil, aklın kategorileri ve algılayıcı gereksinimlerince de belirlenir. Buna rağmen toplum, bünyesinde yer almayan gözlemciye ihtiyacı olmayan nesnel bir birliktir.
Doğadaki nesneler bireylere oranla, birbirlerinden daha fazla kopukturlar. Her bir varlığın başkasıyla paylaşamayacağı bir yer işgal ettiği dış dünyada, bir insanın diğeriyle anlayış, sevgi ve ortak çalışma temelinde oluşturduğu birlikteliğe benzer bir şey yoktur. Diğer taraftan, uzamsal varoluşun parçaları gözlemcinin bilincinde bir birliktelik haline geçerler ki, bu asla bireyler topluluğunun elde edemeyeceği bir şeydir. Toplumsal sentezin nesnelerinin bağımsız varlıklar, psişik merkezler ve bireysel birleşmeler olduğu gerçeği düşünüldüğünde, onlar, ruhsuz şeylerin bencilsizliğini üretmek için başka bir insanın ruhunda mutlak birleşmeye karşı direnirler. Böylece, bir insan topluluğu çok daha ideal ve yüksek bir anlayış çerçevesinde gerçekten bir birlikteliktir, ama bir odanın mobilyalarını oluşturan masalar, sandalyeler, sofa, halı ve ayna, bir manzarayı oluşturan nehir, ağaçlar ve ev veya bir resmi oluşturan çizim söz konusu olduğunda, bu birlikteliğin seviyesi daha düşüktür.
Toplum, dışsal dünya için doğru olduğu düşünülenden daha farklıdır. Örneğin, toplum bilinç etkinliği üzerine yerleştirilmiştir. Başka birisinin benim için sahip olduğu ve benim de sahip olduğum aynı gerçeklik, maddesel şeyden çok daha farklıdır. Buna rağmen Kant, uzaydaki nesnelerin benim kendi varlığımla aynı kesinlikte olduğu konusunda ısrar etmektedir. Bu son örnekte, benim varlığımla kastedilen şey sadece benim öznel hayatımın belirli içerikleridir. Genel olarak, temsilin temeli için varolan egonun hissedişi, maddesel dışsallığın temsil edemeyeceği derecede mutlak ve sarsılmazdır. Fakat, bu kesinlik, açıklanabilir olsun olmasın, belirli bir insanın da gerçeğidir ve bu kesinliğin nedeni ya da sonucu olarak biz belirli birini kendi temsilimizin bağımsız bir şeyi olarak hissederiz, yani kendi varlığımızda olduğu şekliyle sadece kendisi için var olan bir şey gibi. Diğerinin kendisi için varlığı gene de bizim onu kendi temsilimiz içine almamızı engellemez. Kendi temsilimizde çözümlenemeyen bu durum, gene de olumlu hale gelir ve böylece bizim temsilimizin bir ürünü olur ki, bu toplumsallaşmanın en derin psikolojik-epistemolojik kalıbı ve sorunudur. Kendi bilincimiz dahilinde bizler doğru bir şekilde egonun temeli (içeriklerinin asla tamamıyla bastırılamayan problematikleri içinde bir yeri olmayan tüm temsilin bir ön varsayımı) ile bu içerikler arasındaki ayrımın farkındayızdır. Abartılı bir şekilde bunlar her zaman kendilerini, gidişleri ve gelişleriyle, sorgulanabilirlikleri ve yanılabilirlikleriyle bizim psişik varlığımızın en son enerji ve oluşumunun saf bir ürünü olarak sergilemektedirler. Son tahlilde, o bireyi temsil etmek zorunda olmamıza rağmen bizler mutlaka diğer bireye bu koşulları ya da daha çok kendi egomuzun koşullarının bağımsızlığını götürmeliyiz. Bu diğer birey bizim için kendi içeriklerinden ayrı bir şekilde sahip olduğumuz gerçeğin en son derecesine sahiptir. Bizler bu durumun hem kendi içerikleriyle hem de diğer bireyle aynışekilde olduğuna eminizdir. Bu şartlar altında, “toplum nasıl mümkündür?” sorusu “doğa nasıl mümkündür?” sorusundan tamamen farklı bir metodolojik içeriğe sahiptir. Sonuncu soru aklın varolan elementleri sentezleyerek doğa haline çevirdiği kavramanın formları vasıtasıyla cevaplanırken, ilk soru, kendilerini sentez toplum şeklinde birleştiren elementlerin içerisinde hazır olarak bulunan koşullar tarafından cevaplanmaktadır. Bu yazının bütün içeriği, bu soruyu cevaplamak için hazırlanmış bir materyal olarak değerlendirilebilir. Bu yazı, bireylerde son tahlilde ortaya çıkan ve onların toplum olarak var olmasına olanak sağlayan süreçleri araştırmaktadır. Bu süreçler, bu sonucun geçici önkoşulları olarak görülmemekte, sadece kapsamlı bir şekilde toplum dediğimiz sentezin kısmi işlemleri olmaktadırlar. Fakat, bu soru gene de mutlaka esaslı bir anlayış içerisinde ele alınmalıdır. Sentetik birlikteliği başarma işlevinin doğa söz konusu ise gözlemci akılda, toplum söz konusu ise toplumsal elementlerin kendisinde olduğunu söylemiştim. Toplumu meydana getirme bilinci, kesin olmasa da soyut olarak bireyin kendisinde zaten mevcuttur. Diğerinin kendisi ile ilişkili olduğunu bilme ve bu karmaşıklığı toplum olarak tanıma, genellikle belirli somut içerikler çerçevesinde ortaya çıkmasına rağmen, herkes her zaman bilir ki, diğerleri kendisiyle bağlantılıdır. Bizler gerçekten de ender ve geç soyutlamalar hariç, somut bir içeriği bir diğeriyle düzenleyerek ve birliktelik hakkında ayrı bir bilince sahip olmadan bilinç işlemleri içerisinde hareket ederiz. Şimdi soru şudur: Evrensel ve a priori olarak işin temelinde ne yatmaktadır; bireysel bilinçteki somut süreçlerin aslında toplumsallaşmanın işlemleri olabilmesi için hangi ön tahminler işlevsel olmalıdır; hangi elementler, bireylerin toplumsal birlikteliği oluşturmasını açıklamayı mümkün kılacak şekilde içerilmiştir? Sosyolojik a prioriler doğayı mümkün kılan şeyler gibi aynı çifte öneme sahip olacaklardır, bir yandan az çok tamamıyla toplumsallaşmanın gerçek işlemlerini fiziksel görünümlerin fonksiyonları veya enerjileri olarak belirleyecekler; diğer yandan ise -mükemmel olduğu asla anlaşılmamış olmasına rağmen- mükemmel toplumun ideal mantıksal ön tahminleri olacaklardır. Buradaki benzerlik, neden-sonuç ilişkisi kanununu kullanmaktır. Bir yönüyle bu kullanma, gerçek kavrama işlemleri içerisinde yaşar ve çalışır. Diğer taraftan ise tamamlanmış kavramaların ideal sistemi olarak “gerçeklik” formunu meydana getirir. Bunu yaparken gerçeğin geçici ve göreli olarak rastlantısal dinamik tarafından anlaşılıp anlaşılmadığına dikkat etmez ve ideal gerçeğe olan bilinç içerisindeki gerçeğin büyük ya da küçük çaplı tahminlerini göz ardı eder.
Bu durum, toplumsallaşma işleminin epistemolojik olup olmadığını araştıran koşulların sadece basit bir sorunudur. Çünkü bu koşullardan yükselen ve kendi formları içerisinde normları olan yapı, algılamalar değil, gerçek durumların pratik işlemleridir. Gene de şu an benim aklımda olan ve mutlaka toplumsallaşma genel kavramı olarak kendi şartlarınca test edilmesi gereken şey, bir şekilde epistemolojiktir, yani ortaklığın ya da toplumsallaşıyor olmanın bilincidir. Bu, belki de en iyi, tanımaktan çok biliyor olma şeklinde tanımlanabilir. Bu örnekte akıl, birdenbire gittikçe teorikleşen bir nesneyle yüz yüze gelmez, fakat toplumsallaşma bilinci onun bir aracı veya içsel önemi oluverir. Burada sorunun özü, bireyi diğerleriyle ilişkilendiren karşılıklı etkileşim işlemleridir. Yani gerçek, soyutlama içerisinde bireye görünmez fakat soyut anlatımları gerçekleştirme yeteneğindedir. Söylemek gerekirse, bilincin ortaya çıkabilmesi için temelde hangi formlar bulunmalıdır? veya hangi özgün kategorileri getirmeliyiz? ve ortaya çıkan bilincin (örneğin, bilen gerçek olarak toplum) üstlenmesi gereken sonuçlar nelerdir? Biz bunu toplumun epistemolojik teorisi olarak anlamlandırabiliriz. Bunu izleyen şey, toplumsallaşmanın belirli formları ve a priori olarak etkili koşullarının bir taslağını yapmaya çalışmamdır. Bunlar kesinlikle Kantçı kategoriler gibi tek bir kelime ile adlandırılamazlar. Dahası, ben onlarısadece araştırma metodunun örnekleri olarak göstermekteyim.
1- Bir insanın başka birisinden bireysel ilişkiyle edindiği manzara basit bir şekilde eksik deneyim, bozuk görüş ve sempatik veya antipatik olmayan belirli çarpıklıklarla (distorsiyonlarla) belirlenir; bunlar daha çok gerçek nesnenin yapısındaki ilkede bulunan değişikliklerdir. Başlangıç olarak bunlar iki boyutludur. Birinci boyutta, bizler diğerini bir nebze genelleştirilmiş olarak görürüz. Bunun nedeni belki de, onun bizim bireyselliğimizden farklı bir bireyselliği bizde temsil etmesini sağlayacak şekilde tamamen kontrolümüzde olmamasıdır. Her bir bireysel yapılanma buna benzerliği ile belirlenir ve her ne kadar bu fiziksel algılamanın biricik şartı olduğu anlamına gelmese de (bir yanıyla benzersizlik aynı zamanda perspektif ve nesnellik kazanmak için gerekli gibi görünürken, diğer yandan kendisini varlığın benzerlik ve benzersizliği üzerinde tutan entellektüel bir kapasiteye de ihtiyaç duyulmaktadır) tam kavrayış asla komple bir benzeyişi baştan farz edemez. Öyle görünüyor ki, her insan kendi içerisinde kişiliği farklı bir başkası tarafından asla kopyalanamayacak bir en derin kişilik çekirdeğine sahiptir. Bu gerekliliğin, diğerinin temsilini mümkünleştiren uzaklık ve objektif yargıyla mantıksal olarak uyumsuz olduğu basit bir gerçek ile (diğerinin kişiliğinin tüm bilgisi bizden uzaktır) kanıtlanabilir ve insanların diğerleriyle olan bütün iç ilişkileri bu noksanlığın değişen dereceleri tarafından sınırlandırılmıştır. Nedeni ne olursa olsun, bunun bütün olaylardaki sonucu, diğer insanın fiziksel görünümünün bir genellemesidir. Bu, fiziksel görünümün tekliğine diğerleriyle ilişkiyi ekleyen sınırların erimesi demektir. Bizler, ona olan pratik davranışımız üzerindeki özel ilgimizle, her insanın kişiliğinin ait olduğu bir insan tipi olduğunu farz ederiz. Her insanı, tekliğinin yanı sıra, onu tamamen kapsamayan ve o kişi tarafından da kapsanamayan evrensel bir kategori altında düşünürüz. Bu sonuncu durum, evrensel görüş ile belirli dar kapsamlı bir görüş arasındaki farka vurgu yapmaktadır. Bir insanı saf bireyselliği içinde fark etmeyiz. Tam tersine, onu içine yerleştirdiğimiz genel tip tarafından taşınan, övülen veya alçaltılan biri olarak görürüz. Bu dönüşüm onu hemen fark etmemizi engelleyecek kadar az olduğu zaman bile ve hatta karakterin bütün alışılmış önemli kavramları ahlâklı ahlâksız, özgür özgür-olmayan, hükmeden hükmedilen vb. gibi bizi bu konuda başarısız yapsa bile, bizler gene de kendi zihinlerimizde o insanıkendi saf kişiliği tam olarak uymasa bile ismi konulmamış bir tipe göre tanımlarız.
Dahası, bu bir basamak daha aşağıya yönlendirir. Bir kişiliğin tam olarak tekliğinden oluşturduğumuz manzara, o tipin gerçekliğiyle tam olarak uyuşmaz ve ayrıca genel bir tip de değildir. Bu daha çok, bir insan her insandaki muhtemel iyi veya kötü yönleri fark etmiş olsa ve gerçekten kendisi olabilse sunabileceği bir manzaradır. Bizler hepimiz sadece kendimizin değil, fakat evrensel insanın da parçalarıyız. Bizler insan tipinin basit anlamda iyi, kötü vb. şeklinde başlangıcı değil, fakat onların prensipte çok da uzağında olmayan ideal çizgilerle çizilmiş gibi bizlerin anlaşılabilir gerçekliğini kuşatan kişilik ve tekliğimiz olarak isimlendirilen şeylerin başlangıcındayız. Buna rağmen, komşumuzun vizyonu bu parçayı asla tamamlanamayacağımız veya tümleşemeyeceğimiz bir büyüklüğe ulaştırır. O (komşu), parçaları gerçekte oldukları şekliyle yan yana basit bir şekilde göremez, fakat bilincinde bile olamayacağımız şekilde gözlerimizdeki kör noktaya alışkanlığımız yüzünden bu şekilde davranarak bu parçalardan bir kişiliğin tamamını kurgularız. Hayatın pratiği çok ama çok fazla inatçıdır ki, bu çerçevede biz bir insanla ilgili ampirik bilgilerimiz olan gerçek ayrıntılardan hareketle, o insana ilişkin bir resim oluştururuz. Fakat bu pratik, eldeki parçaların bir tipin genelliği ve ideal kişiliğin tümlüğü şeklinde yeniden yapılanması üzerinde değişiklikler ve eklemeler üzerinde yatmaktadır.
Prensipte denenmiş olan bu işlem, gerçekte çok nadir olarak tümleşikliğe götürülmüş olmasına rağmen, sadece, bireyler arasında gelişen daha birçok reaksiyonların a priorisi olarak hali hazırdaki toplum içerisinde cereyan etmektedir. Herhangi bir çıkar birliğine ait bir topluluğa sahip bir sınıf içerisinde her üye tamamen ampirik olmayan, fakat bu sınıfın üyelerine empoze etmiş olduğu bir önkoşul temelinde bir diğerinin iyiliği için çalışır. Memurlar, kilise üyeleri, subaylar, bilim adamları ve aile üyeleri çevrelerinde her üye diğerini bu önkoşul çerçevesinde kendi grubuna ait birisi olarak değerlendirir. Hayatın ortak temelinden belirli varsayımlar ortaya çıkar ve insanlar diğerlerini bu varsayımlarla bir örtünün arkasından bakıyorlarmış gibi değerlendirirler. Bu örtü kesinlikle basit bir şekilde bireyin özelliğini gizlemez, fakat örtünün gerçekliği birleşik resim haline doğru olan bu tipik dönüşüm içerisinde eridiğinden bu kişiliğe yeni bir biçim verir. Diğerini basit bir şekilde bir birey olarak değil bir meslektaş, bir yoldaş, aynı partiden biri, aynı dünyayı paylaşan insanlardan birisi olarak görürüz ve bu kaçınılmaz otomatik işlevsel ön varsayım, diğerinin gerçeğinin ve kişiliğinin onun toplumsallığının gerekli gördüğü biçim ve kalitede bir başkasında temsil edilebilmesinin araçlarından birisidir.
Aynı şey, belirgin bir şekilde farklı grupların üyeleri arasındaki ilişkiler için de geçerlidir. Bir subayla arkadaş olan normal bir vatandaş, hiç bir zaman o kişinin bir subay olduğu düşüncesinden kendisini soyutlayamaz. Ve subay olarak bu kişi belirli bir kişiliğe ait olabilse dahi, bu, diğer bireyi temsilde onun görüntüsünün ön yargılandığı şematik bir yol içerisinde olmaz. Benzer bir durum Katolik mezhepten farklı olarak Protestanlık için söz konusudur (memur ile tüccar, rahip ile laik birisi vb. gibi). Her yerde toplumsal genellemeler tarafından gerçeğin sınırlarının örtülmesi ortaya çıkmaktadır. Bu, prensipte, yüksek düzeyde toplumsal olarak farklılaşmış bir grup içerisindeki gerçeğin keşfedilmesini engellemektedir. Genelleme her zaman kişilikten aynı zamanda az ya da fazla olduğundan, bir insanın insan simgesi, önsel bir etkiyi kullanan bütün bu kategorilerden yer değiştirmeler, katılmalar ve ayrılmalar sayesinde gerçeğin dışına atılır. Yani birey, bir tip içinde sınıflandığında, kendisine özgünlüğünün varsayılmış tümleşikliğiyle kıyaslandığında ve ait olduğu toplumsal genelliğin özellikleriyle değerlendirildiğinde, ona empoze edilmiş oluşumlar tarafından kendi gerçekliğinden daha farklıbazı ayrıntılar olarak görülür. Bütün bunların üzerinde onun tamamen bireysel denklemi düşüncesi, kavramada yorum ilkesi olarak hüküm sürmektedir, fakat bu denklemin kararlılığı bireye özel kurgulanmışilişkiye ulaşmada tek yol gibi görünüyor olsa da, onun ideal anlamda tanınmasını önleyecek bu değişiklikler ve yeniden şekillenmeler, bizim katı bir şekilde toplumsal olarak bildiğimiz ilişkilerin mümkün olmasınısağlamak için kesin koşullardır – Bir şekilde Kant’ta olduğu gibi, var olanı yeni nesneler halinde şekillendiren sebep kategorileri yalnız başlarına, var olan dünyayı bilen dünya haline getirmektedirler.
2- İnsanların kendilerini ve diğerlerini ampirik bir toplum üretebilmek için izledikleri diğer bir kategori önemsiz gibi görülen bir teorem içerisinde formüle edilebilir: Bir grubun her bir elementi toplumsal bir parça değil bunun ötesinde başka bir şeydir. Bu gerçek, gruba dönük olmayan veya grubun içerisinde yok olmayan, basitçe onun toplumsal aşamasının bir yanı olduğu anlamını taşımayan, grup dışında bir şey olmayan bireyin bir parçası olarak toplumsal a priori şeklinde işlevini yerine getirmektedir. Fakat bireyin kişiliğinin belli yönleri dikkate alındığında, o, grubun bir elementi değildir sadece varlığının diğer görünüşleri çerçevesinde bir grup üyesi olması için olumlu bir şart oluşturur. Diğer bir anlatımla, onun toplumsallaşmış varlık tipi tamamen ya da kısmen gene onun toplumsallaşmamış varlık tipi tarafından belirlenir. İzleyen analiz şunu aydınlığa kavuşturacaktır: Kendi doğaları ve benzerleri içinde bile belli tiplerin sosyolojik önemi, kendi varlıklarının önemli olduğu gruptan bazı hallerde dışlanmışlıkları gerçeği tarafından sabitlenmiştir; yabancı örneğinde, düşman, suçlu ve hatta fakir kimse gibi. Bu, gene de, sadece böylesi genel karakterler örneğinde değil fakat her bir kişilik tipi için sayısız düzenleme içerisinde de geçerlidir. Her an diğer insanlarla ilişkilerimizce kuşatılmış olmamız ve her bir anın içeriğinin doğrudan ya da dolaylı olarak bu insanlarca belirlenmiş olmasıyukarda anlatılanlarla çelişkili değildir. Tam tersine böylesine bir toplumsal düzenleme onunla tamamen bağlı olmayan bireyleri etkilemektedir. Örneğin, bizler devlet memurlarının sadece memur, tüccarın sadece bir tüccar ve bir subayın da sadece bir subay olmadığınıbiliriz. Bu ekstra-toplumsal varlık, onun mizacı ve deneyimlerinin birikimi, ilgileri ve kişiliğinin değeri, memurluğun, tüccarlığın ve askeri aktivitelerin ana özünü çok az etkileyerek bireye hareketsizlik verir. Her bir durumda onunla ilişkide olan herkes için kesin bir gölgeleme yapar ve onun toplumsal resmini ekstra-toplumsal önemsizliklerle iç içe geçirir. Eğer herkes ortaya çıktığı andaki özel kategori içerisinde diğeriyle sadece ait olduğu karakter ve sorumluluğu içerisinde karşılaşırsa, insanların bütün ticari faaliyetleri bu toplumsal kategoriler içerisinde farklı olabilir. Kesinlikle, bireyler, meslekler ve toplumsal durumlar gibi kendi toplumsal içerikleri yanında sahip oldukları veya kabullendikleri bu eklemeler tarafından ayırt edilirler. Arkadaşlık ya da aşk ilişkisi içerisinde bir adam bu serilerin bir kutbunun işaretleyicisi olarak alınabilir. Bu durumda, o birbirine yaklaşan cilveler ve aktivitelerin ötesinde bireyin kendisi için ayırdığışey nicelik olarak sıfır noktasına yaklaşır. Söylemek gerekirse, iki taraflı yaşanan veya önem verilen sadece tek bir hayat mevcuttur: Bir yandan içeriden, aktif insanın başlangıcından; sonra diğer yandan çok benzer olan “hayatının sonuna kadar” kategorisi altında sevilen insana yönelmiş bir hayat. Çok farklı bir eğilimle Katolik rahip aynı fenomeni sunar, bu dini fonksiyonu onun, kendisi için varolduğunu gizler ve yutar. Sosyolojik aktivitenin eklentisi kaybolmaktadır. Çünkü, buradaki uç örneklerin ilkinde neden, bu aktivitenin içeriğinin tamamıyla diğer tarafın dikkatine geçmesi, ikinci örnekte ise içeriklerin haberleşme tipinin prensipte hep birlikte kaybolmuş olmasıdır. Karşı kutup, para ekonomisince belirlenmişmodern uygarlığımız fenomeniyle sergilenmiştir. Yani, bir insan kesin nesnellik idealine üretici, alıcı veya satıcı ya da kısaca bazı ekonomik fonksiyonları yerine getiren birisi olarak yaklaşır. Yüksek makamlardaki belli bireyler hariç, özel yaşam ve toptan kişilik tarzı bu fonksiyondan kaybolmuştur, bireyler sadece nesnel normlara uygun şekilde ortaya çıkan fonksiyon ve kontra-fonksiyonunun karşılıklı değişiminin araçlarıdırlar ve bu saf gerçekliğe uymayan her şey gene bu fonksiyondan kaybolup gitmiştir. Bu ekleme kendisini özel rengi, mantıksızlığı, içsel yaşamı ile kişiliğin içerisine sokup onu fethetmiştir ve toplumsal aktivitelere sadece tam bir soyutluk içerisinde özellikle bu aktivitelere ait olan enerjileri bırakmıştır.
Buradaki aşırılıklar arasında toplumsal bireyler öyle bir şekilde hareket ederler ki, iç merkeze işaret eden enerji ve özellikler her zaman kendi benzerlerini etkileyen aktivite ve eğilimler için mutlak bir anlamlılık gösterir. Marjinal örnekte, bir toplumsal aktivite ve tavır olarak bilinç diğer insanlardan farklılaşmış olduğundan ve onlarla sosyolojik bir ilişkiye girmeyeceği için, bu bilinç, öznenin kendi benzerleri için ve onların da kendisi için sahip oldukları tavır üzerinde olumlu bir etkiye sahiptir. Ampirik toplumsal hayatın a priorisi hayatın kendisinin tamamıyla toplumsal olmamasıdır. Karşılıklı ilişkilerimizi sadece onların içine girmeyen kişiliğimizin bir parçasının olumsuz alanı altında biçimlendirmeyiz. Bu alan birey içerisindeki toplumsal oluşumları sadece psikolojik kombinasyonlarla etkilemez, fakat bu etki kendisini karşılıklı çalışma doğasının belirleyicilerinin dışına uygular.
Daha da ileri gidersek, önemli sosyolojik oluşumlardan birisi toplumsal yapıların, aynı anda bu yapıların içinde ve dışında olan bireylerden oluştuğu gerçeğinde gizlidir: Bir toplum ve bireyleri arasında iki taraf arasındaki ilişki gibi bir ilişki bulunabilir – gerçekten de böyle bir ilişki açık ya da gizli bir şekilde her zaman vardır. Aynı zamanda toplum belki de genelde hayatın temel tipinin en bilinçli veya en azından evrensel uyarlamasını üretir: Bir bireyin kendisine yer bulamayan bir kombinasyon içerisinde yer bulması imkânsızdır ve böyle bir kombinasyon da belirli bir düzene ters düşmeden asla bir düzen içerisine sokuşturulamaz. Bu durum, en doğa üstü şeyden evrensel bağlılığa, eşsizliğe ve rastlantıya kadar her şey için geçerlidir. Din adamı sanki kutsal hayatın yaşam bulmuş bedeniymiş gibi, kendisini kutsal varlık tarafından tamamen kuşatılmış hisseder; kendi cismi açıkça ve hatta mistik bir kimlik içerisinde bu mutlaklıkta kaynaştırılmıştır. Ve gene de, bu karşılıklı erimeye bir anlam verebilmek için, bu dindar kişinin mutlaka bireysel varlığının, bireysel reaksiyonlarının bir parçasını ve bağımsız egosunu muhafaza etmesi gerekir. Çünkü, kutsal varlık içine çözülme, sonu olmayan bir iş ve eğer kişinin bir parçası üzerindeki kendi varlığından hareket edilmemiş ise de ne metafizik olarak mümkündür ne de dinsel olarak hissedilebilir: Tanrıyla bir olmak, tanrıdan çok varlık üzerine olan önemi içerisinde şarta bağlı bir şeydir. Bu doğa üstü birleşmenin ötesinde, insan aklı doğa ile ilişkisinde kendi tarihi boyunca aynı biçimi sergilemiştir. Bir taraftan bizlerin onun ürünlerinden birisi olarak diğerlerinin yanında eşitler arasında eşit olarak ve doğanın maddelerinin ve enerjilerinin sürekli tekrarlayan bir şekilde bitkileri sulayıp çiçeklendirmesi gibi ulaşıp ayrıldığı bir konu olarak doğaya eklendiğimizi biliyoruz. Buna rağmen ruh, bizim devamımızı sağlayan tüm enerjiye karşıtlık sunarak, kendi kendine varolan bizim mantıksal olarak yanlış anlamlandırdığımız kavram “özgürlük” gibi bir şeyi hisseder ve bu da bizim “doğa yalnızca insan ruhundaki bir temsildir” formülüyle açıklayabileceğimiz bir radikalliğe götürür. Fakat bu fikirde olduğu gibi, doğa kendisinin tüm reddedilemeyecek özgünlüğü ve sıkıgerçekliği ile hâlâ ego kavramı altında sınıflanmaktadır. Diğer taraftan bu ego, bütün özgürlüğü ve kendi içeriği ve sade doğaya yakınlığı ile hâlâ doğanın bir üyesidir. Gerçekten de, bu çakışan bir doğal korelasyondur ve yalnızca “katkısız doğa“ yı değil, fakat “katkısız doğa”ya sık sık düşman olan ve bağımsız durumdaki varlığı da kucaklar, egonun en derin bencilliğine göre egoya dışsaldır ve gene de egonun mutlaka bir elementi olmak durumundadır. Dahası, bu formül bireyler arasındaki ilişkiler ve toplumsal kombinasyonların belirli çevreleri için azımsanacak bir şey değildir veya bu kombinasyonları geniş boyutta bireyler arası ilişkiler için soyut halde toplumluk kavramışeklinde genellersek (azımsanacak bir şey olmaz çn.). Bizler bir taraftan toplumun ürünleri olduğumuzu bilmekteyiz. Atalarımızın geçmişin ruhuyla ilgili psikolojik silsileleri, uyum sağlamaları ve bağımlılıkları, çalışma gelenekleri, bilgileri ve inançları nesnel biçimler şeklinde kristalleşti – bütün bunlar hayatımızın içeriğini ve araçlarını belirler ve böylece bireyin, geçmişte var olan elementlerin değişik oranlarda karıştığı bir depodan daha fazla bir şey olup olmadığı sorusu gündeme gelebilir. Son tahlilde, bu elementler gene bireyler tarafından yapılmış olmasına rağmen, her birinin katkısı yok olan bir niceliktir ve sadece kendi genel özellikleri ve toplumsal birleşimleri sonuçta görünürdeki kişiliğin içerebileceği sentezin içerisinde üretilmişfaktörlerdir. Diğer taraftan, “birlikte varoluşa” (diğer görüş içerisinde bu “başarı” dır) olan karşılıklı bağımlı hayat sürecimiz ve onun anlamı ve amacıyla örülmüş bir toplumun üyeleri olduğumuzu biliriz. Çok azımız doğal nesnelerin kendi kendine yetebilme becerisine sahiptir. Çünkü, doğal elementlerin kesişmesi tamamen bencil olmayan yapılara olduğu şekliyle bize doğru ilerler ve doğa kanunları önünde eşitlik, varlığımızı kendi zorunluluklarına bir şey bırakmadan çözümler – Bağımsız bir merkez etrafında toplumsal varlıklar olarak çok az yaşarız; fakat bizler bir andan diğerine diğerleriyle olan karşılıklı ilişki dışında düzenleniriz ve böylece bizler, kendine yeterli bir varlık olarak değil de, algıların birçok izlenimin bir toplamı olarak sadece bizim için var olan bedensel madde ile kıyaslanabiliriz. Şimdi, bizler gene de bu toplumsal yayılmanın bizim kişiliğimizi tamamen yok etmediğini hissederiz. Bu, daha önce bahsettiğimiz şeylerin kalıntıları ya da toplumsal korelasyon içerisinde kendilerine yer bulamayan, anlamı ve gelişimi sadece birey ruhunun başlangıcında gizli olan belirli içerikler yüzünden olmaz. Bu aynızamanda, tuval üzerinde birbirine kaynaşan renklerin bizzat kendi kimyasal doğasından çıkarılabildiği sanatsal formdan öte olmayan, birey ruhu olarak birlikteliğinin toplumsal doğanın kendisi olmadığı toplumsal içeriklerin kalıba dökülmesiyle de olmaz. Bu daha çok, her ne kadar tamamıyla toplumsal öncüller ve karşılıklardan hareketle uygulanabilir olsa da, sadece birey deneyimi ve tamamıyla bu deneyim doğrultusunda olarak tekil hayat kategorisi altında değerlendirilebildiği tüm hayat içeriği nedeniyledir. Bu birey ve deneyim ikilisi, tıpkı bir bitkinin orijininin biyolojik koşullarına, onun pratik yararına ve gene onun estetik anlamına göre ele alınması gibi aynı içeriğin farklı kategorileridirler. Bireyin varlığının ilişkilendirilip anlaşılabileceği bir nokta, birey ya da birey olmaksızın farz edilebilir; toplumsal olarak türetilebilir içerikleriyle hayatın bütünlüğü, onun taşıyıcısının merkezcil alın yazısı gibi değerlendirilebilir – adeta toplumsal hayatın elementi ve ürünü olarak bireyin saygınlığına ayrılan bütün parçalarla geçişi gibi.
Bu nedenle, toplumsallaşma gerçeği, onunla bireyi benim başladığım ikili duruma getiriverir. Örneğin, birey toplumsallaşma içerisinde kendi düzenlemesine sahiptir ve aynı zamanda onun antitezi içindedir, toplumsallaşma organizmasının bir parçası ve aynı zamanda kendisi organik bir bütündür ya da varlığı hem toplumsallaşma hem de kendisi içindir. Önemli olan ve burada temel olarak bulunan belirli bir sosyolojik a priorinin anlamı gene de, birey ve toplum arasındaki “içlik” ve “dışlık”ın bir diğeri ile birlikte varolan iki belirleyici olmadıkları, – nadiren bu şekilde olsalar ve hatta karşılıklı düşmanlık dercesine kadar gitseler bile- fakat toplum halinde yaşayan insanın tüm ünitesel görevine işaret ettikleridir. Bireyin varlığı sadece içeriklerin alt bölümlerinde biraz toplumsal biraz da bireysel değil, fakat birliğin indirgenemez, kuralcı ve köktenci kategorisi altında durur ki, diğer durumda bu iki mantıksal zıt belirleyicinin çağdaşlığı ve senteziyle yapabileceğimizin dışında bir şey açıklayamayız. Yukarıda gördüğümüz gibi, toplum sadece bir yönleriyle toplumsallaşmış bireyleri değil, fakat kendilerini bir taraftan tamamen toplumsal varlıklar olarak ve diğer taraftan da bu içeriği sürdürürken tamamen bireysel varlıklar olarak hisseden diğerlerini de içermektedir. Dahası, bunlar, birinin aynı bedeni bir zaman onun ağırlığına göre ve bir zaman da rengine göre değerlendirmesi örneğinde olduğu gibi birbirlerinden kopuk sınırdaş bakış açıları değillerdir; bunlar bizim toplumsal varlık, sentetik kategori olarak bildiğimiz birliği oluştururlar – nedensellik kavramı bir a prioristik birlik olduğundan ve bu kavram içerik olarak çok farklı neden ve etkinin elementleri durumunda olan bu ikiliyi içermesine rağmen. Bu biçimlenmenin bizim kontrolümüzde olması ve varlıklardan türeme yeteneği, bunların her birisinin kendisini kendi gelişiminin, alın yazısının, kalitesinin (bunlar kendisini bu elementlerle birlikte gören bir toplumun çok önemli bir konseptidir) başlangıcı ve sonu olarak hissetmesi, gerçeği bu belirleyicilerin ve canlılıkların başlangıcı ve sonu olarak bu konseptle (toplumla) ilişkisi içerisinde tanıması, gözlenebilir bir toplumun bildiğimiz biçimini mümkün kılan bir a priorisidir.
3. Toplum birbirine benzemeyen elementlerin bir yapılanmasıdır. Hatta, demokratik veya sosyalist hareketlerin olduğu yerlerde bir çeşit eşitlik planlamış ve bu kısmen gerçekleştirmiş olmasına rağmen, sorgulanan şey, bireylerin birliktelik, hayat içerikleri ve zenginlikleri konusundaki eşitliği dikkate bile alınmazken gene onların, performansların ve konumların benzermiş gibi değerlendirilmesidir. Diğer taraftan, büyük doğu despotizmlerinde olduğu gibi köle bir toplum sadece bir yığın yaratır. Bu her birinin eşitliği, her zaman varoluşun ekonomi veya politika gibi sadece belirli tarafları ile ilgilenir, fakat asla aynışeyin bütünüyle ilgilenmez. Sadece hayatın sübjektif görünüşü içinde değil, fakat onun diğer varlıklarla olan ilişkileri tarafında da bireysel ilişkilerin ve deneyimlerin iletilmiş özellikleri kaçınılmaz olarak kesin bir farklılık ve transfer edilemezlik özelliğine sahip olacaktır. Eğer biz toplumu sadece nesnel bir düzenleme olarak varsayarsak, o, değerlerin, kavramların, zaman ve mekanın birbiriyle bağlantılı olduğu performansların ve içeriklerin düzenlendiği bir şey olarak görülür ve bunun için toplum dinamiğinin aracı olan kişilikten, yani ego-formdan bir soyutlama yapabiliriz. Eğer elementlerin bu eşitsizliği şimdi bu düzen içerisinde her performansı ve eşitliği bireysel olarak işaretlenmiş ve kendi yerinde açıkça yerleştirilmiş olarak sunarsa, aynı zamanda toplum, varlık ve hareketteki çeşitliliğinin sınırsız olduğu bir kozmos olarak görülebilir ki, gene de bunun içinde her nokta, yapı değiştirilmeden bir bütünün parçası olabilir ve kendine özgü yolda kendisini geliştirebilir. Hiçbir kum zerresi ait olduğu nesne dışında, bütün varlıkta bir değişme olmadıkça, başka bir forma sahip olamaz örneğinde, genel olarak dünyanın yapısıhakkında ileri sürülen önerme, nitel olarak belirlenmiş fenomen ağıolarak görülen toplum yapısı örneğinde de tekrarlanır. Çok fazla basitleştirilmiş ve basmakalıp hale getirilmiş minyatür örneğinde görülen bir benzetme toplum için de yapılmaktadır. Böylece bir bütün olarak görülen toplum, kesin emirleri ve performansların önceden atanmasınıiçeren bir yapı içerisinde ideal bir korelasyon sunar. Aynı yapı içerisinde her yeni gelen kişi enerjisinin uyumlu olmak zorunda olduğu kendisini bekleyen ve açıkça atanabileceği bir yer bulur. Bu örnekte fonksiyonların sistematik ve bilinçli belirlenmesi, toplumun tamamı içerisinde şüphesiz fonksiyonların içinden çıkılamayacak bir şekilde karmakarışık olmasıdır; içerisindeki pozisyonlar yapıcı bir irade tarafından verilmezler, aksine bunlar sadece bireylerin gerçekte yaptıklarıyla ve tecrübeleriyle ayırt edilebilirler. Ve bu çok büyük farklılığa, mantıksız, mükemmel olmayan ve evrimsel bir bakış açısıyla lanetlenen her şeye rağmen, tarihsel toplum içerisinde fenomonolojik yapısı – varlık tipinin ve performansların özü ve ilişkileri tarihsel toplumun tüm elementleri tarafından yansıtılır – her bir elementin bireysel olarak belirlenmiş bir yeri işgal ettiği, nesnel ve kendi toplumsal önemleri içerisinde değerleri söz konusu olmadığında bütün anlamı ile işleyen merkezlerin ve fonksiyonların bir düzenlemesidir. Aynı zamanda, tamamen bireysel görünüş, öznel üretkenlik, zorunlu egonun dürtüleri ve refleksleri bu düşüncenin dışında kalmaktadır. Ya da, diğer şekliyle açıklarsak, toplum yaşamı kendi seyrinde, sanki her element bu bütün içerisindeki yeri için önceden belirlenmiş gibi işler –kendi toplumsal içeriğiyle tam ilişkisi içerisinde psikolojik olarak değil fakat fenomonolojik olarak. İdeal taleplerin uyumunda bir kırılma olduğunda toplum, bu bütünün tüm üyeleri birlikle bir ilişki halindeymişgibi çalışır ki, burada ilişki, her birey gerçekte kendisi olduğundan, hem kendini tüm diğerleriyle hem de tüm diğerlerini kendisiyle bağlantılıkılmaktadır.
Bu noktadan hareketle, o zaman, a priori artık şimdi sorgulanması gereken görülebilir bir şeydir ve bireye bir topluma ait olmanın imkanını ve temelini gösterir. Her bireyin kendi toplumsal çevresi içerisinde kendi vasfının değeri ile otomatik olarak belirli bir yere verilmesi, ona ait olan bu yerin gerçekte toplumsal bütün içerisinde de mevcut olması bir ön varsayımdır ve bundan hareketle birey kendi toplumsal yaşamını yönlendirir ve biz bunu bireyciliğin evrensel değeri olarak tanımlayabiliriz. Bu onun kendi kendini açık kavrayıcı bilince doğru çalıştırdığı gerçeğinden bağımsızdır, fakat hayatın gerçek seyri içerisinde anlamayı bulmanın belirsiz olasılığından da bağımsızdır –nedensellik kanununun a priorisi olarak, bütün bilmenin biçimsel önkoşullarından birisi olarak, o, bilincin onu ayrı kavramlarda formüle edip etmediğinden ve psikolojik gerçekliğin her zaman onunla birlikte ilerleyip ilerlemediğinden bağımsızdır. Bizim bilişsel hayatımız, ruhsal enerjilerimiz, hatta onların en çok bireysel olanı ve dışsal nesnel varoluşarasında önceden kurulmuş uyum ön varsayımında gizlidir ve onun metafiziksel veya psikolojik olarak zekâ tarafından gerçeğin üretilmesine kadar geri götürülüp götürülemeyeceği bu dışsal nesnel varoluş için her zaman doğrudan fenomenin ifadesidir. Dolayısıyla, toplumsal yaşam birey ve toplumsal bütünlük arasında köktenci bir uyumun ön varsayımıüzerine yerleştirilmiş olur ve bu çok az oranda ahlâklı ve mutlu bir hayatın kaba uyumsuzluğunu engellemektedir. Eğer toplumsal gerçek bu önkoşul ilkesi tarafından sınırsızca ve hatasız olarak verilseydi, mükemmel bir topluma sahip olabilirdik –ahlâklı ve mutlu anlamında değil, fakat kavramsal mükemmellik anlamında. Söylemek gerekirse, biz yukarıdaki mükemmel toplumu değil, ama (mutlak anlamda ç.n.) mükemmel toplumu bütünüyle açıklayabilmeliydik. Şimdiye kadar birey, kendi toplumsal varlığının bu a priorisinin gerçekleşmesini bulduğundan ya da bulmadığından (örneğin onun bireysel varlığı ile onu çevreleyen halkaların tutarlı bağlantısı ve kendi özelliğinin birleştirici gerekliliği gibi) toplumsallaşma tamamlanmamıştır; toplum onun kavramının bildirdiği boşluksuz karşılıklılık olmaktan eksik kalmıştır.
Örneğin bu durumu, meslek kategorisiyle daha da netleşir. Antikite şüphesiz bu kavramı bireysel farklılıklar ve iş bölümünden türetilmiş toplum anlayışı çerçevesinde bilmiyordu.
Fakat bu kavramlaştırmanın temelinde bulunan şey varlıktaydı ve hatta antikitedeydi; örneğin, toplumsal olarak geçerli iş sübjektif vasfın birleştirilmiş bir ifadesidir, bu sübjektifliğin kalıcılığı ve bütünlüğü kendisini toplum içindeki fonksiyonlarının değeriyle pratik olarak somut hale getirir. Bu ilişki sadece daha az yüksek düzeyde farklılaştırılmış içerikteki ortalamada anlaşıldı. Bu ilişkinin ilkesi Aristocu söylemde, “bazılarının kaderi emretmektir”, “diğerlerinin kaderi de çalışmaktır” şeklinde belirmiştir. Kavramın daha ileri gelişimi ile toplum özel bir yapısergiler –bir yandan toplum kendi içerisinde diğerlerinde içerik ve ana hat olarak bulunmayan bir şeyi yani yer yaratma ve bunu önermeyi yapar, gene de ilkesel olarak bir çoklarınca doldurulacaklarından anonimleşecektir; ve bu yer şimdi genelliğine ve karakterine rağmen birey tarafından bir iç çağrı veya tamamıyla bireysel olarak değerlendirilen bir vasıf gerekçesiyle ele geçirilmektedir. Bir çağrının verilebilmesi için, nasıl var olursa olsun ama mutlaka bir yanda toplumun yaşam şekli ve yapısı arasında ve diğer yanda da bireysel dürtüler ve düzenlemelerin hazır bulunması gerekmektedir. Bunun üzerinde toplum içerisinde her birey için (bireyliği tanımlayan ve onu buluncaya kadar araştırmanın zorunlu olduğu) en azından bir yer ve fonksiyonun var olduğu düşüncesi genel bir önkoşul olarak yatmaktadır.
Ampirik toplum kendisini en yüksek derecede meslek kavramında bulan bir a priori ile olanaklı hale gelir. Bu a priorişüphesiz önceden tartıştığımız gibi Kantçı kategoriler örneğinde olduğu gibi basit bir anlatımla karakterize edilemez. Toplumsallaşma nerede oluyorsa oradaki bilinç işlemleri – birlik bir çok şeyin birleşimidir, bireylerin karşılıklı belirleyiciliği, bireyin diğer bireylerin bütünlüğü için ve bütünlüğün birey için karşılıklı önemi – tamamen ilkesel bir durum olan, soyut durumundayken tanınmayan fakat kendisini pratiğin gerçeği içerisinde açığa veren bu önkoşul altında kendi süreçlerini yürütürler: Örneğin, bireyselliğin hesaplanamazlığına rağmen, bireyin bireyselliğinin genellik yapısı içerisinde bir yer bulması öncelikle bu yapıya ve onun fonksiyonuna bağlıdır. Her bir toplumsal elementi bir diğerinin oluşumu için dokuyan ve böylece toplumun dış ağ örgüsünü meydana getiren nedensel karşılıklı bağımlılık, teleolojik bir karşılıklı bağımlılığa dönüşmüştür ki, bu dönüşüm çok kısa sürede, kendilerini ego olarak hisseden ve davranışları, kendi başına var olan ve kendi kendine belirleyici olan bireyselliğin toprağında gelişen bireysel taşıyıcıları, yani onun üreticileri tarafında hissedilmiştir. Böylesi bir özelliğin fenomenel tümlüğünün kendisini bu bireyselliklerin amacı için ayarlaması, onların sübjektif olarak belirlenmiş hayat süreci için bir istasyon önermesi (bu noktada aynının özelliği bütünün yaşamı içerisinde gerekli bir üye haline gelir) bir fundamental kategori olarak bireyin bilincine onu toplumsal bir element olarak sivriltecek bir biçim verir!
Çeviren:Cemal Yalçın
cumhuriyet.edu.tr