26 Mart 2013

Narla İncire Gazel - Bilge Karasu

"Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de, övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine. Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra, narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye."

Giriş

Sonun, başın, ortanın biribirine karıştığını, anlamını yitirdiğini, tersinmez zamanın boyunduruğundan kurtulduğunuzu duyduğunuz bir gün gelir.

Bir kitabınızdan aldığınız parçayı bir başka kitapta kullanabileceğinize karar verdiğiniz bir gün, örneğin. Günü gelince, bu kitabın tümünü öbür ki-taba aktarabileceğinizi de düşünürsünüz. Gereç kıtlığında kitap üretmek için değil, yaşamın benzeri olabilecek bir iş yaptığınızı, neden sonra, kavrayabildiğiniz için...

Yaşlanmışsınızdır, yaşamınız artık sizin malınızdır. Malınızı istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Yeterince güçlü, yerini bulan bir fiskenin —ister içinizden gelsin, ister dışarıdan— sizi nasıl dağıtabileceğini, elinizden her şeyi —bir kırıntısını bile bırakmamacasına— bir anda nasıl alabileceğini öğrenmiş olduğunuz ölçüde yaşamınıza egemensinizdir artık. Ölümünüz, çalamayacağınız ilk fotoğraf olacaktır.

Bir ömür boyu, göğsünüze asılı bir fotoğraf makinesi gibi kullanmağı öğrendiğiniz, ilginç (yok yok, "ilginç" de değil, "güzel" de değil, açık sözlü olmalı), gövdenizi tepeden tırnağa ürperten, ürpertebilen birtakım bireşimleri ossaat seçip donduran gözlerinizle çekip, bencilce, başka hiç kimsenin göremeyeceği, sizin de eski bir kutuya atar gibi, üzerinde bir daha durmayacakmışçasına içinizin bir gözüne atıp unuttuğunuz, yıllar sonra bir anda bulup çıkarabildiğiniz, o günkü gibi pırıl pırıl, ama kim bilir ne kadar değişik, çalıntı fotoğraflar...

Sevdiğinizin, özellikle uyurken, ama düşünür, yürür, okur, denize bakarken de, bol bol çaldığınız fotoğrafları öğretir bunu size.

Fotoğraflar biriktikçe, öncelik-sonralık dediğimiz bir bağıntının, önemini yitirdiğini, zamanla yok olduğunu görürüz. Anlatmağa değer gördüklerimizin kavranabilmesi, niye bir sıraya uyulmasına bağlıymışçasına düşünüp eyleriz ki?

Seni, lavanta kokulu bir sabunda; bir kavun diliminde, açık, uçuk gümüş rengi bir çorapta; bir yasemin dalında; adını bilmediğim, bilmemekten utanç duyduğum halde öğrenmek istemediğim

tek bildiğim, görünüşüne bakılırsa tatulayla bir hısımlığı olması gerektiği

sabun kokulu, el büyüklüğünde, fildişi rengi bir çiçeğin açışında; yıkık kemerlerde uyuklayan kedilerde; gecenin soğumuş kumunu döven, patlayan dalgaların sesinde; günün ilk ağartısında —karanlık saatler boyunca dağıtıp durduğun yatağında sabahın serinliği çıplaklığına işlemeğe başlarken— uyanmaksızın, omuzlarına doğru çektiğin, örtündüğün bir çarşafın ılık, ak mutluluğunda bulacağım; dirim içimden çekilesiye...

Kokularım, seslerim, görüntülerim, anılarımsın sen benim. Dokunduğum, okşadığım, en gizli tadını tattığımsın. Kahvaltının üçüncü çayı bittiğinde "Uyanamadın mı daha?" dediğim zaman "Ne gereği var?" diyen ilk insansın bana.

Yıllardır, yaz gelince bir denize, belli bir denizin belli bir noktacığına gitmekten, orada birkaç gün geçirmekten umduğumuz, bu birkaç günde bulduğumuz nedir? Ödünç bir genlik mi? Bir bolartı tansığı mı? Bir çocukluk uçmağına uğramanın vazgeçilemez olmazlığı mı? Yoksa, bir özgürlük düşü ardında gizlenmiş mutluluk, sürünün içinde kalıp kurda nanik demenin çocuksu böbürtüsü mü?

Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de, övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine... Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra, narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye.

Dişi narla erkek incir. İncirin dişiyle ilişkili resmî söylencesi, erkekliğe ilişkin gizli edebiyatı, Akdeniz'in her yerine dağılmış, ayıplık bir sözcük olmağa varmış. Erzurumlu manav bile, benim "incir" diye sormam karşısında, bastıra bastıra "yemiş"in fiyatını söylediydi... İyidir öyle oluşu. Her serüven düşü, incirin altında başlar, incirin altında biter. Deniz, incir, güneş, kumsal, yaşamak istediğimiz, yaşayalım yaşamayalım gönlümüzden geçirdiğimiz her birolumun, her hazzın bir imi değil midir? En azından, "yaşamak sevişmektir" diyenler, diyebilenler için?...

 

Cahit Zarifoğlu Seçme sözler

 
Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir..
 
Ah şu yalnızlık kemik gibi, ne yana dönsem batar.
 
Fikirle tartışın, küfürle değil.
 
Evet hatırladım küçük basit şeyler yetiyor kederlenmeye. Ya mutluluğa?
 
İnsan olamıyorsunuz demedim.
Değilsiniz dedim.

Ayrılık vardı hep. Ay gece olunca pay eder ayrılığı.
 
Bize, sözlerimizden çok yüreğimizden anlayan gerek.
 
Sende yağmur, bende kar. Bu kış hiç bitmeyecek gibi. Hepsi bu kadar.
 
Bir incelik gösterin, incinmesin yüreğim.

İnsanların görünüşlerine bakarak onlarda üstünlük bulmaya çalışanlar hep kaybetti.

Az az ölüyoruz her gün yağmurdan, havadan bahseder gibi.

Şu küçücük kalpte nice hakkın yüklü.

Değil mi ki, kavuşmalarımız topal. Ayrılıklarımız koşar adım.

Dedim ya, oturuyorum öylece. İyi ki etrafımda kalbimi tanıyanlar yok.

Aradığımızın ne olduğunu biliyorsak, arayacağımız yer bellidir.

Ben onunla içimden konuşuyordum.

Her fikrin karşılığı bir duygu vardır.

Koşullar ağırdı ve ben seni o zamanlarda da seviyordum.

Düştümse sana bakarken düştüm.

Bir kalbiniz vardır, onu hatırlayınız.

Umudumuz, acımızdan daha büyük olmalı.

İnsana imtihan olarak özlemek yeter. Bir şehri, bir sesi, bir nefesi.

Bu kaçıncı gecedir kendi kendime onunla konuşuyorum.

Özlemek, ne derin bir duygu böyle, Özlemek ne uzun bir mesafe.

Büyük şehir, insanı manevi ihtiyaçlardan habersiz hale getiriyor.

Ya bir de umut olmasa.

Sanki alnımızı koyacağımız temiz bir yeryüzü kalmamış.

Kimse eksik, kimse fazla değil. Bir sensin beklenen.

Beni bu sabah iri anla, kocaman sev.

İçimiz hep bir hoşça kal ülkesi.

Hayat nasıl da geçiyor, zaman hiç geçmezken.

İçim ağrıyor, mutlu değilim. Bahar bir türlü gelmiyor.

Eskiden sadece; Kışlar soğuktu. Şimdi ise, insanlar soğuk,“Yürekler” soğuk.
 
Güzelliği görmek her zaman mümkün değil.
Bakmasını bilmek gerek.
Acılara, hastalığa ve yorgunluğa rağmen bakılabilir.

Bütün büyük anlar yalnızlıktan yontuldu.

Bazen birdenbire aklıma geliyorsun, öyle olsun istemiyorum kasıtlı düşünmek istiyorum seni.

Merhamet olmasaydı, hayat da olmazdı.

Bir şehir kadar kalabalıktır bazılarının yalnızlığı.

Ama küçük bir tereddütten sonra inanıyorsun.
Parayla satın alınmayacak ne kalmış şu dünyada.

İkimizde aynı şeyi düşünüyoruz. Ben seni, sen kendini.